573) GENELKURMAY BAŞKANI SAYIN İLKER BAŞBUĞ’UN KONUŞMASI-1

Yayin Tarihi 15 Nisan, 2009 
Kategori BASIN-YAYIN

GENELKURMAY BAŞKANI ORGENERAL İLKER BAŞBUĞ’UN 14 NİSAN 2009 TARİHİNDE
HARP AKADEMİLERİ KOMUTANLIĞINDA YAPTIĞI YILLIK DEĞERLENDİRME KONUŞMASI

( 14 Nisan 2009 )

      Bu Toplantıya Katılan Büyük Saygı Duyduğum Sayın Komutanlarım,

      Değerli Silah Arkadaşlarım,

      Değerli Konuklar,

      Harp Akademilerimizin Değerli Komutan, Öğretim Elemanı, Müdavim, Öğrenci Subay ve Çalışanları,

      Basınımızın Çok Değerli Mensupları,

      Hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyor, iyi günler diliyorum.

      Türk Silahlı Kuvvetlerinin yarınlarına yön verecek liderlerinin yetiştiği, güzide eğitim kurumlarımızdan biri olan Harp Akademilerimizde, sizlere hitap etmenin benim için ayrı bir mutluluk ve gurur vesilesi olduğunu belirtmek istiyorum.

      Bugün burada yapacağım konuşmamda güncel konulara fazla girmeden, son yıllarda sık sık gündeme getirilen sivil-asker ilişkileri başta olmak üzere, terör ve terörle mücadele, demokrasi ve laiklik gibi konulara akademik bir pencereden bakmaya çalışacağım. Güncel konulara ve bu konuşmada değinemeyeceğim diğer konulara ilişkin görüşlerimi önümüzdeki hafta yapmayı planladığım Basın Toplantısında sizlerle paylaşmayı düşünüyorum.

      Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,

      Sivil-asker ilişkileri hemen hemen her ülkede üzerinde sıkça tartışılan, her zaman güncelliğini koruyan fakat, özü pek anlaşılmayan konuların başında gelmektedir. Soğuk Savaş sonrası dönemde, demokrasi, liberal ekonomi ve refah toplumu tartışmaları gündemimizde daha fazla yer almaktadır. Öte yandan millî güvenlik kavramı genişlerken; tehditler ve riskler de çeşitlenmiştir. Bu gelişmeler, sivil-asker ilişkileri konusunun farklı boyutlarda tartışılmasına neden olmaktadır. Konu, siyaset bilimi literatüründe de farklı düzeylerde ve farklı yaklaşımlarla ele alınarak tartışılmaktadır. Sivil-asker ilişkileri üzerinde oluşan akademik literatürde Samuel HUNTINGTON, Morris JANOWITZ ve Eliot COHEN gibi klasik realist düşünürlerin yanı sıra liberal teori ve yapısalcı akımların da etkisi görülmektedir. Akademik anlamda da, bilim adamları, düşünürler ve bu işin profesyonelleri arasında çeşitli uzlaşmazlık alanları mevcuttur.

      Sivil-asker ilişkilerini daha sağlıklı değerlendirebilmek için öncelikle askerlik mesleğinin ne olduğunu anlamak gerekir.

      Askerlik, tabi ki profesyonel bir meslektir. Her profesyonel meslek gibi, askerlik büyük deneyime, yüksek mesleki ölçülere sahip olmayı gerektirir. Fakat askerî profesyonellik, Weberian bürokratik yapılanma ve iş dünyasındaki yönetişim yapılanmalarındaki profesyonellikten farklıdır. Askerliği diğer profesyonel mesleklerden ayıran temel farklılıkların başında, askerlikte maddi gereksinimlerin önceliğinin daha az oluşu ve askerliğin bir meslekten ziyade adeta bir yaşam biçimi oluşudur.

      Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,

      Sivil-asker ilişkileri ve askerlik üzerine yazılmış kitapların içerisinde ayrı bir yeri olan “Asker ve Devlet” başlıklı eserinde HUNTINGTON, askerliğin profesyonel bir meslek oluşunu üç temel esasa dayandırır:1

      Birincisi; uzun süreli eğitim/öğretim ve tecrübe sonucunda uzman olunması ve teori ile pratiğin bir arada bulunmasıdır.

      İkincisi; icra edilen vazifenin toplumun yaşam ve güvenliği için gerekli ve hayati öneme sahip olmasıdır.

      Üçüncüsü; icra edilen vazifenin aynı duyguları paylaşan kişilerden oluşan bir birlik içinde, kendilerini bu grubun bir parçası olarak görenler tarafından yerine getirilmesidir.

      Askerlikte sadece yeterlilik değil, etkinlik ve topluma yararlılık da öne çıkar. Askerliğin ve silahlı kuvvetlerin ulusal yapılar içindeki önemi bu noktada düğümlendiği için konu çok önem taşımaktadır. Toplumsal yarar ve ortaya çıkardıkları toplumsal iyi, bugün de farklı modeller içinde, ama değişmez bir ilke olarak geçerliliğini korumaktadır.

      Toplumların dönüşümünde, modernleşmede asker daima öncü olmuştur. Silahlı kuvvetler aynı zamanda teknoloji demektir. Teknoloji alanlarında sağlanan ilerlemeler çoğu zaman silahlı kuvvetler bünyesinde kendini gösterir. Bu teknolojik gelişmelerin toplumsallaştırılması, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, silahlı kuvvetlerin bu yoldaki öncülüğü ile olur.

      Silahlı Kuvvetlerde etik/ahlaki değerler çok önemlidir. Etik/ahlaki değerlerin içerisinde askerin ve üniformasının şerefi ve onuru her şeyin üzerindedir.

      Askerliğin şerefi, toplumun yaşam ve güvenliği için hayati sorumluluğa sahip olunmasından gelmektedir.

      Askerlikte güven ve itimat ilişkisi de çok önemlidir. Bu ilişki ise üç boyutludur.Bunlar:

      – Toplumun güven ve itimadına sahip olma.

      – Sivil ve askerî liderlerin güven ve itimadına sahip olma.

      – Ast rütbeli personelin güven ve itimadına sahip olma.

      Elbette bunların içinde en önemli olanı, askerliğin toplumun güveni ve itimadı üzerine inşa edilmesidir.

      Toplumun bu mesleği icra edenlerin bilgisine ve uygulamalarına güven ve itimat duyması hayatidir. Aslında bir kurumun güvenilirliği, güvene layık oluşu; kurumun sorumluluğu ile etkinliğine ilişkin değerlendirmelere dayanır. Silahlı kuvvetlerin halkın vergisiyle oluşturulduğu da unutulmamalıdır.

      Türk Silahlı Kuvvetleri yapılan anketlerde, her zaman en güvenilir kurum olarak başta yer almaktadır. Bu sonuç nasıl oluşmaktadır? Söz konusu sarsılmaz güven duygusunun nedenlerini ulusumuzun tarih içerisinde şekillenen kolektif belleğinde bulabilirsiniz. Türk Silahlı Kuvvetleri, ulusumuzun güvenine mazhar olmuştur çünkü ülkemizin riskler ve fırsatlarla dolu jeopolitiğinde hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak güvenliği sağlamaktadır. Aynı zamanda, Türk Silahlı Kuvvetleri hızla dönüşen sosyal, ekonomik ve siyasal yapının toplumda yarattığı güven arayışına da cevap verebilmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri “millete hizmet etmek” ortak amacı için vardır.

      Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,

      Bu noktada, Türk Silahlı Kuvvetlerinin toplum nezdindeki itibarını ve güvenilirliğini sarsmayı amaçlayan iki ön yargılı yaklaşıma dikkat çekmek istiyorum.

      Bu arada, MONTESQUEI’nun “Kanunların Ruhu Üzerine” adlı başyapıtının ön sözünde, ön yargıyı: “Bazı şeyleri bilmemek değil, kendi kendini bilmemek” şeklinde tanımladığını da hatırlatmak isterim.

      Bahsettiğim önyargılı yaklaşımlardan birincisi, demokratlık kisvesi altında Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratmak amacıyla Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı sistematik muhalefet yapılması demokrasimizi geliştirmeyecektir. Bu çoğulculukla ifade edilebilecek veya açıklanabilecek bir husus değildir. Aynı şekilde Silahlı Kuvvetleri, demokrasinin gelişmesinde, çoğulculuğun toplumsal bir boyut kazanmasında engelleyici bir kurum olarak göstermek de yanlıştır.

      İkincisi ise, toplumumuzun özellikle mütedeyyin kesimlerini etkilemek amacıyla Türk Silahlı Kuvvetlerini din karşıtı olarak gösteren kötü niyetli propaganda kampanyalarıdır. Ancak, toplumumuzun mütedeyyin kesimleri bu propagandaya itibar etmemektedir. Ordusunu sevmekte ve güvenmektedir. Çünkü bu asker, Türk milletinin bizatihi kendisidir. Aynı hassasiyetlere sahiptir. Kim ne derse desin, Türk milletinin ordusu halktır, halktandır, halk içindir.

      Sivil-asker ilişkileri kapsamında sivil ve askerî liderler arasındaki güven ve itimat da büyük öneme sahiptir.

      Her ülkede karar mekanizmalarının nasıl işleyeceği, asker ve sivil arasındaki yetki ve sorumlulukların nasıl paylaşılacağı, o ülkelerin anayasa ve yasalarında belirtildiği şekilde olmaktadır. Bu hususta, siyasal ve kurumsal kültür, güvenlik ortamı ve toplumsal algı da belirleyici özelliğe sahiptir. Bu nedenle, sivil-asker ilişkileri, ülkelerin kendine özgü şartları dikkate alınarak incelenmelidir.

      Eliot COHEN, sivil ve asker ilişkilerini eşit olmayanlar arasındaki bir diyalog olarak tanımlamaktadır.2 Bu ilişkide elbette sivil liderler gerçek güce, otoriteye sahiptir. Ancak sivil otoritenin askerî konulara müdahalesinde, tespit edilmiş katı prensiplerden ziyade sağduyulu davranışlar öne çıkmalıdır. Tabi, COHEN’i bu noktaya getiren düşünce de askerlik mesleğinin, profesyonel bir meslek oluşundan ileri gelmektedir.

      Sivil-asker ilişkisi, elbette yasalarla çizilen sınırlar içinde, karşılıklı samimiyete, güven ve itimada ve askerlik mesleğinin profesyonel niteliğine saygı gösterilmesine dayandırılmalıdır.

      Yine HUNTINGTON’a göre, silahlı kuvvetler üzerinde sivil otoriteye en sağlıklı ve en etkin kontrolü sağlayan norm, “objektif kontrol”dur.3 Objektif kontrol ise, askerlik mesleğinin profesyonel yeteneğinin artırılması ve askerlerin politikadan uzaklaştırılması ile sağlanır. Bunun doğal neticesi olarak da askerlere kendisini organize etme ve görevlerini yürütme açısından önemli boyutta otonomi verilmelidir. Elbette bu otonominin boyutları yasalarla belirlenmelidir. Ancak bu durum, kurumun gizlilik ihtiyaçları gözetilirken kurumun saydam olmasına da engel teşkil etmemelidir.

      Günümüzde ast rütbeli personelin güven ve itimadına sahip olma hususu daha fazla önem kazanmıştır. Bunun için üstlerin astları ile çok iyi iletişim içinde olmaları, karar öncesi onların düşünce ve tekliflerini dinlemeleri ve uygun olan hususları dikkate almaları zorunludur. Silahlı Kuvvetlerde üstler, astlarının güven ve itimadına zarar verebilecek davranışlarda bulunmamaya özen göstermelidirler.

      Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,

      Sivil-asker ilişkilerinde, askerî liderlerin sorumlulukları çok önemlidir.

      HUNTINGTON’a göre askerî liderlerin üç temel sorumluluğu vardır.4 Bunlar:

      – Devlet yapılanması içinde, askerî güvenlik ihtiyaçlarının tespit edilmesi ve ilgili makamlara iletilmesi,

      – Yine güvenliği ilgilendiren konularda, muhtemel hareket tarzlarının askerî açıdan incelenerek, karar mekanizmasındaki yetkili siyasi makamlara tekliflerde bulunulması, danışmanlık yapılması,

      – Yetkili siyasi makamlar tarafından alınan kararların icra edilmesidir.

      Güvenliğe ilişkin ihtiyaçların tespitinin, bu konuda öğretim, eğitim görmüş ve tecrübeye sahip askerler tarafından yapılması doğaldır.

      Güvenliği ilgilendiren konularda danışmanlık yapılması hususuna gelince, bazen bu konu üzerinde doğru olmayan değerlendirmeler de yapılmaktadır. Denilmektedir ki: “Askerler konuyla ilgili tekliflerini yaparlar ve görevleri burada biter.” Bu görüş, pek doğru değildir. 2003’teki İkinci Irak Savaşı süresince ABD’de yaşanan sivil-asker ilişkileri bu konuda son derece öğreticidir. Askerlerin profesyonel öneri ve kaygılarının sivil otorite tarafından dikkate alınmaması halinde yaşanabilecek olumsuzluklar Irak Savaşı ve sonrasında görülmüştür.

      Nitekim bu durum, Irak Çalışma Grubunun 2006 yılında hazırlamış olduğu raporda dile getirilmiştir:

      “Askerler, samimi olarak profesyonel tavsiyelerini yaparlarken, şu anlayışa da sahiptirler. Yaptıkları tavsiyeler, teklifler dinlenecek ve değer verilecektir.”5

      Sivil-asker ilişkilerinde bu husus, ilişkilerin sağlıklı yürütülmesi için önemlidir.

      Buna rağmen denilebilir ki, karar siyasi makamlara aittir. Elbette bu husus doğrudur. Ancak, samimi, gerçekçi, profesyonel tavsiyelerin dikkate alınmaması durumunda, ortaya çıkacak olumsuz sonuçların sorumluluğu da büyük ölçüde karar verici durumundaki siyasi makamlara aittir.

      Türk Silahlı Kuvvetlerinde sivil-asker ilişkilerinde sorumluluğa haiz askerî liderler konusuna gelince; Genelkurmay Başkanı Anayasanın 117’nci Maddesine göre; Silahlı Kuvvetlerin Komutanıdır. Dolayısıyla, sivil-asker ilişkilerinin yürütülmesinde yetkili ve sorumlu makam Genelkurmay Başkanıdır. Genelkurmay Başkanının, biraz önce ifade edilen üç temel sorumluluğunu yerine getirmesini ve sivil-asker ilişkilerini yürütmesini, politik ve siyasal hareketler olarak değerlendirmek doğru değildir. Tersine bu bir zorunluluktur ve işin özüne tartışmasız bir biçimde de uygundur. Bu faaliyetler bütün ülkelerdeki en üst askerî makamlar tarafından da yapıla gelmektedir. Genelkurmay Başkanı bu görev ve sorumluluğunu, ilgili makamlara yapacağı görüşmeler ve toplantılar vasıtasıyla yerine getirir. Gerekli hallerde de Silahlı Kuvvetlerin görüşlerini de kamuoyu ile paylaşır.

      Türkiye’de sivil-asker ilişkilerinin yürütüldüğü diğer anayasal platform da Millî Güvenlik Kuruludur. Millî Güvenlik Kurulunun asker üyeleri, kurul üyesi olarak görev ve sorumluluklarını, bu anayasal platformda serbest olarak yerine getirirler. Anayasal bir kurum olan Millî Güvenlik Kurulunun gerekliliğini, yetki ve sorumluluklarını sorgulayanlara ilgili yasaları bir kere daha dikkatle okumalarını öneririm. Ayrıca, bu konuda, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı OBAMA’nın Millî Güvenlik Danışmanı (E) Org. J. JONES’ın Washington Post’ta çıkan yazısı ve Münih Güvenlik Konferansında yaptığı konuşmanın metni de son derece yararlı olabilir.

      Askerlik mesleği, bir profesyonel meslek olarak, mesleğin temel etik/ahlaki değerlerini korurken, yeni ihtiyaçlara ve farklı koşullara uyabilme niteliğine de sahip olmak zorundadır.

      Elbette dün olduğu gibi, bugün de Türk Silahlı Kuvvetleri vazifesini Anayasa’da ifade edilen Cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı olarak yürütmeye devam edecektir. Demokrasi, laiklik, sosyal ve hukuk devleti olmak, bunlar vazgeçilmez unsurlardır.

      21’inci yüzyılın şartlarına ve ihtiyaçlarına Silahlı Kuvvetlerin daha etkinlikle cevap verebilmesi için üzerinde önemle durulması gereken bazı hususlar şunlar olabilir:

      – Silahlı Kuvvetlerdeki bütün personelin sahip olması gereken; dürüstlük, sadakat, disiplin, cesaret, sorgulama ile anlama gücü ve fiziki uygun şartlara her zaman sahip olunması gibi nitelikler bugün de önemini korumaktadır.

      – Bugün, Silahlı Kuvvetlerin genel faaliyetlerinde üç temel husus daha da önem kazanmakta ve öne çıkmaktadır. Bunlar; açıklık, sonuçlara odaklanma ve sorumluluklardır.

      – Açıklık; iş birliğini, ilişkilerde dürüstlüğü ve karşılıklı güven ve itimadı zorunlu kılmaktadır.

      Sonuçlara odaklanma ise; yaratıcılığa, inisiyatif tanımaya ve açık ve net olmaya bağlıdır.

      Sorumluluk ise; sorumluluğu devretmeden görev ve yetkilerin verilmesini ve görevlerin yerine getirilmesine fazla müdahale edilmemesini içermektedir.

      – Günümüzün şartları ve ihtiyaçları Silahlı Kuvvetlerin önemini azaltmamaktadır. Aksine, günümüzün şartları Silahlı Kuvvetlerin millî gücün diğer unsurları ile koordineli ve iş birliği içinde ve kapsamlı bir strateji kapsamında kullanılması konseptinin önemini giderek artırmıştır.

      Bu konsepte bugün; “Gayret Birliği” denilmektedir. Bu husus ise askerî liderlerin bilgi alanının daha da genişlemesini zorunlu kılmaktadır.

      ABD Başkanı John F.KENNEDY, bir konuşmasında bu konuya şu şekilde açıklık getirmektedir:

      “Siz, profesyonel askerler strateji, taktik ve lojistik konuları mutlaka bilmelisiniz. Bunun yanında ekonomi, siyaset, diplomasi ve tarihi de bilmelisiniz. Askerî güç ile ilgili her şeyi bilmelisiniz, bunun yanında askerî gücün limitlerini de bilmelisiniz. Günümüzdeki sorunların, yalnız tek başına askerî güçle tam olarak ortadan kaldırılmayacağını da anlamalısınız.”6

      Sivil-asker ilişkisine bu şekilde değindikten sonra, Anayasa’nın 5’inci Maddesinde yer alan; devletin temel amaç ve görevlerine bakmakta yarar var. Bu madde, devletin temel amaç ve görevlerini:

      – Türk milletinin bağımsızlığını, bütünlüğünü,

      – Ülkenin bölünmezliğini,

      – Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak

      – Ve kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak şeklinde belirtmektedir.

      Anayasa’nın 5’inci Maddesinde yer alan amaç ve görevler çerçevesinde, özellikle güvenlik boyutu çerçevesinde, konuşmamın bundan sonraki bölümlerinde ise, terör, terörle mücadele ve bölücü terör örgütü ile mücadele konusu ile demokrasi ve laiklik konularına değinmeye çalışacağım.

      Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,

      Türkiye, 1970’lerin başından itibaren değişik ideoloji ve amaçlara sahip terör örgütleri ile mücadele etmektedir. Şüphesiz ki; bu terör örgütleri içerisinde ülkemize en fazla zararı veren PKK Bölücü Terör Örgütüdür. Yaklaşık 30 yıldır, Bölücü Terör Örgütü halkımızı hedef alarak, ulus-devlet ve üniter-devlet yapımızı ve demokrasimizi tehdit etmektedir. Bölücü Terör Örgütü, nihai amacını gerçekleştirmek için terörü, etnik bir çatışmaya dönüştürmeye ve etnik çatışmaymış gibi takdim etmeye çabalamaktadır. Ancak, bunu başaramamıştır.

      Bölücü Terör Örgütü bugün, faaliyetlerini etnik bir temel üzerinde yürütmeye çalışmaktadır. Etnik çatışma ile bir terör örgütünün faaliyetlerini etnik bir temel üzerinde yürütmeye çalışması aynı şey değildir.

      Peki, bugün yaşananlar, Bölücü Terör Örgütü ve destekçilerinin iddia ettiği gibi “etnik çatışma” olarak tanımlanabilir mi? Terör ve terörle mücadelenin karmaşıklığının ana nedenlerinden biri de işte bu kavram karmaşasıdır.

      Bir yandan, sorunun karmaşıklığı ve kavramların henüz yeterince oturmamış olması, öte yandan da konunun kasıtlı olarak saptırılması, kavram karmaşasına neden olmaktadır. Bunu önlemek için güncel kavramlar olan; etnik çatışma, asimilasyon, entegrasyon, millet, ulus-devlet, kültürel kimlikler ve kültürel özgürlükler kavramlarına açıklık getirmeye çalışacağım.

      Bölücü Terör Örgütünün kuruluşunda, Örgüte hâkim olan ideoloji, öncelikli olarak sınıf temelli ve ikincil olarak etnik referanslı, Marksist-Leninst bir ideolojiydi. Örgüt, 1994’ten sonra, Marksist-Leninst ideolojiyi gittikçe geri plana iterken, etnik kimliği ön plana çıkarmıştır. Örgütü bu değişime zorlayan, Soğuk Savaş sonrası döneminin konjonktürel gelişmeleri olmuştur. Soğuk Savaş sonrasında Bölücü Terör Örgütünün benimsediği ideoloji/birincil kimlik geçerliliğini yitirince Örgüt, bütün vurgusunu etnik kimlik üzerine yapmaya başladı. Böylece, terör ve şiddeti kullanarak bir yandan Kürt kökenli vatandaşlarımız üzerinde sosyal kontrol sağlamayı, bir yandan da yeknesak bir etnik kimlik inşası gerçekleştirmeyi amaçladı.

      Bu strateji değişikliğine rağmen Örgüt, uyguladığı terör ve şiddetle sorunu etnik bir çatışmaya dönüştüremedi. Bu konuyu akademik bir açıdan değerlendirmek istediğimizde, bu alandaki çalışmalarıyla tanınan Sammy SMOOHA ve Theodor HANF’ın, bir ülkenin etnik veya diğer nedenlerle ciddi boyutlarda ayrışmasına ilişkin ifadelerine bakmak yardımcı olabilir.

      Onlara göre, bir ülkede ciddi boyutlarda etnik çatışmanın olabilmesi için, ülkede şu ayrışmaların olması gerekir7:

      – Gruplar arası büyük kültürel farklılıklar,

      – Bürokratik kuruluşlarda ve sosyal yapılanmalarda bölünmeler,

      – Özellikle siyasal haklarda eşitsizlikler veya diğer tarafa verilen öncelikler

      – Ve ülkenin ana konularında farklı görüşler.

      Şimdi, Türkiye’deki durumu, ortaya konulan bu faktörler çerçevesinde inceleyelim:

      Yüzyıllardan beri, Osmanlı topraklarında yaşayan muhtelif gruplar arasında bir kültür alış verişi yaşanmıştır. Anadolu coğrafyası, çok hareketli bir sosyal, ekonomik ve kültürel karakteristiğe sahiptir. Bu dinamik coğrafyada yüzyıllardır süregelen sosyal, ekonomik ve kültürel etkileşimlerimiz sonucunda farklılıklarımız törpülenirken, ortak paydalarımız ve değerlerimiz artmıştır. Burada bir bütünleşme ve benzeşme söz konusudur. Dolayısıyla kültürel yaşamımızda farklılıklardan ziyade, ortak noktaların daha çok olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

      Yapılanmalarda ve kuruluşlarda ayrımcılık yapıldığını ileri sürmek de yine büyük bir haksızlık olur. Ne Osmanlı İmparatorluğu döneminde ne de Cumhuriyet döneminde hiçbir kurumumuz etnik temelde yapılandırılmamıştır.

      MONTESQUEI, Cumhuriyetin temel niteliklerinden birisini şöyle ifade etmektedir: “Eğer Cumhuriyette erdem; yasa sevgisi, topluluğa bağlılık ise ve çağdaş bir deyimle vatanseverlik ise, bu son çözümlemede eşitlik anlayışına ulaşır. Cumhuriyet insanların toplulukla ve topluluk içinde yaşadıkları, kendilerini vatandaş hissettikleri bir rejimdir, bu onların kendilerini birbiriyle eşit hissetmeleri ve eşit olmaları anlamına gelir.”8 MONTESQUEI’nun bu düşüncesinin aksini düşünmek ve Türkiye’de aksinin yaşandığını iddia etmek doğru değildir.

      Türk Silahlı Kuvvetleri de bu konuda emsalsiz bir örnektir. Her Türk vatandaşı, hiçbir fark gözetilmeksizin Türk Silahlı Kuvvetlerinde Anayasal görev ve hak olan askerlik hizmetini eşit şekilde yerine getirmektedir. Bölücü Terör Örgütüne karşı sürdürdüğümüz mücadelede, şehitlik ve gazilik mertebesine ulaşmış kahramanlarımız arasında çok sayıda Kürt ve Zaza kökenli vatan evladı vardır.

      Türk Silahlı Kuvvetlerinin yapısına baktığımız zaman, Edirne’den Hakkari’ye kadar vatanın her köşesinden gelen subay, astsubay, uzman çavuş, er ve erbaşlar ile sivil memurları görebilirsiniz. Türk Silahlı Kuvvetleri için, milletimizin bütün bireyleri, hiçbir fark gözetilmeksizin, çok değerlidir. Bizim ordu yapımızın sağlam oluşunun, millî ordu oluşumuzun temel nedeni budur.

      Diğer bir faktör olan siyasal eşitlik konusuna gelince, hiçbir siyasal hak ve görev etnik temelde tanzim edilmemiştir. Birinci Meclis’ten beri, Türk siyasal hayatında tüm vatandaşlarımız, etnik köken ve dinî inanç ayrımı yapılmaksızın eşit siyasal, sosyal hak ve yükümlülüklere sahip olmuştur.

      Etnik köken farkına bakılmaksızın her vatandaşımız kanun önünde eşittir. Siyasal alanda bireysel haklarını eşit olarak kullanabilmektedir. Serbest piyasa kurallarının sağladığı fırsat alanlarından faydalanabilmektedirler. Cumhuriyetimizin her bir yurttaşı, giderek daha da güçlenen bir demokrasi, dinamik serbest piyasa ekonomisi ve geniş sosyal devlet hizmetlerinden faydalanabilirken, Türkiye’de bir etnik ayrışmadan söz etmek mümkün değildir.

      Chaim KAUFMANN’ın da belirttiği gibi, etnik çatışma ortamlarında etnik grupların güvenlik kaygıları, onları göç yoluyla homojen yaşama alanlarına yönlendirmektedir.9 Balkanlarda, Kafkaslarda, Irak’ta ve Lübnan’da yaşananlar bu durumun birer örneğidir. Türkiye’de ise tam tersi bir durum söz konusudur. Ülkemizde farklı etnik kökenli vatandaşlarımız arasında ayrık ve homojen yaşam alanları oluşmamıştır. Kürt kökenli vatandaşlarımızın bir kısmı ülkemizin batı illerine göç etmiştir. Bu durum, ülkede sorunun nasıl algılandığını göstermektedir. Eğer etnik bir çatışma olsaydı, ne Kürt kökenli vatandaşlarımız batı illerine göç edebilirdi ne de göç alan bölgelerdeki halk bu göçü kolayca kabullenirdi.

      Prof. Dr. Metin HEPER, etnik çatışmalar konusunda daha önce ortaya konulan kuramsal modeli, üç safhada özetlemekte ve bu safhaları Türkiye özelinde değerlendirmektedir. Bu safhalar10:

      – Devletin belirli bazı etnik unsurları zorla asimile etme çabaları,

      – Bu unsurların bu çabalara direnmesi,

      – Devletin bu unsurların çabalarını bastırması ve asimilasyon çabalarını yoğunlaştırması.

      Devlet, Cumhuriyetin ilk yıllarında meydana gelen isyanlar nedeniyle alt/ikincil kültürel kimliklerin üst/ortak birincil kimliğin önüne geçmesi ihtimaline karşı elbette bazı tedbirler almıştır. Alınan bu tedbirleri asimilasyon politikası olarak değerlendirmek doğru değildir. Bu tedbirler, ulus-devlet inşası sürecinde gerekli görülen bir takım uygulamalardır. Fakat bu uygulamalarla homojen etnik bir yapı inşa etmek amaçlanmamıştır.

      Örneğin, Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan zorunlu iskân politikaları bazıları tarafından yanlış değerlendirilmektedir. Eğer devlet asimilasyon politikası uygulamış olsaydı, 1928 yılında, Meclisin çıkardığı bir yasa ile batıya göç ettirilen birçok kişinin, ki aralarında isyancı liderler de vardı, geri dönmelerine izin verilmesini nasıl izah edebilirsiniz? Bu uygulamalar, sistematik asimilasyon amacı güden göç politikaları değildir. Tam tersine bu uygulamalar isyancı liderleri kapsayan, dar kapsamlı, kanun ile hukuki meşruiyeti sağlamış ve göç ettirilenleri ekonomik olarak mağdur etmeksizin yerine getirilmiştir.

      Ayrıca, Prof.Dr. Metin HEPER’in de belirttiği üzere, anılan üç aşamalı etnik çatışma modeli Türkiye için geçerli ise, 1938-1984 yılları arasındaki huzur ve barış ortamını nasıl izah edebilirsiniz? Dolayısıyla bu model, Türkiye için geçerli değildir. Gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse Cumhuriyet döneminde, Kürt kökenli vatandaşlarımıza devletçe sistematik asimilasyon politikası uygulanmamıştır.

      Asimilasyon olmadığına göre özellikle Cumhuriyet döneminde, 1938 yılına kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde meydana gelen isyanların nedenleri nedir?

      Bu aslında, bugünü anlamak için de üzerinde iyi düşünülmesi gereken yerinde ve doğru bir sorudur. Konuyla ilgili uzmanların ve akademisyenlerin üzerinde mutabık kaldığı bazı nedenler şunlardır:

      – Cumhuriyetin başlattığı modernleşme ve merkezîleşmenin doğal bir sonucu olarak, merkezî bir yönetim biçimine karşı yerel tepkiler,

      – Laik devlet düzenine geçişin başlaması ve bu değişikliklerin bölgedeki yerel dinî liderlerin ve şeyhlerin otoritesine olumsuz etki yapması,

      – Dış dinamikler ve kışkırtmalar,

      – Bölgenin geri kalmışlığı,

      – Devletin bazı memurlarının bölge halkına zaman zaman kötü muamelede bulunması.

      Sonuç olarak, esas itibarıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan ayaklanmalar etnik temelli değildir.

      Türkiye, bazılarının görmek istediği gibi, etnik farklılıkları nedeniyle ayrışmış bir ülke değildir. Vatandaşlarımızın güçlü ve derin bir ortak geçmişi ve umutlu bir geleceği paylaştığını görmekteyiz.

      Türk milletinin, bir bütün olarak ülkenin ana ulusal konulara bakışında da büyük farklılıklar yoktur.

      2006 yılında yapılan KONDA Toplumsal Yapı Araştırmasında:

      “Vatandaşlıktan ne anlıyorsunuz? Vatandaş olmak için sizce en önemli olan husus nedir?” sorusuna, araştırmaya katılanların %82’sinin cevabı şu olmuştur: “Türkiye’yi seviyor olmak.”

      “Kimliklerinizi özgür bir şekilde ve huzur duyarak yaşayabiliyor musunuz?” sorusuna ise katılanların yine %82’sinin cevabı “Evet” olmuştur.

      Bu araştırmaya ilaveten, 2008 yılında yapılan ancak sonuçları henüz kamuoyuna açıklanmayan bir başka araştırma da bu sonuçları teyit etmiştir.

      Anadili Kürtçe/Zazaca olan vatandaşlarımıza yöneltilen: “İmkanınız olsa hangi ülkede yaşamak istersiniz?” sorusuna, katılanların %88’i cevap olarak: “Türkiye’de” cevabını vermiştir.

      Anadili Kürtçe/Zazaca olan vatandaşlarımıza yöneltilen: “Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğünün ulusal simgeleri olan İstiklal Marşı ve bayrak ile ilgili” sorulan sorulara, katılanlardan %90’ının üzerinde olumlu yanıtlar alınmıştır.

      Bütün bu değerlendirmeler, Türkiye’de etnik bir çatışmanın hiçbir zaman yaşanmadığını ve yaşanmayacağını da göstermektedir.

      Bir ülkenin etnik çatışmaya sürüklenmesi, ülke sathında kardeş kavgasına sürüklenmesi demektir.

      Çeşitli iç ve dış çevrelerin, mevcut duruma uluslararası bir boyut da kazandırarak, Türkiye’ye yönelik böyle düşünceleri olabilir. Bu çerçevede, herkes bu tip oyunlara karşı çok dikkatli ve sorumlu davranmak zorundadır.

      Değerli Konuklar ve Silah Arkadaşlarım,

      Yeri gelmişken Türk Devrimi ve Modernleşmesi nedir? Neyi içerir? Bu konulara ilişkin bazı tespitlerimi de sizlerle paylaşmak istiyorum.

      Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bir devrimdir. Devrimin amacı ise bir ulus- devletin yaratılmasıdır. Bu düşünceden hareket ederek ATATÜRK, Türk milletini şu şekilde tanımlamıştır:

      “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türkiye halkına, Türk milleti denir.”

      “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kimdir?” Cevap, Türkiye halkıdır. Görüldüğü gibi buradaki halk ifadesi, sınırları çizilen bir coğrafyada – ki burası Türkiye’dir – yaşayan halkın bütününü, yani hiçbir dinî ve etnik ayrım yapılmaksızın, Türkiye halkını işaret etmektedir.

      Aynı ülkü etrafında toplanmış ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkının, siyasal ve sosyolojik bir olgu etrafında kendi rızası ile birleşmesiyle bir milletin oluşacağı ve bu millete ise Türk milleti denileceği, ATATÜRK’ün “Türk milleti” tanımında açıkça yer almaktadır.

      ATATÜRK’ün veciz söyleminde, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşatılması ülkü birliğini temsil etmekte olup, bu görev Türk milletine verilmiştir.

      Bu tanımda da görüleceği gibi, “Türk milleti” tanımlamasındaki “Türk” sözcüğü bir sıfat olarak değil, değişik unsurların hepsine verilen ortak bir isim olarak kullanılmıştır.

      Aynı şekilde kullanımı, diğer ülkelerde de görmek mümkündür.

      Bütün bunlara rağmen bu bütünleyici tanıma ve kavrama, özellikle etnik yüklemeler yapmak, bu kavrama sanal anlamlar vermekten başka bir şey değildir.

      Şimdi yeri gelmişken kendimize şu soruları sormamız uygun olur:

      “Bu ulus-devlet yapısının ortak değeri ne olacaktır?”

      “21’inci yüzyılda ulus-devlet yapısı hangi temel esasa dayanmalıdır?”

      Ulus-devlet yapısının ortak değerleri aslında Anayasanın 5’inci Maddesinde açıkça yer almaktadır. Yine hatırlamamız gerekirse bu değerler:

      – Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak,

      – Kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamaktır.

      “Ulus-devlet yapısı hangi temel esasa dayanmalıdır?” sorusunun cevabı çok açıktır: Vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik anlayışıyla. Burada ABD Başkanı OBAMA’nın Türkiye ziyareti esnasında yaptığı konuşmalardaki bazı bölümleri hatırlatmakta yarar görüyorum:

      “Biz aynı zamanda farklı kökenlerden, ırklardan ve dinlerden gelen, ancak ortak idealler etrafında birleşen bir milletiz.”

      “Amerika Birleşik Devletleri’nin en güçlü yanlarından biri, bizim son derece büyük bir Hıristiyan nüfusa sahip olmamıza rağmen, kendimizi bir Hıristiyan, bir Yahudi, bir Müslüman ulus olarak görmememizdir. Biz kendimizi idealler ve değerlerin birbirine bağladığı vatandaşların oluşturduğu bir ulus olarak görüyoruz. Zannederim, modern Türkiye de benzer birtakım prensipler üzerine kuruldu.”

      OBAMA’nın bu sözlerinin, ulus-devletin ne olduğunu ve ulus-devletlerin bugün için de geçerliliğini koruduğunu anlamayanlara veya anlamak istemeyenlere iyi bir cevap teşkil ettiğine inanıyorum.

      Vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik ırk ve din farkı gözetmeksizin, ortak kimlik/üst kimlik etrafında her vatandaşı “Türk” saymaktır, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı saymaktır.

      Kültürel kimlik ise bir bireyin toplumsal ilişkiler ağı içinde kendisini tanımlayabileceğine inandığı özgül kimlik özellikleridir. Kişi toplumsal kimliğini üst/ortak bir kimlik olarak benimseyecek ve kabul edecek, bireysel kültürel kimliğini ise ikincil kimlik olarak ifade edebilecektir.

      Vatandaşlığa dayalı milliyetçilik bu anlamda, Türkiye halkını oluşturan değişik dinî ve etnik farklılıklara sahip vatandaşların, topluma entegre edilmesini/olmasını gerektirir.

      Entegrasyon, kişilerin, aidiyet duygusu hissettikleri ikincil kültürel kimliklerini engellemeden, üst/ortak Türk kimliklerini muhafaza etmelerini sağlamaktır. Entegrasyon, farklılıkları kabullenmek, ancak farklı olanların uyum içinde yaşamalarını sağlamaktır.

      Entegrasyon elbette sadece, kimlikler üzerine dayandırılmamalıdır. Asırlarca kader birliği yaptığımız, kederde ve sevinçte ortak olduğumuz bireylerle ortak bir gelecek tasavvurumuz ve ortak değerlerimiz, bizleri birbirimize bağlayacak en büyük neden olmalıdır. İmparatorluğun çöküşüne şahit olmuş Cumhuriyetin kurucu kadroları, İmparatorluğun son iki yüz yıllık acılı tarihinden de etkilenmiştir. Ancak Cumhuriyeti, acılardan beslenmiş intikamcı bir hafıza üzerine kurmamışlardır. Cumhuriyeti ve ulus-devleti kuranlar, etnik veya dinî referanslı bir milliyetçilik anlayışı benimsememişlerdir.

      Burada karşı karşıya kalınan diğer bir soru da şudur: İkincil kültürel kimlikler doğrudan doğruya mı tanınacaktır yoksa sadece bireysel seviyede ikincil kültürel özgürlüklerin önünün açılması yeterli midir?

      Modern ulus-devlet anlayışı ve liberal demokrasi, bireysel özgürlüklerin önünü kapatmaz. Aksine modern ulus-devlet, bireysel kültürel özgürlükleri genişletir, kalitesini artırır. Kültürel alanda bireysel özgürlüklerin önünün açılması, etnik kimliği güçlendirecek bir unsur olarak değil, aksine vatandaşların bireysel özgürlük alanını, yaşam kalitesini ve ülkelerine olan sadakatlerini güçlendirici bir unsur olarak görülmelidir.

      Çağdaş demokratik toplumlarda, üst/ortak kimliğin dışında, kültürel ikincil kimlik özelliklerinin de dile getirilmesi ve yaşanması mümkündür. Önemli olan kültürel ikincil kimliklerin, bizi bir arada tutan üst/ortak kimliğin önüne geçerek, onu parçalayan egemen bir kimlik haline dönüştürülmemesidir.

      Aynı durum diğer ulus-devletler için de geçerlidir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde, Latin Amerikalılara Devlet resmî söylemlerinde “Latin Amerikalı” olarak değil, “Amerikalı” olarak hitap etmektedir. Aksi şekilde hitap etmek, ikincil kültürel kimliklerin üst/ortak kimliğe dönüşmesini kabul etmek demektir. Amerika Birleşik Devletleri’nde federatif “birleşik devletler” tanımı, üst/ortak kimliğin dışında bir hâkimiyet alanına izin vermemektedir.

      Etnik kimliğin siyasallaştırılması, başka bir ifadeyle siyasal temsil aracı olması, toplumsal siyasal kimlik unsuru haline getirilmesi ise, devletle olan siyaset ilişkisinin etnik kimlik üzerinden yapılması demektir. Bu durum ise üst/ortak kimliğin tartışmaya açılması anlamına gelmektedir. Lübnan, Irak ve Balkanlarda hüküm süren istikrarsızlık ve şiddet sarmalı, etnik kimliğin siyasallaştırılmasının ve bir ortak kimlik yaratılamamasının sonucunda yaşanabilecekler için bir örnek teşkil etmektedir.

      Netice olarak şunu söyleyebiliriz:

      – İkincil kimlikler ancak ikincil kültürel kimlik şeklinde bireysel seviyede yaşanabilir, geliştirilebilir ve korunabilir. Bunu kültürel bir zenginlik olarak görüyoruz. Bireysel özgürlüklerin sınırının, azınlık ve grup hakları ile kesişmesine, yeni azınlıklar ve üst-kimlikler yaratılmasına izin veremeyiz. Tarihsel hafızamız, ulusumuzun mutlu ve müreffeh geleceği ve anayasal düzenimizin korunması bunu gerektirmektedir.

      – İkincil kültürel kimliklerin anayasal ve yasal çerçevede tanınması – ki bu grup hakkı olarak tanınması – anlamına gelir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, ulus-devlet ve üniter-devlet yapısı içinde bu mümkün değildir.

      Devlet, ulus-devletin güçlendirilmesi amacıyla, aldığı tedbirlerle ve bütün söylemleriyle vatandaşlarını, daha müreffeh, daha özgür ve daha mutlu bir hayata sahip olabileceklerine inandırmalıdır.

      Bu açıdan devletimiz, tüm yurttaşlarına olduğu gibi özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşamakta olan Kürt ve Zaza kökenli vatandaşlarımıza “daha müreffeh bir yaşam”, “fırsat eşitliğinden daha fazla yararlanabilme” ve “kendilerini her alanda geliştirebilme” imkanlarını sağlamak zorundadır. Ayrıca, bu yurttaşlarımızın “mağduriyete uğradıkları şeklindeki algılarının” düzeltilmesi ve değiştirilmesi gerekmektedir. Bu, devletin asli görevidir.

      Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına düşen görev ise sadakat içinde ülkesini ve milletini sevmektir. Unutulmamalıdır ki, Cumhuriyetin vatandaşı olmak sadece haklar değil, sorumluluklar da içerir.

      Ülkeye ve devlete duyulan sadakat çok önemlidir. Ulus-devlet olgusu, vatandaşlarının sadakatine bağlıdır. Ortak bir geleceğe sahip olma isteği ve kararlılığı, en az ortak geçmişe sahip olmak kadar

önemlidir. Vatanseverlik, sadakat için de, çok önemli bir olgudur. Ülke sevgisi üzerine bina edilen vatanseverlik, hem akıllı bir sadakat hem de duygusal bir bağlılıktır. Ülke sevgisi de akılcı ve rasyonel temeller üzerinde yükseltilmelidir. Bu açıdan tüm vatandaşların paylaşacağı ortak değerler çok önemlidir. Bu kapsamda, Cumhuriyeti ve Cumhuriyetin değerlerini sahiplenmek ile tarihî geçmişe ilgi duymak ve geçmişle bağlarını koparmamak birbiri ile çatışmamalıdır.

      Dün olduğu gibi bugün ve gelecekte de bu topraklarda, barış içinde, el ele yaşamamızın engellemesine izin verilmemelidir.

      Ancak, unutulmamalıdır ki; her konuyu tartışabilme özgürlüğü devletlerin varlığını riske sokacak, ülkeyi kutuplaşmaya, ayrışmaya ve çatışma ortamına sokacak konuları içeremez.

      Kimse Türkiye’den, ne Türkiye’nin ulus-devlet ve üniter-devlet yapısını zayıflatabilecek ne de Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddelerinin değiştirilmesi yönünde isteklerde bulunabilir.

      Türk Silahlı Kuvvetleri; ATATÜRK’ün bize emanet ettiği ulus-devlet ve üniter-devlet yapısının korunmasında taraftır ve taraf olmaya da devam edecektir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

KONUŞMANIN DEVAMI:

http://www.yenidenergenekon.com/573-genelkurmay-baskani-sayin-ilker-basbugun-konusmasi-2/

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap