94) TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKA EKSENİ

Yayin Tarihi 20 Mart, 2009 
Kategori SİYASİ

Türk Dış Politikasında

Eksen Değişikliği Zamanı mı?

20.1.2009’da görevi Obama’ya devreden ABD Başkanı George W. Bush ve yönetimi, birçok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de Amerikan karşıtlığını inanılmaz oranda yükseltti. Öte yandan, yılan hikâyesine dönen ve ucu açık, hatta “hayali” bir hedef haline gelen AB üyeliği nedeniyle öfkeyle kızıp, kendimize yeni bir dünya kurup, orada yer almaya çalışanlarımız da oldukça fazla. Oysa ABD’de her zaman Bush gibi başkanlar olmayıp, Bill Clinton gibi, “21. yüzyılın Türk yüzyılı olacağını” söyleyenler de vardır.

Türkiye’nin Batı İttifakı ile Bağları Neden Önemli?

     Türkiye’nin Batı ittifakına neden girmek zorunda kaldığı yukarıda özetlendi. Bu zarurete ilaveten, Batı ittifakının, özellikte NATO’nun Türkiye’ye katkılarını hatırlamakta yarar vardır. NATO’nun Türkiye’ye verdikleri şöyle özetlenebilir:

1. Türkiye, NATO Altyapı Programına katıldığı 1953 yılından itibaren yakın bir geçmişe kadar programa, 270 Milyon Euro katkıda bulunmuştur. Buna karşılık NATO Fonlarından yaklaşık 4.5 Milyar Euro pay almıştır. Yıllık 4,5 Milyon Euro Milli Katkı Payına karşılık ortalama 84  Milyon  Euro   NATO  katkısı  sağlanmıştır. Bu sonuçlar, Türkiye’nin NATO’dan sağlanan alt yapı açısından Almanya’dan sonra ikinci sırada yer aldığını göstermektedir.[1]

2. Türkiye, yaklaşık 50 yıl süreyle Sovyet tehdidine karşı NATO’nun nükleer ve konvansiyonel silahlarının şemsiyesi altında güvende olmuştur. Bu güven ve demokratik NATO ülkeleri sayesinde Türkiye, tüm eksikliklerine rağmen bölgesinde istikrar anıtı ve demokrasiye her geçen gün yaklaşan bir devlet modeli olarak ortaya çıkmıştır.

3. Türk Silahlı Kuvvetleri, NATO ittifakı sayesinde bölgesindeki NATO haricindeki ülkelere göre daha etkin ve modern harp silah ve araçlarıyla donatılmıştır.

4. NATO sayesinde Türkiye’nin en azından iki bürokrat kesimi; askerler ve her ne kadar haksız yere “monşer” olarak nitelendirilseler de Dışişleri Bakanlığı meslek memur ve bürokratları (hariciyeciler), çok iyi yetişme imkânı bulmuşlardır.

NATO Hala “Sığınılacak Güvenli Bir Liman” mı?

     Türkiye’nin NATO güvenlik sisteminden kısa ve orta vade içinde kendiliğinden çıkması da en azından savunma sistemlerinin idamesi ve sağlıklı silahlanma açısından mümkün görünmemektedir. Şayet nükleer silaha sahip olmuş olsaydı, en azından yeterli caydırıcılığa ya da, savunma konusunda yeterli dengeye sahip olacağından, konvansiyonel silahlar bakımından yeniden silahlanma konusunda ağır faturalar ödemeyi kısa sürede yapmak zorunda kalmazdı. Kaldı ki, böyle bir durumda bile; yetişmiş silahlı kuvvetlerinin harp silah ve araçlarındaki gelişmeyi, bu silahlara uygun taktik ve askeri stratejiyi takibinde güçlükler çıkabilecektir. Tabii ki, her şeye karşın önemli bir mesafe kat eden savunma sanayi ve yan sanayisi de yeni silah sistemlerine uyumda “yanlış diş kaparak” sorunlar yaşaması muhtemeldir.

     Türkiye’nin Batı ittifakından ayrılması, tüm yukarıdaki endişelere rağmen de mümkündür. Bunun için esas olan, Türkiye’de iç barışı bozmayacak bir uzlaşmanın gerçekleşmesi esastır. Yani Türkiye, dış politikasını Batı ekseninden başka bir yöne kaydıracaksa, bunu mevcut siyasi partilerin uzlaşması halinde hafif hasarlarla gerçekleştirebilir. Ancak, mevcut iç siyasi yapıya bakıldığında, bu düşüncenin “laik – laiklik karşıtı” bir kutuplaşmaya dönüşmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu ise, iç barışı ve huzuru bozacağı gibi, ülkede ara rejim riskini de artıracaktır. Ara rejim de, Türkiye’nin kalkınmasını olumsuz etkileyebilecektir. Tabii bu arada, Türkiye’nin “eksen değişikliği”, bazı Batı’lı ülkelerin hoşuna gitmeyeceğinden, Türk basının en azından bir kısmının desteğiyle, ayrılıkçılık ve iç huzurun kaçırılması da kamçılanabilecektir.

Batı İttifakının Patronu ABD Kan Kaybederken Türkiye’nin Batı’ya İhtiyacı Azaldı

     Soğuk Savaş sonrası, yeni dünya düzeni içerisinde ABD’nin dünyanın “tek küresel güç” olduğu söylemi, ABD’nin propaganda araçlarıyla tüm dünyaya alabildiğine pompalandı. Bu “yalan”a kendileri de inanan ABD yöneticileri, artık her hareketlerini “Ben yaptım oldu!” zihniyetiyle, ya da “Ben kuvvetliyim, o halde haklıyım!” mantığıyla yürütmeye başladılar. 2001-2009 döneminde görev alan ABD Başkanı George W. Bush ve yönetimi bu hareketi “istismar” derecesinde ve birkaç kez gösterdi. Bush, Irak’a müdahale için akıl almaz bahaneler ileri sürdü. Ancak, Irak’la paranoya derecesinde savaşma isteğinin ardında petrol bağlantısını arayanlar da vardı. Savaş öncesinde dünya basınında sıkça yer aldığı üzere, Başkan dâhil, ABD yönetimindeki bazı kişilerin petrol şirketleri ile önemli bağlantıları mevcuttu.[2] Savaş çıktı ve Irak’ta savaşın resmen sona erdiği açıklandıktan bir süre sonra ABD’nin Irak’ta KİS olduğuna ve Taliban’ın desteklendiğine ilişkin bahanelerinin gerçek olmadığı, Amerikan halkını 11 Eylül terör dalgalarıyla korkutan teröre karşı savaş için bahane bulunmaya çalışıldığı anlaşıldı.[3] Bu tarihten itibaren tüm aklı başında devlet adamları, zaman içerisinde kendilerine bir “Frankeştayn” yarattıklarını görmeye başladılar. Durumu nispeten daha erken fark eden Çin ve Rusya ile onlara ilaveten Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan’ın üye olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)’nün Saint Petersburg’taki 7.6.2002 tarihli toplantısının sonuç bildirisinde öne çıkan hedeflerden en belirgin olanlardan ilk ikisi; “Çok kutupluluk ve uluslararası ilişkilerin demokratikleşmesi”  ve “Dış politika konularında, karşılıklı çıkar doğrultusunda BM dahil tüm uluslar arası örgütlerde ortak tutum sergilenmesi için çalışılması” idi.[4] Bunun anlamı, “ABD’nin tek kutuplu ve tek patronlu hegemonya şımarıklığına artık son verilmelidir!” idi. Ama ABD’de “Yeni Muhafazakarlar”ın (Neocon) sürüklediği Bush yönetimi, bu bildiriye aldırış etmez göründü.

     ABD’nin bu hiçbir ülkeyi ve BM’ye aldırış etmeyen tutumu pek çok ülkede “ABD sempatisinin” yitirilmesine sebebiyet verdi. Öyle ki bu sonuç anketlerde de kendini açıkça gösterdi. Örneğin, GMF kuruluşundan John Glenn’in bir çalışmasına göre, Irak Savaşı ile birlikte ABD ile Avrupa arasındaki ilişkilerin bozulduğu anketlerden de anlaşılmaktadır. Bu kuruluşun anketinde göre, 2002 yılında ABD’nin liderliğinin sürdürülebilir olduğu görüşündeki Avrupalıların oranı %64 iken, 2008 yılı başlarında sadece %34’tü.[5]

      ABD’nin gittikçe kan kaybeden “küresel liderliği”nin farkına varan Amerikalı strateji uzmanları, ABD’yi ayakta tutabilmek maksadıyla “Akıllı Güç” adıyla yeni bir söylem geliştirip, 2008 Başkanlık seçimlerinden sonra ABD’yi yönetecek olan başkanın küresel angajmanlarda stratejisini uygulayabilmesi için tespitlerde ve önerilerde bulundular. Bu maksatla hazırlanan rapora göre, ABD’nin küresel meselelerde liderliğini sürdürebilmesi için mevcut korkulardan ve öfkeden uzaklaşarak teşvik edici iyimserliğe ve umuda yönelmesi gerekmektedir. ABD’nin askeri ve ekonomik güçlerinin tamamlayıcısı olarak, “yumuşak gücü”ne daha fazla yatırım yapmasıyla küresel sorunlarla mücadelede bir temel oluşturabileceği de raporda belirtilmekteydi.[6]

    Akıllı güç, bir taraftan güçlü bir askeri yapıya olan ihtiyacın önemini vurgularken, aynı zamanda ABD’nin nüfuzunu yaymak ve ABD girişimlerine meşruiyet kazandırmak maksadıyla ittifaklara, ortaklıklara ve kurumlara büyük yatırımlar yapan bir yaklaşım, olarak tanımlanmaktadır. Sert güç gereklidir ancak, sert güç güvenliği ve ABD çıkarlarını garantiye almakta yetersiz kalmaktadır. Yeni stratejide esas, öldürülen düşman sayısı değil, ABD’nin kazanacağı müttefikler olacaktır. Yeni strateji, korkuyu yerine iyimserliği ihraç etmeyi esas almaktadır. Karşı karşıya olduğu sorunlar karşısında ABD’nin nüfuzunu yayması için yeni kurumlara ihtiyacı vardır. Terörle savaşta başarı ve ABD’nin büyüklüğünü tamir (restore) etme ihtiyacı, terörle savaş konseptinin yerine ikame etmek üzere dış politikada yeni bir anlayışa ihtiyaç gösterildiği vurgulanmaktadır.[7] Aslında bunun anlamı, “ABD artık küresel güç değildir!” demektir…

     George W. Bush yönetimi ile en büyük sorunları yaşayan ülkelerden biri, Clinton döneminde “stratejik ortak” denilecek kadar birbirlerine “yakın” olduğunu zannettiğimiz Türkiye oldu. 2003 Irak müdahalesi öncesinde başlayan gerginlik, 1 Mart 2003 tarihli “Tezkere” ile tavan yaparken, Temmuz 2003’te Türk Özel Kuvvetler Komutanlığı’na ait askerlerin ABD askerleri tarafından Süleymaniye’de başına “çuval” geçirilip sorgulanmalarıyla şiddetini sürdürdü. Bunu, ABD’nin PKK terörünü bitirme sözü verdiği halde elini taşın altına sokmaması, hatta Türkiye’de etnik çatışma riski yaratabilecek şekilde, Irak’ın kuzeyinde bir “ajan” devlet kurulması girişimine adeta yeşil ışık yakması, Türk kamuoyunda büyük tepkilere sebebiyet verdi. Bu sebepledir ki, 2005 ve 2006 yıllarında PEW isimli bir kuruluşun anketinde 15 ülke içinde hem ABD yönetimine, hem de Amerikalılara en olumsuz bakanların Türkler olduğu görüldü. Hele de 18 yaşın üzerindeki nüfusun 2005’te %8 olan Bush’a güvenenlerin oranı 2006’da %3’e, %23 olan ABD’ye olumlu bakanların oranı da 2006’da %12’ye geriledi.  Bu anketlerin de açıkça gösterdiği üzere; ABD’nin uluslararası imaj sorunu, Bush yönetiminin politikaları ve üslubundan kaynaklanıyordu.[8]

      Yukarıda ABD’yle yaşanan olumsuzlukların özeti, ABD’nin kan kaybettiği gerçeğinin anlaşılması, 1915 Ermeni zorunlu göçü nedeniyle Türkiye’ye haksız yüklenmeler, Kıbrıs meselesindeki çifte standart, AB üyeliği konusundaki ayak diremeler ve nihayet Soğuk Savaş sonrasında “İslam” dünyasına “potansiyel terör odağı” gibi bakılması, “Karikatür Krizi” gibi hususlar dikkate alındığında, Türkiye’nin düşünen insanları artık Türkiye’nin dış politikada bir eksen değişikliğine gidebileceğini çok daha rahat telaffuz etmeye başladılar. Çünkü artık Türkiye, ne İkinci Dünya Harbi sonrasındaki gibi “yalnız”, ne de Soğuk savaş’ın sona erdiği 1990’lı yıllardaki “dünya siyasi ortamını anlayamama” yanlışlığı içerisinde değildir. Son 17-18 yılda AB ve ABD ile yaşanan ve “ders” niteliğindeki gelişmeler, nihayet Türkiye’nin “ayaklarını yere indirmiştir.” Artık Türkiye’nin çevresinde eski Sovyetler Birliği gibi, milli birliğini ve toprak bütünlüğüne kast edebilecek bir tehdit kalmamıştır. Üstelik Türkiye, bölgesinde nispi bir üstünlüğe, bölgesel bir güç özelliğine ulaşmıştır.

     Bu nedenledir ki, Türkiye’nin şu an için dış politikada “Batı ittifakından ayrılarak yeni ve büyük bir eksen değişikliğine gidebilmesi için dünya siyasi ortamı elverişli hale gelmiştir!” diyebilmek mümkündür. Çünkü artık dünyada her istediğini yapabilen bir “küresel güç” kalmamıştır. Küresel güç ABD, bir taraftan ekonomik enkazın altından nasıl kalkacağını düşünürken, bir taraftan da Bush yönetiminin miras bıraktığı “dış politika enkazı”yla nasıl baş edebileceğini bilememenin endişesi içerisindedir. Zaten ABD’nin “Dünya Patronluğu”na en azından 2002 yılından itibaren başkaldırılar başlamıştı. Bu son yıllarda Rusya ve İran tarafından artırılarak sürdürüldü. Türkiye bile zaman zaman “sadık müttefik” olmanın ötesinde, kendi milli politikaları ve çıkarları doğrultusunda önemli hamleler yapabilmeyi bildi. Bu sebepledir ki Başkan Obama, seçim konuşmalarında 1915 Ermeni olayları için, sözde “Ermeni soykırımı” yasa tasarısını yasalaştıracağı sözünü vermiş olmasına rağmen, 7.2.2009’da Ankara’yı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın ifadesine göre, “Bir ay içerisinde Türkiye’yi ziyaret edecek” olmasıyla, en azından bu yıl bu tasarının yasalaşmayacağı anlaşılmıştır. Bu ziyaretin gerçekleşmesinde kuşkusuz, Türkiye’nin Orta Doğu, Pakistan-Afganistan gibi bölgelerde ABD’nin yaşadığı sıkıntılar, Türkiye’ye mücavir coğrafyalardaki enerji hammaddelerinin varlığı, Karadeniz ve Kafkaslardaki ABD çıkarları gibi önemli gerekçeleri de vardır.

Soğuk Savaş Sonrası: Yalnızlık Politikasından “Bölgesel Güç” Türkiye’ye

      Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren, zaman zaman el frenine çekilmiş olsa da, zaman zaman krizler yaşamış olsa da, Türkiye her şeye rağmen bölgesinin önemli bir gücü olarak yükselmesini sürdürmektedir. Türkiye’nin yükselen bu özellikleri yanında, sahip olduklarının bir kısmını şöyle özetlemek mümkündür:

1. Türkiye, bulunduğu coğrafyada tüm komşularıyla mevcut tarihi, kültürel ilişkileri ve son yıllarda da önemli ölçüde geliştirdiği siyasi ve ticari ilişkileri sebebiyle de Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da çekim alanı oluşturabilecek bir konuma sahiptir.

2. Benzer şekilde, Slav dünyasında (Rusya, Ukrayna, Moldova) ile Türk Cumhuriyetlerinde, hem mevcut Türklerin varlığı sebebiyle tarihi ve kültürel, hem de tarihte Slav dünyasıyla sürekli temas (mücadele şeklinde) halinde bulunulmuş olması sebebiyle, adı geçen bölgeler de, Türkiye’nin gerektiğinde etkin olabileceği coğrafyadır.

3. Yeni bir stratejik enerji kaynağı bulunamaması halinde, dünyada en çok kullanılan petrol ve doğalgazın bilinen en zengin yatakları Basra Körfezi ve Hazar havzası ile civarındadır. Özellikle doğalgazın   Avrupa’ya ulaşım yolu üzerindeki Türkiye, mevcut BTC, Şahdeniz ve Mavi Akım gibi boru hatları yanı sıra, tasarı halindeki benzer projelerin de hayata geçirilmesiyle, önemli bir enerji terminal ülkesi haline gelebilecektir.

4. Türkiye, kuzeyindeki Karadeniz’den itibaren sınırlarının üç tarafı denizlerle çevrili, adeta bir deniz devletidir. Ticaretinin %95’ine yakını deniz ulaştırması yoluyla gerçekleşmekte, Türk armatörlerinin gemileri dünyanın hemen her denizindeki faaliyetleriyle binlerce insana aş, ülkeye ise döviz getirmektedirler. 

5. Ekonomik büyüklük itibariyle dünyanın ilk 17 ülkesine ve zenginler kulübü G-8’lerin ardından G-20 gibi ikinci zenginler kulübünün üyesi olduğu gibi, İspanya ile birlikte “Medeniyetler Arası İttifak”ın Müslümanlar adına “arabulucu” ve “uzlaşma” devleti görevini yüklenmiş, 01.01.2009’dan itibaren BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyeliği görev başlamış olup, ekonomik güç olarak bölgesinde oldukça dikkati çeken ve hatta bazan gıpta edilen bir ülkedir.

6. Türkiye, yurtdışı ihalelerde önemli adımlar attığı inşaat sektörü yanında, tekstilden beyaz eşyaya kadar pek çok ürünü yurtdışında üretmekte, bir zamanlar Arap ülkeleriyle sınırlı bu faaliyetlerini Avrupa’dan Çin’e kadar uzatmakta, tüm bu coğrafyalarda Türk işçisi, mühendisleri ve işadamları emek ve bilgi üretimine önemli katkı sağlamaktadırlar.

7. Türkiye, bir NATO ülkesi olarak Adriyatik’ten Somali’ye, Bosna-Hersek’ten Afganistan’a kadar faaliyet sergilemekte, NATO haricinde 55 ülkeye eğitim desteği maksadıyla askeri personel gönderecek kadar “küresel” bir silahlı kuvvetlere, gerektiğinde BM veya NATO şemsiyesi altında küresel krizlere askeri müdahale edebilecek kudrete, AB adaylık süreci sebebiyle, AB ülkeleriyle önemli siyasi ve ticari münasebetlere sahip bir ülkedir.

8. Türkiye, bölgesinde bir bölgesel güç olduğu gibi, bağlısı olduğu ittifaklar sebebiyle de küresel gücün önemli bir unsurudur. Üstelik insan gücü ile artan orandaki bilim ve teknolojik gücü, gittikçe kalitesi yükselen okumuş insan gücüyle, geleceğin parlak devletlerinden biri olarak hemen her strateji ve ekonomi uzmanlarının gözdesidir.[9]

9. Bugün ABD’den Çin’e, İngiltere’den Avustralya’ya, Almanya’dan Yeni Zelanda’ya, Suriye’den Endonezya’ya, İran’dan Çin’e kadar hemen her yerde Türk ya da Türk vatandaşı yaşamakta, iş yapmakta ya da okumaktadır. Yani, bir bakıma Türkler ve Türk vatandaşları tüm dünyaya yayılarak “küresel” dünyanın nimetlerinden de yararlanmaktadırlar.

10. Türkiye; bir Müslüman ülke, AB üyelik süreci ve AGSP, AGİT, BİO gibi kurumlara üyelikle bir Avrupa ülkesi, bir NATO ülkesi, bir Balkan, bir Kafkas, bir Otadoğu, bir Akdeniz ve bir Avrasya ülkesi olma özelliklerini taşımaktadır. Tabii ki, hem mevcut Türk Cumhuriyetleri sebebiyle ve hem de komşu ülkelerle Avrupa’daki Türk varlığı sebebiyle aynı zamanda Türk dünyasının bir devletidir. Tüm bu özellikleri ile aynı zamanda bir dünya devletidir de…

11. Zengin tarihi ve kültür mirasına sahip Türkiye’nin hem kendi yurttaşlarının, hem de Türkiye’nin dostlarının ihtiyaçlarını karşılamak, bunu hiçbir iç siyaset malzemesi yapmaksızın, sadece Türkiye’nin tüm dünyaya yayılan küresel faaliyetlerinden kendi yurttaşlarını abartısız, ancak yeterli bir ölçüde faydalanmasını sağlamak adına yapılması gerektiği düşünülmektedir.

     Yukarıda özetlenen hususlar, 2008 yılı içerisinde hissedilen, 2009’un başlarında ağırlaşan “Dünya Ekonomik Krizi” sebebiyle bir kenara bırakılmamalıdır. Dünyanın tüm ülkelerinin etkilendiği bu kriz, Türklerin “tevekkül, sosyal dayanışma ve yaşama bağlılığı” ile üstesinden gelinebilecek bir engeldir. Bir iki yıl sonra Türkiye’nin önü yeniden açılacaktır.

     Bu özet bilgilerden de anlaşılacağı üzere, nispi olarak değerlendirme yapıldığında, Türkiye’nin Batı’ya olan ihtiyacı karşısında, Batı’nın Türkiye’ye olan ihtiyacı çok daha fazladır.

     Türkiye’nin bu elverişli dış politika kulvarları dikkate alındığında, dış politikada önemli ve Batı’nın gölgesinde olmaksızın yeni bir eksen değişikliğine gitmesi mümkün gibidir. Ancak bu önemli eksen değişikliğinin oldukça pahalıya mal olabilecek ekonomik, siyasi, güvenlik ve sosyal sakıncaları da mevcuttur. Bu eksen değişikliği yerine, halen gittikçe artan değerleri ile Doğu ile batı arasında bir “uzlaşma ve buluşma” terminali gibi işlev görmesi çok daha isabetli olacaktır. Türkiye, halen hem bir Batı ülkesi, hem de aynı zamanda bir “Şark” ülkesidir. Bu iki tabiiyetlilik Türkiye’ye bir zafiyet değil, bir güç ve zenginlik katar. Bunu iyi kullanmak, Doğu ile Batı arasındaki anlaşmazlıkları Türk gibi (hakkaniyet, dürüstlük ve uluslararası ölçüler dâhilinde) çözmek önemlidir.

Sonuç

    Türkiye, bir taraftan Batı ittifakı içerisinde yer alan bir ülke iken, bir taraftan da Orta Doğu’daki bağları, Orta Asya’daki akrabalık bağları ve yüzyıllardır koparmadığı “Asyalı” özellikleri de aynı zamanda bir Orta Doğu ülkesidir. Bu özellik Türkiye’ye kaybettirmez, aksine kazandırır. Türkiye, sahip olduğu özellikleri itibariyle bugün, “Doğu ile Batı arasındaki bir köprü” olmaktan çok, “Batı ile Doğu’yu uzlaştıran” bir terminal, bir “uzlaşma kurumu” haline gelmiştir. Her iki kesime de normal koşullarda aynı mesafede durma özelliği taşımaktadır. Batı’nın evvelce yaptığı gibi, Orta Doğu ve Müslüman dünyasına uluslararası hakkaniyet esaslarına uymayan girişimleri karşısında, Batı ittifakının içerisindeki bir üye sıfatıyla “Bu doğru değildir. Bu uluslararası teamüllere ve hukuka aykırıdır!” diyebilme aşamasına gelmiştir. Türkiye, benzer şekilde, Orta Doğu ve Müslüman dünyası içerisinde, uluslararası teamülleri ve hukuku hiçe sayan devlet ya da oluşumlara karşı da aynı “standart”ı gösterebilme aşamasındadır. Bunları yapabilmek, Türkiye’ye itibar, işadamlarına da ilave iş yapma imkânı sağlar…

     Türkiye, bir-iki yıl sürmesi beklenen dünya ekonomik krizi atlatıldıktan sonra, yeniden “yükselen yıldız” olma özelliğini kazanabilecek insan gücüne, bilgi ve teknolojik birikime, sebat ve çalışkanlığa sahiptir. Bunun için iç barış ve milli politikaların uzlaşmayla tespit edilip yürütülmesi önemlidir.

 Doç. Dr. Celalettin Yavuz

 TÜRKSAM


[1] NATO katkısıyla temin edilen tesis ve silahların ayrıntıları için bkz: TSK web sayfası, http://www.tsk.mil.tr/uluslararasi/natoaltyapi.htm, (erişim: 3.12.2006).

[2] Amerikan petrol şirketleriyle bağlantısı bulunan bazı devlet adamları hakkında ayrıntılar için bkz: Der Treibstoff des Krieges, Der Spiegel 3/2003, s. 101. Ayrıca bkz: Celalettin Yavuz, “GOP’un İlk Uygulama Alanı Olarak Irak’taki Durum ve Türkiye’ye Etkileri”, Avrupa Birliği Ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi Bağlamında Türkiye (Haz: Mustafa Kahramanyol, Celalettin Yavuz), ATO-Türk Ocakları Yayını, Ankara, 2006, s. 32 (dipnot).

[3] Paul R. Pillar, “Intelligency, Policy and the War in Iraq”, Foreign Affairs, Volume 83, No. 2, March/April 2006, ss. 20-21. Ayrıca bkz: Erich Follath, “Der neue Kalte Krieg, Der Spiegel, 27.3.2006, ss. 73-74.

[4] Fırat Purtaş, “Şanghay Beşlisi’nden Şanghay İşbirliği Örgütüne: Orta Asya’da Rus-Çin Stratejik Ortaklığı”, 2023, 15 Ocak 2004, sayı 33, ss. 23-25.

[5] Gregor Peter Schmitz, ,“Sprich bloß nicht vom Irak!”, 17.03.2008,

http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,541836,00.html

[6] “Akılı Güç” konusunda ayrıntılar için bkz: Celalettin Yavuz, “Obama’lı ABD Yönetiminin Muhtemel Ortadoğu Politikası”, 2023, Sayı 94, 15.2.2009, ss. 23-26.

[7] Nejat Eslen, “Küresel Üstünlük Kurmak İçin Yeni Konsept: Akıllı Güç”, Radikal, 18.1.2009.

[8] Yasemin Çongar, “Amerikan İmajı”, http://www.milliyet.com.tr/2006/06/19/yazar/congar.html, (erişim: 19.6.2006)

[9] ABD’nin önemli stratejik araştırma merkezlerinden biri olan ve “Gölge CIA” olarak adlandırılan Stratfor’un başkanı ve ABD Savunma Bakanlığı’na yakınlığıyla bilinen Stratejist George Friedman, 2040 yılına kadar Türkiye’nin bölgesinde tek süper güç olacağını ve eski Osmanlı toprakları üzerinde yeniden söz sahibi olacağı, şeklinde abartılı bulunabilecek bir öngörüde bulundu. Bkz: “Türkler tarih sahnesine imparatorluk olarak dönecek”, 4.3.2009, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=821494&title=turkler-tarih-sahnesine-imparatorluk-olarak-donecek

Paylaş:

Yorumlar

“94) TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKA EKSENİ” yazisina 1 Yorum yapilmis

  1. ......... yorum tarihi 21 Mart, 2009 15:59

    Bugünkü yönetim anlayışını destekleyen bir yazıdır.Hiçbir şekilde katılmıyorum.

Yorum yap