257) Höyük Nedir, Nasıl Oluşur?
Yayin Tarihi 24 Haziran, 2014
Kategori KÜLTÜREL
HÖYÜK
Zamanın derinliğini onlar sayesinde algılayabiliyoruz. İnsanlığın çok uzun öyküsünün tanıkları onlar. Doğal bir yükselti, bir tepe gibi görünür höyükler. Ama bir gül gibi kat kattır içleri. Her kat daha eski bir kente, daha eski bir köye, daha eski bir yerleşime açılır. Onların tahrip edilmesi insanlığa ait bir belgenin silinmesidir. Her köşesinde, her kıyısında, ovasında bucağında höyüğe rastlanması Türkiye topraklarında yaşayan herkese bir sorumluluk yüklüyor: Bilginin katliamına fırsat vermemek.
Sivas Başören köyünde bulunan Kuşaklı’da 10 yılı aşkın süredir devam eden kazılarda Hititlerin kurduğu bir yerleşim açığa çıkarılıyor. Andreas Müller-Karpe’nin çalışmaları yürüttüğü şehir, sur ile çevrili oval biçimli bir görünümüne sahip. Burada bulunan tabletlerden kentin adının Sarissa olduğu biliniyor. Kuşaklı-Sarissa’nın akropolünde fırtına Tanrısı için yapılan büyük bir tapınak bulunuyor.
İnsanlığın uzun geçmişi günümüze farklı şekillerde ulaşır. Bunlar bazen yapı yıkıntılarının artığı örenyerleri, bazen gösterişli biçimde ayakta kalan bir anıt yapı, bazen de insanlar tarafından değiştirilen, kullanılan bir mağara ya da bunun gibi zamana, bölgeye, kültüre göre farklı şekillerde olabilir. Sıraladığımız örnekler alışık ve konunun uzmanı olmayan kimselerin bile geçmişin tanığı olarak kolaylıkla ayırt edebildigi tür kalıntılardır. İnsan elinin biçimlendirmesi bu tür kalıntılarda açık olarak görülebilir. Buna karşın alışık olmayan bir göz için doğal bir yükseltiden, tepeden farksız, üzerinde yapı kalıntılarına ait izlerin görülmediği geçmişin başka tanıkları da vardır. Bunlar başlıca iki gruba ayrılır: Höyük ve tümülüsler. Her ne kadar ikisi de doğanın biçimlendirdiği topoğrafyanın üzerine oturan, çoğu kez aykırı duran yükseltiler olsa da aralarında çok önemli bir fark vardır. Tümülüsler bir anıtmezarı simgelemek üzere toprak yığılarak bir kerede yapılan doğal yükseltilerdir ve tek bir dönemi yansıtırlar. Höyükler ise aynı yerde art arda gelen yerleşimlerin birikimi ile oluşan tepelerdir.
Bazı bölgelerde “üyük”, “üyücek” gibi söylenişleri de olsa höyük kelimesi Anadolu Türkçesine yerleşmiş, halkımızın doğal tepeleri ayırt etmek için kullandığı coğrafyamızı reklendiren kalıntılardır. Anadolu Türkçesinde höyük olarak adlandırılan yükseltiler Arapçanın hâkim olduğu yerlerde “tel” ya da “tello”, İran ve Orta Asya’da “tepe” ya da “tepeh”, Ermenicede “pulur”, Rumca’da “tumba” gibi farklı şekillerde adlandırılmış olsa da hepsinin tanımladığı aynı tür yükseltilerdir. Her ne kadar Anadolu halkı kültürel birikim ile oluşan tepe ile doğal tepeyi birbirinden ayırabilmiş, bunlara ayrı adlar vermişse de höyüklerin nasıl oluştuğunun doğru algılandığını söyleyemeyiz.
Birçok yerde bunlar yığma tepe olarak tanımlanmış, büyük kralların, sultanların ve hatta birçok yerde tarihten gelen bir hafıza ile Dara’nın (Darius) üzerinde ateş yakarak haberleşmek üzere yığdırttığı yükseltiler olarak yorumlanmıştır. Bunun nedeni höyük oluşumunu anlamaktaki güçlüktür.
Höyükler art arda gelen yerleşimlerin birikimidir; kiminde üç-dört, kiminde ise yüzlerle yerleşim ardısıra, bir diğerinin yıkıntısı üzerinde kurulmuş ve oluşan birikim tepenin yükseltisini meydana getirmiştir. Oturduğunuz yerin altında daha eski bir yerleşimin duvarlarının olduğunu algılamak ve hele zaman içinde geriye doğru gittikçe onun da altında daha eski yapıların olduğunu kabullenmek sandığımızdan daha güçtür. Esasen bunun bilim insanları tarafından da algılanması oldukça zor olmuş, zaman almıştı.
Schliemann 19. yüzyılın ortalarında Troia’ya geldiğinde Hisarlık Höyüğü’nü, o zaman herkesin algıladığı şekilde, tek bir yerleşmenin yıkıntısı olarak düşündü ve bu nedenle “ana yerleşmeyi bulmak” için tepeyi boydan boya yardı. Troia’nın onlarca yerleşimin birikimi ile oluştuğunu ise iyi bir gözlemci olan mimar kökenli Dörpfeld gördü ve bugün hâlâ kültür tarihinin bir anahtarı olarak kullanılan Troia’nın tabakalanma sürecini ortaya çıkarttı.
Şanlıurfa Birecik ilçesinin güneyinde Mezraa – Teleilat Höyüğü. Neolitik Çağ dolguları ile tanınıyor ve yerleşimin yaklaşık olarak İÖ 8500 yıllarında başladığı, kesintisiz olarak İÖ 5500 yıllarına kadar devam ettiği biliniyor. Bundan sonraki dönemde 4 bin yıl boyunca boş kaldığı anlaşılan höyüğün en üst kesiminde Demir Çağı’na, İÖ 7. yüzyıla tarihlenen Yeni Babil dönemi bir saray kalıntısı bulunuyor.
FOTOĞRAF: HAKAN ÖGE
Höyüğü Anlamak
Höyüklerdeki tabakalanmayı anlamak için zamanın derinliğini algılamak ve zaman içinde yaşanan her olayın izinin sapatanabildiğini kabullenmek gerekir. Bu yalnızca arkeoloji için geçerli bir kuram değildir. İlk kez yerbilimciler, endüstri devrimi sırasında yerküreyi incelerken, yaşadığımız çevrenin oluşumunda dünyanın farklı süreçlerden geçtiğini ve her dönemin kendine özgü bir toprak dolgusu ile diğerinden farklılaşarak üstüste yığıldığını görmüşlerdir.
Başlarda bunu anlamak ve kabullenmek yerbilimciler için de kolay olmamıştı. O yıllarda hâlâ dünyanın tek bir kerede yaratıldığı ve yaratıldıktan sonra hiçbir değişime uğramadan günümüze kadar geldiği düşüncesi hâkimdi. Farklı özelliklere sahip, içinde farklı hayvan ve bitki türlerini barındıran katmaların, zamanın derinliğini ve zaman içinde eskiye doğru gidildikçe değişimin olduğunu göstermesi; bunun da ötesinde alttaki katmanın üsttekinden daha eski olduğunun kabullenilmesi, her ne kadar bize bugün çok mantıklı gözükse de oldukça güç olmuştu. Ancak bu sürecin sonunda, stratigrafi ya da katmanbilim olarak adlandırdığımız yeni bir anlayış, geçmişe farklı bir bakış süreci ortaya çıktı.
Bunun getirilerini en basit şekliyle; geçmiş uzun bir süreci yansıtır, geçmişte sürekli olarak farklı olaylar yaşanır ve bunların izleri geçmişi okuyabileceğimiz şekilde kalır sözleriyle tanımlayabiliriz. Yerbilimcilerin geliştirdiği bu yöntem kültür tarihi için de farklı ölçekte geçerlidir. İnsan ister çok “ilkel” ister “gelişkin” bir düzeyde yaşamış olsun, yaşadığı her yerde iz bırakır. Bu izler dönemin doğal çevre ortamı içinde toprak ile bütünleşir, birer katman oluşturur.İnsanlığın çok uzun süren öyküsünde bu katmanlar üst üste gelerek bizim geçmişi okumamızı ve olanları sıraya koymamızı sağlar. Höyüklere de bu şekilde bakmamız gerekir.
Höyükleşmeyi anlamak için mutlaka araziye çıkmamız gerekmez; esasen yaşadığımız kentler de höyükler gibidir. Örneğin İstanbul’da ister sur içindeki eski kentte, ister Anadolu yakasındaki Moda Burnu,Üsküdar gibi geçmişi olan bir semtte çevremize baktığımızda asfalt yolları, taşla kaplı meydanları, beton binaları ile yaşadığımız bugünü görürüz. Ancak yeni bir temel ya da altyapı için herhangi bir çukur açtığımızda Erken Cumhuriyet döneminin yapılarından Arnavut kaldırımlı ya da parke taşlı yollarından kalan izler, çok değil, 50-60 santimetre derinde görülmeye başlar. Çukuru biraz daha derinleştirirsek, örneğin Sultanahmet’te 1908 Mesihpaşa yangınının yok ettiği ahşap konakların temellerinin küllerini, konaklarla birlikte dağılan porselenleri, avlulardaki ocakların izlerini görürüz.
Daha da aşağı inildiğinde, yine Sultanahmet’te 22 metre derinde yerli kayaya ininceye kadar Lale Devri’nin, Sinan’nın yaşadığı dönemin, Bizans’ın, Romalıların, ilk Bizantium kolonilerinin ve onun da altında İÖ 1000 yıllarında buraya yerleşen Trak kavimlerine ait yapıların, eşyaların izlerini tabaka tabaka görebiliriz.
Bu kazıyı Kadıköy’ün arkasında, Kurbağalıdere’nin yamacındaki Şkirtepe semtinde yapsaydık yerlikayaya ininceye kadar, sur içinde gördüğümüz 3 bin yıllık tabakalanmış süreçten daha da eskilere, İÖ 6400 yıllarına kadar uzanan kültürlerin izlerine rastlardık.
Ancak belirttiğimiz gibi günümüzde içinde yaşadığımız kent bunları örtmüş, zamanın derinliğini görülmez bir hale getirmiştir. Höyük, İstanbul için yaptığımız bu anlatımın aynısıdır. Tek farkı üzerinin bir mega kent ile kaplanmış durumda değil açık arazide, kolay görülebilir şekilde kalmış olmasıdır.
Höyüklerde art arda gelen yerleşimlerin izleri, kalıntıları birikirken aynı süreç içinde doğa da etkisini gösterir. Höyük yükseltisinin yamaçları aşınarak belli bir eğim aldığı gibi, rüzgârla gelen toz, toprak ya da otlar, çalılar kalıntıları kaplayarak binlerce yılın birikimine sa hip yükseltiye dıştan bakıldığında bir dogal tepe görünümü verir. Bu yükseltinin anlam kazanması, içerdiği bilginin okunabilmesi ve dağarcığımıza katkıda bulunabilmesi ancak bir arkeoloğun burada çalışması ile mümkündür.
Bilimsel bir araştırma yapılmadığında höyüklerin içerdiği bilgi “ölü”, “atıl” bilgi durumundadır. Arkeolojik çalışma yapıldığında bu bilgi kullanılabilir bilgiye dönüşür. Örneğin bugün Türkiye’nin sembolü durumuna gelen Hitit geyik heykellerinin çıktığı Alacahöyük, Atatürk’ün emri ile 1935 yılında kazılmazdan önce üzerinde birkaç köy evinin bulunduğu doğal bir tepe görünümündedir. Arkeologların müdahalesi üzerindeki örtüyü kaldırmış, bu tepenin içinde yalnızca bugün Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni zenginleştiren ünlü buluntular değil 5 bin yıl öncesine kadar giden Orta Anadolu’nun gelişim süreci çıkmıştır.
Arkeologlar çalıştıktan sonra, kimi zaman doğal ya da höyük olduğu ayırt edilemeyen bu tepelerin bulguları Alacahöyük, Troia, Çatalhöyük gibi geçmişe bakış açımızı değiştiren, günümüz uygarlığının hangi yollardan geçerek oluştuğunu öğreten ve tüm insanlığın ortak bilincinin oluşumuna katkı yapan verileri ortaya çıkartır. Bu bütün höyükler için geçerlidir.
Bir Höyük Nasıl Oluşur?
Tokat Zile yakınlarında bulunan Maşat Höyük’te yürütülen kazılarda İlk Tunç Çağı, Hitit Devri ve Demir Çağları’na ait yerleşimlere rastlandı. Yüksekliği 30 metreyi bulan höyük üzerinde devam eden tarım çalışmaları buranın yavaş yavaş erimesine neden oluyor.
İnsanlar yerleşim alanı seçerken yaşama en uygun yeri ararlar. Su kaynağına yakınlık, korunma, rüzgâr yönü, çevreye hâkim olabilme gibi birçok etken bu kararın verilmesinde etkili olur. Hangi uygarlık düzeyinde olursa olsun bu ölçütler genellikle aynıyken doğal çevrede bu gibi koşullara sahip yerlerin sayısı oldukça azdır. Bu nedenle yerleşenler farklı dönemlere, farklı kültürlere de ait olsalar aynı yeri yerleşim için seçeceklerdir.
Bir bölgeye ilk kez gelen insanlar, yerleşim için bir yer arayıp en uygun yeri bulduklarında burada bir köy, kasaba ya da bir çiftlik kurduklarını düşünün. Yapılaşma gerçekleştikten sonra yaşamın artıkları, yaşanan bölgenin içinde birikmeye başlar. Yenen besinlerden kalanlar, diğer çöpler, atılan ya da ölen hayvanların kemikleri, kırılan eşyaların parçaları, ocaklardan temizlenen kül, evin onarımından, sıvasının ya da damın yenilenmesinden artan molozlar ve bu yapının rüzgârı kesmesi nedeni ile biriken tozlar hiçbir müdahale olmasa da, eğer günümüzdeki gibi bir belediye hizmeti ile çöpler ve moloz yerleşmenin uzağına taşınmıyorsa yerleşme içindeki dolgu her yıl birkaç santim ya da bazen onlarca santim artarak yükselir. Bu yükselme yaşam biçimine de bağlıdır.
Eğer yakacak olarak tezek ya da tarla için gübre hazırlanıyorsa veya evinizin yanında bir işlik varsa biriken molozun miktarı daha da fazla olacaktır. Evinizde tadilat yapmak gereği duyduğunuzda, bir duvarı yıkıp birkaç göz oda daha eklediğinizde yıkılan duvarın temeli toprakaltında gömülü olduğu yerde duracaktır. Eklentinin temeli biriken bu dolgunun üzerine oturur. Ev bilinçli olarak, tadilat amaçlı ya da deprem, yangın, düşman saldırısı gibi nedenlerle yıkıldığında bunun üzerine yeni bir ev yapmadan önce yıkıntının molozu etrafa serilir ve yeni ev bu dolgunun üzerine, böylelikle öncekinden biraz daha yükselen alana kurulur. Eskilerin izi, temelleri yıkılan evin tabanı, duvarların alt kısımları, kırılan eşyaların döküntüleri ve atılan her türlü çöp yeni oluşturulan yaşam düzleminin atında ayrı katmanlar olarak duracaktır. Artık onları görmezsiniz ancak onlar hâlâ oradadır.
Herhangi bir nedenle yerleşmeyi terk ettiğinizde geride bıraktığınız yapı ya da yapılar zaman içinde çökecek, yağmur ve rüzgârın etkisi ile dağılacaktır. Bu aşamada doğa etkin bir rol oynamaya başlar. Her yıl biraz daha düzletir, alanın üzerine toprak biriktirir ve doğal bir tepe görünümü verir.
Daha sonra aynı bölgeye gelen başka bir kavim yerleşmek için en ideal yerin burası olduğunu görecektir. Hatta aynı yer birikintilerle yükseldiği için çevreye daha hâkim, daha korunaklı, dolayısı ile daha uygun bir yer durumuna gelmiştir. Evler burada kurulur ve aynı süreç yeniden başlar. Bu bazen günümüze kadar süregelir. Üzerinde köy olan bu tür höyüklere “yaşayan höyükler” adını veriririz.
Bazen de yerleşim çok büyüyerek kent haline dönüşür, eski yerleşimlerin birikimi höyük bu yerleşimin topoğrafyasında genellikle üzerine bir anıt yapının yerleştirildiği bir yükselti olarak kalır. Bunun örneklerini Anadolu’nun birçok yerinde, özellikle büyük Hellenstik, Roma kentlerinde görürüz. Ünlü Afrodisias ve Viranşehir Soloipolis’teki Tunç Çağı höyüklerinin üzeri tiyatro, Çavdarhisar Aizonai’deki höyük yükseltisinin ise üzerine tapınak inşa etmek için kullanıldığı görülür. İstanbul, Edirne ya da Diyarbakır gibi kentlerde ise höyük kentin topografyasındaki dalgalı bir sırt olarak daha da zor algılanır.
Höyüğün Biçimlenişi
Hattuşa’da ilk yerleşim İÖ 6. Bin yılda başlar. Yerleşim İÖ 3. binyıla gelindiğinde artarak daha geniş bir alanı kaplar. Kent İÖ 1650/1600 yılında Hittit İmparatorluğu’nun başkenti, aynı zamanda dini merkezi durumuna gelir.
Höyüğü biçimlendiren yalnızca yerleşmelerin birikimi ve doğal etkenlerin bunu yontuşu değildir. Yapılar için kullanılan malzemenin türü, yapıların işlevi ve anıtsallığı, yerleşme dokusunun sık ya da seyrekliği ile yaşam biçimi gibi etkenler höyüğün alacağı biçimi, yüksekliği belirler. Eğer yapılar ahşap ise artakalan dolgu birkaç santimetre kalınlığındadır, ama yine de yukarıda sayılan faktörlerin tümünü içerir. Eğer kerpiç kullanılmış ise her bir evin yıkıntısı metre ile ölçülür. Taş daha sonra gelenler tarafından yeniden değerlendireceği için birikimin kalınlığı daha da az olabilir. Aynı şekilde yapılar bir çoban kulübesi ya da basit bir köy evi ise birikimin kalınlık ve türü anıtsal bir saray ya da bir tapınaktan farklı olacaktır. Genellikle yamacı dik, doğal eğime gelmemiş bir höyükte eğimi tutan bir sur ya da teras duvarının olduğunu, höyüğün üzerinde ayrı bir höyükçük daha varsa orada yerleşmenin önemli, anıtsal bir yapısının bulduğunu söyleyebiliriz.
Doğal çevrede yerleşime uygun yerler ne kadar azsa belirli noktadaki höyük sürekli olarak yerleşildiğinden daha yüksek, daha büyük olacaktır. Bu nedenle kurak ve yarı kurak bölgelerde, örneğin Güneydoğu Anadolu, Suriye’de yüksekliği 50-60 metreyi bulan höyüklere rastlarız ki bunların arasında en büyüklerinden biri Harran Ovası’nda yüksekliği 70 metreyi bulan Sultan Tepe Höyüğü’dür. Buna karşılık su kaynaklarının bol olduğu yerlerde, örneğin Karadeniz Bölgesi’nde höyükler topografyada daha silik alçak tepeler olarak görülür.
Burada sayılanların da ötesinde höyüklerin boyu, biçim ve çeşidini belirleyen daha birçok etken vardır ve Anadolu’da farklı bir göz ile bakıldığında höyüklerin topografyayı nasıl renklendirdiğini ve geçmişin birikimini nasıl yansıttığının heyacanını ancak bunlara farklı bir göz ile baktığımızda duyabiliriz.
Yine de ısrarla vurgulanması gereken, bu birikimi yok eden günümüzün acımasız sürecidir. Höyükler inşaatlara dolgu olarak çekilmiş, örneğin Elazığ Altınova’nın en büyük höyüğü Tülintepe demiryolu dolgusu için kazınarak yok edilmiştir. Bu tahribat sırasında kepçeden dökülerek Elazığ Müzesi’ne gidebilen, İÖ 4000 yılına ait kılıçlar Anadolu madenciliğinin en eski örneklerini oluşturur.
Kimi höyük su kanalı, yol, boru hattı, tarla açma, havaalanı inşaatı, sanayi tesisi için yok edilirken, kiminin üzerine su sarnıcı başta olmak üzere her türlü inşaat yapılmış, kimileri de definecilerin mekanize saldırısına uğramıştır.
Her bir höyüğün içerdiği her bir dolgunun tahribi yalnızca Anadolu’nun değil uygarlığın ortak bilincine ait bir belgenin bir daha yerine konmayacak şekilde silinmesi, yok edilmesidir. Yok edilen her höyükte bir Alacahöyük, bir Troia ya da bir Çatalhöyük’ün gizli olduğunu unutmamamız gerekir.
Uygarlığın en önemli olaylarının yaşandığı bu topraklara sahip olmanın getirdiği sorumluluk geçmişe ait bilginin tanıklarının korunması kadar bu bilginin kullanılabilir bir bilgiye dönüştürülmesidir. Uygarlık katliamına son verecek çabayı göstermek devlet kurumları kadar bu topraklarda yaşayan herkesin sorumluluğudur.
(Atlas Mayıs 2007 – Sayı: 170)
Yazı: MEHMET ÖZDOĞAN/İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ, PREHİSTORYA ANABİLİM DALI BAŞKANI
Fotoğraflar: ORHAN DURGUT
Yorumlar
Yorum yap