81) DÜNYA SİSTEMİNİN YABANCILARI: YOKSULLAR
Yayin Tarihi 16 Aralık, 2008
Kategori SOSYAL
DÜNYA-SİSTEMİNİN YABANCILARI:
YOKSULLAR
Liberal kapitalist sistem; yapısal nedenlerden dolayı bunalım yaşıyor. Dünyanın bir geçiş çağına girip girmediğini söylemek için henüz erken. Ancak yaşanan bunalım ‘köklü bir bakış açısına’ dayalı olarak iyi yönetilmediği takdirde,
(a) sistemi etkisiz hale getiren unsurlar her yönüyle açığa çıkacak,
(b) tarihi tecrübe dikkate alındığında bu kadar kökleşmiş sistemin yeniden şekillenmesi bazı sancıları beraberinde getirecektir.
Sistemi tehdit eden zayıflıkları atmanın ve yeniden şekillenmenin dengeleri altüst edeceği ortadadır. Böyle bir süreçte hangi zayıf halkaların atılacağı bir yana, kapitalizmin merkezlerinden çevreye doğru her alanda ve her yerde ‘yabancı konumuna düşürülmüş yoksulların’ daha fazla yoksullaşacağı ve yabancılaşacağı bir gerçektir. Dünya-Sistemi boyutunda tepki merkezi devletlere ve onların uygulamalarına yönelecek; bölgesel ve yerel olarak da çevrenin merkeze doğru yönelen tepkisi ‘gücünü yitiren, iflas eden orta sınıfla yoksulların’ birleşmesini sağlayacaktır. Bunalımdan en fazla etkilenen bu kesimin göstereceği tepkinin gücü ölçüsünde kapitalist piramidin tepesindeki ebeler sorgulanacaktır. Böyle bir dili ve eleştiriyi siyasi düşüncesinin önemli bir parçası yapan bütün hareketler destek göreceklerdir.
Daralan Sistem ve Gerçekler
Sistem, iletişim ağlarının zaman-mekân sıkışmasını sağladığı gibi şu sorunlar da ekonomik bunalımı hızlandıracaktır.
• Satın alma gücünün düşmesi nedeniyle üretilen malların ve verilen hizmetlerin fiyatı düşecektir. Mal üretimi ve hizmetlerin maliyetlerine çok yakın bir bedelle veya bunalımın derinleşmesi durumunda daha düşük bir fiyatla satımı yeni yatırımların önünü kilitleyecektir.
• İşsizliğin artmasına neden olan bu durum; ekonomik daralmayı, yani yoksulluğu beraberinde getirecektir. Ekonomik bunalımla birlikte yoksul sayısının 500 milyon daha arttığı iddiası ve 33 ülkede gıda kıtlığının yaşandığı gerçeği sadece sistemin iç yetersizliğinin arttığını değil, aynı zamanda dünyanın çatallanmaya doğru gittiğinin göstergesidir.
• Sistemi ayakta tutan ana omurga kesintisiz sermaye birikimini sağlamaktır. Merkezi ülkelerin bu alanda yaşayacağı bir zafiyet çevreye doğru büyüyecektir. Bu durum sistemin ürettiği boşlukları derinleştirecektir.
• Sistem sıkıştıkça ‘ekonomik yükleri artırarak’ saldıracaktır. Bu yapısal sorunlar, kaçınılmaz olarak ‘parçalanmış bir dünya gerçeğini’ karşımıza çıkaracaktır. Çünkü sistemin ürettiği ‘boşluklar’ bunalımı aşmanın imkânını giderek ortadan kaldırmaktadır. Çevreyi boşaltan kentleşme süreci maliyeti artırırken, üretimden koparılmış ve boşluğa itilmiş önemli bir kesimin eğitim, beslenme ve sağlık gibi zorunlu ihtiyaçlarını karşılama imkânını daraltmaktadır.
Anılan boşlukların ve çelişkilerin varlığı ve bu ölçüde yaygınlığı, bunalımın derinliğini göstermek açısından önemli bir veridir. Bu durum; demokrasi ve özgürlüğün asalı olarak gösterilen neo-liberal sistemi saldırıya itecektir. Güven kaybı ve korku birlikteliğini pekiştiren tablo, serbest piyasanın temel mantığını ihlal etmenin yolunu açmıştır. Liberal sistemi üreten devletlerin ‘krize giren şirketlere’ müdahale etmesi bunun göstergesidir. Kaldı ki bu gelişme, sistemin saldırıya açık, hevesli olduğunu gösteren ilk adımdır. Her ne kadar bu müdahale başlangıç itibariyle bir saldırı niteliği taşımasa da ikinci aşamada alanını genişleten müdahale saldırıya dönüşecektir. Yaşanan bunalımı, liberal-kapitalist sistemin gereği ya da bu sistemin kaçınılmaz bir özelliği gibi’ gösterme eğilimi her ne kadar sürekli olarak tekrarlansa da, dünya ölçeğinde yaşanan ekonomik uçurumu giderme niyetinin askıda olduğu ortadadır.
Müdahale alanının ekonomik baskıya dönüşen saldırısı, ‘sistemin kendisine yabancılaştırdığı yoksulların sayısını artırdığı gibi, ’liberal saldırıya karşı ortaya çıkacak çeşitli politik seçeneklerin mağdurlar ve yoksullar tarafından sahiplenmesini sağlayacaktır. Artık dünya liberal-kapitalist sistemin merkezi devletleri tarafından üretilen mağdurlar ve yoksulları konuşmaya başladığı an; bir geçiş çağının eşiğinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Böyle bir sınıra ulaşma ihtimali henüz yoksa da yoksul insanların ve mağdurların acil ihtiyaçlarını karşılamayı vaad eden veya bunu sağlayacak nitelikte önerileri olan siyasi anlayışlar taraftar bulacaktır. Öyle görünüyor ki önümüzdeki süreçte siyasetin dili ve yönü değişecektir. Demokratikleşmenin nimetlerinden yeterince yararlanamayan ve bürokratik engellerin etrafında dolandırılan yoksulların, önümüzdeki dönemde zenginlerin saldırısına uğradıklarını dillendirmeleri bunun için yeterli olacaktır. Çünkü böyle bir sorunu ‘liberal kapitalist sistem’, oturduğu mantık açısından çözemez. Varlıklarını devam ettirmek için ‘yoksula yoksulluğunu satmayı’ bir yöntem gören anlayışın ekonomik paylaşımda yaşanan uçurumu giderme konusunda kararlı tavır göstermesi zordur. Bu nedenle önümüzdeki dönemde ‘en yoksul cemaatler içinde’ olan ve bu sorunlar üzerinde konuşan siyasi anlayışlar yükselişe geçecektir.
Tarih elbette ki hiç kimsenin tarafında değildir. Tarih; yapılan ve yapılabilecek eylemlere göre şekillenir. Fakat liberal kapitalist sistemin ürettiği ve sistemin olması gereken bir parçası şeklinde gösterdiği yoksulluk ve yoksullar, krizin büyüteceği ve daha da yoksulluğa iteceği büyük bir kesimi ifade etmektedir. Bu sosyal gerçekliğin varlığı ve açıklığı siyasetin dilini, tutumunu ve yaklaşımını zorunlu olarak değiştirecektir. Bir tercihin gereği olarak düşünceye ve bilgiye dayalı şekilde üretilen siyasi bir seçenek ve demokratikleşme eğilimi önümüzdeki dönemin belirleyici söylemi olacaktır.
Dünyanın her yerinde yüz milyonlarca insan, büyük uzaklıkları birbirilerine bağlamakta rol alırken, buna imkan tanıyan anapara ve teknolojiyi sadece birkaç yüz girişim kontrol etmektedir. Neo-liberal kapitalist sistemin ebeleri; ekonomik gücü, kültürü, çarşıları, vitrinleri, işyerlerini, finans ağını elinde tutmaktadır. Merkezi devletlerin katılımına dayanan dev şirketler, tüm dünyadaki üretimin dörtte birine sahiptir. Orta sınıf üretmeyen ve hatta bu sınıfı daraltan ekonomik yapılanma, toplam nüfusun küçük bir azınlığına kapı açarak gerisini vitrinleri dışarıdan seyreden ‘yabancılar’ konumuna düşürmektedir. Günün yirmi dört saati trilyonca dolar dünyanın belli başlı döviz piyasalarında saniyenin binde biri oranında hızlarla veri bitleri şeklinde dönüp dolaşırken, bu baş döndürücü tutarın ancak % 10 kadarı mal ya da hizmet ticareti ile ilgilidir. Dünya nüfusu artarken yeni dünya ekonomisinde sistemden yararlananlar ve sistemin dışında bırakılanlar arasındaki uçurum giderek genişlemektedir. 48 ülkenin toplam gelirinin üç kişinin servetine, dünya nüfusunun % 41’nin gelirinin dünyanın en zengin 200 kişisinin gelirine, dünya toplam gelirinin % 35’inin 490 çok uluslu şirketin sermayesine denk düşmesi ‘köyleşen sistemin haritasındaki uçurumları’ yeterince göstermektedir.
Yoksulluğun Tablosu ve Sunulan Gerekçeler
Sistemin dışında bırakılanlar konusunda ileri sürülen görüşlerden bazısı bu boşluğu kapitalizmin zorunlu bir parçası sayarak ‘bırakın gitsinler, bunlar ne yaparsa yapsınlar derken, bazısı da bu alanı daraltmanın sistemi sıkıntıya sokacağını ileri sürerek insani bir görevi sırası gelmeyecek şekilde tehir etmeyi savunmaktadır. Ancak sistemin iç yeterliliğini kaybederek kendi aleyhine işlediği bu bunalımlı dönemde ‘bırakın ne yaparsa yapsınlar’ demek ya da sistemin tekelleşmiş ebelerini kurtarmak uğruna sosyal bir sorunu tehir etmek krizi hızlandıran bir katalizatör olmaktan öteye geçmeyecektir.
İki milyar sekiz yüz milyon kişi ya da bir başka deyişle toplam nüfusun % 46’sı Dünya Bankası’nın günde iki dolara tekabül eden yoksulluk sınırının altında, yani kişi başına düşen günlük gelirin 2.15 dolarlık satın alma gücünün olduğu hanelerde yaşıyor. Ortalama olarak bu sınırın altında yaşayan insanlar söz konusu sınırın % 44.4’nün altına düşüyorlar. Diğer bir ifadeyle bu insanların bir milyar iki yüz milyonu söz konusu sınırın yarısından daha azıyla, yani Dünya Bankası’nın daha çok bilinen günlük 1 / 1.25 dolarlık yoksulluk sınırının altında yaşıyorlar. Diğer taraftan önümüzdeki dönemde dünya gücü olarak çıkacağı söylenen devletlerin iç yapısında aşırı dengesizlikler söz konusudur. Örneğin Çin’in 1.2 milyarlık nüfusunun 800 milyonu iç kesimlerde inanılmaz derecede sefalet içinde yaşamaktadır. Buna karşılık Çin’in kıyı eyaletleri tüm dünyada en hızlı gelişen yerler arasındadır. Gelişmekte olan ülkelerde bu tablo daha çarpık ve insani duyarlılıktan yoksundur. Dünya haritasına bu gözle bakıldığında aşırı dengesiz yapıların yan yana olduğu görülür. Dolayısıyla saldırgan özgürlük ve ekonomik güç ayaklarıyla yoksulluğun ve sefaletin biçimlendirdiği durum arasındaki çelişkiyi maskelemek için güçlerin krizi aşma noktasında ortak hareket etmeleri söz konusu olabilir.
Dünyada yaşanan ekonomik dengesizliği ve sefaleti gizlemek için öncü güçlerin insani faaliyetlere dönük rakamları gizledikleri, en azından şişirdikleri de bir gerçektir. Gerçek rakamların daha farklı olduğu ve şu an ekonomik bunalımın her alana yayıldığı düşünülürse ‘sistemin yabancıları; yoksullar’ın neredeyse dünya nüfusunun yarısını oluşturduğu söylenebilir. Hele fakir ülkelerde günlük gelirin 1/3 dolar olduğu gerçeği, dünyada insanlık dışı bir durumun yaşandığı tabloyu karşımıza çıkarır. Bütün politik ve stratejik analizler, güçler ve onların geleceği üzerine yapılmaktadır. Acaba, dünya haritasının bu parçalanmış biçimi hangi politikanın ve stratejinin konusudur. Merak etmeye değmez mi?
Küresel yoksulluk konusunu analiz eden T. Pogge şöyle der: “Zengin ülkelerin yurttaşlarının ortalama gelir düzeyi, küresel yoksullara kıyasla satın alma gücü bakımından yaklaşık 50 kat ve piyasa değişim oranları bakımından da 200 kat daha fazladır. Yüksek gelir ekonomilerinden 903 milyon insan toplam dünya gelirinin % 79.7’sini elinde bulundururken, küresel yoksullar grubunu oluşturan iki milyar sekiz yüz milyon insan bunun ancak % 1.2’sini erişebilmektedir. Bu uçurumun aşılması için yapılması gereken iş: Toplam küresel gelirin yalnızca % 1’nin, yani yılda üç yüz on iki milyar doların birinci gruptan ikinci gruba kaydırmaktır.” Ancak burada hemen belirtmek gerekir ki küresel gelir, tam aksine giderek birinci gruba kaymakta, gün geçtikçe zengin zenginleşmekte, yoksul daha yoksullaşmakta ve sisteme yabancılaşmaktadır. Bu son derece korkunç tabloya eklenen bunalımın daha da derinleştirdiği yoksulluk karşısında ahlaki değerlerden, özgürlükten bahsetmek ne kadar inandırıcıdır. Demek ki sistem, bunu bir ahlaki mesele olarak görmüyor. İnsanlıktan ve ahlaktan soyutlanmış böyle bir tablonun zorunlu parçası elbette ki bunalımdır.
Küresel yoksulluğu göz ardı etmenin gerekçelerini ve geçersizliğini T. Pogge, dört ana başlıkta şöyle açıklamaktadır;
• “Yoksulluktan kaynaklanan ölümlerin önlenmesi pek iyi bir şey değildir. Çünkü bu gelecekte nüfus artışına ve dolayısıyla da daha fazla yoksulluğa bağlı ölümlere yol açacaktır.” İnsanın insan üzerinde böyle bir değerlendirme yapabilmesi sistemin insandan ne ölçüde koptuğunu gösteren önemli bir veridir. Kaldı ki sistemin içine taşınan insanlar ve özellikle kadınların iş dünyasına katılımı nüfus artışını düşürmektedir. Ayrıca dünyadaki gıda üretimindeki artışla nüfus artışı arasındaki denge de, böyle bir sorunun olmadığını göstermektedir.
• “Küresel yoksulluk, zengin toplumlar için katlanılır bir maliyetle çözülemeyecek kadar büyük bir sorundur.” Bu görüş oldukça yaygındır. Sözgelimi R. Rorty “siyasal olarak mümkün bir zenginliğin yeniden dağıtımı projesi için böylesi bir yeniden dağıtımdan sonra zenginlerin hala kendilerini tanıyabilmelerine, hayatlarının yaşamaya değer olduğunu düşünmelerine imkan sağlayacak kadar paraya ihtiyaç vardır,” der. Bunun anlamı şudur: Küresel yoksulluğu çözmek, kendi varlığımızın altını oyar. Bu nedenle siyasal olarak uygulanabilir değildir. Bu iddia, yaşanan durumu göz ardı eden bir yaklaşımın ürünüdür. Çünkü hepimiz dünya genelindeki ağır boyutlardaki yoksulluğun ortadan kaldırılması için gelirlerimizin % 1.2’lik bir kısmından feragat ettiğimiz zaman kendimizi ve insanlığımızı daha iyi hatırlayacağız.
• “Yoksullara para aktararak mesele çözülmez.” Doğrudan para aktarmak yoluyla kalkındırmanın gerçekleşmeyeceği yönündeki görüş haklı olabilir. Bu görüşte sistemin işleyişini göz ardı eden geçersiz bir yaklaşımdır. Çünkü yapılan yardımların çok az kısmı az gelişmiş ülkelere aktarılmakta ve yine bu yardımların sadece % 8.3’lük kısmı temel ihtiyaçları karşılama amacına dönük olarak kullanılmaktadır. Eğer doğrudan yardım bir bağımlılığa neden oluyorsa o zaman daha seçici bir yolla çocuklara ve kimsesizlere yönelik olan programlar seçilip uygulanabilir.
• “Dünyadaki yoksulluk giderek kayboluyor.” Bu çıkarım ancak popüler siyasetin ve ona bağlı kurumların bazı gelişmeleri abartarak sumalarından kaynaklanan bir görüştür. BM Dünya Gıda ve Tarım Örgütü gibi kuruluşların ileriye dönük tasarımlarına dayalı bu çıkarım ise daha önce belirttiğimiz üzere sorunu tehir etmeyi ikna edici sebeplere bağlamaktadır. Kaldı ki bu konuda geliştirilen ileriye dönük planlarda 2015 yılında hala 420 milyon iyi beslenmeyen insan olacağı ve yılda yaklaşık dokuz milyon insanın yoksulluğa bağlı sebeplerden dolayı öleceği ifade edilmektedir. Gelecekte bu sorunun aşılacağını iddia edenler ekonomik bunalımla artışına katkı sağlamışlardır.
Gerek yapısal durum gerekse üretilen yoksulluğa ilişkin görüşler ve dünya ölçeğinde yaşanan ekonomik bunalım; işleyen sistemin ‘yoksul üretme ve yoksulları kaderine terk etme’ düzeneğini tanımlar. Bu tablonun ülkemize yansıyan boyutu her ne kadar kavramlar ve tanımlara boğularak çarpıtılsa ve TUİK’in yaptığı gibi iktidara yaslanma uğruna nesnelliği bozmak için her şeyi birbirine karıştırmak isteyenler olsa da, durum çarpık, vahim ve insanlık dışıdır. Yoksulluk sınırı ve açlık sınırı olarak belirlen ölçüler ve ekonomik hasılanın dağılımı konusundaki aşırı eşitsizlik ve uçurum, giderek bireysel ve toplumsal travmaları beraberinde getirmektedir. Yapısal durumun ve yaşanan ekonomik bunalımın, ülkemizde de bazı değişikliklere ve yer değiştirmelere neden olacağı bir gerçektir. Böyle olmasına karşın, gayri safi milli hasıladan pay alma ve bölüşme konusunda siyasetin bağımlılığı artıran sıradan paket yardımını bırakıp, insanların insanca yaşama hakkına katkı sağlayacak üretime ve istihdama dönük projelerin devreye sokulması gerekmektedir. Değerler üzerinden ayrışmayı körükleyen ve derinleştiren siyasetin yerine toplumsal barışı sağlayacak politikalara ve ekonomik uçurumu aşacak projelere önderlik yapan siyaseti ikame etmek zorunludur. Önümüzdeki süreçte siyaset kaçınılmaz olarak bu noktaya kilitlenecektir. Enerjisini bu soruna odaklayan siyaset, yarının Türkiye’sinde söz sahibi olacaktır.
Prof. Dr. Nadim MACİT
Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Kaynakça
Thomas Pagge, Küresel Yoksulluk ve İnsan Hakları, (Çev: Güneş Kömürcü) İstanbul:2006.
Nadim Macit, Küresel Güç Politikaları, Türkiye ve İslam, Ankara: 2006.
Yorumlar
“81) DÜNYA SİSTEMİNİN YABANCILARI: YOKSULLAR” yazisina 2 Yorum yapilmis
Yorum yap
“Türk atlıları Vistül’de su içmedikçe, Polonyaya hürriyet yoktur.”
Yanılma payım saklı kalmak kaydıyla bu sözün, Demirbaş Şarl’a ait olduğunu hatırlıyorum.
…
Muhakkak ki Allahın da bir hesabı var!
Küresel kriz, ezilen milletlere yeni bir umut ışığı yaratabilir.
Allahın hesabının içinde muhakkak Türk de var.
Amma velakin; Türk’ün başında, bu şuurda olanlar gerek.
Yoksul ezilen milletlerin pek çoğu müslüman.
Haydin bakalım.
Tanklık, tüfeklik hiç bir şey yok.
Sadece akıllı ve milli bir doş politika.
Katılmak için kırk takla attığımız AB çöktü çöküyor.
Çingene kabadayı Amerika çöktü çöküyor.
Haydi kendinize gelin.
Titremeseniz de kendinize gelin.
Yüce Allah, ezilen milletlere yeni fırsatlar, yeni umut ışğı yarattı, bundan faydalanın.
ne zaman yoksulluklar başlasa mutlaka ortalık karışmış siyaset diktatörlüge doğru yönelmiştir..
en genç örneklerden biri..Almanyada olmuştur.
Üstelik Bir Alman vatandaşı dahi olmayan işsiz bir Avusturyali Hitler olarak ekonomik kriz sayesinde tarih yazmıştır.Maalesef yoksullaşıyoruz ve sonumuz hayırlı olsun