559) ERGENEKUN

Yayin Tarihi 3 Mayıs, 2011 
Kategori TÜRK DÜNYASI

ERGENEKUN

image0015.jpg

 

Eski Türk yurdu ve cografyası üzerine simdiye kadar çok degisik fikirlerin ortaya atıldıgı bir gerçektir. Yani Türklerin ana yurdu meselesi çok tartısılmıs ve halâ da tartısılmaya devam ediyor. Biz de, zaman zaman çesitli yazılarımızda ve kitaplarımızda kısmen de olsa bu konu üzerinde durmaya çalıstık1. Bununla beraber eski Türk vatanı veya ana yurdu hususunda bizim görüsümüz Selenge ve Orkun Irmakları kıyıları olması gerektigi yolundadır2.

Ancak, özellikle Kök Türkçe kitabeleri göz önünde bulundurdugumuzda, bu tarihi belgelerde zikredilen Ötüken kelimesini ele alıp, neresi oldugu konusunda fikir yürütmek gerekirse, bu cografi adın çok genis bir manası oldugunu düsünüyoruz. Dolayısıyla eski Türk kaynaklarında “il tutulacak yer” olarak gösterilen3 Ötüken’in tek bir nokta olmaması lazımdır. Bizce, manası hakkında da münakasaların sürdügü Ötüken, büyük bir cografi mekanı ifade ediyordu. Ötüken meselesini bu sekilde özetledikten sonra, Türk destanlarında geçen Ergenekun’un mevkiinin neresi oldugu hususundaki soruya da geçebiliriz.

 

Tıpkı Ötüken’in yeri mevzuundaki tartısmalarda oldugu gibi, Ergenekun’un da ne anlama geldigi ve neresi oldugu yolunda farklı fikirlerin bulundugunu yukarıda belirtmistik. Eger bu destanı hatırlayacak olursak; “herseyin sahibi olan Tanrı birgün yukarıda mavi gökleri yarattı. Sonra bu muazzam uzay boslugu içerisine dünyaları yerlestirdi. Önce gögü, sonra da yagız-yeri ortaya çıkarmıstı.

Bütün bunlara ragmen eksik olan seyler vardı. Bu yaratmıs oldugu evrene öyle birsey eklemeliydi ki, hem kendisinin yarattıklarının en üstün varlıgı, hem de bu dünyanın bir anlamı olmalıydı. Böyle düsünürken kendisinden de birseyler kattıgı insanı vücuda getirdi. Ve “yukarıda mavi gök, asagıda yagız yer kılınmıs; ikisinin arasında da insan oglu yaratılmıstı”. Fakat Tanrı, insanların farklı farklı olmasını arzu etmisti. Onları çesitli ırklara, kabilelere böldü. O, insan ırklarının bu sekilde birbirlerini tanımalarını ve karısmamalarını istiyordu. Binlerce yıl geçtikten sonra insan oglu yeni yeni seyler ögrendi, başka baska özellikler kazandı. Irklar zamanla birbirlerinden tefrik edilmek için çesitli adlar almaya basladılar. İste bunlardan birisi vardı ki, o zamana kadar yaratılmıs olan hiçbir ırka, hiçbir soya benzemiyordu. Tanrı, bu ırka o vakite kadar meydana getirdigi hiçbir soyda olmayan meziyetler ve hünerler bahsetti. Bu ırk dünyanın en savasçı, en zeki, en dürüst, en güzel ahlaklı ırkıydı. Bulundugu cografyada ona korkuyla karısık bir saygı hissi vardı. Bu ırk zayıfların ve haklıların koruyucusu, zalimlerin ve haksızların düsmanıydı. O zamanlar, bahsetmis oldugumuz bu ırkın basında tıpkı kendisi gibi çok cesur, yigit ve akıllı bir kisi vardı. Herkes onun sözünü dinler, yap dedigini yapar, yapma dedigini yapmazdı. Bu kisinin adı Türk’tü. Türk “güç, kudret, erdem” demekti. Onun soyundan gelen kisiler de bu özelliklerinden dolayı o öldükten sonra, bu adı almayı uygun buldular.

 

Türk’ün yeryüzünde bu kadar sevilmesi, bu ırkın üstünlükleri yüzünden dünyada bazı ayrıcalıklara sahip olması, çevredeki toplumların ve ülkelerin bazılarının ona düsman olmasına sebep oldu. Onun bu düsmanları aralarında gizli planlar yaparak; Türk milletini birgün tuzaga düsürerek büyük bir bozguna ugrattılar. Bu korkunç baskından bir çocuk haricinde kimse kurtulmamıstı.

Düsman askerleri bu çocugu öldürmemisler, fakat kol ve bacaklarını keserek bir bataklıga atmıslardı.

Yeryüzünde olup-biten bu isleri Tanrı makamından seyrediyordu. Kendi yaratmıs oldugu, bu kutlu ırkın yok olmasına razı olmadı. Onun için bu çocugun yanına bir disi kurt gönderdi. Bu disi börü, çocuga et ve yiyecek getiriyordu. Bunlarla beslenen çocuk ölümden kurtuldu. Biraz büyüyen bu çocuk kurtla birlesti ve kurt ondan gebe kaldı. Etrafta kurt gibi yasayan bir çocugun oldugunu duyanlar, onu öldürmeye geldikleri zaman, kurt Tanrı’dan gelen buyrugu dinleyerek, çocukla birlikte yasadıkları göl kıyısının kuzeyinde bulunan bir daga kaçtı. Bu dagın içerisinde çok büyük bir magara vardı. Börü çocuga yol göstererek magaranın içerisine girdi. Ortasında otları, agaçları, nehirleri ve gölleri olan bir ova bulunuyordu. Bu ovanın genisligi onlarca km² idi. O kadar güzel bir yerdi ki, Tanrı bu Türk çocugunu adeta cennetin dünyadaki bir esi olan bu yere özellikle getirmisti. Onun burada çogalmasını, güçlenmesini ve yeniden kendi adaletini uygulamasını istiyordu. Börü burada on erkek çocuk dogurdu.

 

Bu on çocuk büyüyünce, bu dagı binbir güçlükle geçip, on tane kız kaçırarak buraya getirdiler ve burada çogaldılar. Bunlardan birisi kendisine Börülü (Asina) soyadını alarak, çadırının önüne kurt baslı bir sancak astı. Daha sonra bunların hepsinin bası oldu.

Aradan yıllar geçti, Türkler buraya sıgmaz oldular. Artık Ergenekun (Kunların çogaldıgı, ergenlestigi yer-Halkın çogaldıgı yer) adı verilen bu kutlu yurttan çıkmak gerekiyordu. Çünkü onlar yıllarca atalarından çesitli hikayeler dinlemislerdi. Yasadıkları, çogaldıkları bu yurdun dısında bir zamanlar atalarının hükmettigi çok genis ülkeler vardı. Burada durup, oturmak onlara yakısmazdı. Türk’ün yaradılısının bir gayesi bulunuyordu. O sadece ok çekip, kılıç sallayan bir kavim degildi. Tanrı onu yeryüzünde adaleti ve düzeni saglasın diye göndermisti. Dürüstlügün ve iyi ahlakın timsali olması amacıyla vazifelendirmisti. Bu görevlerini icra etmesi için yeniden dünyanın içine dalmalıydı. Fakat buna bir engel vardı. Bu genis ovadan kurtulmanın yolunu bilmiyordu. İçlerinden akıllı bir demirci çıkıp, kendisinin planı oldugunu söyledi. O, dagın bir yerinde demir madeni bulundugunu ve burayı eriterek dısarı çıkabileceklerini söylüyordu. Buna herkes yürekten sevindi. Çoluk-çocuk, yaslı-genç herkes elinden geldigince çalıstı. Kimi odun toplayıp-yıgdı, kimi körük dikti. Dagın birçok yerinde sıra sıra kömür dizildi. Yamaçların sagına soluna bir sıra odun, bir sıra kömür kondu. Dokuzyüz deve derisinden yapılan körükler çalıstı; en yaslı Türk odunları atesledi ve ellerini göge kaldırarak ulu Tanrı’ya yalvarmaya basladılar. Türkler hep bir agızdan “Tanrı Türk’ü korusun” diye bagırıyorlardı ve O’da yeryüzünün efendisi bu kavmi esirgedi. Tanrı yeryüzüne göndermis oldugu bu kavmin dualarını isitti. Demir dag eridi. Yol açıldı. Ancak onların bu günü unutmalarına imkan yoktu. Bu kutlu gün bayram ilan edildi. Hayatlarının yeniden baslangıcı, yeni yılın ilk günü olarak kabul gördü. Bütün Türk boyları yasadıkları müddetçe bu günü unutmadılar.

 

Ergenekun Bayramı’nda çesitli oyunlar, eglenceler ve spor müsabakaları düzenledikleri gibi, atalarının yeniden çogaldıkları bu yere her sene giderek kurbanlar kestiler. Buraya “Ata sini” yani “Kutlu Atalar Mezarlıgı” adını vererek, orada kurultaylar düzenlediler. Yeni yılı karsılarken, burada merasim yaptılar, hanedanlar devletin basına geçerken halkın da katıldıgı, kaganlık seçimlerini burada yaptılar”.

Her milletin mitolojik devirlerinde, böyle gerçeklerle efsanelerin birbirine karıstıgı bir dönem vardır. Dolayısıyla Türklerin tarihte yasadıgı acı ve tatlı bazı hadiseler onların beyinlerine öyle islemistir ki, bu genler vasıtasıyla günümüze kadar gelmistir. Dünyanın bütün halklarının kendilerinin türediklerini kabul ettikleri mitolojik bir yaratık mevcuttur. Türkler de kendi ataları olarak kutru kabul ederler ki, sosyologlar ve etnologlar bunun sebebini ilmi ölçüler çerçevesinde açıklamaktadırlar. Bizim asıl söylemek istedigimiz, bir destan seklinde kulaktan kulaga ve yazılı bazı kaynaklarda zikredilerek gelen bu kurt ata motifinin arkeolojik malzemeler ısıgında desteklenmedigiydi. Ama 1956 yılında Mogolistan’ın Bugut kasabasında bulunan, kurttan süt emen çocuk motifli yazıtın yanı-sıra, simdiye kadar gözden kaçtıgı biçimiyle veya bizim öyle ögrenmemizi istedikleri sekliyle, tepesinde bir ejderha motifinin oldugu söylenen Köl Tigin ve Bilge Kagan kitabelerinin üstünde açıkça kurttan süt emen çocuk figürleri yer almaktadır.

 

Yukarıda anlattıgımız destandan çıkan neticeye göre; bu Ergenekun denilen yerin daglarla çevrili, içerisinde su ve otların bol bulundugu genis bir vadi olması gerekir. Aynı zamanda kanaatimizce, bu mekan günümüzdeki Mogolistan sınırları dahilinde aranmalıdır. Yani, bu tarihi yurda Mogolistan dısında bakmak dogru degildir. Buna karsılık Çin ve İslam kaynaklarında sözü geçen ata yurda dair isaretlerin batıda ve özellikle de Turfan ile Turfan’ın batısında, daha dogrusu Issık Köl çevrelerinde gösterilmesi, Mogolistan’da anlatılan hikayelerin 6-11. yüzyıllar arasında yine Türk boyları tarafından batıya tasınmalarından kaynaklanmaktadır, diye düsünmekteyiz.

 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1993 senesinde hazırlanan ve Mogolistan’daki Türk Anıtları Projesi (MOTAP) olarak adlandırılan4 bir çalımsa kapsamında yaklasık sekiz senedir bu ülkede kazı ve restorasyon faaliyetlerinde bulunmaktadır. Biz de, devletimizin sundugu imkanlar dahilinde bu proje kapsamında, çalısma gruplarının sorumlusu olarak iki kere Mogolistan’a gitme imkanına sahip olduk. Herne kadar islerimizin yogunlugundan dolayı Mogolistan’ı pek tanıyamadıksa da, çalıstıgımız mekanlar tarihi Türk yerlesim alanları, yani _slam öncesi Asya Türk devletlerinin ana merkezleri olan Orkun Havzası idi. Orkun Vadisi veya havzası olarak bilinen bu genis bozkırlar neredeyse 11. asra kadar, Türklere baskentlik yapmıs, Türk’ün besigi olmustur.

Orkun bölgesinde dikkati çeken iki vadi vardır: Birincisi, yukarıda Orkun’un Selenge’ye karıstıgı yerden, Kara-kurum’a kadar uzanan genis bozkırdır ki, binlerce km alanı kapsayan bu vadi, Orkun ve onun kollarıyla sulanır, hayvancılıga ve sehir hayatına çok müsait bir yerdir. Zaten bugün Orkun Yazıtları veya Kök Türk Kitabeleri diye adlandırdıgımız abidelerin burada dikilmesi; basta Kara-balgasun, Kara-kurum ve Türk Hanının Balıgı gibi kent kalıntılarının mevcut olması bunu ispatlamaktadır. Buranın cografi önemi konusunda, yine daha önce bazı yazılarımızda bilgiler sunmustuk5. Kutlu Ötüken topraklarının ortalarına denk gelen bu yer, Türklerin sosyal hayatlarında vazgeçilmez bir bölge oldugu gibi, bugünkü Mogollar için de Orkun havalisi son derece mühimdir.

 

Orkun Havzasını teskil eden ikinci kısım ise, Kara-kurum’dan Orkun Nehri’nin kaynagının çıktıgı Altaylar mıntıkasına kadar uzanan alandır. Burası Orkun’un kuzeyinde kalan topraklardan daha dar bir vadiye sahiptir. Bölgenin üç tarafı yüksek sıradaglar ve ormanlarla çevrilidir. Buranın ilginç olan bir özelligi de, arazinin volkanik bir yapıda bulunmasıdır. Yani bazı yeryüzü sekilleri, dag ve tepelerin olusması birtakım volkan patlamalarıyla meydana gelmistir. Bir baska hususiyeti de, burası bir deprem sahasıdır. Herhalde vadide bir fay hattı mevcut olup, zaman zaman yer sarsıntılarının oldugunu sanıyoruz.

Bunun en büyük göstergesi, Mogolistan’ın en büyük selalesi olan Orkun çaglayanının burada olmasıdır. Söyle ki, Orkun Irmagı ve vadisi çıktıgı daglardan biraz yol aldıktan sonra söz konusu yerde birden seviye kaybetmekte, vadi neredeyse 100 metrelik bir çöküntüyle asagıya inmektedir.

 

Biraz önce anlattıgımız cografyaya ait güzellikleri göz önünde bulundurunca, insanın aklına Ergenekun acaba burası mıydı, gibi bir soru isteristemez gelmektedir. Tabi ki, bazı seyleri yazıyla anlatmak mümkün degil. Mutlaka zihinlerde canlandırabilmek için görülmesi, aklın somut bir sekilde o nesneyi algılaması sarttır.

Ergenekun Destanı’nı hatırladıgımızda, iste bu geçit vermez dagların etrafında yetmis yere, yetmis körük kondugunu ve dagın eritildigi aklımıza geliyor. Orkun Selalesi olarak adlandırdıgımız bölge, adeta lavların püskürmesi sonucunda, topragın üzeri erimis demir curuflarıyla bezenmistir. Büyük ihtimal, binlerce yıl evvel bir deprem veya volkan patlaması sonucunda burada bir tabi felaket yasanmıs da olabilir. Ya da insanların gözleriyle gördügü yamaçlardan inen lav akıntılarının, zamanla daglardaki madenlerin insanlar tarafından eritilmesi seklinde destanın içerisine de girme ihtimali vardır.

 

Bütün bu anlattıklarımızdan ayrı olarak, burayı gören herkesin hayran oldugu, özellikle biz Türklerin günümüzde bile cennetin bir parçası seklinde telakki ettigi bu yeri, neden atalarımız geçmiste öyle görmesinler ve neden burası Ergenekun diye adlandırılan ana kucagı olmasın?

 

Prof.Dr. Saadettin GÖMEÇ

 

“Ergenekun”, Orkun, Sayı 79, İstanbul 2004

1 “Ergenekun Yurdun Adı”, Meslek Hayatının 25. Yılında Prof. Dr. Abdulhalûk M.Çay, C. 1, Ankara 1998.

2 Bakınız, S.Gömeç, Kök Türk Tarihi, 2. baskı, Ankara 1999, s.1.

3 Bakınız, Köl Tigin Yazıtı, Güney tarafı, 34. satır; Bilge Kagan Yazıtı, Kuzey tarafı, 3.satır: _l tutsık yir Ötüken-Yıermis.

4 “Mogolistan’daki Türk Anıtları ve Eserleri Projesine Dair”, Orkun, Sayı 40, İstanbul 2001.

5 S.Gömeç, “Orkun”, Orkun, Sayı 46, İstanbul 2001.

orhun-nehri

 

 

Paylaş:

Yorumlar

“559) ERGENEKUN” yazisina 1 Yorum yapilmis

  1. Mevlüt Uluğtekin Yılmaz yorum tarihi 3 Mayıs, 2011 17:04

    Çok güzel!
    Emeği geçenler var olsun; hep sağ olsun!

Yorum yap