402) Eski Türklerde Barınak ve Şehir Hayatına Dair İzler

Yayin Tarihi 7 Aralık, 2020 
Kategori KÜLTÜREL, TÜRK DÜNYASI

Eski Türklerde Barınak ve Şehir Hayatına Dair İzler

İnsanoğlu ilk yaratıldığı günden itibaren hem coğrafyanın sıcak ve soğuğu gibi iklim olaylarından hem de tabiatta kendinden daha güçlü yırtıcı hayvanların saldırısından korunmak için barınaklara ihtiyaç duymuştur. Bu yüzden Tanrı’nın verdiği aklı kullanan insan önce mağara1 , ağaç kovuğu vs. yerleri kendisine sığınak yapmış; daha sonra ihtiyaçlarının artması veya bu gibi barınakların yeterli olmaması sebebiyle, yeni mekânlar aramıştır. Dolayısıyla o yaşadığı coğrafyadan yola çıkarak mimari özelliklere sahip ahşap, taş, kerpiç veyahut da keçe ve diğer örtülerden ibaret evler inşa etti. Hiç şüphesiz Türkler de bütün insanlığın yaşadığı bu tarihi süreci geçirerek kendisine çeşitli özelliklerdeki barınakları kurdu.

Bu durum bir yana, neredeyse 5000 yıllık Türk tarihine şöyle bir baktığımızda, Türklerin ikamet ettiği orman ve ağacın bol olduğu yerlerde tahta veya keçe, kurak bölgelerde kerpiç ya da taş evlerin ön plana çıktığı görülür. Onlar başlarını soktukları mimari yapıdaki bu ev yahut çadırların etrafını çitlerle korumaktaydılar ki bu da genellikle yaşanılan mekâna ilk zamanlarda yırtıcı hayvanların girip canlılara ve sağa sola zarar vermemesi için alınan bir tedbir idi. Elbette bozkır hayatının zorlukları karşısında pratik çözümler üreten Türkler, konargöçer olmaları hasebiyle de barınaklar ve içindekilerin kolayca taşınabilirliğini göz önünde tutmuşlardır. Yani çadır, kerekü, kerim, ker veya çok basit şekildeki çergeler ile tahta evlerin hayvan veya arabalarla (Resim 1) rahat taşınmaları gerekmekteydi2 . Bunların yöreye göre ufak tefek farklılıkları var idiyse de içinde kullanılan eşya ve süslemeler hemen hemen aynıydı.

Yukarıda da belirtildiği üzere, eski Türkler günlük hayatlarını devam ettirirken ilk başlarda umumiyetle çadırlarda yaşamışlardır. Ağaçtan bir kasnak ve onun üzerine örtülen keçelerle korunan çadırın tepesinde bir baca yeri mevcuttu ki buna “tünlük, şangırak” gibi adlar veriliyordu3 . Eski Türkler çadırın tepesindeki bu baca yerine “gök penceresi” veya “göğün gözü” dedikleri gibi, Türkiye Yörüklerinin bazılarında çadır direklerine “çağ”, dumanın çıkması için bırakılan deliklere “tütsü gözü”, çadırın etrafındaki püsküllü eteklere ise “saçak”4 dendiği kayıtlara geçmiştir. Kendilerinin evleri olan bu nesnelerin en üst köşelerine “ug/ok”, yan taraflarına “eyegü”, etrafının bağlandığı kuşağa da “kursak” denirdi. Ayrıca onlar, çadırın ortasındaki direği evrenin ekseni (kainatın mihveri), bacalığı da gökyüzünün yansıması şeklinde düşünüyorlardı (Resim 2).

Bu çadırın doğu ve bazan güneye doğru açılan kapısı “eşik” olarak adlanmıştır ki bütün Türkler evin veya çadırın girişi olan eşiğe son derece önem veriyorlardı. Türk insanı kendisi için kutsal bir mekân durumundaki evini her şeyden kıskanmış ve sahiplenmiştir. Dolayısıyla çadırına ya da evine girerken kutsal bir mabede ayak attığına inanıyordu. Bu yüzden onun korunması ve saygı görmesi gerekirdi. Buna binaen de herhangi bir yabancının evinin eşiğine basmasını veya oturmasını kendisine hakaret ya da yuvasının elinden alınmak istendiği gibi düşünmüştür5 . İşte bu mekânın ortasında da ocaklık, üstünde ise üçayak ile kazan bulunurdu.

Çadır içinse Türkler sıklıkla “otag/oda”, “kerekü”, “yurt” veya “eb/ ev” tabirleri kullanılmıştır. Kerekü veyahut çadır yapan kişiler için de tarihi vesikalarda “kereküçü” denmekteydi6 . Bununla birlikte ev kelimesine metinlerde umumiyetle ev-bark şeklinde tesadüf edilir. Tarihi kaynaklar arasında yer alan yazılı belgeler ile kaya resimleri ve arkeolojik malzemelerden çıkan neticelere bakıldığında bazan bu çadırların dört tekerlekli kağnılar üstünde de taşınabildiğine şahit oluyoruz ki (Resim 3) özellikle göç ve savaş durumlarında buna başvuruluyordu7 . İbn Batuta’da bu konuda ilgi çekici notlar bulmaktayız. O, Kıpçak ülkesinde bir Türk şehrini anlatırken şöyle diyor: “Ordu yerine vardığımızda camiler, çarşılar, halk ve mutfak bacalarından tüten dumanlarıyla yürüyen büyük bir şehirle karşı karşıya olduğumuzu anladık. Bütün şehir atlarla çekilen arabalarda taşınmakta ve konaklamak üzere seçilen yere varılınca, hafif malzemelerden yapılmış olan evler, çadırlar ve eşyalar indirilmekte; bir anda çarşılar, mescitler ve obalar kurulmakta idi”8 . Buna benzer şeyler başka kaynaklarda da tespit olunuyor.

Yerine göre bu çadırların genişliği bir uçtan, diğerine yüz adımı bile geçebiliyordu. Çadırın üzerindeki keçenin rengine göre de, kara-ev ya da ak-ev (Kara-evli, Ak-evli) şeklinde isimler alıyorlardı ki bu kabilelere ad olması bakımından da mühimdir. Kaynaklarda hükümdar otağı veya çadırının kırmızı olduğuna dair de bazı işaretler mevcuttur9 . Bunun yanısıra çadırların içerileri de halılar ve diğer nesnelerle süslenirdi. Bunlar umumiyetle hayvan figürleri ve geometrik şekillerden ibarettir. Kişinin durumuna göre de büyüklükleri değişirdi. Özellikle hükümdar çadırları yüzlerce kişiyi alabiliyordu. Çadırın kullanımı da gelenek-görenekler esası çerçevesindeydi. Umumiyetle eşiğin tam karşısı veya sağda tör yeri, yani misafir veya yurta gelen kıymetli kişiler içindi.

Mesela ünlü İbn Fadlan, Oguzları ziyaret ettiğinde kendisine Oguz beyi tarafından bir “Türk Çadırı” kurdurulduğunu söyler. Öyle ki Türkler bu barınaklarını birkaç saat içerisinde, insanı hayrete düşürecek bir şekilde ayağa diker ve yine aynı çabuklukla onları dererlerdi (Resim 4). Türk mimari ve yapı sanatına ait pekçok şekiller bu çadırlardan geliyordu ve onların şekli dünyaya bakışlarını da yansıtmaktaydı10. Yakın zamanlara kadar bile Orta Doğu ve Uzak Asya’da köylüler barındıkları yerleri besledikleri hayvanlar ile paylaşırken Türk kendisi için otag/oda/eb/kerekü/ çadır vs. kurmuş, bunun içini halı veya kilimlerle bölerek çocuklar ebeveynlerden ayrı yerlerde kalmıştır11. Bu asil topluluk aile hayatını kutsal ve mahrem gördüğü gibi, hayvanlarını da bu barındığı ya da yatıp uyuduğu mekâna sokmamıştır. Kısacası Batılılar saraylarının ve evlerinin içine pislerken Türk çadırlarının veya evlerinin yanında daha Orta Çağlarda bile “çumuşluk/yumuşluk” denilen tuvaletler ve hamamlar vardı.

En eski Çin kaynaklarında bile evlerinde her şeyleri mevcuttu denilen Türkler, gündelik hayatta kullandıkları her türlü eşyalara çadırlarıyla birlikte sahiptiler ki bunların arasında yiğne “iğne”, targak “tarak”, sındı, bıçkı, kıngırak “makas”, biçek “bıçak”, çömçe, kamıç “kepçe”, kaşuk “kaşık”, körke “ağaç tabak”, sengek “testi”, tang “elek”, tekne “hamur yoğurma kabı”, yasgaç “hamur tahtası”, yerküç “ekmek pişirmeye yarayan tahta kılıç benzeri nesne”, yugurguç “oklava”, tuzluk, çanak, bukaç, ködheç, sagrak, idiş, künek, ıbrık, kumgan “su kabı”, butık “su tulumu”, çeşkel, yogrı, “çanak”, küp, sokı “havan”, tepsi, tergi “sofra”, saç, “tava”, örküç “saç ayağı”, etlik “et asılan nesne”12 gibi malzemeleri sayabiliriz (Resim 5 ve 6).

Çadır türü veyahut da mimari tipte evleri olan bu insanlar, yine bu korunaklarını mevsim şartlarına göre seçerlerdi. Konargöçer hayat tarzına bağlı olarak yaylaklarda ve kışlaklarda barınaklara sahiptiler. Dolayısıyla araştırmacılar iklimin çetinliği yüzünden insanların her zaman çadırlarda yaşayamayacaklarını ve kışı geçirmek için uygun yerler yapmak zorunda olduklarını vurgularlar13. İşte buna binaen Orkun Yazıtlarında, 715 yılında Oguzlarla savaşılmadan evvel, Kök Türk orduları Amga Kurgan denilen yerde konaklayıp kışlamışlardır14 ki burasının korunaklı bir kale olduğu düşünülmektedir. Bunun gibi Orkun Yazıtlarında gördüğümüz kışlak ve yaylak tabirine daha geç dönemdeki Şine Usu Kitabesi15 ile Irk Bitig benzeri metinlerde de rastlamaktayız.

Netice itibarıyla yaşlı ve sürüsü az bulunanlar kışlık bölgelerde kalırlardı ki zamanla buralarda ziraat da gelişip önemli merkezlere dönüşmüştür. Mesela Hazarlar kışları tamamen köy, kasaba veya şehirlerde geçiriyorlardı. Türkler şehir, kale, saray manaları karşılığı için umumiyetle kökü balçıktan gelen “balık” kelimesini kullanıyorlardı. Yine “şehir, kale, ev, mezar” anlamıyla örtüşen ve “korumak, korunmak, gizlemek, saklanmak, kurmak, kurulmak” vs. sözlerle alâkalı “kurgan” kelimesini de unutmamak gerekir. Hakanların yaşadığı şehir ve merkezler genellikle “ordu” terimiyle adlanırken diğerleri sıradan isimler alabiliyordu.

Türk kaganları yeni bir ülke ele geçirdikleri zaman, idaresi altındaki Türkleri buralara yerleştirerek tıpkı daha sonraki yüzyıllarda olduğu gibi (mesela Anadolu’nun Türkleşmesi), kazanılan toprakları iskâna açıyorlardı ki bunun için de sıklıkla “konmak”, “konturmak” veya “yerlemek” terimlerini kullanıyorlardı. Özellikle sürekli barınma mekânı olarak nehir kıyılarını seçen ve bu evlerin ebatları da ailenin durumuna göre değişen Türklere ait Hunlar çağından beri Orta Asya’da yerleşim bölgelerinin izlerine rastlanılması16, hep bu iskân politikaları yüzündendir.

Tarihi kaynaklar ve arkeolojik kalıntılar eski Türk şehirciliğine dair bize ipuçları verir. Mesela Selenge Irmağı kıyısında Uygur hükümdarı Börü Ken’in (Mo-yen Çor/belki Börü Kun/Genişleten/Yayan) tahminen 758 yılında Bay Balık adlı bir şehri Sogdlu ve Çinli ustalara yaptırması, bunun delilidir. Şine Usu Yazıtında bu hususta; “Sogdak, Tabgaçka Selengede Bay Balık yapıtı birtim.”17 denir. Bundan sonra oğlu Bögü de Türk yurdunun çeşitli yerlerinde kent ve Mani mabetleri inşa ettirmişti.

Bununla birlikte Hun, Kök Türk ve Uygur Kaganlığının esas başkenti Orkun Irmağı kıyısındaki Karabalgasun (eski Ordu Balık) şehriydi. Türkler ordugâh, başkent, merkez vs. için “Ordu” ve “Ordu Balık” gibi terimleri kullanırlardı18. Burada çadırların yanısıra, ahşap ve tuğladan binalar da yer alıyordu (Resim 7). Arapça kaynaklarda demirden yapılmış oniki büyük kapısına ve içerisindeki dükkânlara da işaret olunuyor. Bu şehrin Çin’den gelen prensesler için kurulduğu gibi iddialarda bulunanlar varsa da mimari özelliğine baktığımızda iskân bölgesinin ortasındaki kagan sarayı bir surla çevrilmiştir. Merkezin ana girişi doğu yönünden olup etrafıyla beraber yaklaşık 50 km²’lik bir alana yayılmıştı. Bu ve diğer şehirlerin hepsi bir plan dâhilinde yapılmaktaydı. Genelde bunların mimarileri incelendiğinde şehrin ortasında bir hükümdar veya han sarayı vardı ve bunlar bir iç duvar ile çevrelenmekteydi. Sonra bu bölgeyi ele geçiren Mogollar, aynı yeri kendilerine başkent seçmişlerdir19. Çingiz Han’ın ordugâhı Karakurum, Karabalgasun’un hemen bitişiğindedir.

Yine Uygurlara ait bugünkü Doğu Türkistan’da Turfan civarındaki surlarla çevrili Koço veyahut İdi-kut şehri de anılmaya değer (Resim 8). Bu coğrafyadaki Türk döneminin önemli yerleşim merkezleri arasında Beş Balık da bulunuyordu20. Etrafında kayıklarla gezilen bir gölü, içinde çeşitli maden işleme atölyeleri vardı. Kaşgarlı Mahmud bu kent hakkında, “Uygurların en büyük şehridir” diyor. Burası için tarihte Türk, Çin ve Tibet mücadelelerinin ne kadar şiddetli geçtiğini de bilmekteyiz21

Bundan başka İdil şehri birkaç parçadan meydana geliyordu22. Bir kısmında tüccarlar ve Müslümanlar yaşarken kentin içinde pazarlar, hamamlar, sinagoglar, kiliseler, medreseleriyle beraber otuz kadar mahalle, hakanın sarayından daha yüksek minaresi olan bir Cuma mescidi vardı. İdil (İtil) Nehri’nin her iki yakasında da yerleşilen bu şehirde, İdil’in bir yanından öbür tarafına ulaşım teknelerle sağlanıyordu. Mesela deniz kenarındaki Semender’den söz eden Müslüman yazarlarda, şehrin içinde çok miktarda asma bahçesinin olduğu kayıtlıdır.

Ayrıca İdil’de bulunan Bulgar ve Saray şehirleri de pek ünlü idi. Bulgar’a 50 km kadar uzaklıkta bir Suvar kentinden de söz olunmaktadır. Kaşgarlı’nın “herkesçe tanınan bir Türk şehri” dediği ve İdil’in sol sahilindeki Bulgar harabelerinden, burasının tuğla ve taştan yapılmış bir kent olduğu; içerisinde 50.000 kişiyi barındırabildiği ve ortasında bir han sarayının yer aldığı anlaşılıyor. Söz konusu şehir Orta Çağ’ın en önemli ticaret merkezlerinden biriydi. Wilhelm Rubruck Seyahatnamesi’nden öğrendiğimize göre, Batu Han tarafından inşa ettirilen Saray şehri de pek güzeldi23 .

Bunun dışında, daha evvelce de belirtildiği üzere eski Türk şehirleri konargöçer hayat tarzının bir gereği olarak doğmuştur. Bulundukları mevki ve konumları hem hayvancılığa hem de ziraata müsaitti24. Mesela 10-12. asırlarda Divanü Lûgati’t Türk’te geçen Oğuz şehirlerinden Sabran (veya Savran), Sıgnak, Otrar (yahut Farab), Sayram, Yangı Balık (Cankent), Semerkant ve Kaşgar gibi şehirler de meşhurdu. Arap coğrafyacılarının ve tarihçilerinin eserlerinde onlarca Türk kentinin adı geçmektedir (Resim 9). Karluk-Türgiş çağına ait Çu bölgesindeki şehirlerin umumiyetle etrafının kerpiç veya ağaç surlarla çevrildiğini25 de biliyoruz.

Bu vesile ile belki geçmişte ve günümüzde Türkistan’ın en önemli kültür merkezlerinden biri durumundaki Semerkant hakkında Babur Şah’ın söylediklerini aktarmakta da fayda var. O, “Semerkant kadar güzel bir kent dünyada az bulunur. Hiçbir düşman şiddet ve üstünlük ile bunu ele geçiremediği için “Belde-i Mahfuza” derler. Türk ve Mogol halkları Semizkent diye söyler. Temür Beg burayı payitaht yaptı. Sur üzerinden kurganın uzunluğunun ölçülmesini emrettim, ölçü 10.600 kadem çıktı. Üzüm, kavun, elma, nar ve diğer bütün meyveleri çok iyidir. Semerkant ve mahallelerinde Temür ve Ulug Beg’in imaretleriyle, bahçeleri çoktur. Temür, Kök Saray diye meşhur olan dört kapılı, fevalâde büyük bir köşk ve kalenin içinde bir cami yaptırmıştır. Semerkant’ın doğusunda iki bahçe açtırdı. Biri Bağ Boldı, öbürü Bağ-ı Dilgüşa’dır. Dilgüşa’da inşa olunan köşkte Temür Beg’in Hindistan muharebeleri tasvir edilmiştir. Ayrıca yine Nakş-ı Cihan, Bağ-ı Çınar, Bağ-ı Şimal ve Bağ-ı Behişt bahçeleri vardır. Temür’- ün oğulları da buraya hanlar, hamamlar ve camiler kurdurdu.”26 diyor.

Bunlardan yüzlerce yıl evvel MÖ 30’larda Kiçik Kutlug Alp Yabgu’nun Talas Nehri kıyısında surlu bir başkent kurdurmasının yanısıra; yine 4. yüzyılın sonlarıyla, 5. yüzyılın başlarında, Çin’in Ordos bölgesinin güneyinde ortaya çıkarak bir hâkimiyet tesis eden ve Hunların devamı olduklarını ileri süren Hsia hanedanlığının ilk beyi Tengriken Boncuk (Helien P’o Po) burada şehirler yaptırmıştır ki Çin kaynaklarında bunlar hakkında ayrıntılı malûmat mevcuttur. Bu kentlerden birinin etrafı dağ ve nehirlerle çevrili olup arkası dağa, önü ırmağa dönük idi. Solunda bir akarsu, sağında da bir dağ geçidi bulunuyordu. Şehrin surları o kadar yüksekti ki sanki göğe uzanıyor, adeta güneş ışıklarına engel oluyordu. Etrafta avlanılabilecek büyük bir orman, balık tutmak için de bir göl vardı. Bunlardan başka insanlar gezsin diye park ve bahçeler oluşturulmuştu /Resim 10). Hatta hakan “onbinleri birleştiren şehir” diye bilinen bu yerin girişine de kendi ağzından yazılan bir kitabe koydurmuştur27

Yazıtlarda özellikle nehir boylarında odalar (bazen birkaç bölmeli) odalar (otag/eb/çadır/kerekü), yani evler kurulduğuna işaret ediliyor. Hunların ve diğer Türklerin barınaklarını döğülmüş toprak, ağaç ve kamıştan inşa ettiklerine dair bilgiler değişik kaynaklarda mevcuttur. Fakat Türkler daha çok ahşap meskenlerde yaşıyorlardı. Bunun sebebi keçe ile ağaçların taş ve kerpiçe nazaran daha sağlıklı olmasıydı. Bunlar kışın soğuğa, yazın da sıcağa karşı çok uygundular. Hatta Hunlar, kerpiç evlerde oturan Çinlileri hakir görüyorlardı. Ayrıca yaşadıkları coğrafyada hammadde olarak ağacın daha bol bulunması da tercih nedenidir. Mesela Orta Avrupa’daki Attila’nın (Ata İllig) kasabalarının ana unsuru ağaçtı ve etrafları çitlerle çevriliydi28. Buna karşılık İdil’in bir bölümü ve Don Irmağı’nın aşağılarında yer aldığı sanılan Hazarların meşhur şehri Sarıg-el (Sarkel) taş ve tuğladandı ve içinde ahşap binalar da bulunuyordu (Resim 11).

Netice itibarıyla Türk şehirleriyle alâkalı örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak Türkler genelde çadırları ve ahşap evleri tercih ediyorlardı ki ayrıca bunlar bir yerden bir yere daha kolay ulaştırılıyordu.

Prof. Dr. Saadettin Yağmur Gömeç

1 Türklerin türeyişiyle alâkalı destanlarda da ata mağarası motiflerine rastlandığını unutmamak gerekir. Dolayısıyla mağara insan medeniyetinin de ilk barınaklarından olması itibarıyla önemlidir ve Türk kelimesinin Çince yazılışında (T’u-chüeh) görülen iki heceden birincisinin mağara, ikincisinin de kurt imi için kullanıldığının söylenmesi çok ilginçtir. Bkz. G. Kırilen, Eski Çin’in Ötekisi Türkler, Ankara 2015, s. 206-208.

2 B. Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, C. III, Ankara 1985, s.65-175.

3 A. R. Yalgın, Cenupta Türkmen Oymakları, II/2. Baskı, Ankara 1993, s. 439; G. Chaliand, Göçebe İmparatorluklar, çev. E. Sunar, İstanbul 2001, s. 30.

4 E. Esin, “Türkistan Türk Devlet ve Beylikleri”, Tarihte Türk Devletleri, I, Ankara 1987, s. 82; B. Ögel, “Batı Göktürk Devleti”, Tarihte Türk Devletleri, I, Ankara 1987, s. 120.

5 Eşik meselesi üzerinde biraz daha durmak gerekirse, burası Türklerin kendi dünyalarına ya da hayatlarına başlangıçtır. Günümüzün Semavi dinlerinde olduğu gibi, tarihteki Türklerin inançlarında da muhtemelen insanı, aileyi ve milleti kontrol ederek izleyen melekler mevcuttu. Hâk dinlerdeki bu meleklerin insanın sağında ve solunda yer almalarına benzer bir şekilde, evlerin de kapı veya eşiklerinin sağında, solunda beklediklerine eski Türkler kanaat getirmişlerdir. İşte buna bağlı olarak o kutsal varlıkları incitmemek ya da üzerlerine basmamak için, geçmişte ve günümüzde Türklerin evlerinin içerisine girerlerken eşiğe basmamaya özen gösterdiklerini düşünmekteyiz. Bkz., B.Ögel, Türk Mitolojisi, II, Ankara 2006, s. 27; S. Y. Gömeç, Şamanizm ve Eski Türk Dini, Ankara 2016, s. 83.

6 S.Y.Gömeç, Türk Destanlarına Giriş, Ankara 2015, s. 127, 136.

7 Kadınlar sıklıkla kendileri doğum yaparlardı. Yakınlardaki bir bez veya yünle bebeği silen kadın, onu bir posta veya yüne sarıp beledikten sonra çoğu kere atına binip yola çıkardı. Savaş ve göç zamanlarında yetişkinlerle, bebek çağında olanlar evleri, arabaları, hayvanlarıyla beraber hareket ediyorlardı. Hiçbir şeye ihtiyaç duymadan binlerce kilometre yol alıyorlardı. Beşiklerdeki küçük bebekleri anneleri emzirebilsin diye eyerin ucunda taşıyorlardı. Sol elleriyle beşiği ve dizgini tutarlarken sağ elleriyle de atı yönetiyorlardı. Bu gelenek herhalde Türk İskitler çağından beridir sürüyordu. Bkz. A. R. Seyfi, İskitler ve İskitler Hakkında Herodot’un Verdiği Bilgiler, İstanbul 1934, s. 55; J. Barbaro, Anadolu’ya ve İran’a Seyahat, çev. T. Gündüz, İstanbul 2005, s. 27-28, 82-83; Cengiz İmparatorluğu, çev. A. Danuu, İstanbul 2012, s.135.

8 İbn Batuta, İbn Batuta Seyahatnâmesi’nden Seçmeler, Haz. İ. Parmaksızoğlu, Ankara 1981, s. 77.

9 Süleyman er-Ravendî, Râhat-üs-Sudûr ve Ayet-üs-Sürûr, çev. A. Ateş, I, Ankara 1999, s. 141.

10 J. G. Frazer, “The Killing of the Khazar Kings”, Folklore, 28/4, London 1917, s. 391; E. A. Thompson, “The Camp of Attila”, The Journal of Hellenic Studies, Vol. 65, 1945, s. 114; C. E. Arseven, Türk Sanat Tarihi, I-II, İstanbul (tarihsiz), s. 26-27; M.Hermanns, “Uygurlar ve Yeni Bulunan Soydaşları”, İ.Ü. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2/1-2, İstanbul 1946, s. 111; F.Sümer, “Türk Çadırları”, Resimli Tarih Mecmuası, 5/56, İstanbul 1954, s. 3293; N. Diyarbekirli, Hun Sanatı, İstanbul 1972, s.47-48; R. G. Claviyo, Timur Devrinde Semerkant’a Seyahat, çev. Ö. R. Doğrul, İstanbul 1975, s. 147-48; H. Oraltay, “Kazak Türklerinin Çadırları”, Türk Kültürü, 16/192, Ankara 1978, s. 747; D. Sinor, “The Origin of Turkic Balıq Town”, Central Asiatic Journal, Vol. 25, Wiesbaden 1981, s.95-101; L. Altınmakas, “Kazak Türklerinin Gelenekleri ve İslamiyetin Etkisi”, Türk Kültürü, 22/250, Ankara 1984, s.122; C. Balint, “Hazarlara İlişkin Arkeolojik Araştırma”, Türk Kültürü Araştırmaları, Prof.Dr. Yaşar Önen’e Armağan, 26/1, Ankara 1988, s. 37; bkz. W. Rubruck, Moğolların Büyük Hanına Seyahat (1253-1255), çev. E.Ayan, İstanbul 2001, s. 32; M.I.Artamonov, Hazar Tarihi, çev. A. Batur, İstanbul 2004, s.153; Barbaro, a.g.e., s. 107; D. Koç-K.Yıldırım, “Hun Tarihi Kaynağı Olarak Yan Tie Lun”, Türk Dünyası Araştırmaları, 112/220, İstanbul 2016, s. 57; H. Devrişeva, Seyahatnamelere Göre XIX. Yüzyılda Kazakların Sosyal ve Kültürel Hayatı, Doktora Tezi, Ankara 2016, s. 152.

11 B. Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, VII, Ankara 1984, s.7.

12 Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi, I-IV, çev. B.Atalay, Ankara 1988, I, s.35, 48, 61, 95, 99-101, 137, 348-349, 359-360, 377, 381, 383-385, 392, 417-418, 423, 429-430, 434, 440, 452, 464, 467, 471, 480, 482, 493; III, s.31, 38, 119, 226; 355, 357, 367, 382-383.

13 T. Baykara, “Göktürk Yazıtlarının Türk İskan (Yerleşme) Tarihindeki Yeri”, III. Sovyet-Türk Kolokyumu, İzmir 1990, s.5.

14 S. Y. Gömeç, Kök Türk Tarihi, Ankara 2016, s. 240.

15 Şine Usu Yazıtı, Doğu tarafı, 7-8, Güney tarafı, 2, Batı tarafı, 3. satır; Irk Bitig, 78, 86, 88, 96, 99. satırlar.

16 Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk, I, s. 503; Arseven, a.g.e., s.25; R. R. Arat, “Balık”, Türk Ansiklopedisi, V, Ankara 1952, s. 132; A. Zajaczkowski, “Khazarian Culture and its Inheritors”, Acta Orientalia, XXII, Budapest 1961, s.299; İbn Fadlan, a.g.e., s. 37; B.Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul 1988, s. 344-345; B. Ögel, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1984, s. 91-364; E.Esin, İslamiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, İstanbul 1978, s. 43-136; L. N. Gumilev, Hunlar, Çev. A. Batur, İstanbul 2003, s. 262; S. G. Klyaştornıy-T. İ. Sultanov, Türkün Üçbin Yılı, çev. A. Batur, İstanbul 2003, s. 15, 68; S. G. Agacanov, Oğuzlar, çev. E. Necef-A. Annaberdiyev, İstanbul 2003, s. 132; Barbaro, a.g.e., s. 35.

17 Bkz. Şine Usu Yazıtı, Batı tarafı, 5: “Sogdlar ve Tabgaçlara Selenge’de Bay Balık yaptırdım”.

18 Bkz. Köl Tigin Yazıtı, Kuzey tarafı, 8. satır.

19 R.Giraud, L’Empire des Turcs Celestes, Paris 1960, s.51; Ögel, a.g.e., s.65; W.Samolin, “East Turkistan to the Twelfth Century”, Central Asiatic Journal, IX, The Hague 1964, s.75; E. Esin, “Orduğ (Başlangıçtan Selçuklulara Kadar Türk Hakan Şehri)”, DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, 6/10-11, Ankara 1968, s.135-137; S. Y. Gömeç, Uygur Türkleri Tarihi, 5. Baskı, Ankara 2015, s.85; Z. Kitapçı, Doğu Türkistan ve Uygur Türkleri Arasında İslamiyet, Konya 2004, s. 78.

20 Çin kaynaklarında Pei-t’ing şeklinde geçen bölge olup, bugünkü Tanrı Dağlarının kuzeyinde, şimdiki Urimçi havalisindeki yerleşim birimleridir. Bu beş şehrin nereler olduğunu V. Minorsky, “Hudûd el-Alem” adlı çalışmasında veriyor (S. O. Kurulay, Hudûd el-Alem’e Göre 10. Asırda Türk Boyları, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2007, s. 182), ama bize göre Kök Türk ve Uygur çağında bu yerleşim birimleri çok geniş bir sahaya yayılmış olamazlar. Bununla birlikte Çinliler eski zamanlarda Turfan ve Beş Balık’ı aynı isimle anmışlardır. Kuzey Asya ile Türkistan’ı birleştiren yolların kavşağındadır. Türkistan’ın ziraat ve ticaret şehirleriyle Orkun arasındaki kesişme noktasıdır. Ayrıca bkz. B. Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, II, Ankara 1981, s. 17.

21 Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk, I, s. 379; F.Sümer, Eski Türklerde Şehircilik, İstanbul 1984, s. 44-45; Gömeç, Uygur Türkler, s. 130; Kitapçı, a.g.e., s.108; S. Y. Gömeç, “Divanü Lûgat-it-Türk’de Geçen Yer Adları”, DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, 28/46, Ankara 2009, s.22.

22 Burası kaynaklarda Han Balık, Hazaran, Sarıgşın, El-beyza gibi adlarla da anılır. Bk. Z. V. Togan, “Hazarlar”, İslam Ansiklopedisi, 5/1, İstanbul 1988, s. 403.

23 İbn Arabşah Saray şehrinin hakkında şöyle bir hikâye anlatır: Saray beylerinden birinin hizmetkârı kaçar ve kentin içinde kendine bir dükkan açarak, alış-verişle hayatını kazanır. Bu suretle on yıl kadar yaşar. Ama efendisi bu zaman zarfında ona hiç rastlamaz. Bu durum Saray’ın büyüklüğü ve nüfusunun çokluğundandır. Bakınız, İbn Arabşah, Amir Temur Tarihi, çev. U. Uvatov, Taşkent 1992, s.153.

24 A. Caferoğlu, “Tarla Kültürü Etnoğrafyasına Göre Kotan”, İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XIX, İstanbul 1971, s. 45.

25 Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk, I, s. 124, 437, 456; III, s. 176; V. V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Dersleri, Haz. H. Dağ, Ankara 2004, s. 191-192; S. Runciman, “Ortaçağ Başlarında Avrupa ve Türkler”, Belleten, 7/25-27, Ankara 1943, s.52; H. N. Orkun, “Attila ve Sarayı”, Resimli Tarih Mecmuası, 1/11, İstanbul 1951, s.431; G. Feher, “Türko-Bulgar, Macar ve Bunlara Akraba Olan Milletlerin Kültürü”, II. Türk Tarih Kongresi Tebliğleri, İstanbul 1943, s. 292; A. N. Kurat, “Bulgar”, İslam Ansiklopedisi, II, İstanbul 1979, s. 787-792; R. P. Lindner, “Nomadism, Horses and Huns”, Past and Present, No 92, London 1981, s.11; Sümer, Eski Türklerde, s. 39-45; Ögel, İslamiyetten Önce Türk, s. 172; Rubruck, a.g.e., s.131; Agacanov, a.g.e., s.97; Kurulay, a.g.t., s.166-167; S. Y. Gömeç, “Divanü Lûgat-it-Türk’te Geçen Yer Adları”, II. Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu. Kaşgarlı Mahmud ve Dönemi, Ankara 2008, s.261-290; Ş.Mercani, Müstefadü’l-Ahbar fi Ahval-i Kazan ve Bulgar, Türkiye Türkçesine Aktaran M. Kalkan, Ankara 2008, s. 39-42, 66.

26 Zahireddin Muhammed Babur, Baburname, Haz. R. R. Arat, I, Ankara 1970, s.68-72.

27 H. H. Howorth, “On the Westerly Drifting of Nomades, from the Fifth to the Nineteenth Century, Part IV. Circassians and White Khazars”, The Journal of the Ethnological Society of London, 2/2, London 1870, s. 189; Ş. Günaltay, Mufassal Türk Tarihi, III, İstanbul 1339, s.63; Runciman, a.g.m., s. 52; Zajaczkowski, a.g.m., s. 299; A.Onat, 5. Asırda Kuzey Çin’de Kurulan Hsia Hun Devleti (M.S. 407-431), Doçentlik Tezi, Ankara 1977, s.92; Ş. Baştav, “Hazar Kağanlığı Tarihi”, Tarihte Türk Devletleri, I, Ankara 1987, s. 161; Balint, a.g.e., s.44; Gömeç, Kök Türk Tarihi, s.20, 337-338; Artamonov, Hazar Tarihi, s.506-508; P. B.Golden, Khazar Studies. An historico-philological inquiry into the origins of the Khazars, Budapest 1980, s.121; Agacanov, a.g.e., s.106; Mesudi, Murûc ez-Zeheb, çev. A. Batur, İstanbul 2004, s. 67-69; Kurulay, a.g.t., s.165-166; T. D. Baykuzu, “Bir Hun Başkenti: T’ung-wan Ch’eng”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 183, İstanbul 2009, s. 3-5; B. Obrusanszky, “Tongwancheng, the City of Southern Huns”, Transoxiania, No 14, 2009.

28 Thompson, a.g.m., s.113; Orkun, a.g.m., s.431; B.Ögel, “Büyük Hun İmparatorluğu ve Daha Önceki Devletler”, Tarihte Türk Devletleri, I, Ankara 1987, s.14; Balint, a.g.m., s. 35.

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap