591) MEHMED AKİF ÜZERİNDEN TARİHİ OKUMAK

Yayin Tarihi 27 Aralık, 2011 
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ

 

 

Mehmed Akif üzerinden tarihi okumak

image00127.jpg

Çöküşe geçmiş bir devletin ve her gün biraz daha kendi değerlerinden kuşkuya düşen bir özgüven eksilmesiyle altüst olmuş bir milletin içine doğmuştur Mehmed Akif 

 

Hemen her yıl Aralık Ayı’nda M. Akif’i anma toplantıları yapılır ülkemizde.

Kişiliği, yetiştiği muhit, arkadaşlıkları ve dili-şiiri üzerine büyük ölçüde birbirini tekrarlayan konuşmalara tanıklık ederiz bu programlarda.

Bu konuşmaların yapılması elbette gereksiz değil. Ancak, bir insanı tanımak ve tanıtmak için, o insanın hangi siyasi, fikri, ahlaki şartlarda nasıl bir yer tuttuğunu da resmetmek gerekiyor.

Dönemin şartlarını olabildiğince bütünlüklü bir şekilde ortaya koymak gerekir ki, bahsi geçen şahsın da hangi zeminde nerede durduğu hususu anlaşılabilsin.

Kabul etmemiz gerekiyor ki, bu günün nesilleri, yakın tarihi yeterince bilmiyorlar. Esasen bu durum onların suçu da değil. Aldıkları eğitim, beslenme kaynaklarının elverişsizliği bu neslin yakın tarihimizi bilmelerine imkan sağlamamaktadır.

Ulus devlet çağında, üstelik de NATO üyeliği ile siyaseti ve kaynakları büyük ölçüde şekillendirilmiş bir ülkede doğan insanların, XIX. Yüzyılın dünyasında olup biteni, kendi bağlamına uygun bir şekilde algılamalarını bekleyemeyiz.

Gündelik hayatımızın bir parçası haline gelmiş kavramlarımızın bile anlam farklılığına maruz kaldığı gerçeğini dikkate alarak, meramımızı anlatabileceğimiz bir dile ihtiyacımız olduğunu söylemek istiyorum.  Mesela, Arap-Türk-Kürt veya İstanbul-Şam- Üsküp- Bağdat-Kahire-Delhi-Trablus gibi nispeten nötr gibi görünen isimlerin bile, 80-90 yıl önceki anlamı ile 40 yıl önceki anlamı ve bugün bizim tasavvurumuzdaki karşılığı aynı değil.

Önceden aynı medeniyeti temsil eden ve bir siyasi birliğin unsurları olan bu ifadeler, 40 yıl önce, farklı kamplarda yer alan, birbirileri ile husumet içerisindeki ırkları ve ülkeleri temsil ediyordu. Hatta “dört tarafımız düşmanlarla çevrili” ,  “Türk’ün Türk’den başka dostu yok”  söylemi ile büyütülmüş bir nesildik hepimiz. Bu yüzden de Mısırlı Abdülaziz Çaviş, Üsküplü Ataullah Efendi, Lübnanlı E. Şekip Arslan, Kürdistanlı Said Nursi, Elmalılı Hamdi Efendi, Hind altkıtasından Muhammed İkbal, Trabluslu Şeyh Senusî ile Mehmed Akif Bey’in aynı merkezin bünyesinde çalıştıklarını hem bilmez hem de anlamakta zorlanabilir şimdiki nesiller.

Bu yüzden, şahsiyetleri temayüz ettiren özelliklerin, fikirleri temsil eden kavramların ve siyasi projelerin doğru anlaşılabilmesi için, dönemin tarihine ilişkin bazı bilgileri hatırlatmamız gerekiyor.

Ben tebliğimde, bu bütünlüklü fotoğrafın demografik ve siyasi cephesi ile fikir hareketleri tarafına değinerek, Akif’in yerini temayüz ettirmeye çalışacağım.

Haritalarla Dünyanın Değişimini Okumak

image0025.jpg
–  XIX. Yüzyılın Başında (3. Selim Dönemi’nde) Osmanlı’nın Üç Kıtadaki Konuşlanışını Gösterir Haritadır

Şöyle sorarak tabloyu daha yakından görebiliriz;  Akif’in içine doğduğu XIX. Yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı ve komşularından oluşan yakın dünya hangi ülkelerden müteşekkildi?

Bu haritalardan da görülebileceği gibi, 19. yüzyıl başında Osmanlı Devleti’nin komşuları;

*Avusturya-Macaristan

*Rusya

*Prusya (Lehistan)

*İtalya (Napoli krallığı ve papalık)

*İran devletlerinden oluşmaktaydı.

Şimdi de I. Dünya Savaşı’ndan hemen önceki haritaya bakalım:
image0031.jpg

Şimdi de I. Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki haritaya bakalım:
image0041.jpg

Haritadan da görülebileceği gibi, I.Dünya Savaşı sonrası komşularımız,

*Yunanistan

*Bulgaristan

*Azerbaycan (1920’de Sovyet Rusya’ya katıldı)

*Gürcistan (1921’de Rus hakimiyetine girdi )

*İran

*Irak ( 1920 de İngiliz egemenliği)

*Suriye ( 1920 de Fransa egemenliği )

*Rusya devletlerinden oluşmaktadır.

Bir diğer anlatımla, İran ve Rusya dışında yeni komşu ülkeler var etrafımızda.

Bu, ulus devlet çağına geçildiğini, yeni bir dünya düzeninin oluştuğunu da gösteren bir dünyayı bize haber vermektedir.

Çözülmenin Fotoğrafını Demografik Cepheden Çekmek (1830-1914)

Şimdi de dünyadaki değişimin izini sürerek, yaşadığımız çözülüşü, yüzölçümleri üzerinden okumaya çalışalım:

1- 1700 yılı itibariyle devletin toprakları ve egemen olduğu alanların yüzölçümü                            24 milyon kilometre kareye yakın.

2- 1700-1913 yılları arasında vuku bulan toprak kayıpları sonunda, yüz ölçümü                     4.980.000kilometre kareye düşüyor.

3- 1. Dünya Savaşı sonrası yüz ölçümü ise yalnızca 775.010 kilometre kare

Savaş sonrası elde kalan topraklar, Hatay haricinde bu günkü topraklardı. Bu rakam, Türkiye’nin şimdiki yüz ölçümünden Hatay’ın sınırları çıkartılınca ortaya çıkan yüz ölçümdür.

Kars ise 1921 Gümrü anlaşmasıyla Türkiye’ye bırakıldığı için, Karsı savaş sonrası elde kalan toprak olarak değerlendirdim.

Bu durumu izah edebilecek en açıklayıcı kavramlar “parçalanma” ve “küçülme” dir.

Elbette bu olgunun birçok cephesi var. Ölümler, kopuşlar ve göçler gibi.

Her bir değişken ise çeşitli nedenlerle ortaya çıkıyor ve çeşitli sonuçlar doğuruyor.  Dolayısıyla bu olguların her biri kendi başına bir inceleme konusu. Genel bir çerçeve olarak,  ulus devlet öncesi dönem ile ulusdevletlerin ortaya çıktığı 18. Yüzyıldan sonraki süreçde olup bitenleri ayrı ayrı mercek altına almak gerekir.

8.-15. yüzyıllarda Türk aşiretlerinin Anadolu ve Rumeli’ye göçleriyle Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin kuruluşunu nasıl etkilediklerini hatırlamak bile, göçlerin tarihi ve toplumsal değişmede ne kadar etkili olduklarını anlatmaya yeterlidir.[1]

Bizim ilgili olduğumuz 18. ve 19. Yüzyıllarda gittikçe hız kazanan göçler ise, batıdan doğuya, Kafkaslar ve Rumeli’den Anadolu’ya doğrudur. Siyasi – dini nedenlerden kaynaklanan büyük hacimli bu göçlerin hemen hemen tümü Müslümanları kapsamaktadır.

Bu göçler 1783’te Kırım’ın Rusya’ya ilhakı ile başlamış ve günümüze kadar bazen hızlanarak, bazen yavaşlayarak devam etmiştir.

Bu göçler sonucunda Osmanlı topraklarına gelen göçmen sayısı yedi milyon civarındadır.[2]

Göçün etkilerini daha iyi anlayabilmek için, göçmenlerin nerelere ve nasıl iskan edildiklerini ( yerleştirildiklerini) de ayrıntılı bir şekilde incelemek gerekir.[3]

Bir örnek olarak 1876 yılında Bursa veya Hüdavendigar vilayetinin nüfusu 841.305 kişidir. 1906 sayımında bu sayı 1.691.277 kişiye yükselmiştir. Yani çeyrek yüzyılda nüfus iki kattan fazla artmıştır.

Bu muhacirler sayesinde Hristiyan nüfusun sayısı Bursa’da %15 düştüğü gibi ziraat alanında güç Hristiyanlardan Müslümanların eline geçmiştir… Göçmenler sayesinde tarımı güçlendirmeyi başaran Osmanlı Hükümeti, aynı göçmenleri ordu hizmetinde de kullanmak düşüncesindedir. Bu nedenle onlara verdiği askerlik muafiyetini (1897’de) kaldırmıştır.[4]

Dağılmayı Sayılarla Okumak

Gruplar

1844-1856

1872-1874

1882-1893

1894

1895

1896

1897

1906

1914

Müslüman

 

26.575.781

 

21.507.304

 

 

 

 

 

Gayrimüslim

 

13.936.330

 

 

 

 

 

 

 

Rum

 

 

 

2.505.782

 

 

 

 

 

Ermeni

 

 

 

994.065

 

 

 

 

 

Bulgar

 

 

 

819.138

 

 

 

 

 

Yahudi

 

 

 

184.397

 

 

 

 

 

Katolik

 

 

 

139.765

 

 

 

 

 

Protestan

 

 

 

36.130

 

 

 

 

 

Latin

 

 

 

18.232

 

 

 

 

 

Suryani

 

 

 

10.618

 

 

 

 

 

Avrupa

15.260.000

 

 

 

 

 

 

 

 

Asya

15.900.000

 

 

 

 

 

 

 

 

Afrika

3.800.000

 

 

 

 

 

 

 

 

Diğer

300.000

 

 

993.252

 

 

 

 

 

Toplam

35.300.000

40.512.111

39.109.631

27.208.683

18.735.218

19.142.396

19.050.323

20.884.630

18.520.016

 

Bu tablodan hareketle diyebiliriz ki, M. Akif’in doğduğu tarihte Osmanlı Devleti’nin nüfusu 40. 512.111’dir.

Geleneksel Yapıların Çatırdaması

Bu harita ve sayı tablolarından hareket ederek, 19. yüzyıldaki gelişmelerden en fazla etkilenen ülkenin Osmanlı ülkesi olduğunu söylemek abartı sayılamaz.

Öyle ki, Balkan eyaletlerinin bağımsızlık sürecinde yaşanan kanlı çatışmalar, dünyanın herhangi bir bölgesinde yaşanacak olan bölünme ve çatışmaları anlatmak üzere “Balkanlaşma” teriminin kullanılmasına yol açacaktı.

Bütün bu süreç içerisinde, . Avrupa işgali ve nüfuzu karşısında Osmanlı’da bütün bu gelişmeler karşısında Osmanlı’da çeşitli tepkilerin ortaya çıktığını biliyoruz. Avrupa işgali ve nüfuzu karşısında Osmanlı’da cereyan eden tepkileri iki ana başlıkta toplamak mümkündür.

Bu tepkilerin birincisi doğrudan devlet merkezinden gelen ve devletin merkezini güçlendirmeyi hedefleyen çabalardır. Diğeri ise maruz kalınan bu baskılara farklı halk kesimlerinin gösterdikleri tepkilerdir.

Devlet, en genel hatlarıyla, devletin merkezini tahkim etmeyi hedefliyordu.

Halkın tepkilerine gelince, devletin tepkilerine göre daha karmaşık bir durumla karşı karşıya olduğumuzu görürüz.

Öncelikle Müslüman tebaa ile Müslüman olmayanlar arasında belirgin bir tutum farkıolduğu gerçeğinin altını çizmemiz gerekiyor.

Özellikle Hıristiyan tebaanın Avrupa’dan da destek alarak bağımsızlık elde etmeye çalıştığı söylenebilir. Nitekim Osmanlı’dan koparak bağımsızlığını ilk ilan edenlerin Hıristiyanlar olduğu gerçeği göz ardı edilemez.

–  Makedonya’nın bağımsızlığını hedefleyen Makedonya Devrimci Örgütü(1893),

–  Ermenistan’ın bağımsızlığını hedefleyen Hınçak(1887) ve Taşnaksutyun(1890)

–  29-31 Ağustos 1897 tarihlerinde ilk Siyonist Kongre toplanmıştı.

–  Daha geç gelişmekle birlikte, sonraki yıllarda Arap ulusçuluğu da aynı yolu deneyecektir.

Bu uluslaşma cereyanlarının bir başka yansıması, “iç iktidar arayışı” içerisinde olan ve Batı’ya boyun eğmekle suçladıkları monarşileri yıkmayı hedefleyen ulusçu hareketlerdi.

–  Osmanlı Devleti’nde 1889’da kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti,

–  Çin’de 1905’te kurulan Birleşik Parti,

–  1885’te Hindistan’da kurulan ve Batı karşısında verilen mücadelede de başarılı bir örnek      olan Hindistan Ulusal Kongresi

Sözü geçen ulusçu hareketlerin en bilinen birkaç örneğini oluşturmaktadır.

Bu hareketlerin idealleri 1904–1905 yıllarında yaşanan Japon- Rus Savaşı’nı Japonya’nın kazanmasıyla daha da pekişmiş oldu. Zira Doğulu bir devlet olan Japonya’nın bu savaşı kazanması, Batı karşısında ulusal bağımsızlığı hedefleyen ulusçu hareketler açısından güdüleyici bir sonuçtu.

–  1906’da İran’da, yabancılara verilen ayrıcalıkların da etkisiyle mali sistemin çökmesi üzerine 1906’da orta sınıflar ayaklandılar. Bunun üzerine İran şahı da Rus çarı gibi meşruti monarşiyi kabul etmek zorunda kaldı.

–  Osmanlı Devleti ise 1908’de II. Meşrutiyet Devrimi’ni ilan etti.

–  Çin’de ise binlerce yıllık monarşi 1911 Devrimi ile yıkıldı ve 1912 yılında cumhuriyet ilan edildi.

Müslümanların Gündemi

Kuşkusuz 19.yüzyılı tanımlamak için çeşitli vurgular yapılabilir. Rahatlıkla ifade edebiliriz ki;  bizim açımızdan 19. yüzyıl Osmanlı üzerinde Avrupa nüfuzunun pekişmesi demektir.[5]

Avrupa’nın nüfuzu birbirini etkileyen üç farklı alanda temayüz etmişti.[6]

Bunlardan

–  birincisi, Osmanlı topraklarının çok önemli bir kısmının kapitalist sistemin bir parçası haline gelmesi,

–  ikincisi; bir yandan işgallerle yer yer de varlığını sürdürmesine katkıda bulunarak Osmanlı’yı Avrupa’nın siyasi nüfuzu altına alması,

–  son olarak da Avrupa ideolojilerinin Osmanlı’da artan etkisidir.

NitekimFransız devrimi 1789 da gerçekleşmiş, devrimden 10 yıl kadar bir zaman geçmemişti ki;  özgürlük, kardeşlik, eşitlik sloganlarının muzaffer komutanı olan Napolyon Mısır’a sefer düzenledi ve Mısır’ı işgal  etti(1798). Fransızların Mısır’ı işgali Modern Batı’nın başlattığı tarihi işgallerin ilk büyük adımıdır.

Keza 19.yy.’ın başlangıç yılları aynı zamanda Osmanlı’nın da ciddi oranda ilk toprak kaybetmeye başladığı yıllardır. Bu çöküş süreci 1920’li yılların ortalarına kadar devam edecektir.

İşgalin boyutlarını görmek için de yüz küsur yıllık çöküş tarihimizi ana hatlarıyla sıralamak kâfi gelir:

–  1801         Mısır’ın işgali

–  1829         Yunanistan’ın bağımsızlığı, Sırbistan’ın otonomisi

–  1830         Fransa’nın Cezayir’i işgali ve Tunus üzerinde Fransız himayesi

–  1850         İngilizlerin Hindistan’ı işgali

–  1878         Bulgaristan devletinin doğuşu, Dobruca’dan vazgeçme, Bosna- Hersek’ten çekilme ve Kıbrıs’ın İngiltere’ye terk edilmesi

–  1882         İngiltere’nin Mısır’ı işgali. [7]

Ve nihayetinde, bu tarihten sonra İngiltere’nin yerini Almanya alacaktı.[8]

– 1911         İtalya’nın Libya’yı işgali

– 1912         Arnavutluk’un istiklalini ilan etmesi

– 1913-        Arnavutluk ve Makedonya’nın bağımsızlığı

– 1914         Mısır’ın İngiltere himayesinde bir “krallık” haline getirilerek Osmanlı Devleti’nin hukukuna son verilmesi

–  1907  İran’ın Rus ve İngilizlerce bölüşülmesi

– 1912         Fransa’nın Lübnan ve Suriye, İngiltere’nin Irak, Ürdün ve Filistin’de manda egemenlikleri

– 1920          Ve nihayetinde;  İngilizlerin Hilafet merkezi olan İstanbul’u işgal etmesi. (16 Mart 1920)

Anadolu’nun İngiliz, Yunan, Fransız ve İtalyanlarca parça  parça bölüşülmesi

– 1920         Fas üzerinde Fransız egemenliğinin kurulması

– 1922         Lübnan- Suriye Fransız  himayesinde manda yönetimi

(1936’ya kadar Suriye’de Fransız himayesi sürüyor.)

–  1922         Mısır’ın bağımsız  bir devlete dönüşmesini sağladı.

–   1923        T.C.’NiN KURULUŞU

Nasıl Kurtuluruz?

II. Meşrutiyet Dönemi’nde başlayıp günümüze kadar devam eden süreçte, Müslümanların düşünce dünyasını şekillendiren ana unsur, ” Nasıl Kurtuluruz?” sorusudur.

Bu soru İslam dünyasının ortak sorusudur. Ne var ki, sorunun ortak olması cevapların farklılaşmadığını göstermiyor. Biz bu cevapları incelediğimizde, karşımıza çeşitli tasnifler çıkar.

Ben tüm bu tasnifleri iki ana başlıkta toplayabileceğimizi düşünüyorum:

İlk guruptakiler çözümü burada, kendi inançlarımızdan hareket ederek aramamız gerektiğini söyleyenlerdir.

Bu anlayışa sahip olanlar, ancak İslam’a sarılarak içinde bulunduğumuz kötü durumdan kurtulacağımızı savunmaktaydılar. Aynı şekilde, geri kalmışlığımızın sebebi olarak da İslam’ı hakkıyla yaşamamayı gösteriyorlardı.

İkinci guruptakiler ise, çözümü Batı’da arayanlardı.

Bu guruptakiler  “Her şeyimizle tam bir batılı gibi olmak” gerektiğini ileri sürmekteydiler. Bu gurupta yer alanlara göre, “Batı medeniyetine girebilmek ve onlar gibi olabilmek için hem batılı gibi düşünmemiz hem de yaşamamız gerekir.”di. Bu anlayış sahipleri, içinde bulunulan geri kalmışlığın suçunu da İslam’a yüklemekteydiler.

Tanık Olarak Akif’i Çağırmak

Dönemi daha içeriden kavramak için,  bir yöntem olarak, Akif’in hayatını bütünlüklü bir şekilde gözden geçirmenin işe yarayacağını düşünüyorum.

Bir kişinin hayatı üzerinden bir dünya tarihini okumayı eksik bir yaklaşım olarak gören çok kişi olacaktır. Ben yine de, Akif’i temsil kabiliyeti yüksek bir örnek olarak ele almanın faydasına inanıyorum.

Çöküşe geçmiş bir devletin ve her gün biraz daha kendi değerlerinden kuşkuya düşen bir özgüven eksilmesiyle altüst olmuş bir milletin içine doğmuştur Mehmed Akif.

Her insan gibi Akif de ailesinden, talim ve terbiye aldığı hocalardan,  içinde bulunduğu toplumun meselelerinden ve siyasi ortamından etkilenmiş, bir açıdan da zengin bir tecrübeyi doğrudan teneffüs ederek düşünce dünyasını kurmuştur.

Mücadelesinin bir parçası olarak Hicaz’a, Şam’a, Kahire’ye, Berlin’e gitmiş, Anadolu’yu karış karış gezmiştir. Elbette bu büyük görgüyle çoğalan bir tecrübeyi de biriktirmiştir Akif.

O İslami değerlere yürekten bağlı birisi olarak yetişmişti. Döneminde yaşanan olayları tahlil edecek bir bilgi ve üslubu da vardı. İddialarını İslamcı bir çerçeve içerisinde sundu. Zamanla bu akımın en güçlü temsilcileri arasında yer aldı. Eşref Edip’le çıkardıkları Sırat-ı Müstakim dergisi bu akımın yayın organı durumundaydı. Hatta, İslamcılığı bir “fikir akımı” olarak derginin çıkışı ile başlatanlar bile var.

Dergide Ahmet Naim Efendi, Manastırlı İsmail Hakkı, Şeyhulislam Musa Kazım, Tahir’ül Mevlevi ve Sadrazam Said Halim Paşa gibi çok önemli isimler de bulunmaktaydı. Ancak, Akif derginin hem başyazarı hem de en velûd üyesiydi. O bir yandan makaleler yazdı, öbür yandan şiirlerinde meseleleri tasvir etti; çözümler sundu. Çağdaşı olan İslam düşünürlerinden yaptığı tercümeler ise başlı başına bir önem taşımaktadır.

Diyebiliriz ki, Âkif bu dönemde İslam’dan uzaklaşmanın ne gibi felaketlere yol açacağı konusunda sözünün ulaşabileceği herkesİ uyarmaktadır.  Özellikle de I. Dünya Savaşı ve Anadolu’da sürdürülen İstiklal Harbi esnasında, varını yoğunu ortaya koyan Âkif, halkı İslam’a sarılmaya davet etmek için, bütün yeteneklerini seferber etmişti.  Öyle ki, onun vaazları-yazıları Cuma hutbesi olarak okunmuş, teksir edilerek halka dağıtılmış, direniş için onun kavrayışından, feveranından medet umulmuştur.

Ne var ki, İstiklal Harbi’ndan sonra Âkif çok büyük hayal kırıklığına uğrayacaktır. Zira Akif’in de kurtuluş adresi olarak gördüğü İslamcılık fikri, Milli Mücadelede etkili bir söylem olmasına rağmen, kurulan yeni devletin muhtevası içinde yer bulamadı.
Dahası, Akif’in de içerisinde yer aldığı pek çok kişi, bir tasfiyeye uğradılar. Üstelik, tasfiye sadece kişilerle de sınırlı değildi; tarihten devralınan pek çok İslamî kurum da tasfiye edilmişti.  Hilafet, Şeyhu’l- İslamlık, medreseler, tekkeler vesaire…

Akif’in bu döneme ilişkin duruşunu, Sezai Karakoç’tan alıntı yaparak şöyle tarif edebiliriz : “Cihan ve İstiklal savaşları bitip devrimler başlayınca Âkif ‘in sustuğunu görüyoruz. Bu yıllara Âkif’in “boykot” yılları diyebiliriz. Âkif  gibi bir şairin cemiyette oluşan büyük bir  değişiklik karşısında susması, denebilir ki en büyük tepkisi, en güçlü protestosudur. O güne kadar resmi tarihçi gibi şiirleriyle toplum değişiklilerini değerlendiren şairi birdenbire yazmaya ara veriyor. Bu, yazma ortamı bile bulamadığı anlamına gelir.” [9]

Hasretlerden Hasret Beğenmek: Mısır

” Sükût suretinde bir protesto”nun, dönemin hengâmesi içerisinde bir karşılık gördüğü söylenemez. Akif’e iki hasretten birini tercih etmek kalıyordu görünen: Ya “öz yurdunda İslami bir düzene hasret çekmek” ya da “öz yurduna hasret çekmek”.

Çünkü yeni dönemin muktedirleri, İslam’ı devletin şekillendirilmesinden uzak tutuyorlardı. Üstelik yüzyılların birikmiş tecrübe merkezleri olan kurumları da tasfiye etmişlerdi.

Akif, uğruna riskler üstlendiği yeni düzenle arasında gittikçe artan gerilimin farkında olarak, bir yol ayırımına geldiğini pekâlâ görmüştü.

Peşine inzibatlar takılmış bir adam olmak, can yoldaşlarının faili meçhullere kurban edilmesi gibi pek çok sebep O’nu bir tercihe zorladı ve O da tercihini yaptı: Buraları terk etmek!

En bildiği yer, ömrü boyunca büyük bir hamiyetperverlik gördüğü eşsiz dostu Abbas Halim Paşa’nın da yaşadığı yer olan Mısır’dı. O da oraya gitti.

Biz bu gidişi,  Sezai Bey’in o derin kavrayışına başvurarak izah edebiliriz:  “Mısır da yazdığı şiirler denize yaklaşmış bir nehrin psikolojisini taşır. Ölümün gölgesi vurmuştur bu hayat şiirlerinin üstüne… Bir nehrin denize karışırken faydalılığını kaybetmeyişi gibi, Âkif de faniliğe sosyal açıdan bakar; zulmün ebedileşemeyeceğini görür ve artık olaylara sırt çevirerek mutlak içinde erir. “

Akif’e Yakından Bakmak

Akif dindar, saf, mütevazı bir ailede doğdu.(1873)

Doğduğu yer, Fatih’in Sarıgüzel semtidir.

Üstad Sezai Karakoç, Akif’in karakter çizgilerini nereden aldığına işaret eden şu vurucu tasviri yapar: “Baba soyu Rumeli, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih. Yani tam olarak Doğu İslamlığının, Batı İslamlığının ve Merkez İslamlığının sentezi bir çocuk.

Çağ güç, çetin bir çağ, bir batış çağı. Anne çizgisi duyarlığı, sağduyuyu, kendini bir ülküye adayışı, şairliği getirecek; baba çizgisi ataklığı, savaşkanlığı, yılmazlığı ve her vuruşmada daha çelikleşen bir savaş adamını, gözü pekliği, korkmazlığı, ürkmezliği, dönmezliği, umutsuzluğa sürekli olarak düşmemeyi gerektirecektir.”[10]

Babası Mehmed Tahir Efendi, Arnavutluk’un İpek kasabasının Şuşisa köyünde doğmuş ancak eğitimini tamamlamak için geldiği İstanbul’dan, ömrünün sonuna kadar bir daha ayrılmamıştır.

Güzel ahlakı ve titizliği ile maruf Mehmed Tahir Efendi, Temiz Tahir Efendi diye tanınmış bir müderristi.

Akif, dini ilimleri ve sanatları, önce babasından öğrendi. 15 yaşında iken(1888) kaybettiği babasını, bir şiirinin altına düştüğü notta: “Benim hem babam, hem hocamdır. Ne biliyorsam kendisinden öğrendim” sözleriyle tanıtır.

Rüşdiye tahsiline devam ederken bir taraftan da hıfza çalışmıştır.

Yine bu dönemde Arapça ve Farsça’sını ilerletmiştir.

Beslenme kaynakları arasında Şirazlı Hafız, Sadi, Mevlana, Fuzuli, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh gibi tarihi simalar vardır.

Öte yandan, Halkalı Baytar Mektebi’nde öğrenmeye başladığı Fransızcanın da katkısıyla, özellikle Fransız edebiyatının kapılarını aralamıştı. Fransız romantiklerden okumalar yapmıştır. Bunlardan özellikle Musset, Hugo, Daudet ve Zola’dan etkilendiği bilinmektedir.[11]

Akif, insanlık tarihinin tanıklık edebileceği en hengâmeli tarihi, iktisadi ve insani şartların yoğunluğu içinde, 1936 yılının 27 Aralık’ında hayata veda etmiştir.

Bir Karakter Abidesi Olarak Akif

Pek çok kişinin de vurguladığı gibi,  Akif’in hemen dikkatleri çeken özelliği, çok yönlü bir kişiliğe sahip oluşuydu. Onun bu kadar büyük bir insan olmasını sağlayan sebepler arasında, bu çok yönlülüğünün önemli rolü olduğunu düşünüyorum.

O’nun, zorluklardan yılmayan, sorunlarla yüzleşmekten ve mücadele etmekten kaçınmayan bir kişi olması, O’nun “dava adamı” olmasıyla açıklanabilir.Zira “dava adamı”,  ulaşılması gereken bir hedefe yönelmiş, şartların doğurduğu sıkıntıları aşma kararı almış, gündelik sıkıntılara takılmamayı bilen bir adamdır. Aksi halde, önüne çıkan her sorunla kuşatılan bir kişinin, büyük emeklerle elde edilebilecek kazançlar elde etmesi mümkün değildir. Tıpkı büyük yol göstericiler olan peygamberler gibi, yüksek idealleri olan Akif de hayatın sıkıntılarını bir “imtihan” olarak algıladığı için, bu sorunların üstesinden gelmeyi başarabilmiştir.

“Gaye uğrunda çalışmak, didinmek ve ölmek… Ah ne güzel meşgale, o ne hoş eğlence, o ne mesut sonuç imiş. “

Diyen bu kişiliğinin bir sonucu olarak da, kim yaparsa yapsın ve ne pahasına olursa olsun, her türlü zulme ve haksızlığa karşı çıkmaktan imtina etmemiştir. Kendi ifadesiyle söylersek, O  “zalimin amansız hasmı, mazlumun da dostu” olmayı bir “hayat felsefesi” olarak benimsemiştir.

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım!…
-Boğamazsın ki!
-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklâle;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! “

Şiirde de gözlemleyebildiğimiz gibi, “özgürlük” ile “sorumluluk”  arasında kurduğu o hayranlık uyandıran âhenk, Akif’i “bir ahlak ve fazilet âbidesi” yapmıştı.

Akif ile otuz beş yıllık arkadaşlığı olan Mithat Cemal (1885-1956), Akif’i ilk tanıdığı zaman, bir insanın bu kadar temiz olabileceğine ihtimal vermediği için ona inanamadığını ifade eder.  Melek rolü oynayan kötü bir aktör eninde sonunda bu rolden nasıl sıkılacak, yorulacak, usanacak ve bir gün gerçek yüzünü gösterecekse, ondaki bu fazilet görüntüsü de eğer doğal değilse, O da bundan yorulup gerçek yüzünü gösterecektir diye beklediğini anlatır. Fakat 35 sene boyunca Akif’in bu türden bir beklentiyi boşa çevirdiğini büyük bir hayranlıkla kitabına kaydeder.

Akif’in dilinin keskin olduğu bilinmektedir. Yalnızca birkaç şiirini okuyanların bile tanık olabilecekleri bu “keskin dili” sadece O’nun sert mizacı ile açıklanamaz.

– “Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,”

………………

– “Doğduğumdan beridir, aşığım istiklâle;”

mısralarında dile getirdiği ruh halini hesaba katmadan meseleyi açıklamak doğru olmaz.

Bir zamanlar dünyanın en önemli ilim merkezleri olan İslam şehirlerinin, bugünkü virâneliğine,  insanımızın bu derece küçülmesine olan isyanıdır O’nun dilini keskin kılan. Bir türlü kabul edemez mevcut durumu. Sadece şu satırlara bakmak bile O’nun gerilimini anlamaya yetecektir.

“O Buhârâ, o mübârek, o muazzam toprak;
Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak!
İbn-i Sînâ’ları yüzlerce doğurmuş iklîm,
Tek çocuk vermiyor âgûşuna ilmin, ne akîm!”

Rahatlıkla ifade edebiliri ki Safahat, kendi derdini bir kenara bırakmış bir adamın insanlık adına yükselttiği çığlığın eseridir. Bundan dolayı, “devlet ve ikbal mevziilerinden olabildiğince uzak” durmaya gayret etmiştir.

O, dünyevî menfaatler için şahsiyetini ayaklar altına almanın normal karşılandığı bir zamanda, “izzetini korumak için bedel ödemeyi göze alan”, bu yüzden ömrü boyunca alnı açık, başı dik yaşamış bir insandır. Bu yüzdendir ki, ömrü boyunca kibirli insanlarla geçinememiş, mahrumiyetle katlanmış, sabretmiş fakat kimseye “minnet etmemiştir”. Ömrü boyunca da menfaatleri için eğilen, dalkavukluk yapan kimselere nefretle bakmıştır.

Hülasa olarak söyleyebiliriz ki, Âkif’in iki büyük meselesi vardır:

Biri millet, diğeri İslâmiyet’tir.

O’nun derdi, milleti selâmet kavuşturmak, İslâmiyet’i de çöküşten kurtarmaktır.

O’na göre, milletin dayanağı iki kudretten ibarettir: Marifet ve fazilet.

Zira; bir millet marifetten mahrum olursa yalnız faziletle varlığını devam ettiremez. Marifetten mahrum olan bir millet de mutlaka zaafa düşer.

Bir millet bilgili olur da faziletten mahrum olursa, bu da bir felakettir. Çünkü faziletsizlik, beşerin ruhunu zehirleyen yaradır ve büyük bir musibettir. Bunu anlamak için, Avrupa’ya bakmak yeter de artar bile.

Bu durumda mesele, ilme dair eksikliğimizi telafi ederek faziletimizi beslemektir. Milletimizin selâmeti buna bağlıdır. Bunu başaracak olan da Âsım’ın neslidir. Çünkü  “Âsım”,  Çanakkale’de yenilmeyen, bu milletin ebedî hayat i’lâmıdır. Gerek Umumî Harb de uğradığımız hezimet, gerek mütareke yıllarında karşılaştığımız facialar, bu i’lâmı bozamadı. Onu yeniden mücadeleye sevketti ve ona İstiklâl Harbi’ni kazandırdı.

Büyüyen Hasret Çoğalan Acı

Akif portresindeki dayanan eğilip bükülmezliği, sömürüye karşı savaşı, mazlumun ve ezilmişin yanında yer alışı anlamaya katkı sunabilmek için fotoğrafın bütününe bakmalıyız. Ben olgusal gerçekliği doğru anlamlandırmayı temin eden bir yaklaşıma ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden uzun bir tarihsel çerçeveyi gerekli gördüm. Aksi bir yaklaşım, onu statükocu fotoğrafın bir parçası haline getirecektir. Buna izin vermemeliyiz.

Kendini yeniden var etmeye çalışan bir milletin diriliş macerasına bizzat şahitlik yapmış, sahip olduğu ümmet bilinci ile bütün İslam dünyasının sıkıntılarını gündemine almış, yazı yazmış, vaaz yapmış, Daru’l- Fünûni, Darü’l-Hikmeti’l- İslamiye, İttihat Terakki Cemiyeti gibi farklı öncelikleri olan, dönemin etkin kurumlarında görevler üstlenmişti.

“Derdi olan” bir insanın, varını yoğunu ortaya koymasından başka nasıl yorumlanabilir bu gayret!

O’nun acısını kelimelere dökmek zor.

Yine de bu ülkenin insanının irfanına itimâd edip, Yedigün Gazetesi’nin Akif ile yaptığı son mülakattan bir alıntıyla meramımı anlatmaya çalışacağım.

Gazete, ” Âkif’in son röportajı” başlığıyla yazıyı veriyor.

“Türk edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair Mehmet Akif, vatandan onbir senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza kavuştu. İstiklal Marşı’nın büyük şairi Akif, yurda hasta döndü.  Şimdi hastanede tedavi altındadır. Yedigün muharriri Akif’le konuştu. Onun yurttan ayrı yaşadığı günlerdeki hatıralarını, intibalarını topladı. Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Akif, tam onbir yıl süren bu uzun seferin sonunda, işte bembeyaz bir hastane odasının, bembeyaz bir yatağında solgun, mecalsiz ve bitap yatıyor.(Başucundaki sandalyeye oturdum. Kırçıl sakalın çerçevelediği bu sapsarı yüze, bu gevşemiş, sarkmış çizgilere, bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini, hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum, sonra, yavaşça soruyorum:

–  Özledin mi bizi üstâd?..

( Dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı, hiç ses çıkarmasaydı bile, bu zehir gibi gülümsemesiyle her şeyi söylemiş olurdu.)

–  Özlemek mi oğlum… Özlemek mi? ( bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra, kesik kesik konuştu)

–  Mısır’dan üç gecede geldim. Bu üç gece, otuz asır kadar uzun sürdü… Orada on bir           yıl kaldım… Fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım, çıldırırdım.”[12]

Büyük Akif’in ma’nevi şahsiyetine sadâkâtle, Üstâd Sezai Karakoç’un ifadelerinden güç devşirip sözlerimi tamamlamak istiyorum:

“Boşuna yaşamadın, boşuna savaşmadın, boşuna ölmedin.”[13]

Minnet ve hürmetle Akif’e rahmet diliyorum.

Vahdettin Işık/ Dünya Bülteni

[1] Kemal Karpat, Osmanlı Nüfusu, s.,3

[2] aynı eser, s.,15-16

[3] aynı eser, s.,,18

[4] aynı eser, s.,19

[5] Erik Jan Zurcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Y., s.12, İst., 2002

[6] E. Zurcher, a.g.e., s. 13

[7] İngiltere’nin Mısır’a yerleşmesi İngiliz- Osmanlı siyasi münasebetlerinde derinbir değişiklik meydan getirdi.            İngiltere bundan sonra Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü politikasını terk etti. Osmanlı                                                    İmparatorluğu’nun taksim tasarıları olan devletlere karşı güler yüz göstermeyi ihmal etmedi.[7]

[8] Hale Şıvgın, Trablusgarp Savaşı VE 1911*1912 Türk- İtalyan İlişkileri, Tarih Yüksek Kurumu Basımevi,      Ankara, 1989, s. 4-5

[9] Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, s.38, Diriliş Y., 6. Bs., İst., 1987

[10] S. Karakoç, age, s.8,

[11] Prof. Dr. Orhan Okay, Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, s. 38

[12] Yedi İklim Dergisi Sayı 201, s.138, Kandemir’in Mehmed Akif ile son röportajı

[13] S. Karakoç, age, s.

 

Paylaş:

Yorumlar

“591) MEHMED AKİF ÜZERİNDEN TARİHİ OKUMAK” yazisina 2 Yorum yapilmis

  1. mine çelik yorum tarihi 14 Mayıs, 2012 20:46

    yazınızı zevkle okudum, Mehmet Akif’i aslında derinlemesine birkaç aydır okuyorum, okudukça hayranlığım, saygım ve sevgim artıyor. Az önce “keşke” dedim içimden “oğlumun ismini mehmet akif” koysaydım…
    ” Çok sürse ayrılık,aradan geçse çok sene,
    Biz sende olmasak bile,sen bizdesin gene”
    Y.K. Beyatlı

  2. Prof. Dr. Nurullah Çetin yorum tarihi 8 Kasım, 2015 12:36

Yorum yap