365) Kapitalizm ve Osmanlı Ekonomisi

Yayin Tarihi 18 Mayıs, 2014 
Kategori SİYASİ

Kapitalizm ve Osmanlı Ekonomisi

image001

Bir toplumda kapitalizmin gelişmesini anlamanın püf noktası o toplumun feodal dönem uzantılarını da incelemektir. Zira kapitalizm anlık bir mefhum değil, bilakis çok uzun bir sürecin sonunda ortaya çıkan kompleks bir üretim tarzıdır. İnsanoğlunun daha avcılık ve toplayıcılık yaptığı dönemde sahip olduğu sınıfsız toplum, zaman ilerledikçe yerleşik hayata geçmenin verdiği artan yaşam kalitesiyle beraber nüfus artışına sebep olmuş, bu da köylerin ve ardından şehirlerin kurulmasına yol açmıştır. Farklı yerlerdeki şehirler arasında yaşanan mücadeleler (ve tabi savaşlar) ile birlikte hakimiyet altına giren şehirlerin halkı, hakim halkın adi işlerini yapmaya mecbur koşulmuştur. Hakim halk, hüküm altındaki halkın efendisi olmuştur. Roma  döneminde “Latifundium”[1] adı verilen çiftlikler sözünü ettiğimiz “köleci” üretime bir örnektir. Bu şekilde oluşan köleci toplum, doğudan gelen istilalar sonucu yıkılan Roma’nın ardından baş gösteren güvenlik ihtiyacından ötürü, modifikasyona uğramıştır. Eski köle ve köle sahipleri, pek tekin olmayan Avrupa topraklarında canlarını korumak ve karınlarını doyurmak için “Senyör” yahut “Lord”[2] denen kişilerin korunaklı şatolarına sığınmışlardır. Tabi iki şartla: Lordun kendilerine verdiği toprakta çalışıp Lorda belli bir miktar ürün vermek[3] ve Lordun şahsi arazisinde hiçbir karşılık almadan çalışmak[4]. Lordun malikanesinin kendi kendine yeten üretiminden, artan ürünlerin pazara yönelik olarak elden çıkarılmasıyla ve yavaş yavaş gelişme gösteren burjuvaziyle beraber ticaret gelişmiştir. Gelişen ticaret, bir miktar sermaye birikimini de beraberinde getirmiştir. Sermaye birikiminin, kapitalizmin son aşaması olan ücretli emek ile birleşmesi için ise İngiltere’de başlayan Lordların “enclosure”[5] hareketini başlatması beklenecek ve boşa çıkan emeğin şehirlerde yoğunlaşması beklenecektir. Sermaye birikimi ve ücretli emek şehirlerde burjuvaziye birleşince ortaya sanayi çıkmış ve kapitalizm arz-ı endam etmeye başlamıştır.

Görüldüğü üzere kapitalizm bir anda ortaya çıkmamış, aksine yüzyıllar boyu süregelen bir sömürü hareketinin devamı olarak gelmiştir. Yukarıda çok çok basite indirgemiş olduğumuz bu çözümlemeden de anlaşılacağı üzere Avrupalı Lordun fief’e[6] dönüştürdüğü toprakları üzerinde bir mülkiyet hakkı vardır. Haliyle kendi topraklarında kuralları kendisi koyar ve kendisi denetlerdi. Ülkede bir kral vardı lakin parçalı iktidar yapısı nedeniyle kral ve gücünü en iyi özetleyen söz “primus inter pares”ti[7]. Kral belirli dönemlerde lordlarla toplanır fikir alışverişinde bulunurdu. Savaş zamanı lordlardan asker talep ederdi. Zira merkezi ve güçlü bir ordu o dönem Avrupasında rastlanılacak bir şey değildi. Bu nedenle kralın lordlara ihtiyacı vardı. Fakat Osmanlı’da aynı dönemde topraklar üzerindeki mülkiyet hakkı önemli ölçüde devlete aitti. Sınıfsal yapı da Feodal Avrupa-Osmanlı arasındaki çarpıcı farklılıklardan birini teşkil ediyordu. Klasik “serf-senyör” sınıf yapısına karşılık Osmanlıda “reaya, tımarlı sipahi, ulema, ümera ve devşirme”lerden oluşan çok daha karmaşık bir bir kompozisyon hakimdi.[8] Avrupa’lı Lordların aksine Osmanlı yönetici sınıfı ancak görevleri müddetince toprak sahibi olabiliyorlardı. Babadan oğula geçmeyen devlet görevleri nedeniyle topraklar görevi biten memurun elinden alınmaktaydı. Bu nedenle Avrupa’dan farklı olarak Osmanlıda “aristokrat” bir sınıf gelişmemiştir.

Toprak sistemi ile ilgili küçük bir hatırlatmanın, konunun politik boyutunu aydınlatması bakımından önemli olduğu kanısındayız. Askeri görev karşılığı toprak verilmesi, tüm pre-kapitalist toplumlarda rastlanılan bir uygulamadır. Bu uygulama, hem devletin memurlara ödemesi gereken maaş yükünü hafifletmekte hem toprakların boş kalmamasını sağlamakta hem de savaşa hazır bir ordu bulundurulması açısından önemlidir. Ama böyle bir uygulamanın bir diğer nedeni de, tüm ülkede vergileri toplayıp sonradan bunu maaş olarak dağıtabilecek bir kurumun bulunmayışıdır. Örneklerini Cermen Krallıklar’da “Beneficium”, Doğu Roma’da “Pronoia”, Selçuklular’da “İkta”, Abbasiler’de “Katia” ve M.Ö.’lerde Selevkoslar’da “Kaştu” olarak göstermek mümkündür. Hepsi aynı olmasa da benzer koşulların ürünüdürler. Merkezi otoritesi kuvvetli olan devletler (Osmanlı ve Doğu Roma gibi) bu topraklarda yalnızca belirledikleri vergilerin toplanmasını toprak zileytlerine verirken, merkezi otoritenin zayıf olduğu Avrupa’da krallar, Lordların Kralmışçasına kendi topraklarında hareket etmelerinin önüne geçememiştir.

Bu kısa hatırlatmanın ardından Osmanlının kapitalizme geçememesinin nedenlerine değinebiliriz. Daha önceki kısımlarda bahsettiğimiz gibi kapitalizm için iki ön koşul gereklidir: sermaye birikimi ve ücretli emek. Şu halde kapitalizm için bu iki ön koşulun olması şarttır. Feodal toplumda sermaye birikimi pazar için üretimle, ücretli emek ise köylünün toprağını ve üretim araçlarını kaybetmesi sonucu oluşmuştur.

İlk bakışta Osmanlı’da sermaye birikiminin varlığından söz edebiliriz. Zira Baharat ve İpekyolu gibi Avrupanın candamarı olan iki ticaret yolu Osmanlı egemenliğindeydi. Doğudan (Hindistan ve Çin’den) getirilip Avrupa pazarına sunulan mallardan ötürü Osmanlı tüccarlarının elinde muazzam miktarlarda sermaye birikimi olmuştur. Bu iddiayı doğrulayacak bir örnek olarak 1480 yılında Bursa’da iki tüccar Mısır ticaretine 11.000 duka yatırmışlardı. Aynı tarihlerde İtalya’nın en zengin tüccarı olan Barbarigo’nun 15.000 duka sermayesi olduğu biliniyor. Bu gibi gelişmelerin 15. YY’da uluslar arası ticaretin gelişmesiyle beraber belirginleştiğini hatta bu yüzyılda Bursa, Edirne ve Selanik gibi tekstil şehirlerinde “eve iş verme”[9] hatta ve hatta manifaktürel gelişmelerin (sınırlıda olsa) görüldüğü söylenebilir. Eve iş verme yöntemi, Avrupa’da kapitalizme giden yolun önemli basamaklarını oluşturduğunu hatırlatmakta fayda var. Yine Bursa’da dokuma tezgahlarının belli kişilerde toplanması, İstanbulda 26 tekstil atölyesinde ortalama 19 işçinin çalıştırılması, üretimin manifaktür boyutunda olduğunu göstermektedir. [10]

Bahsettiğimiz bu gelişmeler Osmanlı’da, kapitalizm için ancak başlangıç safhasını teşkil edebilir. Hızlı bir kapitalistleşme için bu gelişmelerle orantılı olarak “lonca”[11] sisteminin de zayıflaması gerekirdi. Avrupa’da eve iş verme ile başlayıp manifaktür boyutuna ulaşan ve güçlenen kapitalist yapılar lonca sistemine karşı etkin bir mücadele vermeye başlamışlardı. Loncalar da maifaktürlere karşı savaş vermiş ve tüccarların, loncaların güçlü olduğu şehirlerden kaçarak kırsal alanlarda faaliyetlerini sürdürmelerine neden olmuşlardır.[12] Merkantilizmi ekonomi politikası olarak benimseyen Avrupalı monarklar da burjuvaziyi desteklemiş ve loncaların giderek daha da zayıflamasına neden olmuşlardır. Oysa Osmanlı’da yeni yeni ortaya çıkan bu gelişmelere loncalar çok iyi direndi. Lonca kurallarından sapan ve kapitalist üretime kayanlar dikkatlice takip edildi ve çok ağır cezalara çarptırıldılar. Tüm bunların yanında Osmanlı loncalarının, Avrupa’daki benzerlerinden farklı olarak çok güçlü bir müttefiki vardı: Osmanlı Devleti.

Burada belirtilmesi gereken önemli bir husus, Osmanlı’da yalnızca uzun mesafeli ticaretle uğraşan tüccarların elinde büyük servetlerin birikmemiş olmasıdır. Osmanlı’da büyük servetlere sahip başka kesimler de bulunmaktaydı. Sarraflar, üst düzey yöneticiler bu kesimin üyeleriydi. Fakat bu servet sahipleri loncaların katı kuralları ve yönetmelikleri nedeniyle ellerindeki serveti üretimde kullanamıyorlardı. Bu nedenle servetleriyle ya tefecilik yapıyorlardı yada iltizam[13]a yatırımda bulunuyorlardı.

Servetlerin sermayeye dönüştürülememesinin bir diğer nedeni de devletin sık sık uyguladığı müsadere tehdidiydi. Lonca veya halkın tepkisini çeken yahut başka bir nedenle(devlet memurları için yolsuzluk, rüşvet vs) kişi tüm malını kaybedebilirdi. Avrupa’dan farklı olarak yüksek devlet memurluğu sonucu verilen topraklar ve elde edilen servet babadan oğula geçmediğinden hızla kazanılan servetler aynı hızla kaybedilebilirdi.

Müsadere tehdidinden tek bir kaçış yolu vardı: Vakıflar. Osmanlı coğrafyasında çok sayıda vakfın bulunması da bunu doğrular niteliketedir. İslam hukuku, vakıflara devlet müdahalesini yasakladığından müsadereden çekinen zenginler servetlerinden nesiller boyu yararlanmak için vakıf yoluna gidiyorlardı. Vakıf geliri ise devlet ve vakfeden arasında pay edilirdi. Belirtmek gerekir ki vakıf kurumuna sığınmanın bir diğer nedeni de, devletin uyguladığı vergi politikaları ile iflas durumuna gelen atölyelerin varlığıydı. Bu gibi atölyeler de vakıf statüsüne girme hakkına sahipti .

Görüldüğü üzere Osmanlı toplumunun iç dinamikleri nedeniyle servetler sermayeye dönüşmüyor başka alanlara kanalize ediliyordu. Güçlü bir destekçiyi arkalarına alan loncaların, kısıtlamalarıyla servet sahipleri servetlerini iltizama yatırıyorlar yada tefecilik yapıyorlardı. Bu nedenle manifaktürel üretim Osmanlı’da bir türlü gelişemiyordu.

Sözü edilen kısıtlamaların ortadan kalktığını kabul etsek dahi kapitalizmin ikinci ön koşulu olan özgür ücretli emeğin oluşumunu da engelleyen bazı özelliklere Osmanlı İmparatorluğu haizdi. Özgür emeğin Avrupa’da çıkışı, üreticilerin üretim araçlarını kaybetmesi sonucu topraklarından kopmasıyla ilgilidir. Bu gelişme, tarımsal üreticiler arasındaki farklılaşmayla bağlıydı. Köylülerin bir kısmı meta üreticisine dönüşmüş diğer bir kısmı da(toprağını kaybeden kısmı) gelişen manifaktürel üretimin ihtiyaç duyduğu insan gücünü sağlamıştır. Topraklarından kopma mecburiyetinde kalan köylülerin bu duruma maruz kalmasının bir diğer önemli bir nedeni de daha önce bahsettiğimiz enclosure hareketidir. Bu hareket sayesinde az miktarda insana ihtiyaç duyulmuş ve kalanı kentlerdeki manifaktür sahiplerinin insafına terkedilmiştir.

Oysa Osmanlı kırsalında toprak ile ilgili bir farklılaşma Avrupa’daki benzerine nazaran oldukça sınırlıydı. Herşeyden önce toprağa bağlı reayanın topraktan kovulması mümkün değildi. Bilindiği üzere Osmanlı toprak sisteminin temelini reaya oluşturmaktaydı. “çift” denilen ve alınıp satılamayan toprak parçalarında ki köylüler kovulamaz sürgüne gönderilemezdi. Ayrıca “çift”lerin belli kişilerde toplanmasına engel olunurdu. Hasılı köylü toprağa bağlıydı ve terkedemeyeceği gibi kovulamazdı da. Köylüden toprağın alınması ancak 3 yıl üst üste ekilmemesi halinde mümkündü. Bu da gösteriyor ki loncaların denetiminden kurtulan manifaktürler, yaşamlarını sürdürebilmek için ihtiyaç duydukları ücretli emeğe ulaşmakta büyük güçlükler çekeceklerdi.

Köylünün toprağa adeta bağlandığı Osmanlı toprak sisteminde köylünün topraktan hiç ayrılmadığını söylemek yanlış olacaktır. 16.YY sonlarında artan vergiler ve mültezimlerin baskısı sonucu reaya toprağını terk etmek ve şehirlere kaçmak zorunda kalmıştır. Fakat loncaların etkinliği nedeniyle gelişemeyen manifaktürlerde çalışma fırsatı bulamayan bu insan gücü, Avrupa’dakinin aksine yalnızca huzursuzluk kaynağı olmuştur. Devlet birçok kez bu işsiz kitlesini geri püskürtmeye çalışmıştır. IV. Murat’ın şehirlerde düzenlediği kaçak avları, 1740’da 6 aydan daha az süredir İstanbulda bulunanların sınırdışı edilmesi, 1826’da  İstanbul kapılarının kapatılması bu durumun önüne geçmek için alınan somut tedbirlere örnektir. Osmanlı yönetimi, bu işsiz kitlenin şehirlerde hayat pahalılığına ve huzursuzluğa yol açacağının bilincindeydi. Oysa Avrupa’da toprağından ayrılan serfler kendilerine şehirde daha iyi yaşam standardı bulma imkanına sahipti. En kötü ihtimalle manifaktürde çalışma şansı buluyorlardı.[14]

Kısaca özetlemek gerekirse, Osmanlı toplumunda servetler sermayeye dönüşemezken, loncaların dikkatinden kaçan küçük atölyeler de insan gücü yokluğundan gelişme sağlayamamıştır. Söz konusu iş gücü kentlere doğru aktığında ise bu tür atölyeler loncaların kısıtlamalarının dışına çıkamadığından işsiz güruha da iş kapısı olamamıştır.

Kapitalizmin gelişmesi için bu sayılanların dışında, tarımsal üretiminde artması gerekir. Zira kentlerde oturan nüfus artarken, onları doyurmak için toprakta çalışan kırsal nüfus azalmaktadır. Farklı dönemlerde de olsa tarımda verim artışı, kapitalistleşen tüm toplumlarda görülmüştür. Avrupa’da verim artışını sağlayan kesim meta üreticisine dönüşen köylülerdi. Osmanlı’da ise böyle bir dönüşüm yaşanmadığından tarımsal verimi arttıracak yatırım yapan bir kesim de ortaya çıkmamıştır.

Feodal toplumdan kapitalist topluma geçilmesi için gerekli olan ön koşullar vurgulandı.[15] Fakat bunların yanı sıra kapitalizmin, burjuvanın sabırlı, bilinçli ve inatçı mücadelesiyle gerçekleştiği de unutulmamalıdır. Bu hususta burjuvazinin, feodal aristokrasi haricindeki tüm toplumsal kesimleri kendi çıkarları doğrultusunda örgütlemesi de önem taşımaktadır. Osmanlı’da filizlenme halinde bulunan ve gelişmesine izin verilmeden başı ezilen burjuvazinin Avrupada’ki denkleri gibi mücadele edecek ne gücü ne de bilinci vardı. Osmanlı bürokrasisinin mutlak üstünlüğü altında seyreden ekonomide, bürokrasinin istemeyeceği bir yapılanmanın, bir dönüşümün hayat bulması elbette mümkün değildir.

Osmanlı toplumunda, siyasi iktidara ağırlığını koyabilecek güçte bir burjuvazi oluşabilseydi, öncelikle toprak mülkiyeti konusunda ve loncaların kısıtlamalarıyla mücadele edecekti. Loncaların katı kurallarından kurtuluş hem sermaye birikimin mümkün kılacak hem de toprağın alınıp satılmasıyla beraber köylülüğün farklılaşmasına yol açacaktı. Böylece toprakta verimliliğe giden yolun önü açılacak ve kapitalistlerin kiralayacağı kadar ücretli emek açığa çıkacaktı. Son aşamada ise devletin ticaret mevzuatının sermaye birikimini destekler biçimde değiştirilmesi, sözgelimi ihracatı ve sanayileşmeyi teşvik edici yasaların getirilmesi, sağlanacaktı.

Son olarak Osmanlı toplumunun koşulları, burjuva sınıfının oluşmasına engeldi. Yahut bir başka deyişle Avrupa’daki gibi bilinçli ve kararlı burjuvazinin yokluğu, kapitalizmin gerektirdiği toplumsal dönüşümleri sağlayamamıştır. Oysa Osmanlı’da birikmiş servetin var olduğundan daha önce söz ettik. Fakat yine Osmanlı örneğinde görüldüğü üzere birikmiş servet, kapitalizmin doğuşundaki tek etken değildi. Kapitalizm, merkezi olmayan parçalı iktidar yapısı, toprakların meta haline dönüşmesi, özel mülkiyetin varlığı ve bilinçli bir burjuvaziden oluşan geniş bir kombinasyondan müteşekkildir. Tüm bu unsurları birleştirmeyi başaran Avrupa’da feodalizm yıkılmış ve kapitalizmin zaferi tarihe geçmiştir.

HARUN TALHA AYANOĞLU

Jagiellonian University, International and Political Studies

 

Seçilmiş Kaynaklar

BAKTIAYA, Adil: İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyasi Tarih Dersleri, 2010

İNALCIK, Halil: 2007, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, İstanbul, Eren Yayınları

ÖZYÜKSEL, Murat: 2007, Feodalite ve Osmanlı Toplumu, İstanbul, Derin Yayınları

ÜLGENER, Sabri: 2006, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İstanbul, Der Yayınları

WEBER, Max: 2007, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Ankara, Alter Yayınları

[1] “latium”:büyük “fundus”:çiftlik. Roma döneminde fetihler sonrası ailelere dağıtılan ve aynı verime sahip olması için farklı büyüklüklerde dağıtılabilen araziler. Bir süre sonra latifundiumlar genişlemiş, köleci üretimin yapıldığı merkezleri teşkil etmiştir. Feodal dönem malikanelerinin atası sayılabilir.

[2] Senyör yahut lordlar, eski latifundium sahiplerinin güçlü mirasçılarıdır.

[3] “ürün rant”: mülkü lorda işletme hakkı köylüye ait olan bu topraktan elde edilen ürüne lord tarafından el konulması.

[4] “emek rant”: mülkü lorda ait olan arazide hiç bir karşılık almadan çalışmak.”angarya”

[5] İngilterede başlayan, topraklarda tarım yapılması yerine çitlerle çevirip çok sayıda hayvan beslenmesi ve bu sayede tekstil üretimimn ihtiyacı olan hameddenin sağlanmasını gerçekleştiren ve bir çok insanın toprağında kopup şehirlere sürükleyen hareket

[6] Ortaçağ Avrupasın’da süzeren-vassal arasında yapılan bir anlaşmadır. Bu anlaşma sonucunda oluşan toprak rejimi ,vassal ve süzeren arasındaki hiyerarşik ilişkiyi kurar.

[7] “eşitler arası birinci”

[8] İlber Ortaylı, Osmanlı Toprak düzeninin Kaynakları, Toplum ve Bilim no:4, 1978

[9] Maifaktürel üretime geçilmeden önce, sermeye sahiplerinin üretimi parça parça evlere vermesi ve bu şekilde üretim yaptırması.

[10] Murat Özyüksel Feodalite ve Osmanlı Toplumu, Der Yayınları, İstanbul, 2007

[11] Kısaca, günümüzün esnaf odalarına vebzetebileceğimiz kuruluşlar. Çok katı kurallarıyla üretimi denetleyen, fiyat ve kotaları belirleyen, üretici-tüketici ilişkisine yön veren kuruluşlar.

[12] Lonca etkisinden kaçan burjuvazi ilk sanayileşme hareketini kırsal bir alan olan Birmingham’da başlatmıştır.

[13] Osmanlı’da tımar sisteminin bozulmasının ardından uygulanan toprakların belirli bir bedel karşılığında bedeli ödeyene yalnızca vergi toplaması kaydıyla devredilen topraklar. Bu şekilde merkezi yönetim sıcak para ihtiyacını karşılamıştır.

[14] Doç. Dr. Adil Baktıaya, Siyasi Tarih Dersleri, 2010

[15] Sermaye birikimi ve ücretli emek

 

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap