52) ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI

Yayin Tarihi 19 Mayıs, 2008 
Kategori ATATÜRK

 

Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası

180_01.jpg

 

 

Atatürk, I. Dünya Savaşı için şöyle der: “Biz Küçük Asya’da ticarî menfaatler arayan merkezî Avrupa Devletlerinin Yakındoğu ihtiraslarıyla bu savaşa sürüklendik”. İşte bu savaş, Osmanlı Devleti’nin de sonunu getirdi. 1918 Mondros Ateşkesi’nden itibaren, Osmanlı Devleti, toprak, insan ve egemenlik unsurlarını parça parça yitirdi.

1. Dünya Savaşı bittiğinde Avrupa yine uluslararası ilişkilerin merkezini oluşturuyordu. Savaşın galipleri olan İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, savaştan büyük ekonomik zarar gören Avrupa ülkeleri yaralarını sarmaya çalışıyorlardı. Almanya yenilmişti. Rusya, İhtilâl ‘in getirdiği sosyal problemler ve bunalımlarla çalkalanıyordu.

İngiltere ve Fransa, yenik devletlere, özellikle Almanya’ya bir daha savaşa cesaret edememeleri için ağır antlaşmalar imzalatmaya hazırlanıyordu. Savaşın diğer mağlubu Osmanlı Devleti üzerinde ise son yüzyıl içinde besledikleri siyasal emelleri nihayet gerçekleştirme fırsatını bulmuşlardı. Savaş sırasında imzalanan Gizli Antlaşmalar artık gün ışığına çıkmıştı.

Savaşı uluslararası ilişkilerin çözüm aracı olmaktan çıkartmayı amaçlayan Uluslar Kurumu Anayasası ise 28 Nisan 1919’da kabul edilmişti. ABD’nin bu Kurum’a katılmaması ve yalnızcılık politikasına dönmesi, bu Kurum’u daha başlangıçta zayıf düşürmüştü.

Yenik devletlerin topraklarında kurulan, Macaristan, Çekoslovakya, Yugoslavya gibi devletlerde sınır ve azınlık ihtilâfları vardı. Almanya ise ekonomik ve siyasal bakımdan çok ağır şartlarla kendisini bağlayan bir antlaşmayı kabul etmek zorunda kalmıştı.

Savaştan galip ya da mağlup çıkan tüm Devletlerde ekonomik ve siyasal krizler, işsizlik ve sosyal karışıklıklarla birleşen tüm bu çatışma unsurları dünyayı yeni bunalımlara sürükledi. İtalya ve Almanya’da aşırı sağcı partiler iş başına geçti. Radikal milliyetçilik hızla tırmandı. Rusya’da sosyalist rejim kurulmuştu. Demokrasi, yerini diktatörlüklere bırakmaya başladı.

Savaşın hemen ardından gelen 1929 ekonomik krizi ABD ve Avrupa’yı bir kez daha sarstı. Artık II. Dünya Savaşı’nın tohumları ekilmişti.

Osmanlı Devleti’nin toprakları ise işgale uğradı. Mustafa Kemal, Nutuk’ta başlangıç cümlesi olarak şöyle diyordu: “1919 senesi Mayıs’ının 19 uncu günü Samsun’a çıktım…”. İşgale ve işgale boyun eğen İstanbul Hükümeti’ne karşı verilecek “Kurtuluş Savaşı” başlamıştı…

23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan TBMM, hem ulusal egemenliğe dayalı yeni Türk Devleti’nin, hem de demokratik ve lâik bir hukuk ve yönetim sisteminin habercisiydi. Kurtuluş Savaşı ve Lozan, Mustafa Kemal’in kahraman Türk halkının tam desteğiyle gerçekleştirdiği askerî ve siyasî başarılardır.

Avrupa ve dünya yeni bunalımlara sürüklendiği sırada Lozan’ı imzalamış olan Türkiye Cumhuriyeti dış ilişkilerinde çok başarılı bir politika izledi. Yıkılmış, borçlu bir ülke yeniden imar edilirken, bir yandan da pek çok ülkeyle antlaşmalar yoluyla dostluklar kuruldu.

Atatürk’ün izlediği dış politika şu dönemlerde özetlenebilir:

1920-1923 Dönemi

Atatürk Kurtuluş Savaşı boyunca izlediği dış politikanın esaslarını 1919 Erzurum Kongresi’nde saplanıp 28 Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında kabul edilen Misâk-ı Millî’ye dayandırmıştır: Ülkenin sınırları çizilmiş, İstanbul ve Boğazların güvenliğinin sağlanacağı belirtilmiştir. Azınlık hakları, komşu ülkelerdeki Müslüman halkın da yararlanacağı “karşılıklılık” ilkesiyle ele alınırken, bağımsız devletin siyasî, adlî, malî gelişimini engelleyen bağların (kapitülasyonlar) kaldırılması ana hedef olarak tespit edilmiştir.

Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali üzerine çalışmalarına son verince Ankara’da 23 Nisan 1920’de TBMM açılırken, yeni devlet tüm kurumlarını da oluşturmaya başlamıştır. Dışişleri Bakanlığı da bu dönemde kurulmuştur.

Atatürk Kurtuluş Savaşı boyunca çeşitli ülkelerle diyalog kurmuş, savaşla dış siyaseti bir arada sürdürmüştür.

1917 Sovyet İhtilâli’yle I. Dünya Savaşı’ndan çıkan, yeni sisteminin temel ilkeleri itibarıyla Batı’yla çatışan Sovyet Rusya, Batı’yla savaşan Türkiye ile doğal bir yakınlık içine girmiştir. Atatürk, kısa dönemde Batı’ya karşı bir müttefik elde ederken, uzun dönemde Türkiye ve bazı İslâm ve Asya ülkelerinde kendi rejimini yaymayı plânlayan Sovyet Rusya’dan yardım almak amacıyla dostça ilişkiler kurdu. 1920’de göstermelik bir komünist parti kurdurdu (1922’de faaliyetine son verildi). Moskova’ya elçiler yolladı. Lenin’le mektuplaştı. Böylece Millî Mücadele boyunca Rusya’dan silâh, cephane ve nakdî yardım akışı sağlandı. 1920’de Bekir Sami Bey başkanlığında Moskova’ya gönderilen Türk Heyeti’nden bazı toprak taleplerinde bulunulması ilişkileri gerdi ise de, I. İnönü Savaşı’nın kazanılması üzerine Sovyet Rusya bu taleplerinden vazgeçti. 16 Mart 1921 ‘de imzalanan Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması ile Ruslar Misâk-ı Millî’yi tanıdılar ve Doğu Cephesi kapanarak o bölgedeki askerlerimiz Batı’ya kaydırıldı. Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerinin düzelmesi, Sovyetlerle arasını açacaktır.

2 Aralık 1920 Gümrü Antlaşması ve Ocak 1921’de I. İnönü zaferi üzerine Müttefik Devletlerin Sevres’in şartlarını yumuşatmak üzere düzenledikleri 21 Şubat 1921 Londra Konferansı ise, Türk Hükümetinin bu şartları kabul etmemesi üzerine sonuçsuz dağılmıştı.

1922-1923 Dönemi

Bu dönem Büyük Taarruz ve Lozan görüşmelerini kapsamaktadır.

Lozan’da Misâk-i Millî büyük ölçüde gerçekleştirilirken, sınırlarımız saptanmış, kapitülasyonlar kaldırılmıştır (24 Temmuz 1923). Bu Antlaşma, I. Dünya Savaşı’nın mağlupları arasında yer alan bir ulusun zafere dönüştürdüğü ve o dönemden bugüne yürürlükte olan tek antlaşmadır.

 1923-1930 Dönemi

Bu dönemde Lozan’dan kalan sorunlar ele alınmıştır. İngiltere’yle Musul, Fransa ile borçlar ve Suriye sınırı, Yunanistan’la ahali mübadelesi gibi konular, Musul hariç Türkiye’nin istediği biçimde çözülmüştür.

1055-1056 yıllarında Selçuklu Devleti’ne bağlanan Musul I. Dünya Savaşı sonuna kadar Türk devlet ve beyliklerinin sınırları içinde kalmıştır. Zengiler, Timurlular, Akkoyunlular ve Safevîlerden Yavuz Sultan Selim’in 1514 Çaldıran Seferiyle Osmanlı hâkimiyetine geçen Musul, Kanuni Sultan Süleyman’ın Bağdat seferinden sonra artık Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarından oluşan eyaletin merkezi olmuştur.

İtilâf Devletleri Paris konferansı ve San Remo görüşmelerinde Musul’u paylaşmaya çalışmışlar; 25 Nisan 1920’de San Remo’da imzalanan bir Antlaşma ile Musul petrollerini İngiltere ve Fransa bölüşmüşlerdir.

1917’de İngilizler Bağdat’ı ele geçirmişlerdir. Mondros Ateşkesi’ne göre, “31 Ekim 1918 saat 12.00 den itibaren bölgedeki tüm kuvvetler yerlerinde kalacaklardır” hükmüne rağmen, İngiliz kuvvetleri Musul’a ilerlemeye devam etmişlerdir. Musul’da bulunan 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa, tüm çabalarına rağmen, Sadrazam’ın 8 Kasım 1918 tarihli telgrafına uyarak, 10 Kasım’da Musul’u İngilizlere terk etmek zorunda kalmıştır.

Mustafa Kemal Paşa, 1920-23 yıllarında yaptığı çeşitli konuşmalarda Musul, Süleymaniye ve Kerkük’ün Misâk-ı Millî sınırları içinde bulunduğunu belirtmiş ise de, Lozan’da bu sorun çözülememiş ve Türk-İngiliz görüşmelerine bırakılmıştır. Bu görüşmelerden sonuç çıkmamış, Uluslar Kurumu da İngiltere lehine karar almıştır. İngiltere 1921 yılında Irak’ta manda statüsünde bir devlet kurarak krallığa Emir Faysal’ı getirmiş ve böylece Musul Irak sınırları içinde kalmıştır.

1930 Sonrası Dönem

Türkiye 1932’de Milletler Cemiyeti’ne girmiş, 1934 yılında Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ile Balkan Antantı’nı kurmuştur.

1935 yılında İtalya’nın Habeşistan’a saldırması, Türkiye’yi 1936 yılında Akdeniz Paktına, 1937 yılında bazı Orta Doğu ülkeleriyle Sadabad Paktı’na imza koymaya itmiştir.

1935-1938 arası II. Dünya Savaşı sonunda imzalanan antlaşmaları değiştirmek isteyen Almanya ve İtalya’nın gruplaşması, artık II. Dünya Savaşını çok yakınlaştırmıştır. Bu arada Atatürk Almanya’daki Nazi Rejiminden kaçan Alman bilim adamlarına kapılarımızı açmış ve Üniversite Reformunu bu bilim adamlarının yardımıyla gerçekleştirmiştir.

Türkiye bu gergin ortamda hem Avrupa hem de Almanya ve SSCB ile ilişkilerini sürdürmüştür. Ancak Savaşın yaklaşması üzerine, Türkiye Lozan’da Boğazlar için kabul edilen statünün değişmesi için harekete geçmiş ve büyük bir diplomatik başarı ile 20 Temmuz 1936’da Montreux’da imzalanan andlaşma ile Boğazlarda tam egemenliğini ilân etmiştir.

Atatürk 10 Kasım 1938’de öldüğünde Dünya yeni bir savaşa girmek üzereydi. Hatay sorunu ise 1937’de çözülme yoluna girmiş; Hatay 1939’da topraklarımıza katılmıştır.

Atatürk Dönemi görüldüğü gibi, Kurtuluş Savaşı, galibiyetimizi ve yeni Türk Devleti’nin varlığını perçinleyen Lozan ve pek çok uluslararası antlaşma ile, dış politika açısından son derece yoğun geçmiştir.

Atatürk dış politikasında daima gerçekçi davranmıştır. Dinamiktir, gözü pek, ataktır ama maceracı değildir. 1923’de Arifiye’de yaptığı konuşmasında, “Biz kendimizi bilen kimseleriz. Olmayacak isteklerimiz yoktur” demiştir. Sınırlarımızı Misâk-ı Millî ile çizmiş, Pan-İslam, Pan-Türk ve Turancılık akımlarına kapılmamıştır. Dış politika hedeflerimizi ulusal gücümüzle sınırlı tutmuş ve bunu Musul sorununda göstermiştir. Sadece kendi gücümüze dayanmış ve güvenmiştir. Diyaloglara her zaman açık kalmış, çok iyi bildiği tarihten dersler çıkartarak gelecek için çok doğru öngörülerde bulunmuştur. II. Dünya Savaşı’nı ve sonuçlarını tahmin etmiş, “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle ülkemizin bu büyük savaşın dışında kalmamızı sağlayıcı temeller atmıştır. Atatürk daha Kurtuluş Savaşı yıllarında, “Hükümetimiz savaşçı ve serüvenci olmaktan uzaktır. Tersine barış ve esenliği tercih ederiz (1921)” derken, savaşı hayatî zorunluluklar olmadıkça reddetmiştir.

1931’de Ankara’da yapılan Balkan Konferansı’nda savaşı insanlık dışı gördüğünü şöyle belirtmiştir: “İnsanları mesut edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak gayr-ı insanî ve son derece teessüfe şayan bir sistemdir. İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirlerine yaklaştırarak, onları birbirlerini sevdirecek, karşılıklı maddî ve manevî ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir. Cihan sulhu içinde beşeriyetin hakikî saadeti, ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ve muvaffak olmasıyla mümkün olacaktır…”

1937’de Romanya Dışişleri Bakanı Antonescu’ya söylediği şu sözler ise dünyadaki barışın önemini vurgulamaktadır:

İnsan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine hadim olmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır… Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn, vuzuh ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur… En uzakta zannettiğimiz bir hadisenin, bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için beşeriyetin hepsini bir vücut ve her milleti bunun bir uzvu addetmek icap eder. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün aza müteessir olur”.

Sonuç olarak, Atatürk son derece başarılı bir dış politika ile, hem yeni Türk Devletini saygın, güvenilir bir devlet olarak kabul ettirmiş; hem de barışçı, bağımsız devleti koruyucu çizgisini sürdürmeyi ana hedef olarak benimsemiştir. “Ben askerî sorunları olduğu gibi, siyasî sorunları da haritadan mütalâa ederim” diyen Atatürk, jeopolitik şartların getirdiği zor ama çok önemli konumumuzu büyük bir başarı ile değerlendirmiştir.

Prof. Dr. Gülnihal Bozkurt
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 56, Cilt: XIX, Temmuz 2003, Türkiye Cumhuriyeti’nin 80. Yılı Özel Sayısı

 

Paylaş:

Yorumlar

“52) ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI” yazisina 2 Yorum yapilmis

  1. Samet Acar yorum tarihi 2 Haziran, 2008 17:50

    GÜNÜMÜZ İKTİDARI ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKALARINI TAKİP ESEYDİ,TARİHE GEÇERDİ.KENDİ DIŞ POLİTİKALARINI GÖRÜYORUZ.BİR DIŞİŞLERİ BAKANI ,TÜRKİYE CUMHURİYET DEVLETİNİ ,HAÇLILARIN TORUNLARINA ŞİKAYET EDİYOR.DİYELİMKİ ONLAR HAÇLI TORUNUDA BİZİMKİLER DEVŞİRME TORUNU DEYİLMİ ?YEYEN,DAYILARINA ŞİKAYET ETMİŞ ÇOK MU? ÜLKEMİZİN DÜŞTÜĞÜ HALLERE BİR BAKIN!…

  2. barbie yorum tarihi 6 Ocak, 2009 15:56

    çok güzel….teşekkürler….

Yorum yap