35) HILFU’L – FUDUL

Yayin Tarihi 19 Nisan, 2008 
Kategori SOSYAL

 

Hılfu’l-Fudûl

image00148.jpg

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 İslam’dan önce Arap kabileleri arasında sık sık savaşlar meydana gelirdi. Bu savaşlarda yorulan ve bir hayli kayba uğrayan Araplar dinlenmek ve yeniden toparlanmak için savaşlara ara verme ihtiyacı duyarlardı. Kötülük yapmanın ve kan dökmenin haram olduğu Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarında savaşlara ara verirlerdi. Bu aylardan ilk üçü birbiri peşine gelen hac ve ticaret  aylarıydı. Bu aylarda bütün müşrikler Mekke’ye akın eder, hem hac ibadetlerini yerine getirir ve hem de kurulan Pazar ve panayırlarda mallarını satar, alacaklarını alır ve evlerine dönerlerdi. Dinî ve ekonomik bir renk taşıyan bu aylarda savaşmak haramdı. Receb ayında da durum aynıydı. Her türlü düşmanlık ve mücadeleden el çekilmesi gereken, kötülük yapmanın ve kan dökmenin yasak olduğu bu haram aylarda savaş yapılırsa bu savaşlara da Ficar savaşları denilirdi. Ficar sözlükte azmak, haktan ayrılmak, günaha dalmak, yemininde ve sözünde yalancı çıkmak anlamlarına gelir.

Cahiliye döneminde dört büyük Ficar savaşının cereyan ettiği bilinmektedir. Bunların sonuncusu birbirleri ile müttefik Kureyş-Kinane ile Kays-Aylan kabileleri arasında cereyan etmiştir. Kureyş-Kinane ittifakının komutanı Hz. Peygamber’in amcası Zübeyir bin Abdülmuttalip idi. Hz. Peygamber de bu savaşa amcalarının safında katıldı, fakat fiilî olarak savaşmadı. Bu sırada O’nun ondört, onbeş, onyedi veya yirmi yaşlarında olduğu nakledilmektedir. Karşı taraftan atılan okları kalkanla karşılayıp toplayarak amcalarına vermekle yetinirdi. Bu savaş Mekke’de bir kaos ve başıbozukluk ortamı meydana getirdi. İnsanlar birbirlerinin ve özellikle de yabancıların hukukunu gözetmez oldular. Mekke’nin despotları hac ve ticaret için şehre gelen zayıf ve güçsüz kimselere haksızlık yapmaya başladılar.

 

• Üzücü Bir Olay

Bu savaştan sonra Mekke’de hiçbir yabancı ve koruyucusu olmayan kimse için can, mal ve hatta ırz ve namus güvenliği kalmamıştı. Yabancıların getirdiği malları satın alan bazı yerliler, bu malların ücretini vermez, satıcıyı zor durumda bırakırlardı. Hacca gelenlerin hoşa giden hanımları ve kızları ellerinden zorla alınır, bunların feryatlarına kulak asılmazdı. Haram aylardan Zilkade ayında meydana gelen üzücü bir olay Hilful-Fudul’un kurulmasına yol açtı. Yemende oturan Zübeyd kabilesinden bir adam, umre için Mekke’ye geldi ve bir alıcı ile adet olduğu üzere yanında getirdiği malların pazarlığını yaptı. Fakat alıcı, malların parasını yapılan pazarlık üzerinden ödemek istemedi. Alıcının adı rivayetlerin çoğunda As bin Vail es-Sehmi olarak geçmektedir. Yemenli istediği parayı alamayınca Mekke’nin ileri gelenlerinden yardım istedi. Yardım istediği kişiler, Hilfu’l-Ahlaf diye bilinen oluşuma tabiydiler. As b. Vail’in mensubu bulunduğu Sehm oğulları da aynı oluşumun içindeydi. Bu sebepten dolayı yardım istediği kişiler Yemenli’ye gereken yardımı yapmadılar. Bunun üzerine Yemenli tacir, ertesi günü Ebu Kubeys tepesine çıkıp yüksek sesle mağduriyetini dile getiren bir şiir okudu. Hilfu’l-Ahlaf’ın karşısında bulunan Hilfu’l-Mutayyebin isimli oluşum içinde olanlar bundan rahatsızlık duydular. Hz. Peygamber’in amcası Zübeyir b. Abdulmuttalip, şehrin en zengini ve en nüfuzlusu olan Abdullah b. Cud’an el-Teymi’ye başvurarak onu bu işin görüşülmesi için bir toplantı yapmaya ikna etti. Kaynakların bildirdiğine göre toplantıda hazır bulunanlar uzun tartışmalardan sonra haksızlığı önlemek için yemin ettiler ve gönüllülerden oluşacak bir grup kurmaya karar verdiler. Toplantıya, Haşim oğulları adına toplantıyı düzenleyen Zübeyir b. Abdulmuttalip ve o sırada yirmi yaşında bulunan Hz. Muhammed de katıldı. Bu yeminleşmenin muhtevası kaynaklarda şu şekilde geçmektedir:

Allah’a yemin olsun ki, Mekke şehrinde birine haksızlık ve zulüm yapıldığı zaman hepimiz. O kimse ister iyi ister kötü ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ısıtacak suyu bulundukça, Hira ve Sebir dağları yerinde kaldıkça ve üzerinde dağ tekeleri otladıkça bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize maddi yardımda bulunacağız.” (İbn Sa’d, Tabakat, I, 129) Kureyşliler bu yeminleşmeye Hilfu’l-Fudul ismini verdiler.

 

• Hilfu’l-Fudul

Sözlükte “anlaşma, akid, yemin” manalarına gelen hilf (çoğulu ahlaf), terim olarak cahiliye Arapları’nda kabilelerin veya şahısların yardımlaşma, dayanışma ve himaye amacıyla yaptıkları antlaşma ve ittifakları ifade eder. Hilf yapan kişilere halif (çoğulu ahlaf veya hulefa) denir. Fudul ise fadl kelimesinin çoğuludur. Fadl, şerefli ve üstün demektir. Fudul da şerefliler ve üstünler anlamına gelir. Hilfu’l Fudul, fazilet sahiplerinin yemini, eşrafın yemini, üstün olanların sözleşmesi demektir. Bazı Kureyş ileri gelenlerinin, Mekke’de haksızlığa uğrayan insanlara yardım etmek amacıyla yaptıkları, Hz. Muhammed’in de katıldığı antlaşma demektir.

Bu oluşuma katılanların ilk işi, As b. Vail’e giderek Yemenli’nin malını ondan almak ve Yemenli’ye teslim etmek oldu. O günlerde, Has’am kabilesinden Yemenli bir tacir, kızı ile birlikte hac için Mekke’ye gelmişti. Şehrin despot kişilerinden Nübeyh b. Haccac’ın, kızını zorla elinden alması üzerine tacir, Hilfu’l Fudul’a gitti. Hilf mensupları hemen Nubeyh’in evini kuşattılar ve kızı alıp babasına teslim ettiler.

Eraş kabilesine mensup birinden mal satın alan Ebu Cehil, parasını ödemedi. Ebu Cehil’in Hz. Peygamber’e düşmanlığını bilen bir müşrik alay etmek amacıyla mağdur tacire, o sırada Kabe’de bulunan Hz. Muhammed’i göstererek ona başvurduğu takdirde parasını alıp kendisine verebileceğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber’e giden tacir olayı anlatıp yardım istedi. Hz. Muhammed onunla birlikte Ebu Cehil’in evine gitti ve herhangi bir güçlükle karşılaşmadan parayı aldı.

Sümale kabilesine mensup bir tacir Mekke’nin ileri gelenlerinden Übey b. Halef’e mal satmış, fakat parasını alamamıştı. Çaresiz kalan tacir Hilfu’l-Fudûl’a başvurdu. Teşkilat mensupları ona Übeyy’e gidip parasını tekrar istemesini, vermediği takdirde kendilerinin bizzat alacaklarını bildirmesini söylediler. Bunun üzerine Übey, parayı hemen ödedi.

Bütün kaynaklarda, Hz. Peygamber’in bi’setten sonra da bu ittifaktan övgüyle bahsettiği, İslam’ın onu daha da pekiştirdiğine inandığı ve bu yemini kızıl tüylü bir deve sürüsüyle de olsa asla değiştirmeyeceğini, tekrar çağırıldığı takdirde de tereddüt göstermeden derhal icabet edeceğini söylediği (Müsned, I, 190, 317) kaydedilmektedir.

 

• Hani Bizim         Hilfu’l-Fudûl’umuz?

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de “müminler birbirinin kardeşidir.” buyurmaktadır. Hz. Peygamber de, “Müslüman müslümanın kardeşidir.” buyurur ve şöyle devam eder: “Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir Müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa Allah da o sebeple onu kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir Müslümanın ayıplarını örterse Allah da kıyamet günü onun ayıplarını örter.” (Buharî, Mezalim, 3; Müslim, Birr, 58.)

Dinimiz bize her zaman mazlumların yanında olmayı emreder. Mazlumun dinini, milliyetini, mensubiyetini araştırmadan onun yardımına koşmakla görevliyiz. Hele bir de mazlum bizden birisi olursa. Mümin ve Müslüman olursa o zaman yardımına koşmakta daha çok acele etmeliyiz. Çünkü, Hz. Peygamberimizin ifadesi ile müminler, bir binayı meydana getiren yapı taşları gibidirler; bir bedenin uzuvları gibidirler. Diş ağrısının gözleri, başı ve bütün bedeni etkilediği muhakkaktır.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de, “Müminlere şefkat ve tevazu kanadını indir.” (Hicr 88) buyurmaktadır. Ümmet-i Muhammed’in bariz özelliklerinden biri de birbirlerine karşı şefkatli ve merhametli olmalarıdır. Birbirimizin iyi ve kötü günlerinde hazır olmak dini bir görevdir.

Bugün içinde yaşadığımız ülkede ve tüm dünyada zulüm zirveye çıkmıştır. İnsan hakları ayaklar altına alınmıştır. Avrupa insan hakları mahkemesi verdiği kararlar ile kendini inkar etmiş, ismi ile ters düşmüştür. Avrupa insan hakları mahkemesinin kararından daha utancı da, bizim orada hak aramaya mecbur edilmemizdir. Nerede bizim mahkemelerimiz? Nerede bu ümmetin Hilfu’l-Fudûl’u? Çeçenistan’da, Afganistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Asya’da ve Avrupa’da, Amerika’da ve bütün dünyada Müslümanların şerefi ayaklar altına alınıyor. Malları yağmalanıyor, ırzları kirletiliyor. Biz ne yapıyoruz? Biz de bütün bu olup bitenlerden habersiz bir vaziyette kendi dünyalık işlerimizle vakit geçirip, yediğimiz yemekten sonra yan gelip yatıyoruz. Üstelik Müslümanlığı da kimseye bırakmıyoruz. Yok öyle ucuz Müslümanlık. Bütün dünya Müslümanlarının ve mazlumlarının dertleri ile ilgilenecek ve yaraları saracak bir teşkilata ihtiyacımız var. Darda kalana yardım konusunda bakınız Hz. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor:

Bir kimse, bir müminin dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyamet gününde o müminin sıkıntılarından birini giderir. Bir kimse darda kalana kolaylık gösterirse, Allah da ona dünya ve Ahiret’te kolaylık gösterir. Bir kimse bir Müslüman’ın bir ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve Ahiret teki ayıplarını örter. Mümin kul din kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da o kulun yardımındadır. Bir kimse ilim elde etmek için bir yola girerse, Allah da ona cennetin yolunu kolaylaştırır. Bir cemaat, yüce Allah’ın evlerinden bir evde toplanıp Allah’ın kitabını okur ve onu aralarında müzakere eder, anlayıp kavramaya çalışırlarsa, üzerlerine sekinet iner ve kendilerini rahmet kaplar. Melekler onları kuşatırlar, yüce Allah da onları kendi nezdinde bulunanların arasında anar. Amelinin kendisini geride bıraktığı kişiyi nesebi öne geçiremez.” (Müslim, Zikir, 38; İbn Mâce, Mukaddime, 17)

MUSTAFA AĞIRMAN

Doç. Dr., Atatürk Üniv. İlahiyat Fak., Öğretim Üyesi

ziyaretcidefteri21111126.gif

 

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap