1038) Hilafet Osmanlıya geçti mi, Abdülhamit Halife miydi?

Yayin Tarihi 9 Temmuz, 2020 
Kategori TÜRK DÜNYASI

Hilafet Osmanlıya geçti mi, Abdülhamit Halife miydi?

İslam ülkelerinde din-devlet-toplum ilişkilerinde önemli bir rol oynayan hilafetin Osmanlı hanedanlığına nasıl ve tam olarak hangi tarihte geçtiği, dahası geçip geçmediği konusunda net bir kayıt, bilgi ve belge yok. Bununla birlikte, bazı kaynaklarda Abbasi Halifesi Mütevekkil-Alellah’ın (El Mütevekkil), İstanbul’a getirildikten sonra Ayasofya ya da Eyüp Sultan Camii’nde yapılan bir törenle -yine kesin tarih yok- hilafeti Yavuz Sultan Selim’e devrettiği iddia ediliyor.

Ancak bu konuda da hiçbir kayıt bulunmuyor. Çünkü Mütevekkil-Alellah, hem İstanbul’da bulunduğu dönemde hem de Mısır’a döndükten sonra halife unvanını kullanmaya, bu unvan ile karar ve fetva vermeye devam ediyor. Onun bu unvanı kullanmasına ve işlem yapmasına Osmanlı padişahları müdahale ve itiraz etmiyor.

Selçuklular gibi, Osmanlı’da da padişahın adına hutbeler okutmak ve sikke (para) bastırmak bir egemenlik simgesiydi. Yavuz da Kahire’ye girdiği haftanın ilk cuma günü bütün camilerde kendi adına hutbe okuttu. Hicaz’daki (Arap Yarımadası) Müslüman emirliklerine gönderdiği mektupta da artık Hac yolunu Osmanlı ordusunun koruyacağını belirterek, hutbelerin kendi adına okutulmasını talep etti. Bu talebi Mercidabık Savaşı’ndan sonra Yavuz Sultan Selim’in yanında bulunan yeni Abbasi Halifesi El Mütevekkil-Alellah da onayladı.

Yavuz Sultan Selim, Halep’te görüştüğü Halife’ye, kayıtlara göre büyük saygı göstermişti. Bu durum Halife’nin siyasi gücü olmasa bile İslam dünyasındaki manevi gücünün bir ölçüde devam ettiğini gösteriyordu. Bu nedenle, Yavuz Sultan Selim Kahire’ye Abbasi Halifesi ile birlikte girecekti.

Mısır başta olmak üzere, geniş Arap coğrafyasında idari düzenlemeleri yapan, valileri atayan Yavuz Sultan Selim, Mısır’dan ayrılmadan önce Halife El Mütevekkil ve İslam alimlerinden oluşan büyük bir Arap din adamları grubunu da gemiyle İstanbul’a gönderdi. Bu alimler grubu, Arap-Sünni İslam anlayışını İstanbul’da yeniden işleyerek, Osmanlı ulemasına hakim olacak, Osmanlı Devleti ve medreselerinin yeniden yapılandırılmasında önemli bir rol oynayacaktı. Yavuz Sultan Selim de Mısır’ı koruması için arkasında 40 bin kişilik bir ordu bırakarak İstanbul’a dönecekti.

YAVUZ HİLAFETİ DEĞİL, HALİFEYİ GETİRDİ

İstanbul’a geldikten sonra, kendisine koruması için verilen kutsal emanetlerin bir kısmını ve hazineye ait değerli varlıkları zimmetine geçirdiği (hırsızlık yaptığı) iddiasıyla suçlanan ve bu nedeniyle gözden düşen El Mütevekkil, Yavuz Sultan Selim  tarafından 1520 yılında Yedikule Zindanı’na hapsediliyor. Ancak, Yavuz Sultan Selim’in aynı yılın sonunda (22 Eylül 1520) ölümünden sonra tahta geçen Kanuni Sultan Süleyman, kendisini affederek Mısır’a dönmesine izin veriyor. El Mütevekkil, Kahire’ye gittikten sonra da, halife unvanını kullanmaya, bu unvan ile onay, icazet ve fetva makamı olarak işlem yapmaya devam ediyor.

Abbasi Halifesi El Mütevekkil, 1543 yılında Kahire’de ölüyor. Abbasi soyundan başka kimsenin Hilafet makamında hak iddia etmemesi, halifeliğin Osmanoğlulları’na devredildiğinin doğrulanması olarak yorumlansa bile, bu konuda da kesin bir kanıt bulunmuyor. Çünkü, Yavuz dahil, sonraki padişahların hiçbiri 18. yüzyıla kadar tereddütleri giderecek bir kesinlik ve kararlılıkla “Halife” unvanını kullanmıyor. Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı açısından hilafet, ihtiyaç duyulduğunda kullanılan bir kurum oluyor (Bkz. Hakkı Dursun Yılmaz, Büyük İslam Tarihi, Cilt: 10, Çağ Yayınları, İstanbul,1992: s.310).

Yavuz Sultan Selim’in, Osmanlı Devleti’nin merkezi siyasal yapısına hilafet kurumunu dahil ettiğine ilişkin bu temelsiz bilgi, o kadar sık tekrarlandı ki, adeta genel bir kabule dönüştü. Oysa, Yavuz Sultan Selim hilafeti değil, Halifeyi İstanbul’a getirmişti.

Osmanlılar bu konuda, Selçuklu geleneğine ve Nizamü’l-Mülk’ün görüşlerine uyarak, Hilafeti kendi denetimine alıyor, ancak, siyasi iktidarı dinin kurumsal yapısından ayrı tutuyordu. Osmanlı’da fetva makamı olarak işlev gören Şeyhülislamlık kurumu da bu nedenle oluşmuştu.

“İMAM KUREYŞ’TENDİR”

Osmanoğulları’nın Hilafeti Abbasi Hanedanlığından aldığı yolundaki görüş, İmparatorluğun gerileme ve çöküş döneminde, 1774 Küçük Kaynarca antlaşmasından sonra  uydurulmuş bir efsane olmaktan öteye geçemiyordu. Bu antlaşmaya göre Rusya, Osmanlı ülkesinin tamamında Ortodoksların koruyucusu olarak tanınıyordu. Bunun üzerine Osmanlı padişahları da halife unvanı kullanarak Rusya’daki Müslümanların koruyucusu olduklarını ilan edeceklerdi. Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım elden çıkmış, ancak burada yaşayan Tatar Türkleri ve diğer Müslümanların dini bakımdan halifeye bağlı olacağı Rusya tarafından kabul edilmişti. Ancak bu kabul sembolik olmanın ötesine geçememişti. Osmanlı tahtında ise I. Abdülhamit vardı. Tarihin ironisi işte..

Dolayısıyla, Yavuz Sultan Selim’den tam 250 yıl sonra hilafetin Osmanlılara geçtiği iddiası ortaya atılmış, bu dönemde uydurulmuş bazı kanıtlar ileri sürülmeye çalışılmıştır. Uzak Doğu (Hindistan, Malezya vb.) Müslümanlığını dışında tutarsak eğer, Orta Doğu başta olmak üzere, aşağı yukarı bütün İslam dünyası henüz Osmanlı egemenliğinde olduğu için, 18. yüzyılda ortaya atılan bu hilafet iddiasına güçlü şekilde karşı çıkan olmamış, zamanla benimsenmişti.

Arap ülkelerini, özellikle Hicaz’ı ülkesine katan Yavuz Sultan Selim, o güne kadar Memlûk sultanlarının kullandığı “Hami’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn”, yani ‘Mekke ve Medine’nin Koruyucusu’ unvanını devraldı, hilafeti değil.. Yavuz, diğer siyasal unvanlarının yanı sıra ölene kadar da bu unvanı kullandı. Yavuz Sultan Selim, Abbasi halifelerine özgü olan “Hilafet-i Kübra” yani dünyadaki bütün Müslümanların meşru dini ve siyasi hakimi (Allah’ın yeryüzünde en büyük temsilci kıldığı kişi) olduğu iddiasında bulunmamış, böyle bir unvan kullanmamıştı.

Ünlü tarihçi Prof. Dr. Halil İnalcık, hilafetin Osmanlı padişahlarına geçtiği iddiasını “safsata” olarak nitelendiriyor. İnalcık, hilafetin Osmanlı hanedanına geçtiği iddiası hakkında şunları yazıyor:

“I. Selim’in cihanşümul hilafet yetki ve sembollerini, Mısır’da oturan Abbasi Halifesi III. Al-Mütavekkil’den merasimle devraldığına dair rivayet, 18. yüzyılda ortaya atılmış ve Osmanlı sultanlarınca benimsenmiş asılsız bir rivayettir. Selim ile çağdaş Osmanlı ve Arap kaynaklarında buna dair bir kayıt yoktur. (…)”

“Kanuni Süleyman ‘halife-i rüy-i zemin’ unvanını kullanmıştır. Bu, bütün Müslümanların halifeliği iddiasında bulunduğuna dair bir kanıt olarak ileri sürülmüştür; fakat bunun o zaman bir tartışma konusu olduğu anlaşılmaktadır. Zira (Buhari ve öteki hadis mecmualarında yer alan) ‘İmam Kureyş’tendir’, yani, İslam cemaatinin dini başkanlığı Kureyş kabilesine aittir, hadisi karşısında, Osmanlı hükümdarlarının bütün Müslümanların halifesi olma iddiası, o zaman başka iki temel tarihi olguya dayandırılmak istenmiştir: (Birincisi) Osmanlı hükümdarları Fatih’ten beri, tüm İslam’ın gaza kılıcını elinde tutma hakkının kendilerine ait olduğunu iddia etmişlerdi… (İkincisi) Tüm İslam dünyasının hamisi (koruyucusu) olduğu tezini savunmaktaydı.” (Halil İnalcık, Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2017: s.107-108).

Durum aslında son derece açıktır; siyasal nedenler bir yana , her şeyden önce teolojik bir kurum olan hilafetin Osmanoğlları’na geçişinin önünde, yine güçlü bir teolojik engel vardır.

OSMANLI ÇÖZÜLMEYE BAŞLAYINCA

Diğer taraftan, Selçuklu sultanları, Hilafetin başkenti Bağdat’ı ve Abbasi halifelerini denetimleri altına alsalar da makam ve unvanlarına saygı gösteriyorlardı. Tahta çıktıklarında bir “tayin menşuru” yani saltanatları için kutsal onay isteyen Selçuklu sultanları, hilafeti almaya kalkışmamış, kendilerini de “Zahiri Mu’avin”, yani halifenin yeryüzündeki yardımcısı’ ilan etmişlerdi. Yavuz Sultan Selim ve sonrasındaki Osmanlı sultanlarının durumu ya da din karşısındaki konumu da 18. yüzyıla kadar buna benziyordu.

Selçuklular ve Abbasi hanedanlığı döneminde, -hilafet makamı saltanatın denetimine girse de- devlet ile din işlerinin fiilen ve resmen birbirinden ayrılması aslında Ortaçağ Avrupası’na göre hem ileri bir durum hem de gelecekte laiklik için önemli bir zemin olduğu düşünülebilir. Ancak, hayat öyle gelişmiyor, maddi dünyanın ve siyasetin ihtiyaçları belirleyici oluyor.

Osmanlılar tarafından, 1700’lü yılların ikinci yarısından sonra “hilafeti aldık” iddiası ortaya atılsa da, aslında Selçuklu geleneği o döneme kadar sürdürülmüştü. Selçuklu geleneği, dini, devletin denetimine alan ama devlet işlerini de bir ölçüde dinden bağımsızlaştıran bir devlet yapılanmasıydı. Bu nedenle belli kırılmalara uğrasa da, Selçuklu Devleti’nin bir devamı diye de nitelendirebileceğimiz Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahlar, 18. yüzyıla kadar “Halife” unvanını kullanmamıştı.

Bu nedenle Osmanlı’da din işleri, örneğin, fetva vermek ‘Şeyhülislamlık’ makamına ve şeyhülislama bırakılmıştı. Oysa, halifelik Osmanlı hanedanına geçmiş olsaydı, halifenin üzerinde bir fetva makamı da olamazdı. Öyle ki, padişahların tahtan indirilmesi bile şeyhülislamın vereceği fetva ile gerçekleştiriliyordu. Oysa, şeyhülislam, bir halifenin görevden alınması için fetva veremezdi.

Osmanlı padişahlarının, uzun bir aradan sonra “Halife” unvanını kullanmalarını, 18. yüzyıldan itibaren Müslüman halkların kopuşunu önleme çabasına bağlayabiliriz. Bu ihtiyacın yanı sıra, Rus ve İngiliz imparatorluğunun sömürge ve ilhak ettiği topraklarda Müslüman halklar üzerinde bir nüfuz oluşturmak ve bunu siyasal bir koz olarak kullanmak amacını da bu gerekçelere ekleyebiliriz.

OSMANLI’NIN HİLAFET İDDİASI NEREDEN ÇIKTI?

Hilafet makamının Osmanoğulları’na geçtiği iddiası; hem zayıflayan hanedanlığın meşruiyetinin güçlendirilmesine hizmet edecek bir araç hem de Batılı sömürgeci ülkelere karşı Müslüman halklar üzerinde sağlanacak manevi etki siyasal bir silah olarak kullanılmasını sağlayacaktı.

Nitekim, İttihatçılar da, I. Dünya Savaşı sırasında Hindistan Müslümanlarını, İngiliz sömürgecilerine karşı ayaklandırmak için aralarında Ömer Naci gibi, –Babı Ali baskınını örgütleyen ittihatçılardandı- ünlü ajitatör ve propagandistlerin de bulunduğu idealist Jöntürkleri bu ülkeye gönderecek ve başarılı olacaktı. İttihatçıların, Hindistan Müslümanları arasında yaydıkları fikirler ve çıkardıkları büyük ayaklanmalar, daha sonra bugünkü Pakistan ve Bangladeş devletlerinin de siyasal temelini oluşturacaktı.

Osmanlılarda ‘hilafet-i kübra’ iddiası, zayıflayan siyasi gücü desteklemek amacıyla gittikçe kuvvetlendi ve 18. yüzyıldan itibaren bütün İslam dünyasının meşru halifesi biçiminde gelişme gösterdi. Birinci Dünya Savaşı bitiminde Hind Müslümanları’nın Osmanlı hilafetini İngiliz hakimiyetine karşı kullanmaları, hilafet hareketi, Osmanlı sultanının halifelik iddiasının İslam dünyası tarafından benimsenmiş olduğunu gösteriyordu”
(Prof. Dr. Halil İnalcık, 
Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2017: s.109).

HİLAFET SİYASAL BİR KURUMDUR

İlk dönem Osmanlı tarihçileri arasında sayabileceğimiz Lütfi Paşa’nın bu konuda yazdığı bir risale olduğunu biliyoruz. Osmanlı’da hilafet sürecini ve/veya sorunu hakkında da yazan Lütfü Paşa, hilafet tartışmasının son Abbasî halifesi El Mütevekkil’in 1543’de ölümünden, yani Yavuz’dan tam 23 yıl sonra gündeme geldiğine işaret ediyor.

Lütfü Paşa da, hilafetin Yavuz Sultan Selim’e devredildiğine ve ondan sonra Kanuni tarafından bu unvanın kullanıldığına ilişkin hiçbir kayıt düşmüyor. Risalede, “Abbasî halifelerinin Kanuni döneminde Mısır’da ölümünden sonra ümmetin halinin ne olacağı, Kureyş’ten olmayan sultanlara imam ve halife demenin caiz olup olmadığı” gibi soruların sorulmaya başladığı belirtiliyor.
(Bkz. Faruk Sümer, Yavuz Selim Halifeliği Devraldı mı?, Belleten, Cilt LVI, Sayı 217, İstanbul 1992, s. 675-701.)

Kanuni’nin, bir ara ortaya çıkan boşluk nedeniyle bir sorun meydana gelmesin diye kısa bir dönem “sorumluluk anlayışı” gereği halifeliği üstlenebileceği görüşünün ortaya atıldığı, ancak daha sonra buna ihtiyaç olmadığının görülmesi üzerine vazgeçildiği anlaşılıyor. Çünkü, “Osmanlı sultanları Memlüklüler Devletini ortadan kaldırarak Mısır’daki Abbasi halifelerinin siyasî desteğini yok etmiş, kendileri de halifeye sahip çıkmayarak Mütevekkil’in ölümünden sonra Abbasi ailesinden herhangi birinin hilafeti üstlenmesine imkan vermemiş ve böylece İslam dünyasının halifesiz kalması gibi bir fiili durum oluşturmuştur”
(Dr. Tufan Buzpınar, Osmanlı’da Hilafet Meselesi; Bir Literatür Değerlendirmesi, Türkiye Araştırrmaları Literatür Dergisi, Cilt 2, Sayı 1, İstanbul, 2004, s. 113-131).

Yavuz Sultan Selim ve ondan sonra gelen padişahlar bu unvanı kullanmasalar da hilafet makamının, 18.yüzyıldan 1924’e kadar Osmanoğulları’na ait olduğu (onlarda bulunduğu) konusunda, bu duruma karşı güçlü bir itiraz yükseltilmediği için zamanla genel bir kabul oluşmuştu. Ancak, “İmam Kureyş’tendir” şeklindeki hadis-i şerif’i gerekçe gösteren kimi büyük Arap kabilelerinin 18. yüzyıldan itibaren Osmanlıların bu unvanı kullanmalarına itiraz ettiği de biliniyor.

II. ABDÜLHAMİT VE HİLAFET

Halife unvanını kullanan ilk ve güçlü Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit olacaktı. İslam ülkelerinin Osmanlı’dan kopma riskinin büyüdüğü bu dönemde, Çarlık Rusyası ve İngiltere’ye karşı Asya ve Uzak Doğu müslümanlarını kontrol etme, etkileme ve yanına alma ihtiyacı Abdülhamit tarafından bu unvanın siyasal bir araç olarak kullanılmasına yol açacaktı. İslamcılık siyaseti izleyen, dahası “modern dönem” siyasal islamcılığının da temellerini attığını söyleyebileceğimiz II. Abdülhamit “halife” unvanını sadece dış nedenlerle değil, iç siyasal ihtiyaçlar nedeniyle de güçlü bir vurguyla kullanacaktı.

Örneğin; Aldülhamit’in kurduğu ve temelini Şafii Kürt aşiretlerinin oluşturduğu Hamidiye Alayları bir şeriat ordusu gibi hareket edecek, Ermeniler, Alevi-Türkmen başta olmak üzere imparatorluk halklarına karşı katliamlar yapacaktı. Hamidiye Alayları 1908 Devrimi’nden sonra dağıtılacaktı.

Gerileme döneminde olsa da padişahlık ve hilafetin, kurumsal ve ideolojik bakımdan siyasal iktidarın tepesindeki tek kişide toplanması, zaten İslam’ı bir meşruiyet aracı olarak kullanan ve şeri hükümlerle yönetilen devletin bütünüyle dinselleşmesine yol açtı. Bu durum, İslam’ın siyasallaşmasını da doruğa çıkaracaktı. Bu yanıyla Osmanlılar, Selçuklu geleneğinden kopmuş, sultan aynı zamanda halife olmuştu.

Abbasi hanedanlığının 12. yüzyıldan itibaren zayıflaması, İslam dünyasında dinsel ve siyasal otoritenin hem fiilen hem de resmen birbirinden ayrılmasına yol açmıştı. Nizamü’l-Mülk, din-toplum-devlet ilişkilerini yeniden düzenleyip formüle eden bir siyaset teorisi geliştirmiş, dini ve dinsel kurumları devletin ayrılmaz bir parçası ve yönetim aygıtı haline getirerek bir yeni yol oluşturmuştu. Bu durum (Osmanlı da bu sürecin içine alınırsa) yaklaşık 550 yıl devam edecekti. Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyıldan itibaren yeniden siyasal ve dini liderlik birleştirilecek, İslam’ın ilk döneminde olduğu gibi “emir” yani siyasi lider, aynı zamanda dini lider (imam/ halife) olacaktı.

Tarihçi Halil İnalcık, Emevi-Sünni anlayışının devletin resmi ideoloji haline gelmesine de yol açan bu süreci şöyle özetliyor:

Devletin din ve dini hareketler karşısındaki tutumu belli aşamalardan geçmiştir. Osman Gazi zamanında yaşamış Tursun Fakih’den beri Osmanlı uleması, İslam hukuku, fıkıh mütehassısı (uzmanı) olup, sultanlar için önemli devlet işlerinde görüşlerini bildirirlerdi. Şeyhülislamlığa gelen Osmanlı uleması, her zaman resmi sıfat sahibi olarak devlet işlerinde müşavir rolü oynamıştır. Orhan’ın son yıllarında Çandarlı kadı ailesinin idarede üstün rol oynamasıyla Sünni din siyaseti, tarikatların önüne geçmiş görünüyordu. Genellikle Mısır’da okumuş ulema, Osmanlı medreselerinde eğitime sıkı Sünni doğrultu verdi” (İnalcık, 2017: s.114).

ULUSLAŞMA SÜREÇLERİ VE HİLAFETİN SONU

Uluslaşma süreçlerinin ve milliyetçilik akımlarının, 18. ve 19. yüzyıldan itibaren yükselmeye başlamasıyla, Osmanlı İmparatorluğun’da da hilafet kurumu Müslümanları siyasal birlik içinde tutmaya yetmeyecekti. Özellikle, Hicaz’da bazı büyük Arap kabilelerinin İngilizlerle işbirliği yapmaları ve hilafetin Kureyş’ten gelmeyen Osmanlı hanedanlığında olmasına itiraz etmeleri bu algıyı büyük ölçüde zayıflatacaktı.

Siyasal otoritenin, yani sarayın ve iktidarın gücü azaldıkça, Sünni-Emevi dinsel grupların (tarikat, cemaat vb.) devlet üzerindeki etkisi artıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş döneminin doruğu sayılan Kanuni Sultan Süleyman’ın parlak hükümdarlık yılları, aslında gerilemenin bütün semptomlarının da ortaya çıktığı bir tarihsel dönemeçti. İşte bu dönemeç, genel olarak dinsel kurumların, özel olarak Sünni-Emevi İslam ideolojisinin devlet üzerindeki etkisinin de arttığı bir dönemin başlangıcıdır.

Öyle ki, Yavuz Sultan Selim döneminde, Şah İsmail’in başında olduğu Azerbaycan-İran merkezli Türk Safavi Devleti ile Osmanlılar arasındaki siyasal rekabet ve savaşlar nedeniyle, Anadolu’da büyük Alevi-Türkmen katliamları yaşanmasına karşın, Kanuni dönemi, devlette ve toplumda dinselleşmenin daha yüksek olduğu, Sünni-Emevi mezhebinin resmi ideoloji haline getirildiği bir tarihsel kesitti.

MÜSLÜMANLARIN BÜYÜK KISIR DÖNGÜSÜ

Osmanlı İmparatorluğu, bütün büyüklüğü ve görkemine karşın, Batı, akıl ve bilime dayalı yeni bir döneme girerken, bu sürecin dışında kalacaktı. Çünkü, devlet düzeni, İmam Gazali’nin 11. yüzyılda çizdiği siyasal ve teolojik çerçevenin dışına çıkamamıştı. Yukarıda işaret ettiğimiz ideolojik, felsefi ve siyasal kısır döngü,14. ve 15. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nu teslim almıştı. Gerilemenin nedeni “dinden uzaklaşmak” olarak görülüyor, çözüm olarak da daha fazla dine sarılma öneriliyordu. Bu önerinin/ yaklaşımın gereği yapıldıkça, yani daha fazla dine dönüldükçe, çok daha derin şekilde geriye düşülüyordu.

Bugün hala devam eden akıldışı bir kısır döngüye girilmişti. Öyle ki, 21. yüzyılda IŞİD, El Kaide, Bako Haram, El Nusra gibi Ortaçağ artığı ilkel ve vahşi islamcı örgütlerin ortaya çıkmasını da, burada aramak gerekiyor. Dahası, “ılımlı” olduğu belirtilen islami akımların bu örgütler karşısında etkisiz olmasının başlıca nedeni de bu teolojik-siyasal anlayış ve içine düşülen kısır döngüdür.

Sonuç olarak; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra fiilen, Cumhuriyet Devrimi ile birlikte resmen hilafet kurumu tarihe karışacaktı. Mısır’da, Türkiye’nin de katılımıyla 1926 yılında toplanan İslam ülkeleri temsilcileri, artık “hilafet kurumuna ihtiyaç olmadığı” konusunda görüş birliğine varacak, böylece bir daha kimse halifelik iddiasında da bulunmayacaktı.

MERDAN YANARDAĞ

https://tele1.com.tr/hilafet-osmanliya-gecti-mi-abdulhamit-halife-miydi1-185658/

https://tele1.com.tr/hilafet-osmanliya-gecti-mi-abdulhamit-halife-miydi2-186801/

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap