225) KAVRAMSAL BİRLİKTELİK

Yayin Tarihi 8 Ağustos, 2008 
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ

KAVRAMSAL BİRLİKTELİK

21. yüzyıl tüm gezegenimiz için, insanlık için çetin geçeceğe benziyor. Bilişim teknolojilerindeki hızlı gelişimin küresel sistemler arası ilişkileri daha da karmaşıklaştırdığı bu devirde, ulus devletler ve küresel emperyalist güçler arasında oldukça elverişsiz sosyo- ekonomik koşullar temelinde sürdürülen savaş çok dramatik sonuçlar doğurabilir. Doğal kaynakların asimetrik dağılımı, bilimsel ve teknolojik ilerleme hızının insanların üreme hızından daha yavaş oluşu, dolayısıyla açlık, hastalık, işsizlik sorunlarına çözüm bulmak güçlüğü karşısında, ulus devlet yönetimlerinin, yani bilimin rehberliğindeki ulusal eylemlerin, başarı şansı her şeyden önce kavramsal birliktelik anlayışından  geçmektedir. Evreni, dünyayı, canlı toplulukları, bireyi vs. her şeyi hep sistem yaklaşımıyla araştırıp anlamak (pozitif) bilimlerin izlediği ana yöntemdir. Sosyo-ekonomik  (beşeri) kuralların da ancak ve ancak termodinamik yasalarla çelişmedikleri sürece uzun ömürlü ve kalıcı olabilecekleri gerçeği hiç değilse son yüzyılda anlaşılmış oldu. Burada yeri gelmişken hatırlatalım ki; toplum yaşamını düzenleyen kuralların ussal ve bilimsel olması gerektiğini Türk Devletinin kurucusu ve Türk aydınlanmasının önderi M. Kemal Atatürk şöyle ifade etmişti: “…hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir…”

Pozitif bilimin yol göstericiliği anlamında kullandığımız sistem yaklaşımına girmeden önce sistemin tanımını vermek gerekir. İşlevleri farklı ola(bile)n ve aralarında uyumlu ilişkiler bağı bulunan bileşenlerden oluşan fiziksel bütünlüğe sistem denir. Sistem, doğan,işleyen, girdi ve çıktıları olan (üreten), ilişki kuran, canlı yada cansız fakat yaşayan gerçek bir varlıktır. O halde her sistemin saniye mertebesinden milyonlarca yıl ölçekleri arasında değişebilen bir ömrü vardır. Sistemlerin alt bileşenleri de ayrıca birer sistem olabilir; örneğin bir insan vücut sistemi on alt sistemden oluşur. Bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu oğuş (aile), ulus gibi  topluluklar da birer üst sistemdir. Sistemlerin termodinamik denge dışı faz geçişlerinin irdelenmesiyle uğraşan sinergetik bilimi, lineer olmayan diferansiyel denklemlerle, genel yaklaşımları belirler. Burada sistemlerle ilgili iki önemli saptamayı yapmak gereklidir. Birincisi, tüm sistemler evrimsel süreç içerisinde değişikliklere uğrarlar; öyle ki değişim değişmez bir kuraldır. İkinci önemli saptama verim konusudur. Termodinamiğin entropi yasasına göre hiçbir sistem aldığı enerjiden daha fazlasını veremez yada başka bir deyişle, sistem tarafından yapılan işin sistemin aldığı enerjiye orantısı olarak tanımlanan verim ( η ) daima 1 den küçüktür. ( 0 <  η  <  1 )

İki yada daha çok sistemin uyumlu birlikteliği ile oluşan dayanışmacı durumlar için çok defa sinerji yaratmak deyimi kullanılmaktadır. İki yada daha çok sistem birlikte, dayanışmacı bir ilişki kurduklarında, toplam sistem verimi,sistemlerin tekil verimlerinden büyüktür. Örneğin; başarı olasılıkları %40 olan iki sistemin birlikteliğinde  başarı olasılığı %64 olur.  Her bir  sistem başına başarıdan gelen pay %40 tan %32 ye doğru azalmış oluyor; ancak bu fark, sistemlerin karşılaştıkları tekil tehditlerin azalmasının bedelidir. n-sistemin bir arada bulunmasında, toplam sistemin karşılaştığı tehditten, her birinin payına düşen risk  1/√n  oranında azalır. Yani tekil riski %80 olan 2 sistemin birlikteliğinde her birine düşen risk 0,8/ √2 =0,56 olur. Tekil durumda risksiz başarı olasılığı, 0,40 x 0,20 = 0,08 iken dayanışmacı işbirliği durumunda 0,32 x 0,44 = 0,18 e yükselmiştir. İşte sinerji yaratmaktan genelde anlaşılan bu avantajlı durumdur. Risksiz başarı için bir araya gelen sistemlerin optimum sayısı n = 2q/p  dir. Burada q ve p tekil tehdit ve tekil beklenti oranlarını göstermektedir. Görüldüğü gibi birleşmeler  q >> p olduğunda yani, tehditlerin beklentilerden çok çok büyük olduğu durumlarda anlamlıdır.

Diğer bir önemli kavram sömürüdür. Sömürüyü anlayabilmek için sistemler arası ilişkileri incelemek gerekir. İlkel anlamda sömürü iki sistem arasındaki girdi – çıktı bilançosunun 0 olmadığı durumdur. Yani, kendi yararına, verdiğinden çok alan sistem diğer(ler)ini sömürüyor demektir. Ancak genel anlamda sömürü sadece beşeri faaliyetler içersinde söz konusu edildiğinden, canlı sistemler arasındaki ilişkilere göz atmamız gerekir. Durağan termodinamik dengedeki sistemlerin aksine, canlı sistemler dinamik denge konumlarında varlıkları sürdürürler;  beceri ve şans bireyin ve türün hayatının devamında en etkin faktörlerdir. Evrimin yönlü yada yönsüz olduğu veya bir amacı olup olmadığıyla ilintisiz bir kural olarak söyleyebiliriz ki, canlı sistemlerin birincil işlevi bireysel olarak yeteri kadar uzun hayatta kalabilmek ve türün devamını sağlamaktır.

Canlı sistemler arasındaki ilişkileri yapıcı ve yıkıcı ilişkiler olarak iki guruba ayırabiliriz. Yapıcı ilişki, iki yada daha çok sistem arasındaki dayanışmacı etkinlik derecesini artıran, işbirliği ilişkisidir. Bu işbirliği (win-win strategy) karşılıklı iki sistemin iyiliğine, bir başka sistemin aleyhine çalışır; arılar ve ağaçlar arasındaki (Symbiotic) ilişki gibi. Yüksek derecede karşılıklı bağımlılık getiren bu işbirliği ilişkisinde, belli kritik değerler üzerindeki başlangıç değerleriyle bir araya gelen sistemlerin çok defa üssel bir artışla gelişimleri gözlemlenir;  bu iki sistem arasında bir sömürüden bahsedilemez. Dayanışmacı işbirliğinin bilinçli canlılar için çok özel bir hali özverili bireylerin davranış biçimidir. Bireyin diğer birey(ler)e ya da herhangi bir sisteme bilinçli bir şekilde isteyerek olumlu katkıda bulunması sevgi olarak tanımlanabilir. Örneğin ulus sevgisi dediğimizde ulusun yarar ve çıkarına uygun olumlu somut katkıda bulunmayı anlarız.

Yıkıcı ilişkiler iki guruba ayrılır. 1.Rekabet ilişkisi; aynı yaşam kaynaklarını kullanmak mecburiyetinde olup birlikte hareket etmek yetisinde olmayan ancak birlikte aynı ortamda yaşamak mecburiyetinde olan, benzeşik sistemler arasındaki ilişkidir. Ceylanları avlayarak yaşayan çitalar ve aslanlar arasındaki ilişki gibi. Bu tip düşmanca ilişkilerde ölümcül kavgalara karşın doğrudan bir sömürü söz konusu değildir.

2.Avcı – av ilişkisi; burada sistemlerden biri (avcı) daima etkin, diğeri (av) daima edilgin konumdadır; ve bilanço av-sistem açısından hep kayıptır. Aslan peşinden koştuğu ceylandan elde edeceği enerjiden daha çoğunu koşu için kullanamaz; yoksa avlanmanın bir getirisi olmazdı. Bu iki sistem arasındaki ilişki ilkel tanımıyla tam bir sömürüdür. Bilanço av- sistem açısından sürekli negatif olduğundan ceylanlar yaşamlarını devam ettirmek istiyorlarsa avcıların  etkilerini azaltacak yöntemler geliştirmek (daha hızlı bacaklar, daha iyi gizlenme, koku alma vs…) veya bir başka sistemle pozitif bilançolu ilişki kurmak mecburiyetindedirler.  Burada her ikisi de birbirine düşman (Hayatı zorlaştıran herşeyi düşman olarak tanımlarsak) iki sistemin arasında dinamik denge  kurulamadığında, her iki sistemin de (önce  av sonra avcı) yok olması kaçınılmazdır. Böylece sömürünün kendi başına  bir sistem olmadığı, ancak sistemler arası ilişkilerin özel bir görünümü olduğunu açıklamış olduk.

Hayvanlar arasındaki bu av-avcı ilişkisindeki ilkel sömürü mekanizması insanlar arasında çok daha karmaşık bir gelişim sergilemiştir. İnsanlar birbirlerini doğrudan avlayarak yemeseler de, daha rafine bir şekilde insanın üretim gücü olan emek av konumuna indirgenmiştir. Öyle yada böyle, birilerinin kısa ve kötü yaşamının karşılığında (olanakların sınırlı oluşundan dolayı) bir başkasının daha uzun ve daha iyi yaşamını sağlayan sömürü mekanizması 8-10 bin yıl öncesinde başlayan

(toplayıcılık ve avcılıktan yerleşik tarım ve hayvancılık dönemine geçiş) üretim ilişkileriyle birlikte işlemeye başladı. Üretim teknolojileri ve sosyo-kültürel ilişkiler yumağının en belirgin paradigması olan sömürü, öncelikle aldatma, bunun yeterli olmadığı durumlarda güç kullanma yöntemlerini kullanır. (…cebren ve hile ile…)  Reklam, propaganda, moda vs. gibi aldatmak ve yönlendirmek tekniklerine sosyal mühendislik gibi şatafatlı bir isim verilir; ve hatta üniversitelerde okutulur. Bu arada, ulusları uyaran, halk yığınlarının sömürülmesini engelleyen aydınlar varsa bunlar acımasızca yok edilirler. [Aydınlanma şehitleri Akyol, Dursun, Üçok, Mumcu, Kışlalı, Hablemitoğlu. ..örneklerinde olduğu gibi.] Bunun da yeterli olmadığı durumlarda zora başvurulur, silahlı güçler kullanılır.

Endüstri devrimi ile büyük ölçekli üretime geçiş emeğin sömürülmesine yeni bir boyut kazandırdı. Üretimde, bir taraftan malzeme, araç, enerji, tasarım, vs. gibi girdilerin bedeli olan sermaye ve diğer yandan işçi, sanatçı ve bilim adamlarının girdisi olan emek arasındaki  ilişkiler irdelendiğinde artık değer, haksız kazanç ve adil bölüşüm kavramları öne çıktı. 19 ve 20 . yüzyıllar sermaye/ emek yanlısı ideolojilerin çetin kavgalarına sahne oldu ve sağ/sol ayrışması sürdürüldü.

[ Klasik anlamda ve bütünsel bakış açısından sol sömürülenleri (köleler, işçiler, çiftçiler, emeği karşılığı yaşayanlar,yoksullar) sağ da sömürenleri ( topraklara, üretim araçlarına, paraya sahip olanlar, rant karşılığı yaşayan varsıllar)temsil ediyordu.Ancak 20.yüzyıl ortalarından itibaren küresel ticaret ilişkilerinin gelişmesiyle bu ayrım temel anlamını yitirmeye başladı ; öyle ya bir ülkede sömürülen, ürettiğinin,emeğinin tam karşılığını alamayan bir işçi bir diğer ülkedeki insanı sömürüyor durumuna geldi; yani küresel bütünsellikle olaya baktığımızda sistematik bir sömürü zincirinin oluştuğunu, sömürünün en alttan en üste doğru işleyen bir değer akış dengesizliği olduğunu görürüz. o halde herkes bir şekilde sömürü merdiveninin bir basamağında bulunmaktadır. en altta doğa var, hayvanlar var, köleler,çiftçiler,işçiler,….. bu gün en üstte küresel sömürünün en tepesinde belki bin imparator var. ve bu bin kişinin 500 kadarı amerikada 300 kadarı avrupada…. bulunmakta, hükümetleri, yönetimleri,orduları,üretim ve tüketimi denetimleri altında tutmaktadırlar. bunlardan 4-5 tanesi de türkiyede bulunuyor.]

 19. ve 20. Yüzyıllarda, endüstrileşmemiş ve savunma tekniklerini geliştirememiş ülkelerin işgal ve yağmalanması, halkların köleleştirilmesi emperyalist devletlerin gizli ya da açık devlet politikalarını  oluşturuyordu. Bu arada, pozitif bilime sırtını dönmüş, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri ıskalamış, rekabet gücünü çoktan yitirmiş Osmanlı Devletinin de bir av olması kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu.

[Tarihin garip bir cilvesidir ki, bugün de Kemalist Aydınlanma yolundan karanlığa saptırılmış Türkiye’nin okullarında fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilim dersleri seçmeli, din dersleri ise zorunlu hale getirilmiştir. Lise ve dengi okullarda ağustos 2007 de 1300 din dersi öğretmeni atanırken sadece 15 fizik öğretmeninin atanması, türkiyenin nasıl bir geleceğe doğru koştuğunun resmidir. Bu bakımdan lise ve üniversite gençliğimizin bilimsel yetenek düzeylerinin OECD ülkeleri arasında son sıralarda oluşuna şaşmamak gerekir.]

 Mustafa Kemal  önderliğindeki Kurtuluş Savaşı Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ve devrimler bir ulusun emperyalizme karşı, yani uluslararası sömürünün dayatmasına karşı, direnişinin ve utkusunun ilk örneğidir. 1920 lerde ordularıyla (tabii ki yerli işbirlikçi hainlerin yadımlarıyla ) ülkemizi bilfiil işgal eden emperyalistler bugün çok değişik bir görünümdeler ve değişik yöntemler geliştiriyorlar. 21. yüzyıl emperyal güçleri artık devletler veya devletlerin otorite ve denetimleri altındaki (ulusal) şirketler değil, fakat devletleri kontrolleri altına almış coğrafyasız dev şirket imparatorluklarıdır. Coğrafyasız, yani tüm dünyayı sınırsız av alanı olarak gören bu imparatorlar küresel sömürünün baş örgütçüleri olarak kendi aralarında bazan rekabet bazan dayanışma ilişkilerini sürdürüyorlar. İşgal, talan ve tüketim dayatmasıyla küresel sömürü mekanizmasını işletiyorlar, artık ihtiyacı gidermek için üretim yerine, üretilenin ihtiyaç olarak algılanması gibi bir çarpıklık söz konusudur. Dünya insanlığının %85 inin sefaleti üzerine kurulu bu azınlık mutluluğunun mimarı olan globalist/emperyalistler tüm dünyada, besinden enerjiye, iletişimden ulaşıma, sağlıktan medyaya kadar her alandaki beşeri, ekonomik faaliyetleri kontrol altına almışlardır; artık ülke bayraklarından çok markalar tanınır olmuştur. Dünya ekonomisini kontrol eden bu dev şirket imparatorlarının ki; büyük bir çoğunluğu ABD ve AB ülkelerinde yerleşiktirler, yerleştikleri ülkelerin hükümetlerine stratejilerini dikte ettiriyor ve gerektiğinde onların silahlı kuvvetlerini kullanıyorlar. Dünyayı yöneten bu bin kadar kişinin her yıl artarak büyüyen kişisel servetleri 20 trilyon $ ın üzerindedir. Tüm dünya insanlığının geleceğini tehlikeye atan, çevreyi geriye dönüşü mümkün olmayacak şekilde tahrip eden ve doğal kaynakları ölçüsüzce kullanan aptalca bir üretim furyası her alanda devam etmektedir. Dünya yıllık petrol üretimi 15 milyar varil civarındadır. Bilinen dünya petrol rezervleri bu gidişle ancak 50 yıl dayanabilir. Nüfusu dünya nüfusunun %4 ü olan ABD dünya petrolünün %24 ünü tüketmektedir; bu noktadan hareketle ABD’nin, dünya petrol rezervlerinin %60 ından fazlasının bulunduğu Orta Doğuya ilgisi ve BOP dayatmasının nedenleri daha iyi anlaşılır. Dünya nüfusu her saniye 4 kişi, bir başka deyişle günde 350 bin kişi, artmaktadır. Bu hızlı artış temposu devam ettiğinde bugün 7 milyar olan dünya nüfusu 2050 yılında 10 milyara, 77 milyon olan Türkiye nüfusu da  yüz milyona yaklaşacaktır. Kadın başına bir çocuk programını ciddi olarak uygulayan hiçbir ülke yok. Türkiye de 2007 yılında nüfus artış oranı yıllık %1,6 ortalama ömür 62 yıl ve kadın başına çocuk sayısı ortalama 4 tür. 2010 yılında nüfus 80 milyon, nüfus artış hızı %1,5, ortalama ömür 64 olacaktır. Kadın başına 1 çocuk program başlatıldığında Türkiye nüfusu ancak 90 yılda 80 milyondan 40 milyona inebilir ve sosyo-ekonomik problemlerin çözümleri kısmen kolaylaşabilir. Uzun yıllar genç nüfus çokluğu, ki geri kalmış ülkelerin karakteristik bir özelliğidir, bir avantajmış gibi sunuldu; oysa gereksiz ölüm/doğum fazlalığından Türkiye’nin yıllık kaybı en az 10 milyar $ dır. 

Dünyada her 1 kişilik artış 0,1 hektar tropikal ormanın yok olmasına yol açmaktadır. Bu gidişle 2050 yılına kadar 3 milyon km 2 ( Türkiye alanının 4 katı ) tropikal orman, yani mevcut tropikal ormanların yarısı yok olacaktır.  Bu büyük çevre felaketinin çok olumsuz iklim değişikliklerine  yol açabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.  Öte yandan ağırlıklı olarak CO² salımına bağlı küresel ısınmanın (sera etkisi) sonuçları şimdiden görülmeye başlandı. Şu anda tüm dünyada fosil yakıt tüketiminden dolayı adam başı  yılda yaklaşık 1 ton CO² salımı artarak devam etmektedir. ( Gelişmiş ülkelerde adam başı 4-5 ton/yıl ) 1900 yılından bu yana ortalama küresel sıcaklık  10 C yükseldi. Fosil yakıt tüketiminde değişiklik olmazsa 2050 yılında 20 C daha yükselmiş olacak ve kutuplardaki buzullar tamamen erimiş olacaktır. Ayrıca tatlı su kaynakları artan nüfusun ihtiyacını karşılamayacak düzeyde kritik değerlere düşmektedir. [Fırat-Dicle Bölgesinin neden sürekli olarak kurcalandığını anlamak daha da kolaylaşıyor.] Şu anda dünyada erişilebilir, kullanılabilir su miktarı adam başı ortalama yılda 1200 m3, Türkiye’de 600 m3 kadardır. Dünya kaynaklarını düşüncesizce harcayan bu üretim çılgınlığının, bu doğaya aykırı doludizgin gidişin tüm insanlık için felaketle sonuçlanacağını öngörebiliriz. Zira sinergetik deyimiyle, pozitif geri beslemeli her sistemin çöküşü kaçınılmazdır.

Öte yandan dünya nimetlerinin ve üretilen mal ve hizmetlerin paylaşımında da çok büyük bir adaletsizlik hüküm sürmektedir. 8 trilyon dolar kadar tahmin edilen kayıt dışı ekonomi  hariç tutulursa, tüm dünya ülkelerinin  gayri safi milli hasılalarının toplamı 32 trilyon $ dır. Bu 32 trilyon $ ın 30 trilyonu yaklaşık  1 milyar insanın yaşadığı zengin ülkeler arasında paylaşılmaktadır. Geliri 4 kere daha az olan fakirlerin 6 kere büyük nüfusunu hesaba katarsak hayat standart oranları zenginlere göre ortalama 1/24 tür. Yani, zengin ülkeler gelişmekte (?) olan ülkelere göre 24 kere daha fazla pay alıyor ve tüketiyorlar demektir. Gerçekte hesabı ülkeler temelinde yapmak yanıltıcı olabilir. örneğin, ABD de 50 milyon insan yoksulluk sınırında yaşamaktadır. Benzer sefalet, hakları ve emekleri gasp edilerek sömürülen halk yığınları hemen her ülkede vardır ve böylece küresel sömürüden tüm insanlık payını almaktadır. Öte yandan adam başı 300 dolar ortalama geliri olan Hindistan’da nüfusun  yaklaşık %5 i yani yaklaşık 50 milyon insan Avrupa standartlarında yaşamaktadır. Türkiyede de nüfusun %5 inin yıllık geliri fert başına ortalama 50 bin dolardır;  5 milyon vergi mükellefi vardır, bir başka deyimle halkın yaklaşık % 90 kadarı hiç bir katkı koymadan kamu hizmetlerinden yararlanmaktadır. Hırsızlık ve rüşvet bakımından Türkiye dünyadaki ilk beş ülke arasındadır. Ekonominin yaklaşık yarısı kayıt dışıdır. (dünya ortalaması ¼) Binaların yarısından fazlası, kamu arazilerinin ve ormanların gasp edilerek açılan alanlarda, kaçak inşaat olarak başlamakta, sonradan belediyelerin ve hükümetlerin populist yaklaşımları ve rüşvet karşılığı yasal hale getirilmektedir. diğer bir  deyimle toplumsal hayat yasalar çerçevesinde yürütülmemekte, aksine yasalar “de facto” durumlara uydurulmaktadır. Gelir dağılımındaki büyük farklılıklar nedeniyle halkın % 40 kadarı, yoksulluk sınırında yaşamaktadır; dolayısıyla her türlü politik manipülasyona elverişlidir. Hemen tüm dünya ülkelerinde ortak görüntü gelir paylaşımındaki bu çarpıcı asimetridir. Paylaşımdaki asimetrinin de asimetrik savaş denen terörün ana nedenlerinden biri olduğu unutulmamalıdır. Bugün sömürünün en üst düzey organizasyon biçimi olan küresel emperyalizmin organları olan IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlarla ilişkiler düzeyi bir devletin bağımlılık derecesini de gösterir. Yasasını AB’nin, kasasını da IMF’nin yönlendirmesiyle belirleyen bir ülkenin bağımsızlığından bahsedilemez. Bir ülkenin sömürülmesindeki en önemli somut ölçüt dış alım ile dış satım arasındaki reel farktır. Türkiye için bu  fark 1950 den bu yana hep olumsuzdur. Oysa Atatürk zamanında dış ticaret bilançosu Türkiye’nin lehine bir durumdaydı.  Dış ticaret bilançosu sürekli açık veren bir ülke sömürgedir. Bugün ülkelerin gönenç derecesini belirlemek için kullanılan iki önemli parametreden birincisi bireylerin ortalama yaşam süresi, ikincisi de birey başına ortalama gelirdir; dikkat edilirse tüm diğer gelişmişlik ve gönenç ölçütleri bu iki değer içersinde saklıdır; tabii ki, bu iki parametreyi anlamlı kılan yaşam süresinin insancıl içeriği ve gelir dağılımındaki sosyal adalettir; yani bir toplumun dış sömürü kadar iç sömürüyü de engelleyebildiği ölçüde uluslaşmış olduğunu söyleyebiliriz.

(…imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz )

Toplumlar, Robotik, genetik, uzay ve elektronik teknolojilerinin emek–üretim ilişkilerinde meydana getirdiği kavramsal bulanıklık içersindedirler. Çılgınca üretim ve haksız paylaşımın yanında savurgan tüketim tüm dünyada emperyalist güçlerin dayatmasıyla  devam ederse, ülke-yönetimlerinin bilimsellikten uzak, sorumsuz populist davranışları yüzünden nüfus artışı engellenemezse, flora ve faunanın geri dönüşümsüz tahribiyle yaşam kaynaklarının hoyratça kullanımı şimdiki haliyle devam ederse, insanlığın geleceğine umutlu bakmak olanaksız.  Bu gidişle, 2050 li yıllarda 10 milyarın üzerindeki dünya nüfusunun belki 8 milyarı, açlık, susuzluk ve muhtemelen baş edilmesi mümkün olmayan yeni virüslerin yol açtığı   kitlesel ölümlerle kısa sürede  yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. küresel ısınmanın tetiklediği iklim değişiklikleri önemli ölçüde su krizine, belkide su savaşlarına yol açacaktır. Adeta bindiği dalı kesercesine kendi varlığını yokedecek ortamı hazırlayan ve özellikle de hızlı tüketime, dolayısıyla borç batağına sürüklenmiş geri toplumlardaki kaçınılmaz demokrasi yanılsamaları,  yaşam krizlerini tetikleyerek devam edecektir. 

Çıkış yolu Kemalist davranış biçimidir.

Prof. Dr.Ali ERCAN (*)          

__________________________________________________________

* ADD Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ali Ercan, 2000-2004 yılları arasında  Savunma Sanayi Müsteşarlık görevinde bulunmuş, 2006 yılında Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Yönetim Kurulu Üyeliğine seçilmiştir. İlgi ve uzmanlık  alanları: Çekirdek fiziği, enerji, sinergetik, istatistik ve kamu yönetimi.

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap