628) MEHMET AKİF NASRULLAH KÜRSÜSÜNDE-2

Yayin Tarihi 19 Eylül, 2012 
Kategori TÜRK DÜNYASI

Mehmet Akif Nasrullah Kürsüsünde

image00122.jpg

Ey cemaati Müslimin!

Bizim diyarda cuma namazı kılınırken tavla şakırtıları; sarhoş naraları duyulduğu nadir vak’alardan değildir, zannederim.

Görüyorsunuz, herifler dinlerine nasıl sarılmışlar; dine bağlılık meselesinde ne kadar ileri gitmişler! Bu da sebepsiz değil. Çünkü onların doğar doğmaz beşikte, biraz büyüyünce eşikte dini, milli telkinat ile kulakları do­lar. Müslümanlara karşı husumet, düşmanlık hisleri her fırsattan faydalanılarak, kendilerine verilir. Kendi cinsle­rinden, kendi dinlerinden, kendi renklerinden olmayan insan yaratıklarının insan sayılamayacağı, bunların kafala­rına iyice yerleştirilir. O sebepten bir Avrupalının, bir Amerikalının bir Doğuluyu hele, bir müslümanı sevmesine imkân yoktur. Ressamları meydana getirdikleri türlü tür­lü resimlerle, şairleri şiirlerle, hikâyecileri gayet maha­retle yazılmış romanlarla, siyasileri gazetelerle hep onla­rın, bu hislerini canlandırır dururlar.

Anlıyorsunuz ya, biz nasıl yetişiyoruz, onlar nasıl ye­tiştiriliyor. Lakin bu heriflere karşı olan düşmanlığımızı hiç bir vakit onların ilimlerine, fenlerine, sanatlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara yetişemezsek yaşamamıza; bize Allah’ın emaneti olan İslam Dinini yaşatmamıza imkân yoktur. Biz Müslümanlar, bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Gevşekliğe, eğ­lenceye, ahlaksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar; alabildiğine terakki ettiler. Görüyorsunuz ki, de­nizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Göklerde ordular dolaştırıyorlar. Mademki dinin müdafaası farzı ayindir. Ma­demki, edayı farzın mütevakkıf olduğu esbabı elde et­mek farzdır. O halde düşmanlarımızın kuvvet namına ne­leri varsa, hepsini elde etmek için çalışmak Müslüman fertlerinin her birine farzı ayindir. Ne hacet!

“Düşmanlara karşı ne kadar kuvvet tedarik etmeye, ha­zırlamaya muktedirseniz derhal hazırlayınız” (Enfal Suresi 60)

Emr-i İlahisi sarihtir. Şüpheye, tereddüde, düşünmeye taşınmaya ma­hal yoktur. O halde ne yapacağız?  Aramıza sokulan fitne­leri, fesatları, bölücülükleri, komitacılıkları, daha bin tür­lü ayrılık, gayrilik sebeplerini ebediyen çiğneyerek el ele, baş başa vereceğiz. Hep birden çalışacağız. Çünkü bugün dünyanın, dünyadaki hayatın tarzı büsbütün değişmiş. Yalnız başına çalışmakla bir şey yapamazsınız. Toplar, tüfekler, zırhlılar, trenler, limanlar, yollar, uçaklar, va­purlar. Kısacası düşmanları bize üstün çıkaran, yarım mil­yar müslümanın bir kaç milyon firenke esir olmasını te­min eden sebep ve vasıta ancak cemiyetler, şirketler tara­fından meydana getirilebilir. Demek Müslümanlar, Allah’ın, Kitabullah’ın, Resulullah’ın emrettiği, tavsiye ettiği vahdete, birliğe; cemaate sarılmadıkça ahi retlerini olduğu gibi dünyalarını da kurtaramazlar. Her şeyden evvel vahdet, cemaat, yardımlaşma. Bir kere bunu elde edelim. Alt tarafı Allah’ın inayetiyle kolaylaşır. Bununla beraber icabında Avrupalılarla birleşebiliriz. Ancak bu birleşmek bize, hiç bir vakit onların ezeli ve ebedi düşmanımız olduğunu; her fırsattan faydalanarak bizi mahvetmek en başlı emelleri bulunduğunu unutturmamalıdır. Yani va­tanımızın, dinimizin menfaati, ticaretimizin, servetimizin, refahımızın terakkisi namına icap ederse, mümkün olursa karşılıklı müşterek menfaatler üzerine bunlarla çekişe çe­kişe pazarlık ederek birleşiriz. Ancak bu pazarlıklarda son derece açık gözlü bulunmamız lazım gelir 

Biz Müslümanlar ise maalesef gerek içimizdeki, ge­rek dışımızdaki yabancıların sözüne kanıyoruz da birbiri­mize itimat etmiyoruz. Onlardan giydiğimiz külahı kendi dindaşlarımıza, kendi kardeşlerimize giydirmek için uğ­raşıyoruz. Cenabı Hakk,

”Mü’minler birbirlerinin kardeşinden başka bir şey de­ğildir” buyuruyorken, yazıklar olsun ki biz, o kardeşlikten çok uzakta bulunuyoruz. Ancak ayda, âlemde bir kere camiye, geliyoruz. Allah’ın huzurunda birleşiyoruz. Fakat namazı bitirip pabuçlarımızı koltuklayarak dışarı fırlayınca birbirimize karşı derhal ya hasım yahut hiç olmazsa bigane kesiliyoruz. Ayet-i Kerime var, birçok hadis-i şerif var ki, Müslüman fertlerinden biri, diğer dindaşlarını kendi öz kardeşi bilmedikçe, onların sevinci ile sevinmedikçe, musibetiyle, matemiyle mahzun olmadıkça tam Müslüman olamaz. İmanın kemali, cemaati müsli­mine sımsıkı sarılmakla kaimdir. “Müslümanların derdini kendine dert etmeyen Müslüman değildir.” buyuran Resul-i Hakîm Sallallahü Aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri, diğer bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki, “dünyanın öbür ucundaki bir müslümanın ayağına bir diken batacak olsa ben, onun acısını kendimde duyarım. Bütün Müslümanlar bir araya gelerek tek bir vücudu meydana getiren muhtelif uzuvlara benzerler. İnsanın bir uzvuna bir has­talık, bir acı isabet etse, diğer uzuvların hepsi o, hasta uzvun elemine ortak oldukları gibi, bir Müslüman da di­ğer dindaşlarının acısına, musibetine, matemine kabil de­ğil bigane kalamaz. Kalabiliyorsa demek ki Müslüman de­ğil. 

“Bir mü’minin diğer mü’mine karşı vaziyeti yekpare bir duvarı vücuda getiren perçinlenmiş kayala­rın birbirine karşı aldığı vaziyet gibidir, öyle olacaktır, öyle olmalıdır” hadis-i şerifini elbette işitmişsinizdir. Sa­habe-i Kiram Rıdvanullah-i Aleyhim Ecmain Hazretleri arasındaki vahdet, yardımlaşma cümlenizin malumudur. Bu din uluları, Allah’ın en sevgili kulları, Allah’ın huzu­runa cemaatle durdukları zaman saflar adeta bilinen deyimle söyleyelim sabun kalıbı halini alırdı. Birbirleriyle o kadar yapışma hâsıl ederlerdi ki, üzerindeki elbi­seler daima omuz başlarından eskirdi. O muazzam saflar tek parça bir sıradağ gibi kıyam eder, öyle rükûa varır, öyle secdeye kapanırdı. Vahdetin namazdaki bu tezahürü namaz haricinde de böylece devam eder giderdi. O sayededir ki, İslam, Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin peygamberliğinden itibaren yirmi, otuz sene zarfında dünya­yı kuşatmıştı. 

Hadis kitaplarını, siyer kitaplarını, İslam tarihinin sayfalarını gözden geçirince Ashab-ı Kiram arasındaki birliğe hayran olmamak elden gelmiyor.

İlahi vasıfla tasvir buyrulan o kahraman fıtratlar haki­kat birbirleri hakkında ne kadar merhametkar, ne de­recede rikkatli idiler. Düşmanlarına karşı ise nasıl şedid idiler. 

Mü’minlere karşı hoş davranışlı, mütevazı, halim, selim, şefik, bağışlayıcı; kâfirlere karşı ise vakur, metin, mekin, şedid olmak İslam’ın özelliklerindendir. Yazıklar olsun; biz bu özelliklerden, .bu meziyetlerden, bu büyüklüklerden mahrum olduk. Dinimizden olmayanlara karşı yapmadığımız dalkavukluk, göstermediğimiz nezaket kalmıyor. Birbirimizi ise bir kaşık suda boğmak istiyoruz. Cesaretimiz, kabadayılığımız, kesiciliğimiz hep kendi aramızda.

“Kendi kendilerine karşı oldu mu hücumları dehşetlidir. Görünürlerdeki hallerine baksan toplu bir cemaat zannedersin. Hâlbuki hepsinin yüreği başka başka hislerle çar­pıyor” Mealindeki Ayet-i Celile ki münafıklar vasfındadır, bugün tamamıyla bizim halimizi gösterir oldu. Bundan ne kadar sıkılmamız icap eder, artık onu siz takdir ediniz. 

Ey cemaati Müslimin!

Kur’an-ı Kerim okurken birçok yerlerinde “sünnet” sözlerine tesadüf edersiniz. Evet. Mesela: Mü’min süresi, 85. ayet,  Ahzab süresi,62. ayet.  Fatır süresi, 43. ayet gibi daha birçok Ayet-i Kerime de hep bu sünnet keli­melerini okursunuz. İlahi kitaptaki sünnet, Resulullahın sünneti değildir. Peygamberimizin sünneti cümlemizin malumu. Kur’an’ın sünneti ise Cenabı Hakk’ın ezeli ve ebedi olan kanunu demektir. Evet, Allahu ZüIcelal’ın bu âlem hakkında koyduğu birçok kanunları var: Cansızlarda, bitkilerde, hayvanlarda, yıldızlarda, aylar­da, güneşlerde, dağlarda, denizlerde, yerlerde, göklerde; kısacası bizim bildiğimiz, bilmediğimiz ne kadar yara­tık varsa bunların hepsinde ayrı ayrı kanunlar caridir. Bu kanunlar Allah tarafından konduğu için, insanların yaptıkları kanunlar gibi ömürsüz değildir. Ta ezelde, Allah’ın dilemesi ile yaratılan bu hükümlerin, bu ahkâmın, bu kanunların hiç bir maddesi, hatta hiç bir kelimesi, hiç bir noktası değişmez. Bunun böyle olduğunu Kitabullah’ta bize açıkça bildiriyor. 

Şimdi diğer yaratıklarda, diğer âlemlerde hâkim olan Allah’ın kanunlarına, yani Cenabı Hakkın ezeli ve ebedi kanunlarını bir tarafa bırakalım da yalnız insan kümeleri, beşer yığınları demek olan milletler, ümmetler üzerinde hükmünü süren İlahi Kanununu tetkik edelim: Evet, milletlerde cari olan bir kanunun mahiyetini biz Müslümanlar, doğrudan doğruya, Cenabı Hak’tan yani O’nun, bize gönderdiği Kitab-ı Hakiminden öğreniyoruz: İslam ümmetinin dünyada, ahirette felahını, kurtuluşunu, saadetini, refahını, servetini sağlayan ilahi emirler yok mu, işte onların her biri Allah’ın bir sünneti yani bir kanunudur. 

“Ayrılık, gayrilik hislerinde uzak olunuz.” (Ali İmran Suresi,103)

“Ey Müslümanlar! Birbirinize girmeyiniz. Sonra kalble­rinize meskenet, korkaklık, acz, bezginlik çöker de dev­letiniz, saltanatınız, şevketiniz, kudretiniz, kuvvetiniz hepsi elinizden gider. Sebattan, azimden kat’iyyen ayrılmayınız.”  (Enfal suresi,46.ayet)

İşte bunlar gibi ‘bir­çok öğütler, ‘birçok emirler vaki, milleti yaşatmak, dini yaşatmak istersen bunların gereğine uygun hareket et­mekliğimiz zaruridir. Demek, milletlerin hayatı, geleceği, istiklali, mahkûmiyetten selameti için aralarında vahdet hüküm sürmesi lüzumu bir ilahi kanunmuş! 

Ey cemaati Müslimin!

Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki bağlar çözülerek, herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın “kale için­den alınır” sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz bir düstur yoktur. İslam Tarihini şöyle bir gözümüzden geçirecek olursak güneyde, doğuda, kuzeyde, batıda yetişen ne ka­dar Müslüman hükümetleri varsa hepsinin tefrika yüzün­den, aralarında çıkan fitneler, fesatlar, nifaklar, geçimsiz­likler yüzünden istiklallerine veda ettiklerini, başka mil­letlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Endülüslüler, Gazneliler, Moğollar, Sel­çuklular, Mağribiler, İraniler, Faslılar, Tunuslular, Ceza­yirliler… Hep bu ayrılık, gayrilik hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler. Biz Osmanlı Müslümanları, dünyanın üç büyük kıt’asına hâkimdik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz, hükmümüz altında bulunan koca koca memleketlerin ortasında birer göl gibi kalmıştır. Ordula­rımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind denizlerinde yüzerdi. Müslümanlık bağı, ırkı, iklimi, lisanı, adetleri, ahlakı, büsbütün başka olan birçok kavimleri birbirine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak İslavlığını, Arnavut Latinliğini, Pomak Bulgarlığını… Kısacası her kavim ken­di kavmiyetini bir tarafa atarak Müslüman halifesinin etrafında toplanmış, Kelimetullahı yükseltmek için canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti. 

Fakat sonraları aramıza Avrupalılar, tarafından türlü türlü şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesat tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeye, dallanmaya, budaklanmaya başladı. O, de­min söylediğim bağ gevşedi. Artık eski kuvveti, eski tesiri kalmadı. Kalemizin içinden sarsılmaya yüz tuttuğunu gören düşmanlar, kendi aralarında birleşerek; yani biz Müslümanların memur olduğumuz vahdeti, onlar vücuda getirerek, birer hücumda yurdumuzun birer büyük par­çasını elimizden alı alıverdiler. Bugün bizi, Asya’nın bir ufak parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler.

 Size bir vak’a anlatayım: Mısr-ı ülyada dolaşıyor­dum. Orada aklı başında bir müslümanla görüştüm. Ko­numuz İngiliz siyasetine intikal etti. Dedim ki:        

 — Şaşıyorum onbeş milyonluk koca Mısır’da, İngiliz askeri olarak pek az kuvvet gördüm. Nasıl oluyor da bu kadarcık bir ülke muhafaza edilebiliyor?  Bu sual üzerine o kişi dedi ki:            

— İngiliz ricalinden biri ile samimi görüşürdük. Sizin aklınıza geleni ben de düşünmüş de herife demiş­tim ki:

—Günün, yahut senenin birinde Osmanlı hükümeti, kırk-elli bin kişilik bir ordu tertip ederek Mısır’a sevk edecek olursa, siz İngilizler ne yaparsınız?

— Hiç bir şey yapmayız. Savunma imkânı, olmadığı için Mısırlarını kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız şurasını iyi biliniz ki, biz İngilizler hiç bir zaman Osmanlıların Mısır’a kırk bin kişi değil, kırk kişi sevk edebilecek derecede yakalarını, paçalarını toplamalarına meydan bı­rakmayız. Memleketlerinde bitmez, tükenmez mes’eleler çıkarırız. Onlar, birbirleriyle uğraşmaktan göz açamazlar ki, bir kere olsun Mısır’a ‘dönüp bakmaya vakit bulabil­sinler. 

Ey cemaati Müslimin!

Gözünüzü açınız; ibret alınız. Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliklerimizi kurutan iç mes’eleler yok mu: Havran mes’elesi, Yemen mes’elesi, Şam mes’elesi, Kürdistan mes’elesi, Arnavutluk mes’elesi. 

Bunların hepsi düşman parmağı ile çıkarılmış meselelerdir. Onlar öyle olduğu gibi bu günkü Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga, Gönen, Konya isyanları da hep o mel’un düşmanın işidir. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düş­man hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç top­rağı da verecek olursak çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kap­tırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Allah saklasın biz, öyle bir akıbete mahkûm olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız.

Zaten düşmanlarımızın tertip ettikleri barış şartla­rı bizim için dünya yüzünde hayat hakkı, hayat imkânı bırakmıyor. Bu sefer Anadolu’nun bir hayli kısmını yeni­den dolaştım; halkın fikrini yokladım. Baktım ki, zaval­lıların bir şeyden haberleri yok. Gerçi daha çok aydın geçinen takım bu şartların pek ağır olduğunu biliyor. Lakin ilimIeri son derece az. Halk ise hiçbir şeyden haber­dar değil. Zannediyorlar ki, memleketin kenarları, yani Hicaz gibi, Bağdat gibi bir, iki yer elimizden çıkmakla iş olup bitecek; Rumeli, İstanbul, Anadolu, Suriye yine bizde kalacak. Artık çiftçi çiftiyle, çubuğuyla; esnaf sanatıyla, dükkânıyla; ulema medresesiyle, mektebiyle; tüccar alışıyla, verişiyle meşgul olacak… 

Heyhat! Düşmanlarımız, bizi ne hale getirmek için geceli-gündüzlü çalışıyorlar. Biz ise hala ne gibi hayaller­le kendimizi avutuyoruz! Allah rızası için olsun şu andlaşmanın bizim hakkımızdaki maddelerini okuyunuz. 0­kumak bilmiyorsanız birisine okutunuz da dinleyiniz. Allah korusun, onu kabul ettiğimiz gün acaba nemiz kalıyor? Bir kere Rumeli’nde hiç bir alakamız kalmıyor. Çatalca istihkâmları da dâhil olduğu halde denizin öbür yakasındaki memleketler kâmilen gidiyor. Halifemiz İstanbul’dan çıkarılmıyor. Lakin kendisine yalnız – tıpkı Roma’ daki Papa gibi – yedi yüz asker bulundurmak hakkı veriliyor. Gerçi Müslümanlar İstanbul’dan bu sefer kovul­muyor. Çünkü İngilizler Hind Müslümanlarının galeyanından çekiniyor. Bununla beraber Yunanlılar Çatalca İstihkâmlarına sahip olacakları için tabiidir ki, Çekmece civarına istedikleri kadar asker yığarlar. Avrupa ahva­linde bir karışıklık zuhur ettiği gibi İstanbul’u alıverirler.

O zaman İngilizler Hindlilere:

—Ben halifenizin memleketini sizin hatırınıza hür­meten kendisine bırakmıştım. .Ama ne yapayım, koruya­madı. Yunanlılar da istila etti! Der. Şimdi bir sual varit olacak:

—Neden İngilizler İstanbul’u doğrudan doğruya kendisine almasın da Yunanlılara versin? İngilizlerin bu kadar büyümesi müttefiklerinin işine gelmiyor. Bundan dolayı payitahtımızı da alacak olursa araları büsbütün açılacak. Ancak hem Rumeli’yi, hem Aydın Vilayetini elinde tutabilmek için Yunanlılar kuvvetli bir donanmaya muhtaçtır. Bunu ise çaresiz, İngiliz’den teda­rik edecek. Anlaşıldı ya İstanbul’un Yunan elinde bu­lunması demek, daima donanmasına muhtaç olduğu İngilizlerin elinde bulunması demektir. Rumeli’nin, İstanbul’un, Aydın Vilayetinin Yunanlılar elinde bulunması ne demektir biliyor musunuz? Oralarda tek bir Müslü­man kalmaması demektir. Vaktiyle eski Yunanistan ile Mora’daki halkın yarısı Rum ise, yarısı da Müslümandı. Bugün o havalide tek bir dindaşımız kalmamıştır. Bu uzlaşma gereğince verilecek memleketlerde de bir müd­det sonra aynı hal zuhura gelecektir. Evet, Müslüman ahali katliam ile korkutularak hicrete mecbur edilecek­tir. 

Bu andlaşmanın takip ettiği maksat şudur: İngilizler, bizden mümkün olduğu kadar fazla adam öldürtmek, kendisinden son derece az insan harcatmak istiyor. O sebepten, bir taraftan Rum, Ermeni çeteleri teşkil edecek; bunlara para, silah dağıtarak Türkler arasında katliam yaptıracak. Diğer taraftan da Müslümanlar, Türkler arasından para ile yahut kandırarak adamlar bularak bizi birbirimize doğratacaktır ki, bu zaten olup duruyor. İşte düşmanın Anadolu’nun iç taraflarında çıkarttığı isyan­ları bastırmak için biz, İzmir-Balıkesir cephesindeki kuv­vetimizi azaltmaya mecbur olduk da Yunanlılar burnu­muzun dibine kadar sokuldular.

Allah korusun, andlaşmayı kabule mecbur olduk mu Anadolu’da asker besleyemeyeceğiz. Yalnız bir miktar jandarma kuvveti bulundurabileceğiz. Bu jandarmalar içinde külliyetli miktarda Rum, Ermeni, Yahudi bulu­nacak. Subayların yüzde on beşi ki, tabii hep yüksek rütbeliler olacaktır, ecnebiden gelecektir. Anadolu mın­tıka mıntıka ayrılıp her mıntıka bir ecnebi subayın eline verilecektir. Mesela Karadeniz sahilleri  mıntıkasındaki İngiliz subayı bütün inzibat kuvvetlerine kumanda ede­cek. O zaman istediği gibi Rum, Ermeni çeteleri vücuda getirerek Müslümanların üzerine saldıracaktır. Nitekim bu usulü İngilizler Kars’ta, Ardahan’ da; Fransızlar, Adana’da, Maraş’ta pek güzel tatbik ettiler.

Bilirsiniz ki, Anadolu’nun iki mühim iskelesi vardır:

Biri İstanbul, biri İzmir, Elimizdeki üç buçuk tren hattı bu iki limanda nihayet buluyor. Şimdi İstanbul sözde bize bırakılıyorsa da oranın idaresi, gümrükleri, vergile­ri, zabıtası kâmilen başka ellerde, yani bizim dâhil alma­dığımız bir komisyonun elinde bulunuyor. Bu komisyon­ da tabii İngiliz hâkim olduğundan bizim ihracatımıza, ithalatımıza istediği gibi müşkülat çıkaracak. Gümrük tarifesini, liman tarifesini ona göre tertip ederek Anadolu’daki Müslüman tüccarı tamamıyla iflas ettirecek. Zaten mütarekeden beri İstanbul’daki Müslümanların ticaretine el altından hep böyle güçlükler çıkarılmıştır. Bundan maksat ise Müslümanları fakir, sefil bırakarak bütün âleme, bilhassa Hind’deki dindaşlarımıza:

—İşte görüyorsunuz a, sizin gayretini gütmekte olduğunuz Türkler ne kadar kabiliyetsiz insanlardır! Demektir. 

Bu andlaşma gereğince devletimizin bütçesi İngiliz, Fransız, İtalyan delegelerinden meydana gelen bir komisyon tarafından tertip olunacaktır. Bu komisyonda bizden bir adam bulunacaksa da rey sahibi olamayacak­tır. Yani İngiliz, bu komisyonda istediğini yaptıracaktır. O halde verdiğiniz vergiler hep Rumların, Ermenilerin menfaatine sarf olunacaktır.

İngilizler Mısır’da ahali ca­hil kalsın diye Müslümanlara hiç bir mektep açtırmamış­tır. Hindistan’da da aynıyla davranmıştır. Biz de Mısır­lılar gibi olacağız. Yalnız bizim, Mısırlılardan bir farkı­mız var ki, onlar gibi kâmilen Müslüman değiliz. İçimiz­de Rumlar, Ermeniler var. Onların çocukları, bizim pa­ramızla mektepler açıp okuyacaklar, adam olacaklar. San’atı, ticareti, ziraati kâmilen ellerine alacaklar. Biz­den yalnız ırgat yetişebilecek.

Gelelim anlaşmalar meselesine:

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap