431) Türk Diline Büyük Oyun
Yayin Tarihi 31 Mart, 2022
Kategori TÜRKÇE
Türk diline büyük oyun
Prof. Dr. Kemal Üçüncü yazdı: Yaşadığımız sefaletin arkasında bu sefil ve çağdışı tavır var…
Tarih bilgisini, menkabevi bir haberler demeti olarak değil, geçmişten dersler çıkarmak, bugünü anlamak, geleceği inşa etmek adına tarih felsefesi bağlamlı bir okumaya tabi tutarak operasyonel bilgiye dönüştürecek imkan ve açılım nasıl ortaya konulurun cevabını bulmak zorundayız.
Bize özgü bir tarih ve kültür felsefesi hadi onu da geçtim bir bakış açısı bir perspektifimiz olması gerekir.
Mustafa Kemal Atatürk yeni Türkiye Cumhuriyetini kurarken Türkoloji araştırmalarının Batı’da 500 yıla yaklaşan bir tarihi, 200 yıllık programlı bir akademi araştırma ve öğretim tarihi vardır. (Bizde henüz 100 yıl). Afro-Avrasya’da tarihsel olarak yönettiğimiz 55 milyon kilometrekarelik alanın, Türklerle meskûn olan 12 milyon kilometrekarenin temel envanter bilgileri, ilişki ve çelişkileri için Türkoloji araştırmaları vazgeçilmezdir. Türk devlet hayatında bunu görüp ve takdir eden Atatürk’tür. TTK, TDK, DTCF, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü bu amaçla kurulmuştur. Ardından onun ortaya koyduğu perspektif “yolundan ayrılmayız” numerolarıyla veya kifayetsiz muhterislerin çapsızlığıyla aşama aşama yok edilmiştir.
Bizde akademik bilgiyi operasyonel bilgiye dönüştürecek kurumlar ve kadrolar çok az onlar da devlet ve iktidar mahfillerine, siyasi partilere galaksiler kadar uzaktır.
Yaşadığımız sefaletin arkasında bu sefil ve çağdışı tavır vardır.
Büyük diplomasi ve devlet geleneklerinin arkasında çok ciddi akademik kurumsal bilgi üretim süreçleri, bilimler akademileri, nitelikli araştırma enstitüleri vardır.
Sizin neyiniz var?
Bir el önde öbürü arkada. Dımdızlak aparıyoruz. Son okuduğu kitap yok. Son katıldığı ciddi bir kültürel etkinlik yok. Anlamaz, dinlemez, dinlese de kavrayamaz, kerameti kendinden menkul siyasi kadrolar, kitleler kakafonisinin içindeyiz.
Oysa ki modernleşme tarihimiz içerisinde maliye, hazine, hariciye, tıbbiye, harbiye, mülkiye, maarif kadrolarımızla çok seçkin bir “devlet yönetici sınıfı” oluşturmuştuk. Tekamül ettirecek yerde her kasabaya ve mahalle arası apartmanına bir üniversite şiarıncı tüm birikimi yerle bir ettik. Makam masasında pide yiyip parmaklarını yalayan, açık çay içip kuru erik, kaysı ve kaju yiyen bürokrat tipine böylece ulaştık. Boğazlı kazağı, şöminesi, 20.000 kitabı, postu, kültürel bir hobisi olmayandan siyasi önder ve üst düzey bürokrat olmaz.
Tarihsel kimliklerimiz bizim aslî kimliklerimizdir, politik kimliklerimiz ki “hele Türkiye’de tali ve yüzeyseldir”.
Türk milletinin dünya görüşü [=Weltanschauung] ve Selbstbewusstsein [=kendilik bilinci/kendinin farkında olma] süreçleri bu yeni değerler dünyası ve ihtiyaçları, sorunları cevaplayacak şekilde yeni bir “ideolojik” referansa/ yoruma, harmanlamaya ihtiyaç durmaktadır.
Kendilik bilincini oluşturan şey [wer oder was bin ich=ben kimim veya neyim?] sorusudur. Bu sualin altı teorik olarak, bilimsel, metafizik ve popüler düzeylerde doldurulduğu, aydınlığa kavuşturulduğu süreçlerde Türk milletinin muazzam bir enerji ile üretkenleştiği söylenebilir. Kendilik algısını ve benin bilgisini oluşturan şey Fichte’ye göre “Ben varım” (Ich bin) cümlesiyle başlar. “Ben’in kendisine dair kavramlaştırması, bu kavramın içeriğine dâhil olanlar ile dışarıda bırakılanlar arasında bir ayrımı gerektirir. Böyle bir ayrımın yapılabilmesi ve Benin etkinliğinin kendi üzerine geri dönmesi, ancak kendisine karşıt bir yapıyı koyması ile mümkün olur. Bu “karşı-koyma” (Gegen-setzen / anti-thesis) olmadan Ben kendine dair bir bilince sahip olamaz. Bir başka deyişle “kişi Ben kavramını karşıt bir ben olmayan aracılığıyla belirtmeksizin, belirli bir etkinlik aracılığıyla oluşan Ben kavramını kavrayamaz”
SİYASAL İSLAM’IN BU TOPRAKLARA AİT BİR REFERANSI YOK
Oğuz Kağan “Kün Tuğ bolsın Kök kurıkan” derken Kaşgarlı “Türkçeyi öğreniniz zira Türklerin hakimiyeti uzun olacaktır” derken M. Kemal “Müdafa’â-yi Hukuk derken hep “ben varım” dediler. Bir medeniyet sınırı çizdiler.
Bu özgüvenin altını dolduracak olan şey teorik akıl [bütün türleri ile] ve bilgidir.
Siyasal İslam’ın dili ve tarih şuuru yoktur, boşluktadır, köksüzdür. “Özne değil nesnedir.”
Bu topraklara ait bir referansı yoktur. Tarih zannettiği şey “Abdulhamid anlatısı“ örneğindeki gibi hezeyandan ibarettir. Rom içtiği, 9 hanımı olduğu, genelev ve bira fabrikası açtığı, gayrı Müslim bankerlerle borsa spekülasyonu yapan bir halife olduğu gibi belgeli gerçekleri, iki Türkiye büyüklüğünde (1.600.00 km2) toprak kaybettiğini duygusal olarak kabullenemez, kızarlar oysa ki döneminin İslamcıları büyük ölçüde ona muhaliftiler bunu da bilmezler. Benim ve dar gelirlilerin vergisinden fonlanan TRT’nin anlattığı gibi bir Abdülhamit hiç yaşamadı. TRT’ye göre Yorgo Zarifi yaşamamış, bütün şirketlerin yabancılara satılması gibi hadiseler hiç olmamıştır! Bir anlamı varsa bir vergi mükellefi olarak hakkımı helal etmiyorum.
Devlet ve siyaset hayatındaki krizlere baktığınızda “Pembe İncili Kaftan” ruhunun ve “Muhsin Çelebi” tipolojisinin eksikliğini görürüsünüz. Milli beka yaptıklarını iddia ederler lakin Milliyetçiler bürokrasiden ve devlet hayatından dışlanmıştır. Kimle yapacaksınız milli bekayı? Cemaat ve tarikat enternasyonalizmiyle mi? Türk milliyetçiliği hareketinin 150 yıldır devlet yöneten yetişmiş kadroları vardı. Bu kadrolar devlet hayatından tart edilip FETÖ’ye alan açıldı sonunu gördük. Bu ısrarın sonunun nereye varacağını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Milliyetçileri polis ve uzman çavuşlukta temerküz ederek, kıpraşma tehlüke var ! söylemiyle milli beka yürümez.Devlet Bey, Doğu Bey, Destici Bey dahi inanmaz buna.
Gıda fiyatının tarladan markete neden %500 arttığını tahlil edemeyen, çözüm bulamayan, çözüm teklif edemeyen siyaset erkânı milli huzuru temin etmekte güçlük çeker.? İktidarın ve destekçilerinin keza TBMM partilerinin savundukları ekonomik modelde bu paradokstan çıkış yoktur.
Devlet adamı bilinci Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın şu cümlesinde ne kadar doğru tasvir edilir;
“Yüksek devlet görevleri kâr değil, feragat ve şeref içindir. Şeref, kişi yararını zedelediği ölçüde gerçektir!” diyor doktor.
Muhsin Çelebi’nin yararı zedelendi, sizin neyiniz zedelendi.
Doktor Hikmet Kıvılcımlı, 5000 yıllık Türk töresini harmanlıyor Oğuznamenin felsefesini yansıtıyor.
Sen/siz neyi harmanlıyorsunuz?
“Kız anadan görmeyince öğüt almaz/ Oğul babadan görmeyince sufra [sofra] çekmez.”
Türk töresinde “Beylik” ve saygınlık yedirme, içirme iledir, oturma kalkmayı protokolü bilme iledir, konak ağırlama, düşküne yardım etme iledir.
Hayatında “masada” oturmadın nereden bileceksin?
Şimdi gençler ne demek masada oturmadın? Her gün oturuyoruz diyecek.
“Masada oturmak”, masada yetişmek, sofrada bulunmak başka şeylerdir, yaşı yetenlere sorsunlar, hanum hey! Biz Maden Köyü’nden (yiğit lakabıyla anılır) Kör Aslan’dan dinledik masadan yetişmeyim derdi rahmetli.
Evet, modern pedagojide bu tarihsel yargıya katılıyor çocuklarınıza ahlak dikte etmeyin, ahlaklı olun yeter, onlar sizi göreceklerdir diyor. Bu kültürel gelenek “hüd hüd kuşu nağmeleri ile saf dışı edildi”.
Teamül ve kurumsal hafıza olmadan büyük siyasal ve kültürel iddialar ortaya konulamaz.
“Noktasında ve medeniyet inşaatı, medeniyet tasavvuru ” demekle olmuyor.
Kavram ve teorileriniz nerede?
Pembe İncili Kaftan’ı “diplomasinin en temel metinlerinden” biri yapardım ben olsam ve aklı başında bir tarih felsefecisine bu semineri verdirirdim.
Kadim Türk metafiziği ve tarihsel birikimi [ayırımsız bütün birikimi ile] bu imkana sahiptir.
Bu birikimi siyaset felsefesi ve tarihsel bilince dönüştürecek bir milli irade ve oluşuma ihtiyaç vardır. 1000 yıl önce Çayardı havzasında Harezm Akademisinde olduğu gibi.
“Ayle salonumuz vardır üst katta, taşra lokantası, çek bir döner, iki haşlama, büyük tabakta, eti büyük olsun iki sele ekmek! kültürü” bizi çürütüyor!
Gocuklu siyaset halk gibi devrim gibi, dava gibi, bayrak ve vatan gibi veya dini kutsallar gibi ortak mutabakatları kendi güveç ve ikbal üretimleri için araçsallaştırıp indirgeyerek birer tüketim nesnesi haline getirerek içeriğini boşaltıp edilgenleştirip nesneleştiriyor. Böylelikle medeniyet kurucu değer ve referans olma özellikleri de tüketiliyor.
Kapitalizm en hınzır oyununu oynuyor.
Organik, demokratik, bilimsel kelimeleriyle bir çağı iğfal ettiği gibi.
Sorgulama ve eleştiri kültürünü berhava ederek, liberalizmi tarihin sonu diye ilan ederek; en despotik idareleri demokrasi kılıfına soktu.
Çürük domatesi organik diye yutturdu.
En saçma sapan hezeyan ve safsatayı bilimsel olarak sisteme boca eden kapitalizm.
Noliberal ekonomik modelle milli, islami, sosyal/ sosyalizan olan her şeyi kendine benzetti.
BURADA TARİH BİLİNCİ YOKTUR
Ezcümle tarih bilinci önemlidir.
Tarih filozofumuz Prof. Dr. Şahin Uçar’a göre;
“beşeri şuur, sanat ile, yani yüz binlerce yıl önce, daha taş balta vb “artifact”ları yaparken başladı faaliyetine. Tahminlere göre belki 50 bin yıl önce ruhlara inanç şamanizm, ölüleri gömme ve benzeri haller ile, yani dini anlayış ile devam etti yoluna. Felsefe belki 3000 yıl önce eski Yunan’da başlamadı amma, nihayet bilinen kadarıyla en fazla 5-6 bin yıl kadar bir geçmişi olabilir. Gerçek müspet ilimlerin geçmişi de bilemedin 7- 8 asır. Tarih şuuru ise en zor olanı ve en son gelişen beşeri şuur biçimidir” der Colingwoood “speculummentis” adlı eserinde ve batıda ancak 18’inci asırda zuhur eder. Bize ise henüz teşrif etmedi bile.
TÜRKOLOJİ PERSPEKTİFİ VE HİNT AVRUPA TEORİSİ
Türkoloji teorik çerçevesi ve metodolojisi Batı dünyasında kurulmuş bir bilimsel disiplindir. Batı’nın “Doğu”yu öğrenme/değerlendirme çabası olan oryantalizm/şarkiyatçılık bağlamında bir sistematik kazanmıştır. Bu anlamda Batı perspektifini, önyargılarını, öngörülerini, görmek istediklerini yansıtır. Burada bir bütün olarak Oryantalistleri ve onların çalışmalarını mahkûm edecek bir yanılgıya düşme tehlikesine dikkat çekmek isterim. Filoloji, araştırma yöntemleri, bu bilimsel mektebin bizlere armağanıdır. Dikkati, gayretiyle, bilimsel etiğe bağlı geniş bir kesimi bunun haricinde değerlendirmek icap eder. Burada altı çizilmesi gereken husus sosyal bilimlerde kavramların ve yorumların araştırıcının öznel perspektifini, dünyasını yansıtması hadisesidir. Kendi teori ve yönteminizi, kavramlarınızı oluşturmadığınız sürece bu nakısa bir hayalet gibi sizi takip eder. Nitekim Hint-Avrupa merkezli filoloji ve tarih telakkisinin en sadık müminlerinin Türkiye’den, Doğu dünyasından çıkması bu etkinin açık bir göstergesidir.
Geçen yüz elli yıl içerisinde ülkemizde hatırı sayılır bir kültür bilimleri literatürü oluşmasına rağmen, bütün kültür bilim disiplinlerinde olduğu gibi, Türklük Bilgisi ve Araştırmalarında da özgün bir teorik çerçeve, kavram veya yeni bir yöntem ortaya koymakta yetersiz kalındığı açıktır. Oysa ki teori olmadan körsünüz, karanlık odada kar kuş arıyorsunuzdur. Bu şekilde sorunlar alanını kuşatamaz, doğrultunuzu, perspektifinizi tespit edemezsiniz. Yapacağınız şey en iyimser tabirle ilmi işçilik, tasvir ve tasnif olarak kalır.
Türkolojinin, uluslararası bilimsel bir disiplin olarak farklı ülkelerdeki bilimsel geleneklerle benzeşen ve ayrışan yönleri neler olacaktır? Türkoloji araştırmaları yapan bütün ülkelerin öncelikleri, ihtiyaçları ve hedefleri, bakış açıları aynı mıdır?
Türkolojinin sorunları toplantılarının müfredat, masa, sandalye, istihdam, fiil çekme, -nin grameri,-nin ağzı gibi teknik meseleler etrafında tamamlanması; bir problematik ve felsefi eleştiri geliştirilememiş olması ya da pozitif bir yorumla eksik kalması bunun en bariz yansımasıdır. Bu durum Türkoloji’yi yüzyılın başındaki entelektüel kaygıları olan bir bilimsel alan olmaktan çıkarıp teknik malumatlar üretme paradoksuna hapsetmiştir. Bilimsel bilgileri üretiyoruz; lakin onu bir kat daha üstüne bükerek bilgiden düşünce üretimine taşıyamıyoruz. O yüzden bu tür bir bilimsel gelenekten Samoyloviç gibi, Çobanzade gibi, Akçura, Gaspıralı, Togan, Atsız gibi tavır almalar bekleyemeyiz.
TEK TEK AĞAÇLARI VE KÜLLİYEN ORMANI KUŞATMAK GEREKİR
Olaylar, sorunlar, semptomlar, görünüşler, bulgular “Theoriya / Nazariye” bağlamına oturtulmazsa, tahlil edilemezler. “Soruların” hazır cevapları vardır; “sorunların” cevapları değil tahlilleri/ çözümleri vardır. Bu çözümler birbirinden farklı olabilir lakin içlerinden biri en optimum olanıdır. Çözümlemeyi ortaya koyan birikim ve perspektiftir.
Nazar etmek, yüksek bir tepeden ormana bakmak, tek tek ağaçları ve külliyen ormanı kuşatmak gerekir. Nazariyeye/teoriye yaslanarak attığın ağ bütün bu sorunları kapsayıp kucaklayacak bir imkân sunmalı.
Kanaatimce doğru bir tarih perspektifi inşa edebilmek için önce verili bilgi ve referansların sıkı bir eleştirisini yapmak gerekiyor. Türk tarihine ait en eski kaynaklar Batılıların söylediği bizim de tetkik etmeden tekrar ettiğimiz gibi Çin kaynakları mıdır?. O zaman Çin kaynaklarından çok daha eski ve nitelikli bilgiler içeren Batı kaynaklarını ne yapacağız? Mordtman gibi büyük bir ortaya koyduğu Doğu bilimcinin İran’ın Kirmanşah eyaletinde, Bisütun Dağının dik yamaçlarında yerden yüz metre yüksekliğe, M.Ö beşinci yüzyılda Ahameniş İmparatoru I. Darius tarafından çivi yazısı alfabesi ile işlettirilmiş 3 dilli dilli (Farsça, Elamice ve Babilce) yazıt ve büyük taş kabartmanın Elamit yazısıyla yazılmış bölümündeki Türkçe söz varlığını ve gramatikal özellikleri nasıl açıklayacağız? 150 yıldan beri olduğu gibi bu tespiti Avrupalılar gibi yok mu sayacağız. [Erklärung der Keilinschriften zweiter Gattung Author(s): A. D. Mordtmann Source: Zeitschrift der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft, Vol. 16, No. 1 (1862), pp. 1-126 Published by: Harrassowitz Verlag= Makalenin Almanca’dan Türkçe’ye çevirisi Kültür Bilimleri Akademimiz tarafından yayına hazırlanmaktadır]. İtalyan dilbilimci arkeolog Hint Avrupa dilleri uzmanı Prof.Dr. Mario Alinei “Karadeniz’in kuzeyindeki Kurgan kültürünün kurucusu ve taşıyıcısının Türkler olduğunu söylüyor. Bunlar bizi ilgilendirmiyor biz Altalıyık! demeye devam mı edelim. (Afganistan’dan Karpatlar’a, Anadoluya kadar yaklaşık 7500 km’lik bir hatta yaygınlığı var).
ANTROPOLOJİ ESKİDEN BİR HİNTLİ İLE İSVEÇLİYİ AYNI ÇERÇEVEYE KOYMAKTA ZORLANIYORDU
Bu bağlamda Türk tarih görüşünü ve Türkolojiyi öteden beri etkisi altına alan Hint Avrupa teorisinin ciddi bir muhasebesini yapılması icap eder. Uzun süreden beri Batılı saygın akademik çevrelerde bu eleştiriler yapılmaya başlandı. Türkiye Türkolojisi daha uzun süre bu gelişmelere kulak tıkayamaz.
Tarihçiliğimizin uluslararası alanda yüz akı bilim adamlarından Prof. Dr. Osman Karatay’a göre [Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü]
“Hint-Avrupa kuramı dilbilimcilerin buluşu olarak bilim dünyasında yerini aldı. Yapısal farklar derin olmakla birlikte, bu aileye dahil edilen diller ciddi bir sözcük ortaklığı ile birbirine bağlanıyor. Ancak antropologların, tarihçilerin, daha da kötüsü filozof ve siyasetçilerin konuya dahil olmasıyla bilimsel araştırmanın boyutu değişti. Dillerin aynı kökten gelmesi bugün o dilleri konuşan insanların da köken birliğini göstermeli midir? Dolayısıyla, bir Hint-Avrupa ırkı var mıdır? Antropoloji eskiden bir Hintli ile İsveçliyi aynı çerçeveye koymakta zorlanıyordu haliyle. Bugün antropolojinin gelişmiş bir seviyesi olarak görebileceğimiz genetik de benzer beklentilere cevap vermedi ve konuyu içinden çıkılamaz hale getirdi. Yunanlılar, Hititler, Almanlar, İranlılar ve Hintliler arasında genetik ağlar örmek imkansız bir görev olarak belirdi. İşin aslı birbuçuk kıta büyüklüğündeki Latin Amerika gerçeğini bir zamanlar İtalya’da yaşamış ve Roma imparatorluğunu kurmuş küçük Latin kabilesiyle eşleştirmenin imkansızlığı zaten en baştan dil ile ırkı eşitlemenin yanlışlığını hatırlatıyordu. Üstelik üstün ırkta da sorun vardı. 19. yy’da Avrupa üstünlüğünü göstermişti. İran, Hindistan ve Ermenistan’ın da medeniyette ayrıcalıklı yeri vardı ama geçmişe gidildiğinde Avrupa’da sadece Yunan ve Roma’yı görüyoruz. Halbuki Roma olgusu Yunan ve Etrüsk’ün ortak medeni üretimi, Yunan ise sonuçta Ortadoğu medeniyetinin bir alıntılaması idi. Üstelik, HA dilleri konuşanların ortak köklerinin hangi zaman ve mekana gittiği konusunda da nihai bir fikir birliğine varılamadı.
BU BAĞLANTIYI SAĞLAYACAK DELİLLERİ YOKTU
Bugün daha hakim görüş Karadeniz kuzeyini önerirken, onu çok ağır eleştirilere uğrayan Doğu Anadolu veya Azerbaycan önerisi izliyor. Bütün HA konuşanlar üstün milletler olduğuna göre, köklerdeki topluluklar da öyle olmalıydı. Fakat bir sorun çıktı. Çalışmalar ilerledikçe, barbar çobanların yurdu olarak görülen Orta Avrasya bölgesinin HA ön-toplumuna çağdaş ve daha öncesi dönemlerde (geç Yenitaş, erken Tunç çağları) çok yüksek bir medeniyet dalgası oluşturduğu anlaşıldı. Zaman ve mekan sorunlarına bakılmaksızın bu kültürler hemen HA’ya tahsis edildi. Ev sahibi olarak bu alandaki çalışmaları uzun süre tekelinde tutan Sovyet bilim adamlarının HA ırkçılığının Avrupa’dan çok daha ileri olduğu görüldü. Dolayısıyla, normal şartlarda ve tüm delillere göre işbu bölgenin eski sakinleri olması gereken Türkler, sözkonusu dönemlerde hiçbir ileri kültür geliştirememiş bir sahaya, Altayların doğusuna atıldılar. Altayların kuzeyindeki Tuva’yı ve Güney Urallardaki Başkurdistan’ı da içine alıp Basra körfezine kadar uzanan devasa bölge ‘İran’ olarak ilan edildi, ki hala öyle kabul ediliyor. Ancak özellikle son 15 yıldaki genetik çalışmalar Orta Avrasya’nın söz konusu ‘kültürlü’ sakinleri ile HA ailesinin Aryan kolundan indiklerini kesin bildiğimiz İranlılar arasında bir ilgi bulunmadığını gösterdi.
Zaten arkeolojinin de bu bağlantıyı sağlayacak delilleri yoktu. Tuhaf şekilde, o eski Avrasyalıların genleri bugün çok dağınık ve yayılmış halde yaşayan Türk topluluklarında ortak ve bu genler en çok German, ondan sonra da Balt ve Slav bölgeleriyle paylaşılıyor. Yani İranlılar veya Yunanlılarla hiçbir akrabalıkları olmayan Almanlar, Türklerle yakın akraba gözüküyor. Üstelik, bu genlerin 26 bin yıla giden kökleri Türklerin yaşadığı bölgelerde iken, Avrupa’ya çok sonra, büyük ölçüde German halklarının atası olduğu düşünülen Şeritli Seramik Kültürü çağında, günümüzden 4500 yıl önce girmeye başlıyor. Yani, Türklerden o tarafa doğru büyük göçler olmuş. Son zamanlarda yeni dilbilim araştırmaları da bu genetik dağılıma koşut sonuçlar gösterdi. Dolayısıyla, bugün geldiğimiz noktada bir dilbilim gerçekliği olarak HA ailesi varlığını korurken, konu kan ve gene gelince iş çıkmaza giriyor ve en arzu etmedikleri sonuçlar ortaya çıkıyor. “
YENİ BİR PENCERE
1.Ural Altay dil teorisinin yeni bilgiler ışığında gözden geçirilmesi gerekmez mi?
2.DNA araştırmaları Arkeolojiyle birleşince muazzam yeni sonuçlar veriyor. Bütün kurgan alanları ve eski Türk kültür bölgeleri bu anlamda artzamanlı ve eşzamanlı olarak incelenmesi gerekir.
3.Türk kültürünün bütün coğrafyalarının monografileri ve bütün coğrafyalardaki sanatsal, maddi üretimleri tarihsel süreklilik bağlamında mukayeseli olarak ele alınması gerekir.
Türk Kültürü Bağlamında Hint Avrupa Teorisine Eleştirel Bir Bakış [I] ismiyle başlattığımız yazı dizisinin bundan sonraki kısımlarında Hint Avrupa teorisi, maddi kültür, genetik, arkeoloji, etnografya, antropoloji ve folklor yönlerinden incelenerek, mukayese edilerek yeni bir pencere açılmaya/önerilmeye çalışılacak bu anlamda ulusal ve uluslararası düzeyde uzmanların görüşlerine yer verilecektir.
Prof. Dr. Kemal Üçüncü
Odatv.com
Canan Bektaş,” Fichte’de Öznelerarasılık Sorunu”, (Y.Lisans Tezi),http://www.openaccess.hacettepe.edu.tr:8080/…/900a80ac…
Bu konudaki tartışmalar için bk. Edward Said, Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları (Çev. Berna Ülner), İstanbul Metis Yay, 2010
Yorumlar
Yorum yap