45) Türklerin En Eski Destanı: Ulu Han Ata Bitiği

Yayin Tarihi 25 Nisan, 2017 
Kategori TÜRK VE DÜNYA DESTANLARI

“Ulu Hân Ata Bitikci”

 Türkler’in Dinî ve Siyâsî Geçmişine Işık Tutan En Eski İki Kaynaktan Biri:

 

Türk târihinin ilk yazılı kaynakları hakkındaki bilgiler oldukça sınırlıdır. Bunlardan kimileri bilinmediği, kimileri ise bilinse bile tamâmen yanlış yorumlandığı için, Türkler’in dinî ve siyâsî geçmişleri hakkında öne sürülen tezler basit ve kuru birer iddiâdan öteye geçememiştir. Buna rağmen Rus ve İsveç’li araştırmacıların; düşmanları olan Çinliler ve Moğollar’la aralarındaki kültür uyuşmazlığı açıkça ortada iken, hâlâ Türkler’in Şamanist oldukları yönünde ortaya attıkları isâbetsiz iddiâlar geniş bir kitle tarafından bilinçsizce benimsenmiştir.

Ancak şimdi elimizde, bugüne kadar ihmâl edilen ve içeriği bilinmeyen, Türkler’in dinî özgeçmişlerinin ve “Tengride kut bolma” anlayışına dayanan siyâsî kültürlerinin esâsen İslâm kaynaklı olduğunu gösteren, mîlâdî VI. asırdan kalma çok eski bir yazılı belge var: “Ulu Hân Ata Bitikci” kitabı…

“Ulu Hân Ata Bitikçi” ve Eserin
XIII. Yüzyıla Nasıl Ulaştığının Hikâyesi:

XIII.-XIV. yüzyıllar arasında yaşayan Memlûk târihçisi Ebûbekir bin Abdullah bin Aybek ed-Devadârî (ö. 1335) “Dürerü’t-Tîcân” adlı eserinde Moğollar’dan bahsederken, sözü Türkler’e getirerek onların târihini çok iyi bildiğini belirtmiş ve buna delil olarak, kütüphânesinde bulunan “Ulu Hân Ata Bitikci” adlı eski Türk kaynağını gösterip, eserin Arapça metnini tam olarak nakletmiştir.

Ebûbekir ed-Devâdârî sözkonusu kitabında, “Ulu Hân Ata Bitikci” adını taşıyan bu kaynağa yazdığı mukaddimede eserin Türkler tarafından çok eski asırlardan beri bilindiğine ve yazılı bir kaynak olarak o güne kadar muhâfaza edildiğine ilişkin önemli ayrıntılar verir. Müellife göre bu kaynak, “Oğuz-nâme” ile benzer özelliklere sâhiptir ve Türkler’in yanında onun kadar önemli ve değerlidir:

“Burada bu kavmin (Türkler’in) bidâyeti, hurûcu ve işlerinin ibtidâsı zikredilecektir. Onların ‘Ulu Hân Ata Bitikci’ adıyla adlandırdıkları kitaplarında benim bulduğum şeylere göre, bu telhîsin (özetin) ba’zısı, mahlûkâtın başlangıcı ve onların ilki olan kimse noktasında Şer’-i mutahhara’nınkiyle tıpatıp aynıdır. Onun ma’nâsı ve anlamı: ‘Büyük Ata Hükümdâr’ın Kitabı’dır; Türk’ün en ilklerini anlatan bu kitâb Moğol ve Kıpcâk diline yakın olup, onların katında büyük bir hürmet ve değeri vardır. Nasıl ki Türk’ün katında, kendi işlerinin ibtidâsı ve gözle görülür ilk hükümdarları hakkında ‘Oğuz-nümâ’ adını verdikleri bir başka kitap daha vardır ve onların ellerinde dolaşıp durmaktadır. Onların en büyüklerine ‘Oğuz’ denir ve kendi aralarında ‘Depê-göz’ adıyla andıkları bir şahsın ahvâlini de anlatan bu kitâb ‘Oğuz-nümâ’ adını taşır. Bu ‘Depê-göz’ onların beldelerini harap eder ve eski Türk büyüklerini katleder. Onlar onun, başının tepesinde tek bir gözle, bambaşka bir yaratılışla yaratılmış olduğu gibi; kendisine seyf-ü sinân (kılıç ve mızrak) da işlemediğini iddiâ ederler. Annesi büyük deniz perilerindendir ve babası on koyun derisinden yapılmış, başının tamâmını kaplayan bir başlık giymektedir. Onların onun hakkındaki söz ve hikâyeleri meşhur olup, içinde bulunduğumuz şu güne kadar aralarında dolaşıp durmaktadır. İçlerindeki zekâ ve ‘ilim sâhibi kimseler bunu ezberler ve kopuzlarıyla çalarlar.”(1)

Devadârî’nin verdiği bu bilgi, gerek “Oğuz-nâme”nin, gerekse daha önceleri ismi duyulmayan “Ulu Hân Ata Bitikci” adlı eserin çok eski asırlardan beri Türkler’in elinde dolaştığını ortaya koymakta ve “Oğuz-nâme”nin daha önceleri dilden dile aktarılan sözlü bir destanken XV. yüzyılda yazıya geçirildiği iddiâsını peşinen hükümsüz kılmaktadır. Onun burada özetini sunduğu “Tepe-göz” hikâyesine ilişkin unsurlar, günümüze ancak iki nüshası ulaşan ve büyük “Oğuz-nâme”nin birer parçası olduklarında şüphe olmayan “Dede Korkud Oğuz-nâmeleri”ndeki hikâyelerle tıpatıp aynıdır. Bu da mevcut “Oğuz-nâme” metinlerinin orijinal ana metinleri yansıttığına ve bunların çok eski asırlardan beri yazılı kaynaklar hâlinde korunup günümüze kadar ulaştığına ışık tutar.

“Oğuz-nâme”nin varlığını çok eski asırlara götüren bu önemli kayıtlar, aynı şekilde XV. yüzyılda “Oğuz-nâme”ye dayanarak, Osmanlılar’ın atalarının biyografilerini içeren bir silsile-nâme yazan Türkmen şeyhi Hasan el-Bayâtî’nin verdiği bilgilerin de târihî bir arka plânı bulunduğuna tanıklık etmekte, burada anlatılan vak’aların sonradan uydurulmuş düzmece birer hikâye gibi yansıtılamayacağının altını çizmektedir.

Ebûbekir ed-Devadârî “Ulu Hân Ata Bitikci”yi aktardığı kısmın başına eklediği mukaddimeden sonra, “İlk Söz” adı altında yeni bir bâb açarak, elindeki nüshanın hicrî 211 (m. 826-27) yılında, Abbâsî halîfesi Me’mun’un yakınlarından olan Cibrîl bin Bahtişû’ el-Mütetayyib adlı İran’lı müellif tarafından, Türkler’in yazı dili olan Kıpçak-Moğol karışımı bir dilden Farsça’ya çevrildiğini bize aktarır.(2) Müellifin verdiği bilgiye göre Cibrîl, Türkler’in en eski yazılı kaynaklarından biri olan bu kitapla karşılaşınca onu hemen Farsça’ya tercüme etmişti. Cibrîl’in Farsça’ya çevirdiği bu metni Devadârî Arapça’ya çevirirken, tıpkı onun gibi içindeki özel Türkçe terimlerin imlâsını korumaya özen göstermiştir.(3)

Bu nüsha mîlâdî VIII. asrın ilk yarısında, yani Farsça’ya çevrildikten dört asır sonra Devadârî’ye kadar ulaşmıştı. Peki Cibrîl’in gördüğü Türkçe ana nüsha hangi zamâna âitti, Cibrîl’e ulaşmadan önce kimlerin eline geçmişti?

Nûşirevân’ın Vezîri Büzürg-mihr’den
Ebû Müslim’e Ulaşan Büyük Mîras:

“Ulu Hân Ata Bitikci”yi eserine kaydederek, Türk tarihinin bu bilinmeyen eski kaynağından asırlar sonra bizleri haberdâr eden Devadârî; Cibrîl’in, bu esere nasıl ulaştığını anlatan satırlarını da naklederek, nüshanın daha önce kimlere âit olduğu ve kendisine nasıl ulaştığı konusunda târihimize ışık tutacak çok önemli bilgiler vermiştir.

Müellif, mukaddimeyi tâkip eden “İlk Söz”de, aslî nüshanın kimlere âit olduğunu Cibrîl’in ifâdeleri doğrultusunda şöyle izâh etmektedir:

“Cibrîl der ki: ‘Bu kitâb bana ‘Abbâsiyye da’vâsının sâhibi Ebî Müslim el-Horasânî’nin hazînelerinden vâsıl oldu. O onun, ceddi Büzürg-mihr İbnü’l-Bahtigân’ın kitaplarından olduğunu iddi’â ediyor ve kendisinin onun soyundan geldiğini öne sürüyordu. Babasının çok akıllı, tedbîrli, Şer’î ‘ilimlere varan edebî fenleri kendinde cem’ etmiş bir kimse olduğuna bakılırsa, onun bu iddi’âsında haklı olduğu düşünülemeyecek bir şey değildir. Mansûr onu kendisinden, dehâsından ve ‘aklından korktuğu için katlettirmişti.’ Cibrîl yine der ki: ‘Me’mûn’dan işittim, demişti ki: ‘İşlerini te’sis edebilmiş ve devletlerini ayağa kaldırabilmiş melikler üçtür: İskender, Ardaşîr ve Ebî Müslim.'”(4)

Bu önemli ayrıntılar Nûşirevân’ın nükteleriyle meşhur vezîri Büzürgmihr’in, ünlü Emevî komutanı Ebû Müslim el-Horasânî’nin dedesi olup, her iki târihî sîmânın da Türk olduğuna kesin bir kanıt teşkil eder. “Büzürg-mihr”; Türkçe’deki “Ulu Ay” isminin karşılığıdır. Eserde ilk yaratılan kişi olduğu belirtilen büyük atanın adının da “Ulu Ay” olması ve bir Sâsânî vezîri olmasına rağmen, “Büzürg-mihr”in aynı ismin Farsça’ya dönüştürülmüş şeklini kullanması bu konudaki tüm soru işâretlerini ortadan kaldırmaktadır. Emevî ve Abbâsî yönetimlerinde saygın bir konuma sâhip olan Ebû Müslim’in, ismini Araplar tarafından kolay telâffuz edilemediği için değiştirdiğini biliyoruz. Dedesi Büzürg-mihr’in de aynı sebeple adını değiştirmiş olduğunu bu delillere dayanarak söylemek mümkündür.

Ünlü Sâsânî vezîri Büzürgmihr’in soyu hakkında mevcut kaynaklarda şimdiye kadar herhangi bir bilgiye rastlanmadığı gibi, Ebû Müslim’in onun torunu olduğu, hattâ aslen Türk olduğu konusunda da kesin bir kanıt bulunmamaktadır. Ebû Müslim’in bizzat Cibrîl bin Bahtişû’ tarafından okunan ve Farsça tercümeye aktarılan notları, onun Osmanlı kaynaklarında belirtildiği gibi gerçekten Oğuz soyundan olduğunu bizzat kendi ifâdeleri ışığında ortaya koymaktadır.

“Ulu Hân Ata Bitikci”deki Bilgilerin Özeti:

Türklerin en eski ikinci kaynağı olan “Ulu Hân Ata Bitikci”ye göre; Hakk Te’âlâ Sıbın beldelerinin yukarı tarafında bir dağ yaratır, bu dağın adı “Ulu Kara Tağcı”dır. Öylesine yüksektir ki, etekleri karanlıklar içinde kalmıştır. Bu dağ yaratılmamış olsa, güneşin yakıcılığı nedeniyle yeryüzünde bitki, hayvan ve canlı nâmına hiçbir şey kalmayacaktır.(5)

Bir gün çok şiddetli yağmurlar yağmaya başlar ve her taraf balçıklarla dolar. Bu balçıklar akarak, Ulu Kara Tağcı’nın üzerindeki yüksek bir mağarada toplanır. Bu mağaraya aşağıdan yukarıya doğru uzanan bir yoldan, ancak yedi günlük bir mesâfe aşılarak ulaşılır. Mağaranın türlü cevher ve incilerle süslü, kırmızı altından bir de kapısı vardır. Mağaranın içindeki kayalar yarıktır, yarıkların bâzıları âdetâ insanı anımsatır, akan çamurlar gelip bu insan şekline benzeyen yarıkları doldururlar. Uzun bir süre sonra çamurlar su ile olgunlaşıp karârını bulur, güneş Saratan burcuna gelir ve ışık saçar, yarıkların içine dolan balçıkları kurutur. Mağaranın içi tıpkı bir kadının rahmi gibidir. Kuruyan balçıkların üzerinde dokuz ay boyunca rüzgârlar eser ve ortaya çıkan insan şeklini kemâle erdirir. Böylece ateş, hava, toprak ve rüzgârdan ibâret olan dört unsur birleşerek bir insan sûreti ortaya çıkar, nihâyetinde canlanır ve hareket etmeye başlar. Onun adı Türk dilinde “Ulu Ay Atacı”dır.. Ulu Ay Atacı gökten indirilip suyu berrak ve tatlı, havası lâtif ve serin bir yere konar. Tanrı ona bir eş yaratmayı murâd edince bu kez mağarayı tekrar çamurla doldurur ve aynı şeyler gerçekleşir, güneş Sünbüle burcunda iken sıcağın harâretiyle balçıklar kıvâmını bulur, canlanır ve ortaya bu kez bir kadın çıkar. Ona Türkler “Ulu Ay Anacı” dedikleri gibi; ay gibi beyaz ve güzel yüzlü olduğu için “Ay-va” da derler. Ulu Ay Atacı, Ay-va ile birleşir ve yarısı erkek, yarısı dişi kırk tane çocukları olur. Bunlar çaprazlama eşleştirilirler ve Ulu Ay Atacı’nın sulbünden insan nesli çoğalmaya başlar. Sonunda Ulu Ay Atacı ile Ulu Ay Anacı’nın (Ay-va) ecelleri gelir, her ikisi de ölür ve çocukları tarafından Ulu Kara Tağcı üzerindeki mağaraya defnedilirler. Çocukları mağaranın önüne, onları anımsatan altından birer sûret yaptırır ve etrâfını çiçeklerle donatırlar, artık bütün Türkler kalabalık gruplar hâlinde gelip orayı ziyâret etmeye başlarlar.(6)

Devadârî öykünün devâmında Cibrîl bin Bahtişû’dan nakille Tatarlar’ın ilk ataları hakkında da ilginç bilgiler verir. Buna göre Tatar Hân’ın ecdâdı “Alb Kara Bilicikci” adında bir kimsedir, ondan “Tatar Hân” dünyâya gelir; sonra onun da üç oğlu olur, bunlardan birinin adı “Leşkiz” ya da “Şekiz Hân”, birinin adı “Oğuz Hân”, diğerinin adı ise “Altun Hân”dır. Leşkiz Hân’ın on iki oğlu olur ve bunlar kavmin uluları olurlar.(7) Hikâyenin bundan sonraki kısmı farklı boylara ayrılan Tatarlar’ın mücâdeleleri ve çoğalmalarıyla ilgilidir. Devadârî bunlardan Altun Hân’ın soy ve yeryüzüne yayılış hikâyesini kendi asrına kadar getirir ve onun soyuna mensup 12 topluluğun Asya’daki yerleşim alanlarını bildirir; hatta yaşadığı devirde onların hükümdarlarının “Keşlü Hân” olduğunu ve onun Irak ve ‘Acem haddine kadar, doğuda üzerine güneş doğan pek çok beldeyi fethedip ele geçirdiğini belirterek nakli sona erdirir.(8)

Dikkat edilirse Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılış kıssası ile bu kıssa arasında büyük bir benzerlik vardır. Her şeyden önce, kıssada Türkler açıkça tek bir Tanrı’ya inanmaktadır. Hattâ “Havvâ” ismi burada çok yakın bir imlâ ile “Ay-va” şeklini almıştır, bu iki isim arasında bir bağlantı bulunduğu ortadadır. İkisinin de dört unsurun birleşmesi sonucu yaratılmaları ve yeryüzüne indirilmeleri, dişili-erkekli kırk çocukları olması ve bunların çaprazlama eşleştirilmeleri İslâm dîninde anlatılanlarla tıpatıp aynıdır.

Bu kıssanın Uygurca aslî nüshasının Göktürkler zamânına ait olduğu göz önünde bulundurulur ve devrin epigrafik bulgularıyla karşılaştırılırsa; Türkler’in Orhun Yazıtları’nda ön plâna çıkan “Kök Tengri” (Gerçek Tanrı) inancının, aslında İslâm’daki “Tevhid” inancından başka bir şey olmadığı ve “Oğuz-nâme”ye dayanarak yazılan “Câm-ı Cem-Âyîn”de belirtildiği üzre onların, İslâm dîni ile zannedilenden çok daha uzun zaman önce tanıştıkları kendiliğinden anlaşılır.

 http://www.hakikat.com/

(1) Ebûbekir bin Abdullah bin Aybek ed-Devadârî, “Dürerü’t-Tîcân ve Tevârîh-i Gurerü’z-Zamân”, Süleymâniye Ktp. Dâmâd İbrâhim, nr.: 913, vr. 202a-202b.

(2-3) Krş. Ebûbekir ed-Devadârî, a.g.e., vr. 203a.

(4) Ebûbekir ed-Devadârî, a.g.e., vr. 203a-203b.

(5) Devadârî, a.g.e., vr. 203b.

(6) Devadârî, a.g.e., vr. 204a-206a.

(7) Devadârî, a.g.e., vr. 206a.

(8) Devadârî, a.g.e., vr. 206a-208a.

Tanıtım videosu: https://www.youtube.com/watch?v=1QDkvRYRrS 

image001

 

 

 

 

 

 

Paylaş:

Yorumlar

“45) Türklerin En Eski Destanı: Ulu Han Ata Bitiği” yazisina 1 Yorum yapilmis

  1. TARİH /// Türklerin En Eski Destanı : Ulu Han Ata Bitiği – Stratejik Plan yorum tarihi 26 Nisan, 2017 01:09

Yorum yap