423) SINIF VE MİLLİYETÇİLİK

Yayin Tarihi 21 Ekim, 2009 
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ

SINIF VE MİLLİYETÇİLİK

Avrupa devletleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra güçlenen Sovyetlerin kendi işçilerini etkilemesinden çok korkmuştu. Gerçekten de, Avrupa işçi sınıfı etkilenmeye başlamıştı ki, iktidarlar işçilerle anlaşmaya başladı. Kendileri buna «Post-war Settlement» diyor. Vergiler düşürüldü, İşçi Partilerinin meclise girmesi sağlandı vb.

Ancak, 1990’lı yıllarda Sovyetler, komünist ikinci dünya toplumları yıkıldı ve bu toplumlar hızla liberalleşti. Bu olay liberalizmin zaferi olarak algılandı, iki kutuplu dünyanın sonu(!) ilan edildi, tarihin ve ideolojinin sonunun geldiği düşünüldü.

Liberal iktidarların savaş sonrası liberallikleri de bitti. Gelinen noktanın bilinen örneği, İngiltere’nin muhafazakâr Demir Lady’si Margeret Tatcher… İşçi Partisi dönüştürüldü, sendikalar anında etkisizleştirildi. Yani Batı, Sovyetlerin yıkılması ile sosyalizm, işçi sınıfı ve hatta sınıfların tamamen öldüğünü zannetti.

İdeolojinin sonunun geldiği iddiası ile liberalizmin zaferi algısını birlikte düşünmek gerek. Nihayetinde liberalizm de bir ideoloji değil mi? Hatta diğer tüm ideolojik tartışmaların temelini oluşturmasına atıfla denilebilir ki «meta-ideoloji», yani alınıp satılan bir ideoljoji, mal ideoloji…

Ancak ikinci dünyanın çökmesiyle, liberalizmin baş düşmanı sosyalizmin de çöktüğüne yönelik yanılgı; birinci dünyayı, artık düşman bir ideoloji de kalmadığından, «ideolojinin sonu» yanılgısına itti. Hatta sanki tarih bu iki ideolojinin savaşımından ibaretmiş gibi, tarihin de sonu(!) ilan edildi.

İlk olarak 11 Eylül saldırıları, ikinci olarak da Vladimir Putin’in 43. Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşma, iki iddianın da büyük bir yanılgı olduğunu tüm dünyaya gösterdi. Putin’in konuşması,

«Tek kutuplu dünyanın kabul edilemez olmasının yanı sıra imkânsız olduğu kanaatindeyim. Soğuk savaş sonrasında öngörülen tek kutuplu dünya kendini gerçekleştirememiştir» sözleri ile tarihe geçti.

Bu tartışmalar, iddialar, yanılgılar düşünsel alanda da birçok tartışmayı doğurdu. Bunlardan en önemlisi, ideolojinin sonuyla(!) birlikte sınıf kavramının da sonunun gelip gelmediği tartışması idi.

Tarihin ve ideolojinin sonu, sınıfın da sonunu getirdi mi? Sınıf kavramının sonu iddiası, tarih ve ideolojinin akıbeti hakkında ortaya atılanlar gibi birer yanılgı mı? Onlar gibi bir süre sonra çürütülebilir mi?

Rahatlıkla söylenebilir ki; liberalizmin zaferini, tarihin ve ideolojinin sonunu ilan eden kaynakla, sınıf kavramını artık yok(!) sayan kaynak birdir. İddiaların temelinde yatan amaç da birdir.

Sosyalizm korkusu ile yıllarca titreyen Batı toplumları, tehdit ortadan kalkınca rahatladı ve kelimenin tam anlamıyla etrafa saldırmaya başladı; sınıf kavramı da serseri mayın Batı’nın bu saldırısından kaçamadı. Batı toplumları sosyalizmin sonunu tam anlamıyla getirebilmek için sınıf kavramının da sonunu ilan etti. Sonuç olarak saldırganlık arttı, çünkü emperyalist politikaları engelleyecek bir güç odağı daha (diğeri milliyetçilik) ortadan kaybolmuştu.

İddiayı ortaya atan kaynak, sınıfın tarihsel aktörlüğünü reddederken, onun karşısına tarihin yapıcısı olarak «kimlik» vurgusunu koymuştur. Buradaki kimlikten kasıt, Kürt kimliğidir, Alevi kimliğidir, Çerkez kimliğidir.

Yani artık «tüm dünyada birleşmesi gereken bir işçi sınıfı» yok! Artık işçi de olsa, işçiliğinden daha da önemli olarak, Kürt var, Alevi var!!!

Kimlik politikalarının hangi toplumlara zarar verip, onların bu zararından hangi toplumların faydalandığı da bizi yukarıdaki soruların kaynağına götürmektedir.

Kimlik kavramının, belirleyici tarihi nitelikten yoksun olduğu çok açık. Kimlik kavramı tek bir konuda başarılı bir aktördür. Emperyalist politikalara hedef olan ülkelerde, emperyalist ülkelerin amaçlarına kolay ulaşmalarını sağlamak!..

Kısaca, kimlik politikaları emperyalizmin yeni adıdır!

Kavramın program haline gelmesinde, emperyalizmin hizmetlilerinden birisi de sosyoloji. O sosyoloji ki, içinde yaşadığımız toplumu anlamanın bilimi olarak, sanayi devrimiyle ortaya çıkan yeni toplumsal yapının analizine olan ihtiyaç üzerine gelişmiştir. Bu yapı, bünyesinde, uzlaşmaz çelişkiler içerisinde çatışan sınıflar barındırır.

Yani, sosyolojinin ilk problemi sınıflı toplum yapısı…

Ve hatta sosyoloji, varlığını sınıflı bir toplum yapısının analizi ile ispatlamıştır. Ancak çağdaş sosyoloji (buna moda sosyoloji, zamane sosyolojisi desek daha yakışacak!!!…); post-modernizm adını taşıyan ama yine emperyalizmden başka bir şey olmayan veya ondan başka bir şeye hizmet etmeyen yanılgının içine düşerek varlık nedeni olan sınıf kavramını, dolayısıyla bir bakıma kendi varlığını reddetmektedir!

Çıkış kaynağı olan modern toplum analizini reddederek, post modern toplumsal yapı analizine soyunan zamane sosyolojisi, kendine göre yeni toplumun tarihsel aktörünü «kimlik» olarak belirlemiş! Yani emperyalizmin yeni adı olan kimlik ile zamane sosyolojisinin sınıf kavramına alternatif olarak ürettiği kimlik kavramı aynı kavramlar…

Özetlemek gerekirse; doğu bloğunun çökmesiyle birlikte liberalizmin zaferini ilan ederek tarihin, ideolojinin ve sınıfın sonunu ilan edenler ile post modern toplumlarda sınıf kavramının belirleyiciliğini reddeden kaynak aynı…

Bu kaynak, Batı toplumlarının ve Batı ideolojisinin bizzat kendisi… Amaç ise beş yüz yıllık emperyalist politikalara devam edebilmek…

Zamane sosyolojisi, bu politikalara olsa olsa bilimsellik(!) katıyor ve «çağdaş» (!) sosyologlar da emperyalizmin, küreselleşmenin bilimini yapıyor.

Peki, «Sınıf öldü» tamtamları arasında geleneksel sağ ile sol ne yapıyor?

Burada geleneksel sağ kavramından kasıt, sermayenin çıkarının peşinde koşan burjuvalar veya burjuvazi yanlıları. Onlar zaten sınıf kavramının kendi çıkarlarını zedelediğini düşündüklerinden, sınıf politikalarına her zaman karşı durdular. Kimlik kavramını üretenlerin, zamane sosyologlarını destekleyenlerin kendisi zaten sağ ideoloji, liberalizm…

Sınıf kavramını bu kadar rahat inkâr etmelerinin nedeni ise; sınıf politikasını asıl savunmaları gerekenlerin, yani ilericilerin, yani emekten yana olmaları gerekenlerin sınıfı inkâr etmesi.

«Sol» sınıfı reddederse, bir göz isteyen «sağ» iki göze kavuşmuş demektir!!!

«Sol», Türkiye’de de sınıfı inkâr etti. İşçi sınıfı ile bağlantısını kopardı. Türkiye’de «sol» adına yapılanlar, kimliği vurgulamaktan başka bir şey değil. Kürtçülükten başka bir şey değil. Kürtçü olmadan solcu olunmuyor!.. Kürt demeden, Alevi demeden anti-emperyalist bir söylem geliştirmenin adı da Türkiye’de ulusalcılık, hatta faşistlik!

Bu durumda Türkiye’de Kürtçü sol, sermayeci-burjuva geleneksel sağ ile aynı söylemi ve ülküyü paylaşıyor!

Burada sorulması gereken soru, bir sınıfa üye olmanın verdiği aidiyet hissinin bir kimlik oluşturup oluşturmayacağı.

Her türlü aidiyet hissi, insanda bir kimlik oluşturur. Mesela Ankaralı olmak bir kimliktir, ya da Ankara Üniversitesi’nde öğrenci olmak bir kimliktir. Veya memur olmak da genel olarak orta sınıfa aidiyeti gerektirir. Buradaki memurun kimliği memurluk ya da orta sınıflıktır. Aynı şekilde burjuvaziye üye olmak da insana burjuva kimliği verir. Tüm bunların yanında, kimliği oluşturan birçok faktör vardır. Zamane sosyolojisinin sınıf kavramına alternatif olarak ürettiği kimlik politikalarının çerçevesine giren söylemlerin hepsinin kimlik değeri vardır. Buna diyecek hiçbir şey yok. Ancak bunların hepsinin varlığını ve önemini kabul edip de, en az onlar kadar anlamlı ve önemli bir faktör olan «sınıfı» tümden inkâr etmek, en hafifinden post-modern bir bilimsel saçmalamadır.

Sınıf kadar önemli diğer bir kavram ise «milliyetçiliktir» Ancak o da, tıpkı sınıf gibi, emperyalizmin, post-modernizmin saldırısına uğramıştır. Onun da tıpkı sınıf gibi, öldüğü ilan edilmiştir. Denilmiştir ki, «küreselleşen dünyada, milli üst kimlikler, ulus-devletler ölmüştür!!!..»

1789 Fransız Devrimi bir burjuva devrimi. Burjuvazi serbest ticaret hakkı istemiş, ama eşitlik, özgürlük, kardeşlik söylemiyle devrim yapmış. Yani, 1789’u, kapitalizmin en zinde dönemlerinin başlangıç tarihi olarak düşünmek yanlış olmaz. Kapitalizm doğarken, varlığını milli bilince bağladı. Çünkü milliyet kavramı milli sermayeyi şart kılar. Sermaye ancak ulus bilinciyle korunabilir ve genişletilebilir. Fransız devriminin tüm dünyaya aşıladığı ulusal bilincin kaynağı budur.

Sınıf da milliyetçilik de kaynağını kapitalizmden alır. Çünkü bu iki kavram da Aydınlanma Çağı’nın ürünüdürler. İkisini de kapitalizmden ayrı düşünmek imkânsız.

Sınıfı savunan az sayıdaki zamane sosyologu ise, milliyetçilik ile sınıfı, tıpkı burjuvazi ile proletarya gibi, uzlaşmaz iki olgu olarak görme eğilimindeler.

Yukarıda da belirtildiği gibi kimliği oluşturan birçok faktör var. Bunların arasına etniklik gibi küçük faktörler ile birlikte sınıfı ve milliyetçiliği de katmak mümkün. Yani, örnek olsun, hem Türk hem proleter olunabilir. Bu insan kendi kimliğinde bunlara en yüce değerleri eşit olarak dağıtmış olabilir.

Yani sınıf kavramının temelinde yükselen sosyalizmi milliyetçilikle yarışan büyük bir rakip olarak görmek çok büyük bir yanlıştır. Bunlar çok doğal olarak bir araya gelebilirler.

Zamane sosyolojisi sınıf kavramının öldüğünü iddia ederken, sınıfı savunan sosyologlar yok değil; ama sesleri oldukça zayıf! Çünkü kimlik politikaları karşısında sınıf kavramını çok yalnız bırakıyorlar! Sınıfın güçsüz bir bilinç olduğunu, ancak desteklendiği takdirde güçleneceğini söylüyorlar! Ama sınıfı destekleyecek yegâne bilinci tespit etmekte zorlanıyorlar. Yani sorunu ortaya güzel koyuyorlar ama çözümü bulamıyorlar. Böylece iyi niyetli sınıf savunuları da, karşı tarafın acımasız saldırıları karşısında boğuluyor!

Evet, sınıf güçsüzdür, ama ulus devletlerin hedef alındığı ve liberalizmin zafer yaşadığı bir dönemde, sınıf ile ulus el ele vermek zorundadır.

Sınıf ulus bilinciyle, ulusallıkla kolayca ve doğal biçimde birleştirilebilir. Hatta sosyalizmi sadece emperyalizme karşı savaş olarak düşünürsek, bu iki kavram birlikte hareket ederek, devrim yolunda çok başarılı olabilir.

Kaldı ki, zamane sosyologları istedikleri kadar ulus-devletin öldüğünü ilan etsinler; şu son yaşanan krizde; tüm liberal hükümetler krize ulusal çözümler bulmaya çalıştılar. Margeret Tatcher’ların İngiltere’sinde bankalar «artık bizi devletleştirin» dedi.

Bankaların devletleştirilmesi, adıyla sanıyla sosyalizm değil mi?! Sen önce ulus devlet öldü diyeceksin, sonra sosyalizm öldü diyeceksin, ondan sonra da, krize ulusal çözümleri yeterli görmeyip, hadi bizi devletleştirin diyeceksin!!

Görülüyor ki kader, sınıf ve ulusu; düşmanı liberalizmin en ufak bir sıkıntısında bir araya getiriyor.

Sınıfın ve ulusun öldüğü iddiasına geri dönersek…

En büyük hata tabii ki zamane sosyologlarının. Çünkü küreselleşmenin ulus devletlere savaş açmasıyla beraber, zamane sosyolojisi de hemen durumdan vazife çıkararak milliyetçiliğe saldırmaya başladı. Tabii bu saldırıyı, sınıfın alternatifi olarak düşünülen kimlik söyleminin içerisindeki etnik kimliğe vurguyla beraber düşünmek gerekir. Yani zamane sosyolojisi, milliyetçiliği de sınıfı da öldürmek için aynı silahı, yani kimlik vurgusunu kullanıyor!!! Batı dünyası, liberaller, küreselleşme yanlıları milliyetçilik ile sınıfı kendilerine yönelen tehdit anlamında aynı şeyler olarak algılıyor, yani onları eşit değerde düşman görüyor…

Küreselleşme ve zamane sosyolojisi, düşman olarak sınıfı ve milliyetçiliği bir tutmuş. O halde, emperyalizmle savaşta sınıf ile milliyetçiliği aynı ordunun iki askeri olarak düşünmek gerekir. Bu savaşta sınıf ve ulus omuz omuza olmak zorundadır!

Sınıf gibi köklü bir kavram, toplumun birlik ve beraberliği için, alternatifi olarak gösterilen kimlikten elbette ki çok daha başarılıdır. Çünkü kimlik söyleminin amacı toplumun birlik ve beraberliğini tesis etmek değil. Tam tersi; emperyalizm, küreselleşme ve bunların bilim adamları takımı zamane sosyologları, kimlik söylemini ortaya atarak toplumdaki birçok küçük grubun çatışmasını sağlamak, sonuçta da ulus devleti yıkmak istiyor.

Her ulus devletin içinde çok farklı etnik ve mezhepsel grup vardır. Ancak her ulus onları, bir ulus bilinciyle birleştirerek devletini kurar ve dünyaya kabul ettirir. Bu ulus bilinci üst kimlik kavramının karşılığıdır. Ulus devletler her türlü küçük kimliği bünyesinde barındıracak bir üst kimlik oluşturmak koşuluyla toplumda birlik ve beraberliği oluşturabilir.

Ancak küreselleşme, sermayenin serbest dolaşımı amacıyla merkeziyetçi ulus devletleri çıkarlarına aykırı gördüğünden, bilim adamları takımına başvurdu. Onlar da patronlarının sınıf kavramına olan antipatilerini hesaba katarak, hem ulus devletleri ve onların ulusal bilinçlerini yani milliyetçiliği; hem de sınıf kavramını ortadan kaldıracak sihirli bir formül geliştirdiler: Kimlik!!!.

Sınıf kavramı da ulus da, bütün dünyada zamane sosyolojisinin katkılarıyla bu «kimlik» silahının saldırılarına maruz kalıyor. Ancak her iki kavram da zamane sosyologlarınca belirlenen alternatiflerinden çok daha köklü, toplumu çok daha birleştirici ve bütünleştirici niteliktedir. Ulus bilinci, kapitalizmin, sermayenin milli odaklarda saklanmasını ve milli odaklarca genişletilmesini sağlamaktır. Kapitalizm sınıf kavramı temelinde yükselir. Hiç değilse emperyalizme karşı olabilmek için ulusal bilinç ile sınıf bilinci el ele yürümek zorundadır.

Ayrıca bu nokta da tarihten bir hatırlatma yapmak gerekir. Türk halkının, Milli Kurtuluş Savaşı’nda, devlet düzeyinde en büyük destekçisi S.S.C.B. ve TBMM hükümeti, Mustafa Kemal Atatürk ve Lenin tam anlamıyla yardımlaşmışlar.

Onları bu yardımlaşmaya iten neydi?

Atatürk sosyalist miydi, komünist miydi?

Önderliğini yapacağı Türk Devrimi’nin sonuncunda sosyalist bir devlet mi kurmak istiyordu?

Ya da Lenin Kemalist miydi?

Bu soruların cevabını tarih vermiştir. Atatürk Türk milliyetçisidir, Lenin sosyalist. Tarihten çıkarılması gereken önemli ders, onların devrim programlarının merkezini emperyalizmle savaş oluşturduğu için yardımlaştıklarıdır.

Bu örnek, emperyalizmle savaşta milliyetçilik ve sosyalizmin yani sınıfın birer rakip olmadığını; yardımlaşmaları gerektiğini, yardımlaşabileceklerini, nihayet yardımlaştıklarını göstermektedir.

Rahatça söylenebilir ki, küreselleştiği söylenen; ancak sadece sermayenin küreselleştiği ama emeğin küreselleşemediği dünyada ulus bilinci ve sınıf bilinci birleşmelidir. Savaş ancak böyle verilebilir. Akis takdirde misyonunun farkında olan zamane sosyolojisi, post-modernizm ve hepsinin babası küreselleşme ve emperyalizm, her iki kavramı da etkisizleştirecek, öldürecek, sonra da Fukoyamalara, Huntingtonlara, Can Pakerlere cenazede bilimsel bilimsel(!) tekbir getirtecek!!..

Sinan TARTANOĞLU

HEDDAM

image00133.jpg

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap