1054) İslam Öncesi Türk Devlet Geleneğinde Adalet Anlayışı

Yayin Tarihi 21 Nisan, 2021 
Kategori TÜRK DÜNYASI

İSLAM ÖNCESİ TÜRK DEVLET GELENEĞİNDE ADALET ANLAYIŞI

7. SINIF 6.ÜNİTE YAŞAYAN DEMOKRASİ

Türk hakanı, Göktürk Yazıtları’na göre; insanoğlu yani kişi oğlunun, hepsi üzerine hakan olarak oturmuştur. Hakan Tanrı’nın buyruğuna göre hizmet ve adaletini, bütün insanlığa paylaştırmak zorundadır. Bu durum Türk Devlet geleneğinde dünyayı adalet ile idare etme fikrinin büyük bir ülkü haline gelerek sistemleşmesini sağlamıştır. Çalışmamızda, İslam öncesi dönemdeki Türk Devlet geleneğinde adalet anlayışını ortaya koyarken; adaletin kaynağı, adaleti uygulayan idarecilerin faaliyetleri ve adaletin tesisinde uygulanan cezaları da inceleyeceğiz.

Türklerin iki bin yıllık bir tarih boyunca kıtaları, birçok yabancı ırk, millet- din ve mezhep mensuplarını idare etmeleri yalnız kendi kuvvetleri ve cihan hakimiyeti mefkureleri ile izah etmek mümkün değildir.[1] Türk ırkını cihan tarihinde devletçi, idareci, inzibatçı bir ırk olarak tanıtan, Türklerin yeryüzünün türlü kısımlarında pek çok devletler tesis edip türlü milletleri asayiş içinde idare edebilmelerini temin eden amil, çok güçlü bir şekilde oluşan kamu hukuku esasları olmuştur.[2]

İnsanların adaletli bir şekilde idare edilip edilmediği onların hak ve hukukunun korunup korunmadığı ile orantılıdır. Bu nedenle adalet ve hukuk kavramlarının İslam öncesi Türk Devlet geleneğinde nasıl anlaşıldığına bir göz atmak gerekir. Türkçe sözlüklerde adalet kelimesi, hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme, doğruluk, “türe” anlamlarına gelmektedir.[3] Ş. Sami, lügatinde adaleti, ihkakı hak, herkesin istihkakına tamamıyla riayet etmek diye tarif etmiştir.[4] Kaşgarlı’nın eserinde ise, Törü şeklinde yazılan ve görenek, âdet anlamlarıyla ifadelendirilmiş olan kelime, bu günkü manasıyla hukuk anlamında kullanılmıştır. Törü kelimesi açıklanırken de; “il kalır törü kalmaz=vilayet bırakılır görenek bırakılmaz. Bu sav geçmişlerin göreneklerine uymakla emrolunan kişi için söylenir” ifadeleriyle izah edilmiştir. Köl- Tigin yazıtında “…öd Tengri yasar, kişi oğlu kop ölüğli töremiş” (= zamanı Tanrı takdir (yapar) eder, kişioğlu ölmek üzere türemiştir) cümlesi vardır ki buradaki “yasar” yasa- (=yapmak, nizama koymak) kökünden teşkil edilmiş partisiptir. “Yasa”, türlü Türk lehçelerinde “kanun” “nizamname” anlamını ifade için kullanılır. Eski Türk yazıtlarında “töre” terimi “kanun, nizam” anlamını ifade eder. Bu terim “il” kelimesiyle birlikte “devlet nizamı, kanunu” (il törüsü) anlamını bildirmektedir. Kutadgu Bilig’de “törü” terimi “kanun, nizam” anlamını ifade ettiği gibi adalet manasına da kullanılmıştır. Divanü Lügat-it-Türk’te de; “kanun” ve “adalet” aynı “törü” kelimesiyle ifade edilmiştir.[5] Yine Kaşkar’lının eserinde de, köni nenğ = düz nesne, köni er = emniyetli kimse[6] şeklinde ifadelendirilmiş olan köni lafzı bu günkü manasıyla doğru, düz, sadık ve adil anlamlarında kullanılmıştır.[7]

Eski Türkler devlet mefhumunu “İl” (el) kelimesi ile ifade etmişlerdir. İl’in hakiki manası teşkilatlanmış siyasi camia ve devlettir. İslam öncesi Türk düşüncesinde İl mefhumu; teşekkül, istiklal, nafiz hakimiyet mefhumlarını içine alır. Hakimiyetin hedefi, her yerde emniyet ve asayişi temin etmektir.[8] Bunun en iyi örneği; Orhun Kitabelerinde Kutluk ve onun halefleri tarafından bir ülkenin fethedildiğini veya bir halkın hakimiyet altına alındığını söyler söylemez “O halk içinde sulh ve asayişi temin etti” cümlesiyle de Türk Devlet geleneği içerisinde fethedilen topraklarda adalet anlayışının hemen tesis edildiğini haber vermektedir. Buradaki sulh ve asayişi teminden maksat Türk ilinin bekası için adaletin temin edilmesi şarttır. Bu da devlet yöneticilerinde yüksek gaye olmuştur.[9]

Türk düşüncesinde; Kağanlar, Gök’ün yerde, kendi adına tayin ettiği, bir temsilcisi idi. Fakat şu da unutulmamalıdır ki, “Türk Kağanı bir Tanrı değildi”.[10] Bir Türkün, başarılı bir kağan olabilmesi için, Tanrı tarafından verilmiş başlıca üç özelliği kendinde toplaması gerekiyordu bunlar: “yarlık”, “talihi” ve “kısmeti.” Tanrı tarafından, kendisine Kağanlık ve başarı için “yarlık” verilmeli idi. Tanrı, diğer insanlardan ayrı olarak onu, iyi talih yani “kut”[11] ile donatmalıdır. Ayrıca bu iki sıfatın dışında insanların bir kısmet payı veya Tanrının bize verdiği “ülüğ” vardır.[12]

Eski Türk kağanları, semavi menşe ve cihan hakimiyetine sahip bulunmak inancı ile milletin velisi veya babası sayılıyor ve dünyanın efendisi sıfatlarına haiz bulunuyorlardı.[13] Bu velilik sıfatı dolayısıyla kağanları, yabancı müstebit hükümdarlardan çok farklı olarak, yüksek insani vasıflarda ve demokratik ruha sahip olmaları gerekiyordu. Türk devlet geleneğine göre hükümdarların millet ve tebaalarına karşı, adalet, şefkat ve himaye göstermeleri bunun için babalık sıfatı ile alakalıdır. Çünkü diğer taraftan, Türk din, kültür ve müesseselerini iktibas eden Çingiz Moğolları mutlak istibdatları ve aristokratik zihniyetleri dolayısı ile halka karşı böyle bir babalık velayetine sahip bulunmuyor; sadece beyleri düşünüyor; istila ve zaferlerini aristokratlar hesabına yapıyor ve Gök-Türk (Göktürk) hanlarından farklı olarak ne halkın rolü ve ne de bu zaferlerden istifadesi bahis mevzuu bulunuyordu.[14]

Oğuz Kağan oğullarına yurdunu paylaştırıp verdikten sonra onlara hitap ederken; “Ey oğullarım! Ben çok yaşadım. Ben çok savaşlar gördüm. Çıda ile çok ok attım. Aygır ile çok yürüdüm. Düşmanları ağlattım. Dostlarımı güldürdüm. Gök Tanrıya (borcumu) ödedim. Sizlere (de) yurdumu veriyorum”[15] diyor. Burada Oğuz Kağan milleti için yaptıklarından dolayı, Tanrı katında sorumlu olduğunu ve milletine iyilikle muamele ettiği için Tanrı katında sorumluluktan kurtulduğunu söylemesi, hem o dönemdeki Tevhit inancını hem de Hakanın idareyi Tanrı adına gerçekleştirdiğini göstermesi açısından önemlidir.

Eski Çağ hükümdarları yabancı kavimlere karşı yaptıkları zulümleri ve kıtalleri gururla ifade eder; bunu eserleri ve kitabeleri ile tarihe mal ederken Gök-Türk kitabelerinde bu tür öğünmeler görülmez. Bilakis sadece kendi kavminin felaket günlerinde derya gibi akan kanlarından ve dağ gibi yığılan kemiklerinden bahseder, öldürdükleri düşmanlardan dolayı gurur duymazlar. Gök-Türk hakanları daima sulhu kurmak ve korumakla öğünür. Savaşı da müdafaa zarureti ile yaptıklarını belirtmeyi ihmal etmez. Türkçe’de “il” kelimesi hem devlet, hem de devletin ilk vazifesi olan sulh manasına gelir ve sulhun tesisine memur olan kimselere de “ilçi” denilirdi. Türk töresinde “ilçiye zeval yoktur” sözü de bu vazifenin ehemmiyet ve kutsiyeti ile alakalı olsa gerek.[16]

Türk düşüncesinde, alemin nizamı iki zıt kuvvetin arasındaki ahenk ve uyuşmadan doğmuştur. İnsan bu uyuşmanın mahsulüdür. İnsanların saadeti, dünya cennetleri ve milletler arasındaki sulh bu ahengin devamına bağlıdır. Türk hikmetine göre, bu tabii nizamı devam ettirmek ve mesut olmak için ilk önce bilgili, cesaretli ve kanaatkar olmak lazımdır. Yukarıda gök batar ve aşağıda yer delinirse bu nizam ve insanların bütün hakimane tedbirleri kendiliğinden bozulacaktır. Fakat o devam ettikçe bu nizamı sürdürebilmek için mutlaka bu üç fazilet bulunmalıdır. Bilgili olmak, tabiatın nizamını bilmek ve onu bozabilecek sebeplere karşı hazır bulunmak demektir. Bizzat tabiat, uyuşma ve ahenk olduğu için, insanların hayatında da aynı suretle uyuşma, ahenk ve sulhun hakim olması lazımdır. Hakanın en büyük gayesi el birliğini temin etmek, milletler arasında sulha ulaşmaktır. Türk Devlet geleneğinde O, bütün harplerini de bu gayeye varmak için yapar.[17]

İçinde hukuki nizam hakim olan bir devleti hiçbir zaman hükümdar yalnız başına idare edemez ve etmemiştir. Hun devletinde olduğu gibi diğer Türk devletlerinin idaresinde de, Han’a yardım eden, devlet içinde türlü vazifeler gören kimseler vardır. Türklerde Han’ın yardımcılarına verilen umumi isim “Beg” dir. Beg kelimesinin lügat manası; bakmak, korumak, gözetmek, muhafaza etmek manaları içermektedir. Eski Türklerin telakkisinde Beg il’in işlerine bakan, ili muhafaza eden, ili koruyan, vazifesi il işlerini gözetmek olan ilin bekçisidir. Kutlug devletinde Beyler devlet idaresinde Han’a yardım eden yüksek memurlardır. Begler de bir çok rütbe ve derecelere bölünmüşlerdir. Her rütbenin kendine mahsus, Şadapıtlar, Tarhanlar, Buyruklar gibi umumi unvan ve lakapları vardır.[18]

Bilge Kağan “Tanrı buyurduğu için, devletim, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli illiden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep tâbi kıldım, düşmansız kıldım. Hep bana itaat etti”[19] ifadesiyle Türk kağanının asli vazifeleri içerisinde sayılan adaletin tesisini ayrıntılı olarak izah etmiştir.

Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig adlı eserini dört iyi temel üzerine kurmuştur. Bunlardan biri adalet olup, doğruluk üzerindedir. İkincisi devlet olup, saâdet ve ikbal demektir. Üçüncüsü akıl olup, ululuk ifade eder. Dördüncüsü ise, kanâat ve afiyettir. Bunların her birine ayrı-ayrı adlar vermiş ve bundan böyle bunları bu adla zikretmiştir. Adalete “Kün Toğdı” adını verir ve onu hükümdar yerine koyar. Devleti “Ay-Toldı” ismi ile zikreder ve bunu onun veziri sayar. Akıla “Öğdülmiş” adını vermiş ve buna da vezirin oğlu demiş. Kanâate “Odgurmış” adını verir ve buna da vezirin akrabası der.[20]

Öğdülmiş, hükümdara memleketi tanzim etme usulünü söylerken Türk Devlet geleneğindeki adalet anlayışını biraz daha açmıştır. “Zalim olma, zülmü kötülere karşı tatbik et; bütün memleketi kötülerden temizle… Kötüyü, ceza vererek, doğru yola getir; kötüye kötü muamele layıktır, sen de öyle yap. İyinin serbestçe dolaşabilmesi için, kötünün ya zincirde veya zindanda olması lazımdır, ey metin yürek…”[21] demektedir.

Kitabelere göre Göktürkler ve bunları temsil eden kağanlar, insanların hepsini hukuk önünde eşit saymış, onların aç olanlarını doyurmuş, fakir olanlarını zenginleştirmiş, bunları gerçekleştirmek için kağanlar gece uyumamış, gündüz durmamışlardır. Kağanların halka, halkın da kağanlara karşı görev ve sorumlulukları vardır. Herkes bu görev ve sorumluluklarını yerine getirirken adaletli davranmak zorundadır. Karşılık beklemeden insanlara hizmet, insan sevgisinden doğan koruyuculuk, adalet, hürriyet ve eşitlik düşüncesinden kaynaklanır.[22]

Hunlar devlet içinde emniyet ve inzibatı temin için ceza işlerine çok ehemmiyet verirlerdi. Suç işleyen kimseleri cezalandırmak devletin hak ve inhisarı idi. Hunlar da iptidai kabilelerde görülen hususi intikam yerine suçluların devlet tarafından cezalandırılması usulü kaim idi. Hunlar da ceza devlet işi idi. Hususi intikam yasaklanmıştır. Hunlar da suçlar ikiye taksim ediliyordu. Ağır cürümlerin cezası idamdı. Hafif suçların cezası ise suçlunun yüzünü yaralamaktan ibaretti. Hunlar, muhakemenin çok çabuk yapılmasına dikkat ederlerdi. Her maznun (sanık) mutlaka on gün zarfında muhakeme edilmeliydi. Onun için Hun hapishanelerinde mahkumlar az bulunurdu.[23]

Adam öldürmenin cezası idamdı; soygun, hırsızlık ve hayvan kaçırma kesin surette yasaktı. Ele geçirilen soyguncu ve suçüstü yakalanan hırsız öldürülür, malları müsadere edilir, aile efradının hürriyetleri kısıtlanırdı. Ciddi bir tehlike ile karşılaşmadıkça ok-yay kullanmak yasaktı. Barış zamanında başkasına kılıç çekmenin cezası da ölümdü. Yine aynı şekilde zinanın cezası da idamdı. Irza tecavüz en ağır suçlardan sayılırdı. Bu da bazen iki taraf arasında uzlaşma olmazsa idamı gerektirirdi. Ordudan kaçanlar ve vatana ihanet edenlerin cezası da ölümdü. Hafif suçlular, on günü aşmamak üzere hapsedilirdi.[24]

Göktürklerde, isyan edip (devlete ve orduya başkaldıranlar), adam öldürenler, evli kadına tecavüz edenler, at koşumu çalanlar, ölümle cezalandırılır. Yabancı bir kızı kaçıranlar, para cezası ve diyetle cezalandırılır veya kızla evlendirilir. Diyet: kavga sırasında bir kimse diğerini yaralarsa, yaraya göre para cezası vermeye zorlanır. Bir kimse diğerinin gözünü kör etmiş ise, o adamın kızı, yaralanana karşılık olarak verilir. Kızı yoksa, karısını veya para cezası verme zorundadır. Karşısındakinin bir yerini kırarsa, ceza olarak atını verir. Her kim ki at veya madenden yapılmış şeyler çalarsa, bunları çalanların cezaları, on misli yükseltilir. Fahişeler ve ırza geçenler, iğdiş edilirler. Sonra da kalçasından ikiye ayrılırlar. İsyan etme, adam öldürme, evli kadına sataşma, fuhuş ve ırza geçme gibi suçlar, ölüm ile cezalandırılıyordu.[25]

Ceza hukuku, özel intikam alanından çıkmış ve kamu hukuku alanına girmiştir. Yani cezayı belirtip uygulayacak olan suçtan zarar gören kimse değil devlettir. Ancak bazen cezanın, suçluya değil de suçlunun yakınlarına uygulandığı görülmektedir. Bu da cezanın her alanda kişiselleşmemiş olduğunu bize gösterir. Ancak o zaman oğullar, kızlar ve karılar aile başkanının doğrudan doğruya velayeti altında olduklarından onlara ceza uygulanması, aile başkanına uygulanmış gibi sayılmıştır. Dövme ve yaralama suçlarının cezası yalnız hayvanla ödenen tazminattan ibarettir. Hırsızlıkta ise, suçlunun çaldığı eşyanın sayı ve değerde on mislini ödemesi gerekir.[26]

Eski Türklerin suçluları cezalandırma uygulamalarından örnekler veren İbni Fadlan’a göre; bir adam diğerini kasten öldürürse, suçuna karşılık kısas olarak onu da öldürürler. Hata ile öldürürse, öldüren için kayın ağacından bir sandık yaparlar. Katili bunun içine koyup, yanına üç somun, bir testi su bıraktıktan ve üzerini çiviledikten sonra, deve havudunun ağaçlarına benzer üç ağaç dikerek suçluyu bunların arasına asarlar. “Biz, onu yer ile gök arasında bırakıyoruz. Güneş ve yağmura maruz kalsın. Belki Allah acır da kurtulur” derler. Zamanla çürüyünceye ve rüzgarlar götürünceye kadar bu şekilde asılı kalır.[27] Türk toplumunda kadınlar ve erkekler birbirlerinde kaçmazlar. Zina onlara göre en büyük suçlardandır. İçlerinden biri zina ederse, kim olursa olsun, dört kazık çakıp zina edenin el ve ayaklarını bunlara bağlarlar. Sonra onu, boynundan uyluklarına kadar balta ile yararak iki parçaya ayırırlar. Kadına da aynı cezayı tatbik ederler. Toplumda tatbik edilen cezaların caydırıcı olması için Kadın ve erkeği ikiye ayırdıktan sonra vücutlarının parçalarından her birini bir ağaca asarlar. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi hırsız da zina yapan gibi öldürülür.[28]

Türk devletleri kuvvetli bir disiplinle idare edilen devletler idi. Asayiş ceza kanunları sayesinde temin olunurdu. Tukyu devrinde ağır suçlardan olarak, vatana hıyanet, katil, başkasının zevcesiyle gayri meşru münasebet gösterilmiştir. Eski Kırgızlara ait vesikalarda ağır suçlar arasında harpte gevşeklik göstermek, elçilik vazifesini ifada kusur, salahiyeti olmaksızın hükümet işlerine müdahale de, eşkıyalık sayılmıştır.[29]

Türkler yalan ve iftirayı en büyük suçlardan saymışlar ve bu suçları işleyenlere karşı şiddetli cezalar vermişlerdir. Mesela; Buğra hanın oğlu Qorı-Han’a iftira atan kadın suçunun ortaya çıkmasından sonra, cezalandırılıyor. Beş tane tay getirilerek kadın bir atın kuyruğuna bağlanıyor, sağ kolunu başka bir atın kuyruğuna, sol kolunu ve ayaklarını da böylece başka başka atların kuyruğuna bağlayıp, atları birden kamçılayarak vücudunu parçalıyorlar. Qorı-Han, yalan söyleyip, iftira eden kimselerin cezasının böyle olacağını belirtmiştir.[30] Yine aynı şekilde; Arslan Hanın Suvar adlı bir kölesi vardı ki, hacipler onun Arslan Han yanındaki mevkiini kıskanarak bu Suvar seni öldürüp padişahlığı zorla alacak diye ona iftira attılar. Arslan han, bu durumu çok iyi bir plan dahilinde araştırdıktan sonra haciplerin yalancılığını ortaya çıkarınca suçlarını itiraf etmek zorunda kaldılar. Bunlara verilen ceza da, ibret olarak öldürülmek oldu.[31]

Uygurlar döneminde borç veren kişinin haklarının korunmasına önem verilerek bu konu ile ilgili belgeler düzenlenmiştir. Borç alıp-verme vesikalarında, zamanında ödenmeyen yahut borç alan kişinin ortadan kaybolması-ölmesi- halinde, borç veren kişinin mağdur olmaması için, vesikalarda borç alan kişiler, aldıkları malı nasıl ve kimler tarafından ödeneceğini bildirmişlerdir. Borç alma vesikalarında son olarak şahitlerin isimleri, borç alan kişinin imzası, yahut mührü bulunmaktadır. Son olarak da vesikayı yazan kişi belirtilmiştir.[32] Bu durum Uygurlarda aile müessesesinin, yerleşmiş köklü bir toplum yapısına sahip olduğunu göstermektedir. Ailede mutlak hakim babadır. Öldüğü zaman bu hakimiyet ihtimal en büyük oğula geçmektedir. Fakat vesikalarda görüldüğüne göre, satıştan veya borç almadan sonra, ailenin diğer fertlerinin mesuliyetleri ortaya çıkmakta ve ailenin söz sahibi kişisinin vesikalardaki hükümleri yerine getirmediği zaman, bu kişi veya kişiler sorumlu tutulmaktadır.[33]

Uygurlar döneminde disiplin cezaları çok şiddetli olup bilhassa, hırsızlık ve ırza geçme gibi olayların çok ender olması dikkat çekicidir. Uygur Kağanı Kutluk Bilge Kağan, Tibet ve Karluk kabilelerine yaptığı mücadelede bunları bertaraf etmiş ve asayişi bozmayan bölge halkını mükafatlandırmış, asayişi bozanları ise şiddetle cezalandırmıştır.[34]

Hazar hakanlığı’nın başkentinde 7 baş yargıç vardı. Bunlar ikişer ikişer Müslümanların, Hıristiyanların, Musevilerin, biri de İslavların ve diğerlerinin davalarına bakardı.[35]

Sonuç olarak; adaleti gerçekleştirmenin şartlarından birisi hatta en önemlisi, güçlü olma şartıdır. Türk tarihine baktığımız zaman; kurulan bütün devletlerin temel felsefesinin Tanrı buyruğuna göre tebaayı adaletli bir şekilde idare etmek olduğunu görmekteyiz. Bu adaletten anlaşılan, toplumun maddi ve manevi açıdan refaha ulaşmış olmasıdır. Türk kağanları milletin asayişini düzenlemek ve adaleti tesis etmek için, kendilerinin ve toplumun yüksek değerlere sahip vasıflarla bezenmiş olmasını ve bu değerlerin bozulmaması için caydırıcı etkisi olan cezalar uygulamıştır. Görüldüğü gibi, eski Türk adalet anlayışının kaynağında sağlam bir inanç ve bu inanca bağlı olarak cesur bir irade ve suçlulara gayet net cezai uygulamalar vardır.

Yrd. Doç. Dr. Âdem TUTAR

Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 2 Sayfa: 868-873

Kaynaklar :

♦ ARAT, R. Rahmeti, “Eski Türk Hukuk Vesikaları”, Makaleler I, (Yay. Haz: Osman Fikri Sertkaya), Ankara 1987, s. 506-572.

♦ ARSAL, Sadri Maksudi, Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul 1947.

♦ BANARLI, Nihad Sâmi, Resimli Türk Edebiyatı I, İstanbul 1998.

♦ CÜVEYNÎ, Alaaddin Ata Melik; Tarih-i Cihan Güşa, (Çev: Mürsel Öztürk), Ankara 1998.

♦ ERGİN, Muharrem, Orhun Abideleri, İstanbul 1999.

♦ ERGİN, Muharrem, Dede Korkut Kitabı I, Ankara 1989.

♦ GÖKALP, Ziya, Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1995.

♦ GÜNGÖR, Harun, Türk Bodun Bilimi Araştırmaları, Kayseri 1998.

♦ GÜNGÖR, Harun, “Göktürk Kitabeleri ve Uygur Metinlerinin İnsanî Değer ve Hukuk Açısından İncelenmesi”, Türklerde İnsanî Değerler ve İnsan Hakları (Başlangıcından Osmanlı Dönemine Kadar), İstanbul 1992, s. 201-220.

♦ İbn Fazlan, İbn Fazlan Seyahatnamesi, (Haz: Ramazan Şeşen), İstanbul 1975.

♦ İNAN, Abdülkadir, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 198?.

♦ İZGİ, Özkan, Çin Elçisi Wang Yen-Te’nin Uygur Seyahatnamesi, Ankara 1989.

♦ İZGİ, Özkan, Uygurların Siyasi ve Kültürel Tarihi (Hukuk Vesikalarına Göre), Ankara 198?.

♦ KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1988.

♦ KAŞKARLI MAHMUD, Divanü Lûgat-it-Türk I-III, (Çev: B. Atalay), Ankara 1992.

♦ KÖPRÜLÜ, M. Fuad, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, İstanbul 1986.

♦ LIGETI, L., Bilinmeyen İç Asya, (Çev: Sadrettin Karatay), Ankara 1986.

♦ Nizâmü’l-Mülk, Siyâset-Nâme, (Haz: Mehmet Altay Köymen), İstanbul 1990.

♦ ORKUN, Hüseyin Namık, Eski Türk Yazıtları, Ankara 1987.

♦ ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul 1988.

♦ RASONYI, Laszlo, Tarihte Türklük, Ankara 1996.

♦ ŞEMSEDDİN SAMİ, Kâmûs-i Türkî, İstanbul 1318.

♦ TOGAN, Zeki Velidi, Oğuz Destanı, (Reşideddin Oğuznamesi, tercüme ve tahlili), İstanbul 1982. TURAN, Osman, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi 1-2, İstanbul 1993.

♦ Türk Tarihinin Ana Hatları Methal Kısmı, (nşr. Komisyon), İstanbul 1931.

♦ Türkçe Sözlük I, (nşr. Türk Dil Kurumu), Ankara 1988.

♦ TÜRKELİ, Cevat, “Hunlarda insanî Değerler ve Hukuk”, Türklerde İnsanî Değerler ve İnsan Hakları (Başlangıcından Osmanlı Dönemine Kadar), İstanbul 1992, s. 71-90.

♦ ÜÇOK, Çoşkun, Türk Hukuk Tarihi Dersleri, Ankara 1972.

♦ ÜLKEN, Hilmi Ziya, Türk Tefekkür Tarihi I, İstanbul 1933.

♦ Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig II, (Çev: R. R. Arat), Ankara 1998.

♦ Yüan-Ch’ao Pi-Shi, Moğolların Gizli Tarihi, (Çev: Ahmet Temir), Ankara 1995.

Dipnotlar:

[1] O. Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi, İstanbul 1993, s. 131.

[2] Türk Tarihinin Ana Hatları Methal Kısmı, (nşr. Komisyon), İstanbul 1931, s. 43 vd.

[3] Türkçe Sözlük I, (nşr. Türk Dil Kurumu), Ankara, 1988, s. 13.

[4] Şemseddin Sami, Kâmûs-i Türkî, İstanbul, 1318, s. 929.

[5] A. İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1987, s. 640 vd.

[6] Kaşkarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk III, (Çev: B. Atalay), Ankara 1992, s. 237.

[7] İ. Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1988, s. 279.

[8] İl kelimesinin hem barış, hem de devlet manasına gelmesi bu iki kelimenin arasında bir bağın varlığına gösterir. Bkz. [Kaşkarlı Mahmud, a.g.e. I, s. 48vd.] Devletin oluşumu, bağımsız aşiretler arasında kan davasıyla, akının yasaklanması sonucu başlamıştır. Türkler en eski zamanlarda il şeklinde düzenli devletler kurmuşlardı. Devletin aşiretten farkı, kan davasını yürürlükten kaldırmasıdır. Türklerde en eski zamandan beri “ceza” kamu hukukundandı. Kişilerin hayatını, namusunu, malını korumak, kamu gücünün borcuydu. Bunlara karşı yapılacak saldırıların suçlularına ceza verip uygulamak da kamu gücüne ait bir yetki idi. Bkz. Z. Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1995, s. 150 vd.

[9] S. M. Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul 1947, s. 263 vd.

[10] Göktürk yazıtlarında, hükümdarın Gök Tanrı tarafından tahta oturtulduğu inancını aksettirmektedir. Bkz. [L. Rasonyı, Tarihte Türklük, Ankara 1996, s. 59 vd.; H. Güngör, Türk Bodun Bilimi Araştırmaları, Kayseri 1998, s. 121 vd] Dede Korkud Kitabında Beğil Oğlu Emre destanında, Beğil, Oğuza asi olduğunu söyleyince Hatunu; “Yigidüm big yiğidüm, padişahlar Tanrınun kölgesidür, padişahına asi olanun işi rast gelmez.” derken, Türklerdeki hakanlığın ilahi menşeli olduğunu belirtiyor. Bkz. [M. Ergin, Dede Korkut Kitabı I, Ankara 1989, s. 218. ] Öğdülmiş, hükümdara memleketi tanzim etme usulünü söylerken; “Bu beylik mesnedine sen isteyerek gelmedin; onu Tanrı kendi fazlı ile sana ihsan etti.” demektedir. Bkz. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig II, (Çev: R. R. Arat), Ankara 1998, s. 392 vd.

[11] Kut kelimesinin eski Türkçe’de ve bugünkü lehçelerde bir çok manası vardır. Kut ruh, ruhi manevi kuvvet, cesaret, uğurluluk, talihlilik, saadet, ikbal manalarından başka, siyasi hakimiyet kudreti, devlet idaresi kudret ve salahiyeti, şevket (hakimiyet şevketi) manalarını da ifade eden çok kıymetli bir kelimedir. Kutadgu Bilig devlet idaresi ilmi (siyasi hakimiyet ilmi) demektir. İslamiyet’ten önce Orta Asya’da kurulmuş Türk devletlerinin çoğunda kut kelimesi hükümdarların lakap ve unvanlarına dahildir. Bkz. [S. M. Arsal, a.g.e., s. 120 vd] Türk hakanı görevini düzgün yapmaz ise, “Kut”un Tanrı tarafından geri alındığı düşüncesi ile iktidardan düşerdi. Bkz. İ. Kafesoğlu, a.g.e., s. 244 vd.

[12] B. Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul 1988, s. 573 vb.

[13] Bütün insanlığa şamil olan semavi dinlerden her birinin gayesi de cihana yayılarak dünyayı kendi itikat sistemi kadrosuna almaktır. Ancak Türk cihan hakimiyeti ile bunlardaki telakki arasında yine esastan bir fark vardır: İnsanların kardeşliği ve hak eşitliği her dinin kendi iman şartları ve amel kaidelerine bağlanmakta ve mesela İslamiyet ve Hıristiyanlık dışında kalanlar ikinci dereceden insanlar sayılmakta iken, Türk anlayışında, Göktürk kitabelerinde açıkça ifade olunduğu üzere, yeryüzünde mevcut insan cinsi bir bütün sayılıp, topluluklar arasında sosyal, kültürel, dini herhangi bir kademe kabul edilmeyerek herkese eşit hak ve adalet tanınmaktadır. Bkz. İ. Kafesoğlu, a.g.e., s. 350.

[14] O. Turan, a.g.e., s. 102 vd. Cengiz Han’ın ortaya çıkışından önce Tatarların belli bir reisi veya yöneticisi yoktu. Muhtelif kabilelere ayrılmışlardı. Bu kabileler her zaman kendi aralarında savaş halindeydiler. Zorbalığı, hırsızlığı, kötülüğü ve hilekarlığı mertlik ve yiğitlik sayarlardı. Cengiz Han, kendi kafasına göre her işe bir kural, her duruma bir ferman ve her suça bir ceza getirdi. Tatar kavimlerinin okuma yazmaları olamadığı için onların çocuklarına Uygurlardan yazıyı öğrenmelerini emretti. Sonra bütün yasaları tomarlara yazdılar. Ona Yasa-name-i buzurg (Büyük yasa-name) adını koydular. Onu şehzadelerin hazinesinde bulunmasına karar verdiler. Bir han ordu sevk edeceği veya şehzadelerle meşveret edip karar vereceği zaman o tomarları getirip ona göre karar verirdi. Bkz. [Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihan Güşa, (Çev: M. Öztürk), Ankara 1998, s. 84 vd. ] Cengiz Han, Şigi-hutuhu’yu bir takım işlerle görevlendirirken ceza yetkisini de ona vermiş ve “Bütün ulusun içerisindeki hırsızları cezalandır, yalanı ortadan kaldır, ölüm cezasına layık olanları öldürt, para cezasına müstehak olanlardan para cezası al” diyerek Şigi-hutuhu’yu yüksek mahkeme reisliğine tayin etti. Bkz. Yüan-Ch’ao Pi-Shi, Moğolların Gizli Tarihi, (Çev: A. Temir), Ankara 1995, s. 135 vd.

[15] N. S. Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı I, İstanbul, 1998, s. 21. Oğuz cihanı fethetmek gayesiyle sefere çıktığında uğradığı beldeleri kendi idaresine tabii olmalarını ister ve halkı boşuna saldırı ve talana maruz bırakmazdı. Aynı şekilde oğullarının da bu konulara dikkat etmesini isterdi. Oğullarının şehirleri yağma etmediklerini duyan Oğuz bu duruma çok sevindi. Oğuz, ellerini göğsüne koyup yüzünü Tanrıya döndürdü ve çocuklarının sözünden çıkmadıklarına ve onların kabiliyetleriyle babalarının yerine geçmeye muktedir olduklarına şükretti. Bkz. Z. V. Togan, Oğuz Destanı, (Reşideddin Oğuznamesi, tercüme ve tahlili), İstanbul 1982, s. 33 vd;.

[16] O. Turan, a.g.e., s. 132; Asur kitabelerinde hükümdar yalnız zaferlerinden bahseder: harpte öldürdüğü insanlar ve yaptığı zulümlerle öğünür. Adeta bu kitabeler onların fahriyesidir. Halbuki Orhun kitabelerinde Türk Kağanı bütün muvaffakiyetlerinde daima milletin yardımından ve etrafındakilerin hizmetinden bahseder. Herkese ve her şeye hakkını vermesini bilir. Asur kitabelerinde hükümdar millete ancak kendi kudretini göstermek istediği zaman hitabedir. Orhun kitabelerinde Türk Kağanı zaferin şükranını söylemek, fakat aynı zamanda hitabelerini ve noksanlarını ona bildirmek için millete hitap eder. Görülüyor ki: Asur kitabelerinde hükümdar, kavmin üzerinde bir ceberut, bir ezici kuvvet gibi olduğu halde; Orhun kitabelerinde Türk Kağanı, Türk budununun üzerinde bilgisi ve cesareti ile bir yardımcı, kendini sevdiren ve saydıran bir hamidir. Bkz. H. Z. Ülken, Türk Tefekkür Tarihi I, İstanbul 1933, s. 79 vd.

[17] H. Z. Ülken, a.g.e. I, s. 81 vd; M. Ergin, Orhun Abideleri, İstanbul 1999, s. 41.

[18] S. M. Arsal, a.g.e., s. 273 vd.

[19] M. Ergin, Orhun Abideleri, s. 43. İslamiyet’ten evvelki Türk devletlerinde kabile veya hakanın kendi halkına umumi ziyafet vermesi zaruriydi ve hukuki bir müessese mahiyetindeydi. Türklerde kabile reisi ve hükümdar baba vasfında görülmektedir. Bkz. [M. F. Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, İstanbul 1986, S. 181 vd] Hakan için haftada iki gün Mezalim’e oturmaktan, haklıyı haksızdan ayırmaktan, adalet dağıtmaktan raiyyetin sözünü, vasıtasız, kendi kulağı ile işitmekten başka çare yoktur. Onların daha mühim olan birkaç dilekçeyi arz etmeleri, hükümdarın da dilekçelerin her biri hakkında bir yazılı emir vermesi gerekir. Zira, cihan hakiminin zulme uğrayanlar ve adalet isteyenleri haftada iki gün huzuruna davet ettiği ve sözlerini dinlediği haberi memlekette yayılınca, bütün zalimler korkarlar; ellerini çekerler hiç kimse cezalandırılma korkusu ile zulüm ve yağmaya cesaret etmez. Bkz. [Nizâmü’l-Mülk, Siyâset-Nâme, (Haz: Mehmet Altay Köymen), İstanbul 1990, s. 18 vd. ] Padişahlar, daima iyi sofra kurmak zahmetine katlanmışlardır, öyle ki, sabahleyin hizmete gelen kimseler, orada bir şeyler yerler. Sultan Tuğrul iyi sofra kurmak ve türlü türlü yiyecekler hususuna son derece itina buyururdu. Sultan Melikşah döneminde Çiğilliler ve Maverâünnehirliler, sultanın sofrasından bir lokma ekmek yemedikleri sebebiyle onu tenkit etmektedirler. Her kişinin himmet ve cömertliği, onun ev idaresi nisbetinde olmalıdır. Sultan bütün dünyanın aile reisidir; bütün padişahlar onun astıdırlar. Şu halde onun ev idaresi himmeti cömertliği, sofrası hediyesi kendi çapında, yani bütün padişahlardan daha fazla ve daha iyi olur. Bkz. Nizâmü’l-Mülk, a.g.e., s. 163 vd.

[20] Yusuf Has Hâcib, a.g.e. II, s. 7. Odgurmuş, hükümdara öğüt verirken; “Hayatını aziz bil ve ancak lüzumlu işlerde kullan; insanlara ihsanlarda bulun ve kendine sevap kazan. Geçici günler içinde ancak lüzumlu olan şeyleri al; zaman seni de geçirecektir, buna göre hazırlığını yap. Sen bu kadar halkın yükünü yüklenmiş bulunuyorsun; uyanık ol, gâfil bulunma ve düşünerek hareket et. Bir sürü aç kurt senin etrafında toplanmıştır; ey kahraman hükümdar, koyunları iyi muhafaza et. Memlekette bir kimse bir gece aç kalırsa, onu Tanrı sana soracaktır; gözünü aç.” diye konuşmaktadır. Bkz. [Yusuf Has Hâcib, a.g.e., s. 371 vd.] Bir gün hükümdarın canı sıkılmış; halvet emri verip, yalnız başına kalmış. Ay-Toldı’yı huzuruna çağırtmış ve Ay-Toldı, hükümdarın karşısına gelince, gördüğü manzara karşısında çok şaşırmıştı. Çünkü hükümdar, birbirine bağlanmamış üç ayağı olan bir gümüş taht üzerinde, kaşları çatık ve yüzü buruşuk bir vaziyette, oturmuştu. Elinde büyük bir bıçak, solunda bir acı-ot ve sağında şeker bulunuyordu. Ay-Toldı, hükümdara gördüklerinin anlamını sorunca, Hükümdar Kün-Toğdı, Ay-Toldı’ya cevap verirken; “İşte bak, ben de doğruluk ve kanunum; kanunum vasıfları bunlardır, dikkat et. Bak, bu üzerinde oturduğum tahtın üç ayağı vardır; ey gönlümü doyuran. Üç ayak üzerinde olan hiçbir şey bir tarafa meyletmez; her üçü düz durdukça, taht sallanmaz. Eğer üç ayaktan biri yana yatarsa, diğer ikisi de kayar ve üzerinde oturan yuvarlanır. Üç ayaklı her şey doğru ve düz durur; eğer dört ayaklı olursa, biri eğri olabilir. Düz olan bir şeyin her tarafı iyidir; her iyinin, dikkat edersen, tavır ve hareketi düzgündür. Hangi şey yana yatarsa, eğri olur; her eğrilikte bir kötülüğün tohumu vardır. Düz olan yana yatarsa, duramaz, düşer; hangi şey doğru ise, düşmez, yerinde durur. Bak, benim tabietim de yana yatmaz, doğrudur; eğer doğru eğrilirse, kıyamet kopar. Ben işleri doğruluk ile hallederim; insanları, bey veya kul olarak, ayırmam. Ey becerikli insan, elimdeki bu bıçak biçen ve kesen bir alettir. Ben işleri bıçak gibi keser, atarım; hak arayan kimsenin işini uzatmam. Şekere gelince, o zulme uğrayarak, benim kapıma gelen ve adaleti bende bulan insan içindir. O insan benden şeker gibi tatlı-tatlı ayrılır; sevinir ve yüzü güler. Zehir gibi acı olan bu Hind otunu ise, zorbalar ve doğruluktan kaçan kimseler içer. Bunlar kavga edip, bana gelirler ve ben hüküm verince, bakarsın, acı Hind ilacı içmiş gibi, yüzlerini ekşitirler. Benim bu sertliğim, kaşlarımın bu çatıklığı ve bu asık suratım bana gelen zalimler içindir. İster oğlum, ister yakınım veya hısımım olsun; ister yolcu, geçici, ister misafir olsun. Kanun karşısında benim için bunların hepsi birdir; hüküm verirken, hiç biri beni farklı bulmaz. Bu beyliğin temeli doğruluktur; beyler doğru olursa, dünya huzura kavuşur. Akıllı insan buna benzer bir söz söylemiştir; kim akıllı insanın sözünü tutarsa, iş yoluna girer. Beyliğin temeli doğruluk üzerine kurulmuştur; doğruluk yolu beyliğin esasıdır. Bey doğru olur ve ülkeye böyle hüküm ederse, bütün dileklerine kavuşur. ” Bkz. [Yusuf Has Hâcib, a.g.e., s. 66 vd.] Öğdülmiş, hükümdara memleketi tanzim etme usulünü söylerken; “Tebaanın senin üzerinde üç hakkı vardır; bu hakları öde ve onları zorluğa düşürme. Bunlardan biri memleketinde gümüş temiz kalsın, onun ayarını koru, ey bilgili insan. İkincisi halkı âdil kanunlarla idare et; birinin diğerine tahakküme kalkışmasına meydan verme, onları koru. Üçüncüsü bütün yolları emin tut; yol kesici ve haydutların hepsini ortadan kaldır. Böylece tebea hakkını ödedikten sonra, sen de onlardan kendi hakkını isteyebilirsin, ey cömert hükümdar. Tebaa üzerinde senin üç hakkın vardır; bunu onlardan istemelisin, iyice dinle. Biri halk senin emirlerine hürmet etmeli ve bu emir ne olursa olsun, onu derhal yerine getirmelidir. İkincisi hazine hakkını gözetmeli ve bunu vaktinde ödemelidirler, ey eli açık insan. Üçüncüsü senin dostuna dost ve düşmanına düşman olmalıdır. Böylece sen onlara karşı vazifeni yapmış olursun, onlar da senin hakkını ödemiş olurlar. ” Bkz. Yusuf Has Hâcib, a.g.e., s. 399 vd.

[21] Yusuf Has Hâcib, a.g.e., s. 395 vd.

[22] Bu konuda geniş bilgi için bkz. H. Güngör, a.g.e., s. 108; H. Güngör, “Göktürk Kitabeleri ve Uygur Metinlerinin İnsanî Değer ve Hukuk Açısından İncelenmesi”, Türklerde İnsanî Değerler ve İnsan Hakları (Başlangıcından Osmanlı Dönemine Kadar), İstanbul 1992, s. 210 vd.

[23] S. M. Arsal, a.g.e., s. 206 vd.

[24] İ. Kafesoğlu, a.g.e., s. 280; C. Türkeli, “Hunlarda insanî Değerler ve Hukuk”, Türklerde İnsanî Değerler ve İnsan Hakları (Başlangıcından Osmanlı Dönemine Kadar), İstanbul 1992, s. 86; B. Ögel, a.g.e., s. 89; L. Ligetı, Bilinmeyen İç Asya, (Çev: S. Karatay), Ankara 1986, s. 46.

[25] S. M. Arsal, a.g.e., s. 261 vd; H. N. Orkun, Eski Türk Yazıtları, Ankara 1987, s. 15; B. Ögel, a.g.e., s. 165 vd. Çin kaynakları Hunların ceza kanunlarından şöyle bahsetmektedir: birisine kılıç çeken öldürülür. Kılıç çekmeden maksat her halde öldürmek olsa gerektir. Eşkıyalık yapanın ailesi devlet memurları tarafından rehine olarak tutulur. Ufak suçlar araba tekerleği altında ezilmekle (yüzü damgalanmak veya sopayla dövülmek), büyük suçlar ise ölümle cezalandırılır. Hapis cezası yalnız 10 güne kadar verilirdi; böylece bütün devletin sınırları içindeki mahpusların sayısı çok azdı. Bunun sebebi Türk devletlerinde göçebe kültürün hakim olmasından kaynaklanmaktadır. Bkz. Ç. Üçok, Türk Hukuk Tarihi Dersleri, Ankara 1972, s. 14.

[26] Ç. Üçok, a.g.e., s. 21 vd.

[27] İbni Fadlan, Seyahatname, (Haz: Ramazan Şeşen), İstanbul 1975, s. 56.

[28] İ. Fadlan, a.g.e., s. 5İ.

[29] Türk Tarihinin Ana Hatları Methal Kısmı, s. 42 vd.

[30] Z. V. Togan, Oğuz Destanı, s. 64 vd.

[31] Z. V. Togan, Oğuz Destanı, s. 68 vd.

[32] Bkz. Ö. İzgi, Uygurların Siyasi ve Kültürel Tarihi (Hukuk Vesikalarına Göre), Ankara 198?, s. 73 vd. Eski Türk hukuk vesikalarında mukavelede tespit edilen şartların korunması ve bunların tahakkuk etmediği hallerde alınacak tedbir ve itiraz edenlere karşı tatbik edilecek cezalar çok defa ayrıca zikredilmektedir. Bu kayıtlar daha işin başında her türlü itirazı bertaraf etmek ve itiraz niyetinde olanları korkutmak gayesini de güdebilir. Çünkü burada zikredilen cezanın para ile ilgili kısmı, asıl satılan malın değerini bir kaç misli geçmektedir. Bu şekilde tasrih edilen cezalar, ölüm cezası, dayak cezası, para cezası, yasa cezası, töre ve yargı hükümleri olarak belirlenmiştir. Bkz. R. R. Arat, “Eski Türk Hukuk Vesikaları”, Makaleler I, (Yay. Haz: O. F. Sertkaya), Ankara 1987, s. 543 vd.

[33] Ö. İzgi, a.g.e., s. 106 vd.

[34] Ö. İzgi, Çin Elçisi Wang Yen-Te’nin Uygur Seyahatnamesi, Ankara 1989, s. 14, 22.

[35] İ. Kafesoğlu, a.g.e., s. 280.

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap