770) Türklerde Yas Adeti Temelleri ve Sonuçları

Yayin Tarihi 16 Mayıs, 2014 
Kategori TÜRK DÜNYASI

Türklerde Yas Adeti Temelleri ve Sonuçları

image001 

Yas âdeti dünyada bilinen bütün kültürlerin genel ritüellerinden biridir. Büyük âfetler, yenilgiler, ölümler sonucu insanlar davranışlarıyla, sözleriyle üzüntülerini ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu rituellerin bazıları zaman içinde toplumda uyulması gereken bir kural haline gelebilir.

Türk kültüründe de Şamanizmin etkisiyle yas âdetinde yıllar içinde insanların uyması gereken birçok inançların ortaya çıktığını görüyoruz. Bu âdetler Sultanların hakimiyet alâmeti bile olmuştur. Sultan tahta çıktığında ölen babası için siyah giyer, atının kuyruğunu keser, saçı (ulufe) dağıtırdı. Eğer bu ritueller yapılmazsa Sultanın hâkimiyeti eksik kalırdı. Baş açmak, elbiseyi ters giymek, kara ve gök elbise giyilmesi v.s. gibi yas rituelleri, gerek halk, gerekse de sultanlar tarafından İslâmiyette pek uygun görülmese de devam ettirilmiştir. Bu yas adetleri sanki bir İslamî bir kuralmış gibi de kabul edilmiştir. Bundan dolayı bunun bazı İslamî yansımaları da olmuştur. Bunun en büyük yansıması Kerbela matemidir.

A. Türklerde Yas Törenlerinin Temelleri

Türkçe’de yas âdeti içinde değerlendirilen ölü gömme törenine “yuğ” ve bu törende söylenen sözlere Türkiye Türkçesinde “ağıt” denilmektedir. “Ağıt” kelimesi dışında dilimizde, ağıtmak, ağıtlama, ağat, ağut, avut, deme, deşek, deyiş, diyeşek, mersiye, sagu, sağı, sağunç, savu, sayma, şivan, türkü ve yakım gibi kelimelerle ağıt etmek, ağıt düzmek, ağıt havası, ağıt koparmak, ağıt söylemek, ağıt tutmak, ağıt yakmak, ağıt yapmak, ağıt yitirmek. bayatı söylemek, sağu kılmak, sağu sağma, sağı sağmak, şivan etmek, yakım yakmak, yas çağırmak, yas etmek, yas kaldırmak ve yası tutturmak gibi deyimler de kullanılmaktadır. Günümüzde Azerbaycan Türkçesinde “şiven” ve “ağı”, Kerkük Türklerinde “sızlamag”, Türkmencede ise “ağı” “tavs” ve “tavsa”, Kazak Türkleri’nde “köris” ve Hrıstiyan Kerkük Türkmenleri’nde “madras” gibi kelimeler, ağıt yerine kullanılmaktadır. Bu âdete Eski Türkçe’de ise “sagu” adı verilmiştir. Çin kaynaklarından anlaşıldığına göre; Hunlar, Gansu (Kansu) eyaletindeki Tsilen-şan (Tanrı) dağından ayrıldıktan sonra ağıt yakmışlardır. Bildiğimiz en eski ağıt örneği ise, M.Ö. 119 yılında Hunların bir savaş sonucunda Ordos’un kuzeyindeki topraklarını kaybederek büyük çölün kuzeyine çekilmeleri üzerine söylenilmiştir. Ayrıca Türkler’in en eski ağıtları içinde Alp Er Tunga’ya yakılan Kaşgarlı Mahmut tarafından sagu denilen ağıtı da zikretmemiz gerekiyor. Alp Er Tunga’ya yakılan ağıtlar ve yuğ töreni ile ilgili ilk bilgi kırıntılarını Bilge Kağan anıtında buluyoruz. Daha sonra Yusuf Has Hacip de Afrasyab adıyla Alp Er Tunga’ya övgü vardır. Ancak en açık bilgiyi Kaşgarlı Mahmut’ta bulabiliyoruz. Türkler’in ve tabi ki Oğuzlar’ın yuğ töreninde yaktıkları ağıt geleneğini XI-XII. yy.larda devam ettirdiklerini bu bilgiler ışığında görebiliriz. Hatta bu gelenek Oğuzlar’ın Bayındır ve Beydili boylarının Anadolu’da devam ettirdiği Barak türkülerinde açıkça görülmektedir. İşte bütün Türk boyları gibi Oğuzlar ve dolayısıyla Selçuklularda da bu tür yas âdetlerini görmemiz mümkün. Hatta yas âdeti, devlet yönetiminde sultanlar ve emirler tarafından uygulanması ve yapılması mecburiyet olmuş, devlet yönetiminin olmazsa olmaz âdetleri arasına girmiştir.

Türklerin İslâmiyeti kabulünden önceki yas törenlerinin temellerinin Şamanizme dayandığını söylememiz mümkündür. Şöyle ki: Türkler İslâmiyetten önce, ölen kişinin ruhunun insanlara zarar vermemesi için “yoğ” törenleri düzenler idi. Bu törenden sonra “ölü aşı” adı verilen yemeğe yalnız dirilere değil, bilhassa ölülere ikram edildiğine inanırlardı. Bunun için yasçılar(ağıtçı) tutulur, ağıt yakılır idi. Şamanizmde öte dünyaya intibak, şamanların yardımı ile yapılmıştır. Daha sonra ise bu yardım, âdet haline gelen davranışlara dönüşmüştür. Yeni vefat etmiş bir kişinin, “öte dünyaya” henüz alışmamış olmasından dolayı, ailesini, arkadaşlarını, hatta sürülerini yanına almaya çalışacağına, eski dünyasını bırakmamakta kararlı olacağına inanılmıştır.

Eskiden ölenler, “öte dünyaya” alıştıklarından dolayı onlardan korkulmamış, onlardan koruyuculuk beklenmiştir. Ölülere “ye iç bize ve hayvanlarımıza dokunma” diye hitap ederler ve ölünün bu törende bulunduğuna inanırlar idi. Bu durum ölümün arkasından yas âdeti içinde aşağıda anlatacağımız birçok rituellerin yapılmasına sebep olmuş, bunlar zamanla islâmî anlayışla bütünleşmiştir. Mesela mevlit geleneği buna en güzel örnektir.

Kelime itibariyle “doğum” anlamına gelen “mevlit”in cenaze sonrası icra ediliyor olması bir tezat gibi görünse de Türkler’in yuğ (ağıt) törenlerinde verilen yemek gibi İslâmî bünyeye bürünmüştür. Yine bunlar içinde Türkler’in eski şamanizm inançlarından, kansız kurban geleneklerinden biri olan saçı, ölünün ardından okunan mevlit töreni gibi İslâmî bir anane olarak düşünülmüştür. Mevlit töreni sırasında çeşitli otların içinde bekletildiği su, dinleyicilere serpilmekte ve buna “saçı” denmektedir Bunun dışında özellikle mevlit törenlerinde “mevlit şekeri” olarak ayrı bir isim kazanan şekerlerin de bu törenlerde dağıtılması bir tür “saçı”dır. Bazı Türk boylarında rastlanan, sütü bir saçı nimeti olarak kabul etme geleneği de Anadolu’nun bazı yerlerinde “Sütlü Adak Mevlidi”nin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Selçuklu sultanlarının tahta çıktıklarında saçı saçtıklarını (ulufe) biliyoruz. Bu sultanların hâkimiyet âdetidir. Yeni tahta çıkan sultan genellikle babasının veya kardeşinin ölümü üzerine tahta çıkmıştır. Yani bu âdetin de ölü yemeği ile ilişkisi vardır diyebiliriz. Buna benzer bir örnekte, Türklerde Şamanizm inancıyla ilgili olan tahnit (mumya) geleneği İslamî dönemde devam etmiştir. Türkiye Selçuklularının ilk vakfiyeleri arasında kabul ettiğimiz, Altun-apa vakfiyesinde geçen bilgiler bunu kanıtlamaktadır. Burada yoksul dindar Müslümanların şeriate göre kefenleme ve mumyalanmalarını şart kılmaları halinde mumya masraflarını karşılaması, bize Anadolu’da eski şaman inancının ne kadar yaygın olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Yas âdetinin yansımalarını görelim.

1. Kara ve Gök Elbise Giymek

Kara renk dünyadaki bütün kültürlerde ölüm, korku yas ile ilgili bir motif olmuştur. Mesela kara, Batı kültürlerinde matem rengini sembolize ederken, aynı zamanda şıklık ve zarafetin rengi olarak da bilinmektedir. Buna karşılık eski Mısır ve Kuzey Afrika ülkelerinde siyah, verimli toprağın ve yağmurla şişmiş bulutların rengine benzediği için bereketin simgesel rengidir. Çin’de kara renk kışın ve kuzeyin sembolüdür.

Siyah rengin Türk kültüründe ifade ettiği anlamlara gelince, bunlara da kısaca değinecek olursak: Bir kere ilk önce Türk kültüründe kara, genellikle toprak rengi, yağız yer anlayışı ile birlikte kullanılırdı. Halk kesimine kara budundenir, Kara kulkaravaş veya karabaş deyimleri köle anlamında kullanılır. Eski Türk yazıtlarında, “kuvveti” “kara budun” olan “gücün kaynağının halkın kendisi” olduğu, “eskiliği” ifade ettiği üzerine basa basa vurgulanmaktadır.

Türk hükümdarların tahta çıkma töreninde oturacağı seccade ve halının siyah renkte olması bu bakımdan önemlidir. Bu nedenle olsa gerek hükümdarlık ifadesi biçiminde değerlendirilen kara renk XI- XIII. yüzyıllarda sıkça kullanılmıştır . Bundan dolayı da güçlü, büyük, asil emirlere “kara” unvanı verilirdi. Bununla ilgili örnekler çoktur. Kara Koyunluları ve Kara Hanlıları Karakeçili yörüklerini buna en başta örnek verebiliriz. Oğuz Kağan’ın, bir diğer adı Kara Han’dır. Mesela Gök Türk Kağanlığının kurucusu olan Bumin Kağan’ın büyük oğlu Kara Kağan (552-553) unvanını taşımıştır. İstemi Kağan dan (ö. 576) sonra vazifesini üstlenen oğlu Tardu’nun unvanı Kara Çor’dur. Gazneli Mahmud’un da Kara-Han unvanı aldığını biliyoruz. Yalnız buradaki Kara Hindistan’a göre kuzey bölgelerinin hakimi olduğu için kullanılmıştır. Kara, aynı zamanda Türklerde Kuzey’in sembolüdür. Birçok kavim kuzeyin karanlıklar ülkesi olduğu konusunda birleşmiştir.

Asıl konumuz olan yas motifine gelince: Bütün Türk boyları kara rengini yas ifadesi olarak kullanmışlardır. Oğuzlar matem alameti olarak kara renkli elbiseler giymişlerdir. Eski Oğuzların yas âdetleri Dede Korkut hikayelerinde ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Yaslı çadırın üzerine bayrak asmak Oğuzlardaki başka bir âdettir. Kara renk ile ilgili örnekleri aşağıda anlatacağımız başlıkların içinde de vereceğimizden burada kısa kesiyoruz. Yas alameti olarak kara rengin dışında beyaz renge gelince: Türklerde siyah kadar beyazın da matemi ifade ettiği unutulmamalıdır. Uygurlarda cenaze defnedilirken erkeklerin ellerinde bir deynek bellerinde beyaz bir kumaş ve başlarında beyaz bir takke bulunurdu.

Uygurlar senede bir defa, Berat gecesi, ölülerin hatırasını taziz için yaptıkları ziyafette şarkılar, rakslar, çalgılar mevcuttur; o gün kadınlar, ölülerine “puşkâl”, yani yiyecek götürürler, güneşin batmasından sonra ateşin üstünden atlarlar idi. Burada yas işaretinin beyaz oluşu dikkat çekici bir özelliktir. Özellikle Selçuklularda yas zamanlarında beyaz elbisenin de hâkim olduğu görülür. Bu beyaz rengin Selçuklular döneminde Abbasî halifeliğine bağlılığın bir ifadesi olduğu anlaşılır. Nitekim Sultan İzzettin Keykavus tahta geçince üç gün, ak atlas elbiseler, beyler de her zamankinden daha değişik başlıklar (börk) giyerlerdi. Ancak bu üç günlük süre geçtikten sonra işlerine devam etmişlerdi.

I. İzzettin Keykavus’un ölümü üzerine I. Alaeddin Keykubat’ın tahta çıkmasına karar verilmişti. Seyfeddin Ayaba, ise Alaeddin Keykubat’a kardeşinin ölümünü gösteren delil olarak sarığını (destarçe) ve yüzüğünü de yanına aldı. Bu sarık ve yüzük, Türklerdeki yas âdeti gereğince siyaha boyandı. Öylece Melik Alâeddin Keykubât’ın tutuklu bulunduğu Gezerpirt Kalesi’ne varmış idi. Sultan Alaeddin tahta çıktığında, Abbasî halifesine bağlılık ananesi olarak matem merasimine beyaz elbise giyerek başlıyor; taziyeleri kabul ederken beyler de eski Türk âdetine göre külahlarını ellerine almış olarak başlanıyordu.

Gök renk de yas alâmeti idi. Akkoyunlularda hükümdar ailesinden biri vefat edecek olursa sarıklar yere vurulur (baş açılır), matem elbisesi giyilir ve matem tutulurdu. Akkoyunlularda matem yedi gün olup matem elbisesi de gök renginde idi. Yine Akkoyunlular’da Şehzade İbrahim Bey, İbn Sultan Cihangir vefat ettiği zaman Akkoyunlu hükümdarı Sultan Yakub ve erkanı devlet sarıklarını yere vurup matem tutmuşlar ve gök renkli elbise giymişlerdi. Yine gök rengin yas motifi olduğuna dair bilgi Dede Korkut hikayelerinde de geçmektedir. “Beyreğün babasına anasına haber oldı.. Ağ boz atınun kuyruğunı kesdiler. Kırk elli yiğit kara geyüp gök sarındılar. Kazan bige geldiler. Sarıklarını yire urdılar. Beyrek diyü çok ağladılar”. Oğuzlar’da yaslı çadırın üstüne kara ve gök bayrak asmak adettir. Nitekim Beyrek dönüp yurduna geldiğinde “karalı göklü otağın kimin olduğunu sorar”.

Yani Oğuzlar yas tutan çadırın üzerine kara ve gök bayrak asarlardı. Bu bilgiler ışığında gök renginde, kara renk gibi yas motifi olduğu görülüyor. Ayrıca gök renk, kara renk gibi kuzey anlamını ifade etmekte idi. Matemlerde giyilen elbisesinin “gök renk” oluşunun, Gök Tanrı inancından gelen bir âdet olsa gerektir.

2. Elbiseyi Ters Giymek

Şamanizmde ölüm sonrası hayatın, dünyada yaşanan hayattan ters olacağına inanılmıştır. Yas törenlerinde sergilenen ters motif ve davranışlar, bu inanç dolayısıyladır. Sultan Melikşah oğlu Davud’un ölümü sebebiyle büyük bir yas tutmuştur. Türk ve Türkmenler karalar giyip, saçlarını kesmişlerdir. Atlara da karalar giydirilip, kuyruklarını kesip, eyerlerini ters çevirmişlerdir. Bu âdet XIV. yüzyılda Anadolu’da Sinop yöresi Türklerinde İbn Batuta tarafından şöyle tespit edilmiştir.

Sinop’a vusulümüzden dört gün sonra Emir İbrahim’in validesini teşyi’ ettim. Oğlu dahi başı açık ve piyade olarak revan oldu. Umerâ ve memâlik başı açık oldukları halde cenazede bulundular. Lakin kadı ile hatip ve fukahâ libaslarını ters giymekle beraber başlarını açmayıp amâme yerine serlerine siyah yünden birer mendil sardılar”.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Nitekim II. Murat’ın ölüm töreninde, törene katılanların atlarının eyerlerini ters çevirdikleri, Yavuz Sultan Selim’in yeğeni Süleyman Bey’in cenaze töreninde, yine atların eyerlerinin ters çevrildiğini biliyoruz. Bu davranış, Kazaklarda da görülmektedir. Kırgız-Kazakların bazı boyları, joktav (coktav-yoglama)  söylerken yüzleri duvara bakar, yani ters oturarak söylerlerdi. Ölü çıkan evin genç kızları, matem döneminde, göç esnasında tumaklarını tersinden giyerler.

Yine ölen kişinin en sevdiği atının kuyruğu kesilerek, üzerine eyer takımı ters çevrilerek yerleştirilir ve ının verilmesine kadar bu tutum devam ettirilirdi. Günümüzde Anadolu’nun çeşitli yörelerinde halen bu geleneklere rastlanır. Kars yöresinde ölüye ağlayan kadınların döğünmeleri, saçlarını kesmeleri ve elbiselerini ters giymeleri, yaşayan bir gelenektir. Kerkük Türklerinde bir delikanlı sevdiğine kavuşamadan ölürse, cenazesinde onun en sevdiği türkü tersinden çalınır. Kerküklüler bu âdeti, “Tez yuğun, tez kaldırın, mehterim terse çaldırın” manisiyle ifade eder. Yine Anadolu’da hoyratların tersinden çalınması geleneği vardır.

Candaroğullarının sosyal hayatında eski Türk âdeti de yaşamaya devam ediyordu. Mesela Süleyman Paşa’nın eşi ölünce cenaze töreni tamamen Türk âdetlerine göre yapılmıştır. Bu törende Süleyman Paşa’nın oğlu İbrahim Bey cenazeyi başı açık ve yaya olarak takip etmiştir. Öteki beylerle saray görevlileri tam başlarını açmışlar hem de kaftanlarını ters giymişlerdir. Kadı hatip efendilerle hocalar ise, elbiselerini ters giydikleri hâlde başlarını açmamışlar, sarıkları yerine siyah yünden yapılma bir çevre dolamışlar dır. Sonra da sofralar kurularak ziyafetler verilmiştir.

3. Baş Açmak

Baş açmak dua ve yas sembolü yanında teslim ve itaat sembolleri arasında da zikredilir. Bunun Türk tarihinde örneklerini görmek mümkündür. Girdiği mücadelede başarısızlığa uğrayan kişinin rakibi karşısında “börkünü (başlık) başından çıkarıp koltuğu altına alması, kuşağını çözüp boynuna asması ve galibin silâhının (kılıç) altından geçmesi” şeklinde gösterdiği davranışlar, özellikle özür dileme ve itaat etme anlamına gelmekteydi. Çalışmamızın konusu olan dua ve yas motifi olarak baş açma ise itaat bir insana değil, «ilah»a söz konusudur. Dua etmek doğrudan doğruya bir hâkim güce teslim olma, itaat etme manası taşımaktadır. İslâm inancında özellikle ibadet esnasında başı örtülü bulundurmak (mesela sarıklı), örtüsüz bulundurmaktan daha faziletli olduğu bilsek de, Türk kültüründe “baş- açmak” sadece yas törenlerinde değil duada da baş açıldığı görülmektedir. Cengiz’in şaman olduğunu, Tanrıya yalvarırken başını açtığını biliyoruz. O, dua ederken kemerini boynuna ve külahını koluna asar güneşe karşı döner ve eliyle göğsüne vurarak dokuz defa diz çöküp tövbe ve istiğfar ederdi. Cengiz, Harezmşahlar Devletine karşı savaşa girişmeden önce de bir tepe üzerine çıkmış, başını açmış, kemerini boynuna bağlamış (itaat maksadı ile) ve yüzünü yere koyarak üç gün üç gece zafer için Tanrıya dua etmişti. Selçuklu Sultanı Alparslan’ın da dua esnasında başını açtığını biliyoruz.

Alparslan’ın Malazgirt savaşından önce başını açıp dua ettiğini kaydetmektedir. O; “öğle vakti gelince cehennem ateşi gibi bir yel Müslümanların üzerine esmeye başladı. İslam ordusu susuzluktan kıvranmaya başladı. Sultan bunu haber alınca attan inerek başlığını çıkardı, kuşağını çözdü ve alçak gönüllülükle «Ey Tanrım! Bu günahkar kulunu, günahlarından dolayı cezalandırma, senin salih kullarına kefil olan bu aciz kulundan merhamet ve yardımını esirgeme . Senin dinine bağlı olanlar üzerine gelen bu kavurucu yelin yönünü düşman tarafına döndür.» dedi. Sultan uzun bir yakarışta bulundu ve ordunun ileri gelenleri de Sultana uyarak ağlamayabaşladılar.» Sultan Alparslan’ın dua ederken başını açmasıyla ilgili bir başka kayıt ölümünden sonra ismi etrafında oluşan menkıbelerin birinde geçmektedir. Rivayet edildiğine göre: «Horasan çölünü geçerken askerlerin susuz kalması Sultan Alparslan’ı muztarip etmiş ve otağına çekilmiş, «başını açıp» Allah’a sığınmış, az sonra yağan bol yağmur sayesinde asker ve hayvanlar telef olmaktan kurtulmuştur. Sultan Veled’in de bir yağmur duası esnasında başını açmasını Selçuklular döneminde bu yas âdetinin varlığını göstermektedir. Bahsedilen hadise şöyledir: ({… Bir yıl, Konya başkentinde yağmur kıtlığı oldu … Birkaç defa yağmur duasına çıktılar, fakat hiç yağmur yağmadı. … Nihayet … Sultan Veled’in eteğine yapıştılar. Sultan Veled … gözlerinden yaşlar akıtarak ayağa kalktı, medresenin kapısından ta mukaddes türbeye kadar yalınayak gitti. Mübarek başını açarak babasının kabrinin karşısında durdu … Sonra Sultan Veled dualar edip sarığını başına koydu… Bütün arkadaşlar da terler ve yağmur suları içinde başları ve ayakları çıplak bir halde sema ederek gittiler…».

Yine Menakıb-ı Evhadüddin de 49. hikayede Evhadüddin Kirmanî matem için başını açmış idi. Buradaki rübai bunu açıkça gösteriyor. “Niçin başlarını açtılar biliyor musun, onlara gülenlere matem tutuyorlardı”, rübaisi matem tutarken baş açıldığını gösteriyor. Mesela Ahi Ahmetşah’ın kardeşi 1294 yılında Konya’da öldüğünde 15.000 kişi baş açık cenaze arkasından yürümüştür.

4. Atların Kuyruklarını Kesmek

Bu âdet çok duygulu idi . Türkçe’de bu ameliyeyi ifade eden terim “tullamak” olarak geçer. Kırgız, Yakut ve Kazak Türk lehçelerinde bu kelime sırasıyla tuldamak, tuluyah ve tullamak olarak telaffuz ediliyordu. Bu “atı tul yapmak” demektir. Yani sahibi ölen at, aşağıda anlatacağımız gibi karısı gibi dul kalmış oluyor ve bu kuyruk kesme yoluyla sembolleştirilmiş oluyordu. Defin töreninde at kuyruğunu kesme âdetinin M.Ö. III-IV. yüzyıllarda mevcut olduğu Altaylarda yapılan kazılarda Pazırık mezarından çıkarılan donmuş atların kuyruklarının kesik olması ve pazırık halılarında kuyruğu kesik ve bağlı atların bulunması bu geleneğin ne kadar eskiye dayandığını gözler önüne sermektedir (Bk. Resim-1- 2-3) . Bu yas geleneğini bütün Türk boylarında görmek mümkündür.

Kazaklarda ölen kişinin yedisinde verilen ziyafetten sonra ölünün hayatta iken bindiği en sevdiği atlardan bir-iki tanesinin kuyruğu ve yelesi kesilir. Kuyruğu kesilen atın üzerine eyer takımı ters çevrilerek yerleştirilir. Onun üzerine de ölünün elbiseleri ve malakay şapkası yerleştirildikten sonra yular sapı ile ölü çadırına getirilerek bağlanır. Kazaklarda bu âdete atı dul bırakmak manasında tuldav denir. Atın kuyruğunu kesmek, ölümü çağırmak, ölüme davet çıkarmak manasına geldiği için Kazaklar arasında sebepsiz yere birinin atının kuyruğunu kesmesi şiddetle yasaklanmış ve bu gibi durumlarda ağır cezalar getirilmiştir. Tullanan bu ata artık hiç kimse binemez idi. Kırgızlarda, ölünün hayatta iken bindiği atın kuyruğunu kesip, mezarın üzerine diktikleri bir sırığa bağlarlar idi. Oğuzlar; İslam dininin kabulünden çok sonra bile bu âdete riayet etmişlerdir. Dede Korkut hikâyelerinde bu geleneği açıkça görmekteyiz. “İç Oğuz’a Taş Oğuz Asi Olup Beyrek Öldüğü” adlı hikayeyi buna örnek olarak verebiliriz: “ Bir gün Beyrek ile Dış Oğuz beyi olan dayısı aruz arasında bir tartışma çıkar. Beyrek, bu tartışma sırasında Aruz tarafından ağır bir surette yaralanınca arkadaşları ile Kazan beye şu haberleri gönderir: Yiğitlerim yerinizde kalkın. Akboz atımın kuyruğunu kesin . Kazan’ın divanına koşup varın. Ak çıkarıp kara giyin sen sağ ol Beyrek öldü deyin”. Böylece Beyrek’in yaralandığı haberi duyulunca, ailesi, oğulları ölmüş gibi hemen yas havasına bürünür: “ Beyrek’in babasına anasına haber oldu. Ak evi eşiğinde feryat (şivan) koptu. Kaza beyler kızı gelini ak çıkardı, kara giydi. Ak boz atının kuyruğunu kestiler. Kırk elli yiğit kara giyip gök sarındılar. Kazan beye geldiler. Sarıklarını yere vurdular. Beyrek diye çok ağladılar. Sen sağ Beyrek öldü dediler. Kazan Bey kendinison derece bağlı olan Beyrek’in ölüm haberine üzüldü. . O, “mendilini eline alıp hüngür hüngür ağladı. Divanda feryat fiyan kıldı. Orada olan beyler ağlaştılar. Kazan vardı odasına girdi. Yedi gün divana çıkmadı, ağladı oturdu.

Bu gelenek Osmanlılar zamanında da devam etmiştir. Mesela II. Mehmet’in cenaze töreni hakkında, Sarıca Kemal şöyle demektedir. ‘Hezar at kuyruğunu kestilerdi. Nice kurulu yayı yastılardı”. Fatih Sultan Mehmet’in padişahlığı sırasında babası II. Murat’ın ölümü üzerine törene katılanlar, atlarının kuyruklarını kesmişler, eyerlerini ters çevirdikleri gibi, yaylarını kırıp tabutun üzerine koymuşlardır Yine Yavuz Selim’in yeğeni Süleyman Bey 1513’de Mısır’da vefat etmiş ve cenaze töreninde, tabutunun önünde kuyrukları kesilmiş, eyerleri ters çevrilmiş olan atları götürülmüş, kırılmış olan yayları ile sarığı da tabutunun üzerine konmuştur .

Ancak bu yas geleneği sadece ölüm üzerine değil savaş hazırlıkları öncesinde de yapılırdı. Mesela “Tul at” kelimesi Çağatayca’da “savaşta binmek için hazırlanan at” anlamını ifade eder idi. Savaşlara fedai olarak girenler de atların kuyruğunu keserlerdi. Bu âdet Türkistan hanlarından Taşkent hanı Mahmut Han ve kardeşi Ahmet Hanın, Şeybanî Muhammed Han ile savaşan askerlerinde görülmüştür. Muhammed Hanın şairlerinden Muhammed Salih Bey bu askerleri tavsif ederken şöyle diyor:

tüzüben rezm kılur vakt esas

asıp at boynıga bir turfe kutas

lik ölgen atının kuyruğu ol

Begleri hanlarının buyrugu ol

Çetin savaşlara girmek üzere hazırlanan savaşçı erler, atlarının kuyruklarını kesip tuğ yapmak suretiyle kendilerinin fedai olduklarını, kendilerini ölüme adadıklarını ilan ederlerdi . Büyük Selçuklu Sultan Tuğrul Bey’e yapılan yas töreninde, törene katılanların atlarının kuyruğu kesiktir . Malazgirt savaşından önce Alparslan’ın atının kuyruğunu kesmesi, kendisini şehitliğe adadığını gösteriyordu. Hayvanın kuyruğunu kesmek acı verdiği için bazen atın kuyruğunu kesme yerine yelesini kesip, kuyruğunu örme âdeti de uygulanırdı . Bu durum Türkiye Selçuklularında da görülmektedir. Eski Türkler’de savaş başlamadan önce alpler (yiğitler) atların kuyruklarını ipekle örüyorlar ve bunu yiğitlik alameti sayıyorlardı. Bu vesile ile onların at kuyruğunu bağlama işine “ at çerm etmek” dedikleri anlaşılmaktadır. Kaşgarlı Mahmut’ta da bu tarz bilgiler mevcuttur. Kaşgarlı Mahmut eskiden dedelerimiz savaşa çıkmadan önce atlarının kuyruklarının bağladıklarını şu şiir parçasıyla kanıtlamaktadır:

“At kuyruğunu bağladık,

Tanrıya da çağladık.

Üzengi yakladık,

Aldayıp güya çekindik”.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Dede Korkut hikâyelerinde kahramanlar savaşa giderken yakınlarına: “üç yıl bekle, gelmezsem benim öldüğümü bil, aygır atımı kesip aşımı ver” diyor. Beyrek adlı kahraman ölmek üzere iken arkadaşlarına “ak boz atımın kuyruğunu kesiniz” diyor. Beyrek öldükten sonra “Akboz atın kuyruğunu kestiler. Kırk elli yiğit ak çıkarıp gök sarındılar sarıklarını yere vurdular. Beyrek diye ağladılar” .

5. Saçları Kesmek

Bu adeti de Türkler’in en eski yas rituelleri arasında sayabiliriz. Cenaze merasiminden sonra herkesin saçlarından bir tutam kesilirdi. Got tarihçi Jordanes’in Avrupa Hun hükümdarı Atilla ’ya yapılan cenaze merasimini anlatırken ‘Onlar kendi âdetlerine göre saçlarının bir kısmını kestiler. Kendilerini çirkin yapacak şekilde yaraladılar. Onlar bu büyük muharibe kadınlar gibi göz yaşlarıyla değil, kanlarıyla ağlamak istediler” ifadesi güzel bir örnektir.

Aslında atın kuyruğunu kesme yerine, bazen atın yelesini kesme veya kuyruğunu örme âdetinde olduğu gibi, saç kesme âdeti de eski devirlerdeki saç yolma âdetinin hafifletilmiş şekli olmalıdır. Bu rituelin diğer enteresan tarafı yukarıda bahsettiğimiz, ölen şahsın “atı tul” kaldığı için kuyruğu veya yelesi kesilmesi gibi, aynı şekilde ölen kişinin dul kalan eşinin de saçı kesilirdi. Bu yas geleneği Türk dünyasında uzun yüzyıllar devam eden bir âdettir.

Ayrıca ölenin dul karısı sonra evlenebilir. Ölenin büyük oğlu öz annesi olmamak kaydıyla babasının dul karısıyla evlenebiliridi. İbn Fadlan’dan öğrendiğimize göre, Oğuzların ordu kumandanı olan el Katağan oğlu Etrak’ın karısı önceden babasının karısıymış. Rubruk da Moğollar hakkında bilgi verirken buna benzer bilgiler verir. Baba öldükten sonra anne ve babasının çadırı en küçük oğula düşer. Bu yüzden o, babasının bütün karılarına bakmak zorundadır. Eğer isterse öz anası dışında onları kendi karısı yapar. Öldükten sonra, onların babasına dönüp, hizmet edeceklerinin bilincinde olmasına rağmen bu hata sayılmaz.

Alp Arslan için Bağdat’ta yapılan mâtemde halifenin karısı olan kız kardeşi Arslan Hatun’un matemi esnasında cariyelerinin saçlarını kestirdiğini, kendi saçını da kesmek isteyince halifenin buna engel olduğunu biliyoruz. Melikşah’ın oğlu Davut öldüğü zaman, Türkmenler, sarayda (Darü’l-Memleke) toplanmışlar atların kuyruklarını kesmişler, eğerlerini ters giydirmişler, siyahlar giyinmişler ve kadınlarda saçlarını kesmişlerdi. Sultan Melikşah’ın oğlu için tuttuğu yas pek rastlanılmayan bir durumdur. Melikşah oğlunun ölümüne o kadar üzülmüştür ki, birkaç defa intihara teşebbüs etmiş yakınları tarafından engellenmiştir. Cenaze, üzgün baba oğlundan ayrı kalmaya dayanamadığı için ancak kokmaya başladığında yıkanabilmiştir. Melikşah yeme içmeden kesilip inzivaya çekilmiş, Melikşah bir ay sonra ava çıkmış, ölmüş oğluna şu mektubu yazmıştı: “Ey oğlun Davud ben ava çıktım, sen yanımda yoksun. Senin ayrılığın bana acı veriyor, gözyaşı döktürüyor, uykusuzluk hayatıma huzursuzluk veriyor, yüreğimi parçalıyor ve üzüntümü arttırıyor. Simdi sen bana halinden bahset, çürümen seni nasıldeğiştirdi, kutlar senin vücuduna, toprak yüzüne gözüne ne yaptı? Beni üzüntü kapladığı gibi senide mi üzüntü kapladı”. Sultanın oğluna yazdığı bu mektup, Nizamülmülk’ün eline geçince onu da ağlattı. Vezir bunun üzerine maiyeti ile mezara gidip onu orada okudu.

Buna benzer bir olay Yassıçemen Savaşı’ndan önce Celaleddin Harezmşah yaşadı. Celaleddin Harezmşah, Kılıç adlı kölesinin ölümünden sonra onu defnetmedi, gittiği yere ağlayarak feryat figan ile onu da arkadaş gibi yanında taşıdı. Yemeden içmeden kesildi. Celaleddin’e yemek getirdiklerinde şöyle diyordu. “ Bundan Kılıç’a da götürün” ve kimse karşısına çıkıp Kılıç’ın öldüğünü söyleyemedi. Bir gün biri ona Kılıç öldü diyebildi.

Fatih’in Veziri Mahmut Paşa adına yazılan “Destur name-i Enverî” de Aydın Oğlu Mehmet Paşa’nın ölümünden bahsedilirken, “Hasta Mehmed Beg ölür andan gider kesti paşa saçın anda ah eder” diyerek matem alameti olarakoğlu Umur beyin saçını kestiği söylenmektedir. Demek ki Aydın Oğullarında XIV. yüzyılın ortalarında bu âdeti görebiliyoruz. Osmanlılar’ın vassalı olan Kırım Türk Hanlığında da (XVI. asır) saçları yolmak, yüzü yırtmak, börkü ve elbiseyi ters giymek yas alametleri idi. Anadolu’da Selçuklular zamanında ölüm haberi alan kimseler elbiselerini yırtıyor, saçlarını yoluyor ve cenaze töreninde olduğu gibi başlarını açıyorlardı. Bu arada hafızlar kuran okuyor hatimler indiriyordu.

6. Ağıt Yakmak, Ağıtçı Tutmak

Ağıt Türk yas törenlerinin en karakteristik özelliklerinden biridir. Ölünün ardından ağlama, feryat etme, parçalanma bütün Türk kavimlerinin ortak yas ögesidir. Orhon yazıtlarında Kültigin ve Bilge Kağan’a yapılan matem törenlerinden, Göktürk Devleti zamanında Türklerin yas tutarken saçlarını, kulaklarını kestikleri, feryat ederek ağladıkları anlaşılmaktadır. İdil Bulgarları’nda ölünün arkasından sadece kadınların değil erkeklerin de ağladığını nakleder. Bulgarlarda, “bir adam öldüğü gün, erkekler gelip ölenin kubbeli çadırının kapısında dururlar. En çirkin, en vahşi bir şekilde bağırarak ağlamaya başlarlar”. Yine eski Oğuzların yas adetleri, Dede Korkut hikayelerinde daha açık anlatılmıştır. “Beyrek’in babası kaba sarığını kaldırıp yere vurdu. Çekti yakasını yırttı. Oğul oğul diyerek ağladı, inledi. Ak perçemli anası ağladı, gözünün yaşını döktü. Acı tırnaklarıyla, ak yüzünü parçaladı, al yanağını çekti yırttı. Simsiyah saçını yoldu. Kızı, gelini kas kas gülmez oldu” _ . Ağlama ve ağıt yakma, Moğollarda da vardı. Moğollara seyahat eden Rubruk, Moğollardan biri öldüğünde, ona hıçkırıklarla ağlayarak ağıt yaktıklarını zikreder.

Sultan Tuğrul vefat ettiğinde (8 Ramazan 455/ 5 Eylül 1063 Cuma), bu haberi öğrenen Vezir Amidü’l-Mülk Kündürî, Rey”e vasıl olduğunda tabutun bulunduğu yere gelince ağladı ve son derece üzüldü (16 Ramazan 455/13 Eylül 1063). Emirler ve hacipler Türk âdeti gereğince, elbiselerini yırtmak istediler. O, “onun ile meşgul olmanın zamanı geçti. Doğru olanı başkası ile meşgul olmaktır” dedi, ve Çağrı Bey’in oğlu Süleyman’ı tahta oturttu. Fakat, aynı vezir Sultan Sultan Alparslan’ın emriyle Kündürî’nin itikadî düşüncesinden dolayı siyaseten katledildiğinde karıları, kızları ve cariyeleri yüksek sesle ağlamışlar, saçlarını yolmuşlar ve başlarını açıp toprak serpmişlerdir. Burada Kündürî’nin Fars kökenli olmayıp, Türk olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Çünkü ismi Uygur Türkçesinde “Kündür” “Gündüz” demektir. Yine Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Melikşah, öldüğünde (18 Kasım 1092) vefatını gizlediler. Bununla ilgili olarak Selçuk-nâmede “Kimse öldüğünü bilmedi, ansızın yok oldu. Onun için atların kuyruğunu kesilmedi ve gözyaşı dökülmedi” diye yazmaktadır. Son büyük Eyyûbi Sultanı el-Melik el-Sâlih Eyyûb’un nâşının türbesine nakli sırasında memluklerinin mâtem alâmeti olarak beyazlar giydiklerini ve saçlarını kestiklerini biliyoruz.

Kazaklarda ölüyü gören kadın ve akrabalarının ulumaya benzer bir sesle ağlamaya başladıklarını, kadınların iğnelerle yüzlerini parçaladıklarını, saçlarını yolduklarını nakleder. Kazak ve Kırgızlarda ölünün ardından matem tutmanın en belirgin özelliği, ölü aşının verilmesine kadar matem tutulması idi. Kazaklarda ölen kişinin karısı cenaze evden çıkarılırken ağlar ve elini yüzünü yolardı. Yıl boyunca karalar bağlar, başına ise onurlu bir ölüme izafeten ak bürkey (beyaz börk) takardı. Ölü çıkan hane halkı, üzüntü ve acılarının ifadesi olarak “cüzi caralı, üyi garalı” (yüzü yaralı, evi karalı) şeklinde tasvir edilirdi. Ana dilleri Türkçe olan Ortodoks mezhepli Hristiyan Urum Türklerinde ise kadınlar 40 gün veya bir sene boyunca yas işareti olarak siyah baş örtüsü takarlardı. Avşarlarda hususi ağıtçı kadınlar vardır. Ölünün elbisesini eline alıp onun yiğitliğini, iyiliğini, zenginliğini, şöhretini ağlıya ağlıya terennüm ederlerdi. Kaşgarlı eserinde , “Basan, Yuğ Basan” ölü gömüldükten sonra 3 ya da 7 güne kadar verilen yemek demektir. Yörükler bu yemeğe “ üç hayrı” “ yedi hayrı” “ kırk hayrı” ya da “ yıl hayrı” derler. Köyde o anda bulunan zâkir ve ozanlar, sabaha kadar saz çalarak ağıtlar yakar, deyiş ve düvazlar söylerler.

Ölü sazı çalma âdeti, Ege ve Antalya Tahtacılarında görülen bir şeydir. Buna göre, ölünün etrafında kadın erkek daire şeklinde toplanıp saz eşliğinde ağlanır ve ağıtlar yakılır.

İdil Bulgarlarının defin töreninden haber veren ölünün çadırı kapısına gelerek müthiş ve vahşi seslerle ağladıklarını, kölelerin kendilerini kamçı ile döve döve feryat ettiklerini ve ölünün çadırına bayrak astıklarını nakleder. İdil Bulgarları, iki sene dolunca, çadırın kapısı üzerine astıkları bu bayrağı indirip saçlarını keserler . Aynı zamanda vefat edenin ailesi, meftanın soyunu sopunu iyiliklerini anarak hatıralarını dile getirerek ağıtlar yakıp ağlayacak bir ağıtçı (ağlayıcı) tutardı. Bu ağıtçıya Arapça nevvah, kadın olursa nevvahe, Farsça nehager denirdi. Buna Kaşgarlı Mahmud’da “sıgıtçı” denilmektedir. Bu Orhun Abidelerinde bile yasçı (yuğçı) adıyla geçer. Manas destanında da aynı bilgiyi bulabilmekteyiz. “Ormanlık yerde toplattım, duacı kula ağıt yaktırdı.” Ağıtçılar ağıtlarını melodi halinde söylerlerdi.

Mevlâna Celaleddin’in mektuplarında birisinde Ali adlı bir ağlayıcıdan bahseder. Bu anlayış cahiliye döneminde de vardı. Özellikle zengin Araplar, yakınlarından ölen kişiler hakkında övgüler düzen kadın ağıtçılar (naiha, nevvaha) kiralarlardı. Bunlarda bir nevi özel ağlayıcı idi. Ölen kişinin önemine göre büyük bir halk kitlesi de ağlayıcıların arkasından cenazeyi takip ederdi.

7. Ağıt Yakma Süreleri

Matem süreleri ise farklılık arz etmekteydi. Selçuklu Sultanların matemi genellikle üç gün sürerdi. Buna dair örnekler çoktur. I. Gıyaseddin Keyhüsrev sürgünde iken kardeşi Rükneddin Süleyman-şah ölüm haberi geldiğinde üç gün yas tutmuş, sonra kayınpederi Mavrezemos’a “Atalarımdan miras kalmış olan ülkeme dönmeye karar verdim” demiştir. Aleaddin Keykubat öldüğünde emirler üç gün matem tutmuşlar, hatta yukarıda ifade ettiğimiz gibi Abbasî halifelerine bağlılık göstergesi olarak üstlerine beyaz örtü (gaşiye) çekmişlerdi. Yine Alaeddin Keykubat ölünce oğlu II. G. Keyhusrev matem elbisesi ile tahta çıkıp taziyeleri kabul etmiş, üç gün sona elbiselerini değiştirerek saray (devlet-hane)de culüs şenlikleri başlamıştı. Yine II. Gıyaseddin Keyhüsrev ölünce ümera üç gün yas tutmuştu. Karamanoğulları ise genellikle yedi gün yas tutmakta idi. Danişmend-namede Melik Danişmend’in matemde üç gün yas tuttuğunu biliyoruz. Mesela Gazneli Sultan Mahmud babasının ölümünü öğrenince Belh şehrinde bir hafta matem merasimi yaptı; elbiselerini yırttı ve başına toprak saçmış idi. Melikşah’ın oğlu Davud ölümünden sonra devletin her yerinde yedi gün matem yapılmıştı. Yine Alp Arslan’ın ölümü üzerine halifenin karısı olan kız kardeşi Arslan Hatun yedi gün oturarak mâtem tutmuştu.

Doç. Dr. Mehmet Ali HACIGÖKMEN

SÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

Makalenin tamamı dosya halinde sunulmuştur (pdf): 35_ Türklerde Yas Âdeti Temelleri ve Sonuçları – Doç_Dr_ Mehmet Ali HACIGÖKMEN

Paylaş:

Yorumlar

“770) Türklerde Yas Adeti Temelleri ve Sonuçları” yazisina 1 Yorum yapilmis

  1. sevgi nesil turksu yorum tarihi 17 Mayıs, 2014 20:13

    Guzel bilgiler, tskler.

Yorum yap