639) ÇELİŞKİLERİMİZ

Yayin Tarihi 13 Kasım, 2012 
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ

ÇELİŞKİLERİMİZ

Halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok aydınlara yöneltilen bir vazifedir. Gençlerimiz ve aydınlarımız niçin yürüdüklerini ve ne yapacaklarını önce kendi beyinlerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice benimsenip kabul edilebilecek bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır.” (1923)  M. Kemal  ATATÜRK

 image00113.jpg

 

(Aydınlarımız, Toplumsal Çelişkilerimiz Ve Duyarlılıklarımız)

 

 

Yanlışlarımızı ortaya koyarak, aksaklıklarımızı masaya yatırarak, kendimizi eleştirerek, iğneyi önce kendimize batırarak canımızın yanmasını hissetmeliyiz. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözünü lügatimizden silmeli, yaşam alanımızdan da çıkarmalıyız.

Tanıtmak için tanımak ve bilmek gerekmektedir. Bir de yorulmadan, yüksünmeden, disiplinli bir şekilde çok yönlü mücadele vermek, çok ama çok çalışmak gereklidir.

Biz ise haklı olduğumuz konularda, her türlü davalarda tabi ki tanıtım işlevini yapmamış ve yapamamıştık. Kendi iç sorunlarımızla uğraşır, birbirimizle dalaşırken elin oğlu atı almış ve de Üsküdar’ı geçmişti. Uyandığımızda veya farkına vardığımızda tüm dünyayı karşımızda bulmuş, yapayalnız kalmıştık! Dünyaca haklı olduğumuz halde haksız gösterilmeye çalışıldığımız ulusal davaları kısır döngü şeklinde yakalayamazdık. Zamanı yakaladığımız yerde, 2000’lerde gecikmeli de olsa bilimsel mücadeleye başlıyorduk. İnsanımız, Türkiye’nin dört bir yanındaki Üniversitelerimiz öncesinde-sonrasında hayata geçirerek stratejik araştırma merkezleri adı altında kollarını sıvayacaklardır. “Zararın neresinden dönersek kardır.” atasözünü yerine getirecek, bilinçlenmeyi-mücadeleyi yakaladığımız yerde sürdürecektik.

Bugün aydınlarımız ve sanatçılarımızın çoğu toplumun, ülkenin sorunlarından uzakta kendi dünyalarında yaşıyorlar. Doğal olarak; bu sorunlarından uzakta yaşadıkları ülke insanları ile aralarında uçurumlar oluşuyor. Vermiş oldukları eserlerde, filmlerde ağırlıklı  olarak cinsellik, aldatma, homo-seksüellik vb. şekillerde işleniyor… Toplum işsizlik-yoksulluk-açlık-cehaletle boğuşurken onlar Vajina monologları, tele voleler, pop starlar, turnikeler, şansa dansalar, ben evleniyorum, BBG programları vb. ile dejenere bir kültür yaratıyor ve magazinsel yaşıyorlardı. Trend, tiraj, reyting uğruna kitlelerin bastırılmış duyguları sömürülüyordu. İçgüdüler ön plana çıkarılarak akıl-mantık-beyin-irade işlevinin önüne geçiriliyordu.

 

Eğlence dünyasında bu tür programların olabileceği, daha farklı programların da yapılabileceği su götürmez. Ancak bu programların toplum yaşamının asıl sorunlarının önüne geçmemesi, insanları yanlış bilgilendirme-yönlendirmemesi gerektiğini  savunuyorum.

 

Tabi ki ülke olarak içimizden yetişen bazı aydınlarımızı-bilim adamlarımızı küstürüp dış dünyaya kaptırmadık değil. Onları tutamayıp elimizden kaçırdık. Türkiye’de gösteremedikleri performansı gittikleri ülkelerde vererek uluslar arası projelere, bilimsel başarılara  imza atarken Türkiye adına gurur duymakla yetinmiş olduk.

“Altın yumurtlayan tavuğumuz bize az göründü; elin tavuğu her nedense bize kaz göründü!” sözünde ifade edildiği gibi biz kendimizden olana değer vermeyerek, hep yabancı olanları gözümüzde büyüttük. Yanımızdaki cevherleri görmedik ya da küçümsedik. Tıpkı tarihte kurulan 16 Türk Devletinin her biri yine iç çekişmeler sonucu yıkılarak yok edildiğini tarih bize göstermiyor  mu?..  

Bu güzel ülkenin bazı özelliklerini sıralarsak;

 

–   Üç tarafı denizlerle çevrili,

–   Doğal kaynakları bol,

–   Genç ve dinamik nüfus,

–   Stratejik önem arzeden coğrafya ve topraklar eşi bulunmaz artılarımızdı.

–   İşsizlik-yoksulluk-cehalet ise eksilerimizdi.

 

Olmamız gereken konjonktürde yapılanmayı tamamlayamamıştık.

Bunun için de haklılığımızı çoğu konuda anlatamamış, birbirimizle kısır çekişmelerle boğuşmuş, çevremizde, dünyada olup bitenleri, dönen dolapları görememiş veya geç fark etmiştik. İçimize virüs sokarak (terör-mezhep-etnik ayrılıklar) güzel olan değerlerimizi-özlemlerimizi ön plana çıkaramamış ve sonucunda da çağdaş uygarlık dünyasına girememiştik. Organizasyon-koordinasyon-motivasyon eksikliği, plan-proje-programsız, hedefsiz, takvimsiz bir yaşam bizi bekliyor. Günü birlik yaşıyor, yarını-geleceği pek düşünmüyorduk. Düşünemiyorduk.

Belki de kapasitemiz, donanımımız bilgimiz, becerimiz yetersizdi, eksikti! Ya da organize-koordine-motive işlemini yeterince öğrenememiş, uygulayamıyorduk…

Sonucunda da çıkarsal ilişkiler ön plana çıkarak paylaşma ve dayanışma azalıyor, sevgi-saygı-samimiyet ise yok olmaya yüz tutuyordu…

Bilim adamları ve Araştırmacıların tespitlerinden yola çıkarak açmazlarımızı şöyle sıralayabiliriz:

–    Araştırma ve geliştirme çalışmalarını yeterince önemsememek

–    Bilimsel çalışmalara, panel, konferanslara ilgisizlik

–    Bilimsel mücadeleye destek vermeme

–    Tanıtım olayını, lobiciliği göz ardı etme

–    Karşı tez geliştirememe, yeterince kitap-sinema-tiyatro eseri verememe

–     Önemsememek, değer vermemek, vefasızlık

–     Okumamak, araştırmamak, incelememek.

–     Üretmeden tüketme alışkanlığı, hazırcılık ve kolaycılık.

–     Yaratıcılık yerine ezberciliği yeğleme.

–     Zamanı değerlendirmek yerine, zamanı geçirmek.

–     Öğretimi eğitime yeğleyerek, bireyde istendik yönde davranış değişimi yansıtamamak.

–     Farklılığı tolere edememek (hoşgörü sığlığı)

–     Başarıyı kıskanma, başarılı olanları hazmedememe (aşağılık kompleksi)

–     Başarısızlığa bahane üretme, dış etkenlere endekslenme.

–     Bölgesel, yöresel kendini kanıtlama, alt kimlik takıntısı.

–     Feodal ilişkileri aşamama, hatır-gönül-tanıdık-kayırma alışkanlığı.

–     Disiplinli, ilkeli ve prensipli yaşayamamak.

–     İnsan ilişkilerinde güçlüye karşı itaat, zayıfı ezme.

–     Empatik olamama, Etik değerleri sürekli kılamama.

–     Toplumsal güvensizlik, gizemlilik-açık olmama.

–     Tepki göstermekle yetinip sorunun kendisine karşı önlem aramama.         

–      Bakış açısı geliştirememe.

Bu maddeleri daha da alt alta sıralayabiliriz… Özellikle insan ilişkileri, davranışları üzerine çok şeyler daha ekleyebiliriz.

Bir taraftan AB’ye girme çabamız, diğer yanda Bilgi ve Aydınlanmaya yeterince ilgisiz kalışımız çelişki olarak önümüzde duruyor.

Özellikle günümüz Türkiye’sinde, Okumanın, bilgi edinmenin, araştırma-incelemenin  bir kenara bırakılıp; hazırcı-ezberci, kulaktan duyma-dolma yarım yamalak şeylerle, önyargılarla, içgüdülerle hareket etmenin revaçta olduğunu görüyoruz  Üretmek, yaratmak yerine tüketmeyi daha çok seviyoruz. Üretici ve yaratıcı olmak yeterli olmayacak, onu hayata uygulamak, pratiği yaşamak, yakalamak gerekecektir.

Geçmiş Karizmatik liderler yerine lider yöneticiler günümüze damgasını vurmaktadırlar. Lider yöneticileri başarıya ulaştıran en önemli ivme ekip çalışması ve coşku olmaktadır. Liderlik, aydın ve sanatçılardan farklı bir yapıdadır. Geçmişte Onlar çağ açıp kapatıp, Fetihler yapıp, Savaşlar vermişler. Yeni bir vatan, yeni umutlar, yeni bir devlet yaratmışlar. Ondan sonra o değerlerin yaşaması, yarınlara, sonsuza değin sürmesi için temel adımlarını da atmışlar. Devam ettirmek ve yaşatmak o toplumun yetiştirmiş olduğu aydın ve sanatçıların omuzlarındadır. Evet aydın ve sanatçı duyarlılığı, sorumluluğu burada ağır basmaktadır.

Yaşadığın toplumla ayni değerleri paylaşsan da farklı olmak, bizim dışımızdan, toplumun dışından biri olmak gerek.Toplum gibi düşündüğünüzde toplumun önünde gitmeniz zorlaşır. Onlardan biri olursunuz. Onun için toplumu ileri götürmek sorumluluğu varsa içimizden biri, bizim gibi olmamalı. Bizim önümüzde olmalı. Bizi etkilemeli, aydınlığa sürüklemeli… Açıkçası:

 

Öz olmalı,

Özgür olmalı,

Önder olmalı,

Önde olmalı,

Öncü olmalı,

Önce olmalı,

Örnek olmalı,

Özgün olmalı,

Öngörülü olmalı,

Özel olmalı…

 

Aksi olmak, aykırı olmak farklı olmak değildir. Belki entel tabir edilen aydın olmak çizgisidir. Çevreyi ve insanları aydınlatmak yerine, kendi dünyasında, kendi kendine yaşar gider.

Ya üç maymunları oynuyoruz (Gör-medim  //  Duy-madım  //  İşit-medim), ya da  üç K’ (Konuş – ma  //  Karış – ma  //  Kaytar – ma )

Kendi kulvarında yetişmiş insanların, Uzmanların, Bilim adamlarımızın tek başlarına yapmaya çalıştıkları aydınlatma görevini, bilgi paylaşımını yürekten kutlarken; sadece konuşarak, beyanat vererek popülizm peşinde koşan entel-aydınların,  Sivil Toplum Örgütlerinin çoğunun bu yürekli çalışmaları kendilerine  örnek almalarını diliyoruz.

Öncelikle Bilim adamlarımıza,Tarihçilerimize, aydınlarımıza, sanatçılarımıza sonrasında hepimize, toplumun tüm katmanlarına çok ama çok büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Bütün bu unsurlar Ulus devleti ayakta tutmanın, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmanın katalizörü olacaklardır.

Anadolu’nun, bu güzel toprakların bize vermiş olduğu ortak değerler yozlaştırılarak, dejenere bir kültür yaratılmaya çalışılıyor. Bizi biz yapan değerler tu kaka edilmek isteniliyor… Bu gaflet nedendir?

1071’de Anadolu’nun fethi Alpaslan’la gerçekleşiyor; korunması, yeniden dirilerek vatan olarak perçinlenmesi Atatürk tarafından gerçekleştiriliyor. Tabi ki arada bulunan Türk Büyükleri de unutulmayacaktır. Bu iki “A” nın mirasıdır Anadolu bize…

Bu kutsal mirası yaşatmak, bizden sonraki nesillere geliştirerek teslim etmek de en önemli görevimiz ve idealimiz olmalıdır…  

 

Günümüzün çalışan profili çizilirken, kariyer planlamaları ve çalışan memnuniyeti üzerine danışmanlık hizmetleri veren kurumların, öncelikle altını çizdiği konu mutlu çalışanların oluşturulması. 
İşine dört elle sarılan, devamlı gülen, çevresiyle uyumlu, çalışan profilleri çizilmekte, başarının anahtarı olarak gösterilmektedir. Buna da sanırım kimsenin itirazı olmaz. Bunlar tabii ki default, herkesin görmek istediği, çalışanların ise içinde bulunmak istediği bir ortam. 
Maalesef günümüzde çalışan nufüsümüzün çoğu mutsuz. Geçim kaygısını, her geçen gün, biraz daha fazla hissetmesinin yanında, verimlilik çalışmaları çerçevesinde, iş yükünün her geçen gün biraz daha artması ve bu sebeple ailelerine ve kendine daha az vakit ayırabilmesi sebebiyle mutsuz. 
Sadece Türkiye değil, tüm Dünya çalışanları %80’i yoksulluk ve mutsuzluğa zorlanıyorlar. 2002 yılında johannesburg’ta “Sürdürülebilir kalkınma için dünya zirvesi” yapıldı. Bu zirve yoksul nufüsun çaresizliğini ve açlıkla mücadele veren insanları konu almaktaydı. Toplantılarda bir çok eleştiriler ve fikirler çıksada, hiç biri sonuçlanamadı. Yani Yoksulluğun gittikçe artacağı ve iyileşme imkanı görülemiyordu. 
Mutluluk ve mutsuzluk, esnemek gibi çok hızlıca yanındakilere bulaşabiliyor. Mutluluğun bulaşmasından eminin kimse rahatsızlık duymayacaktır. Mutlu çalışanların, işyerinde çalışma performansları, yapılan istatistiklerde görülüyor ki çok yüksek. 
Asıl problem mutsuz çalışanların öncelikle kendine, işverene ve kurum’a verdikleri zararlar. Mutsuz çalışanların verimli olması çok zor, bunun yanında ürettikleri ürünlerinde hatalı, müşterisini memnun etmeyecek kalitede olması da yine mümkün. Bu da kurum’un kazancının düşmesini ve işveren mutsuzluğunu beraberinde getirecektir. Mutsuz işveren’in ise, çalışanlara faydası olamayacağından, bu mutsuzluk döngüsü her geçen gün birbirine dolanmaktadır. 
Belki de mutsuzluğun temelinde şu karmaşa yatmaktadır. Daha iyi bir yaşam için mi çalışıyoruz? Yoksa çalışmak için mi yaşıyoruz? Bu sorunun cevabını kendi içimizde yanıtlayabilirsek, hedeflerimizi, plan ve programımızı da bu doğrultuda yapabiliriz. Bu da huzur ve beraberinde mutluluğu getirebilir. 
Bunların tamamı tabii ki kendi içimizdeki çelişkilerimizden doğmaktadır. Asıl problem dünya patronları tarafından bize dayatılanların ve aldıkları kararlar neticesinde çelişkilere düşmemizdir. Bizim taleplerimiz ile onların taleplerinin birbirine ile çelişmesi sonucu yaşadığımız çaresizliklerdir. 
Konuyu 2002 yılında yapılan zirvenin hemen ardından, Nezih Uzel’in zirve’de yaşananlar ve konuşulanlar hakkında görüşlerini paylaştığı yazısından bir alıntı ile bitirmek istiyorum. 
“Güney Afrika’da Johannesburg’da toplanan dünyayı fakirlikten kurtarma zirvesi’nde işlerin üç gündür ağır gitmesinin nedeni, sadece kapının önünü dolduran azgın kalabalığın gürültüsü değildir. Olayın içinde yapısal bir çelişki var. Bu toplantıda bir araya gelen 104 ülke arasında en zenginler sayılan G-7 ülkeleri de yer alıyor. Başını ABD’nin çektiği bu grup, fakirlik nedir bilmediği için dünyanın fakirlerine yarar kararlara pek yüz vermiyor. Ayrıca arzın gittikçe ısınmasına karşı, etkin bir önlem olan Kyoto anlaşmasına da sırt çeviriyor. G-7’nin diğer ortakları da ona uyuyorlar, ayrıca herşeyleri petrole endekslendiği için güneş ve rüzgar enerjisi gibi lafları da duymak istemiyorlar… Dünyayı batıranlarda işte tam bunlardır.” 

REMZİ KOÇÖZ

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap