195) HORASAN’DAN, ANADOLU’YA BİR YOL HİKAYESİ-12 (ALEVİ TÜRKLER)
Yayin Tarihi 17 Aralık, 2009
Kategori SOSYAL
Horasan’dan Anadolu’ya bir ‘YOL’ hikayesi-12
ALEVİ TÜRKLER
Tımar hatrı için ere kılıç çekilmez
Kardeş kavgası yapmak istemeyen Türkmen sipahiler tımardan vazgeçerek savaşa katılmayı reddettiler. Çaldıran arifesinde, Osmanlı ordusunda hâlâ “Anadolu’ya dönmeyi” teklif eden paşalar bulunuyordu
Çaldıran Savaşı’na gerekçe olarak ne Şah İsmail’in Yavuz Sultan Selim’in padişahlığını kutlamaması, ne Diyarbakır Beylerbeyi’nin Osmanlı Sarayı’na hediye olarak gönderdiği kaydedilen “kadın elbiseleri”, ne de Şehzade Ahmet’in oğlu Murat’ın, Şah İsmail’e sığınması sayılamaz. Bunlar ancak “sudan sebepler”dir.
Şehzadeliği döneminde Yavuz’un Alevi Türkmenlerle kurduğu yakın ilişki hatırlanınca Osmanlı padişahının bir sabah “Kendi soyumdan olan insanların kanını akıtayım” hevesiyle uyandığını söylemek de abartılı olur.
Trabzon valisiyken Türkmenler’e hitaben “Yüce Hak ben kuluna devlet bağışlarsa iyilik bahşeden bakışlarım halk çocuklarınadır” diyen ve Türkmen ozanlarının sazlarıyla “Yürü Sultan Selim devran senindir” diye benimsediği ilk padişah olan Yavuz’u, bu savaşa götüren “asıl” neden önemlidir.
Devşirmelerin cezasını çektiler
Dünyada ticaret yol ve yöntemlerinin değişmeye başladığı bir dönemde, yeni düzenin dışında kalmaya başlayan Osmanlı’nın, alarm veren bütçesine “gelir” getirecek kervan güzergahlarına hakim olması için yüzünü “doğu”ya dönmek ve Safeviler üzerinden Basra’ya ulaşmak mecburiyeti vardır. Ama bu mecburiyetin oluşmasının müsebbibi o güne kadar Balkanlar’a yapılan bütün sefer maliyetlerini “vergi” olarak Türkmenlerin omzuna yükleyip halkı devletten soğutan, öngörüsüzlükleriyle deniz ticaretinden geri kalınmasına neden olan devşirme yönetim zümresidir.
Nitekim Yavuz da şehzadeliği döneminde “saray erkanı”nı “Atalarımın yanında bulunan hünersiz yan kesiciler, mal ve mülke düşkünler, bağış ve hediyyeye tapınanlar, halk çocuklarını devamlı ileri gitmekten el çektirenler, beceriksizler, pinti ve alçaklar...” olarak tanımladığına göre Osmanlı’nın esas “sorunu”nu kavramış olmalıdır. Dolayısıyla devleti içine düştüğü darboğazdan kurtarmak “mecburiyet”i duymuş olması, “yediden yetmişe varınca ol yaramazlardan idüğü saptanan eşkıyanın adları defter olunub mutlu kapuya bildirilmesine” diyerek Türkmen katliamına ferman çıkarmasını “haklı” bulmayı sağlamaz.
Halk da, asker de karşıydı
Herşeyden önce dinen ve hukuken “bir Türk Devleti” ne savaş açması için uygun şartlar oluşmamıştır. O da bu şartları oluşturmak için “siparişle fetva” verdirme yöntemine başvurur. Kemal Paşazade ile Müftü Hamza’nın yayımladığı iki fetva Türk tarihi açısından önemlidir. Çünkü Aleviler’le ilgili yalan yanlış ve düşmanca bir çok fikir için en önemli veri kaynakları aşağıda bir bölümüne yer verdiğimiz bu “fetva”lar olmuştur.
Yavuz’un hocalardan aldığı “izin ve yetki” belgesi ne halkta, ne de yarısı Bektaşi kültürüyle yetişmiş Yeniçerilerden, yarısı da o belgenin “katli vaciptir” buyurduğu Kızılbaş Türkmenlerden oluşan Osmanlı ordusunda karşılığı yoktur. Kaldı ki Yavuz sadece, geçeceği yolları boşaltarak yiyecek tedarikine destek vermeyen Türkmenleri değil, emrindeki kimi askerleri de öldürtmüştür. Sefer esnasında “Anadolu’ya dönmeyi” teklif eden Hemdem Paşa ile “asi” Kazasker Cafer Çelebi, İkinci Vezir İskender Paşa ve Sekbanbaşı Osman Ağa bunlardandır.
Dikkat edilmesi gereken bir ayrıntı, Yavuz’a yegane desteğin Kürt beylerinden gelmiş olmasıdır. Yavuz’un elinden kurtulmak isteyen Türkmenlerin kendilerini Kürt gibi göstermelerine, Kürtçe öğrenip, Kürt gibi yaşamalarına neden olacaktır.
Osmanlı ordusu çaldıra geldiği gün yapılan bir oylama da ibret vericidir. Yavuz, yirmi dört saatlik bir istirahattan sonra savaşa başlamayı öneren vezirlerin teklifi, Piri’nin “askerlerin büyük kısmının düşmanın mezhebinden olduğu ve düşünme vakti bulurlarsa Şah İsmail’in tarafına geçme ihtimalleri bulunduğu” nu hatırlatınca reddedilir.
Yavuz’un mektubu
Savaş öncesinde Yavuz’un gönderdiği mektuplarla İsmail’i tahrik etmeye çalışması, ne hazin ki “kendi kendini ikna etme çabası”nın da yansımasıdır. İşte Yavuz’un savaş için “neden” yaratmaya çalıştığı o mektuplardan sonuncusundan bölümler:
“İsmail Bahadır. Allah durumunu ıslah etsin.
…düşmanını avlayan sayısız askerle senün kasdına, doğu ülkelerine şanlı yönelişi eyledik.
(…)Hak sübhaneu ve talanın çızdığı yol ve kararı neye yönelik olmuş ise ortaya çıka deyu buyurmuştum. Pes bundan amaç şu idi ki, birkaç ay ve gün önürdiden sen de uyarlanasun. Tedarükin idesin. Gafil bulundum. Elim altındaki askeri toplamağa el virmedi deyü özür ve bahane itmeyesin. Ama uzun bir süre ve epeyce bir vakittir ki, dökülen at nallarından yer yüzü demire bürünmüş, dizginlerin şakırtısından cahanın kulağı çınlayıp dolmuştur. Bu arada, gizli, açık, iyi yada kötü senden cesareti belirtir bir davranış görülmedi. Ola ki, şimdiki halde gökleri andıran Azerbaycan yöresinde olan dağ ve tepeler muzaffer ordunun katırları nallarıyla hilallerle doğmuş, göğe benzemişken senden ne ad, ne san peyda olmuş, ne de varlığından bir iz ortaya çıkmıştır.
(…) Selamet duygusuyla perde gerisinde oturmayı seçenlere erlik adı hatadur. Ölümden korkan kimselere ata binmek ve kılıç kuşanmak yaraşuk değildir.
(…) Eğer özünde her ne çeşitten gayret ve yiğitlikten iz varsa, gelüp zaferleri kovalayan askerime karşu olasın. Ezelden yazılu olan her ne ise gün yüzüne çıkmış ola…”
Şah İsmail’in cevabı
Şah İsmail’in Yavuz’un hakaretlerini alttan alarak, Türk birliğine verilecek zararla ilgili kaygı ve ikazlarını dile getirmiş olması manidardır:
“…Şerefli mektuplarınız yetişti. Onların mevzusu kin ve düşmanlık bildirse de cüret ve metanet ifade ettiği için bize lezzet verdi. Lakin bilemedim ki, bu düşmanlığın başlangıcı ve kökeni ne ile ilgilidir.
(…)Eğer özellikle hakimiyet davası için gelmiş ise, ne yapalım öyle olsun. Ancak igeşkenlik, sözü öyle bir yere çıkarır ki, eski dostluğun da temelini berbat eder.
(…) Bizim o tarafa gelmememizin iki sebebi vardı: birincisi bulunur ki, o diyarın sakinlerinin askeri bizim yüksek nesepli babalarımızın müritleridirler… İkincisi de, sizin mukaddes yürüyüşlü hanedanınıza olan muhabbetim idi. İstemiyordum ki, Timur zamanınkine benzer bir karışıklık, beklenilmez bir halde o memlekette meydana gelsin. Bunu şimdi de istemiyorum. Vaziyetin böyle bir hal almasından da kırılmıyorum. Niye de kırılayım? Hükümdarlar arasında kin ve düşmanlık eski bir adettir…
…hiç kimsenin sözüne uymadan meselenin aslı konusunda düşünülse daha iyi olur. Çünkü sonuncu pişmanlık fayda vermez… Eğer iş harbe çekerse ertelenmesin. Lakin uzakgörenlik yolu ile hareket edilsin.”
Çaldıran’dan sonra Yavuz’u ayaklarının altına halılar sererek karşılayan Farsların tavrı, hepimizi, kazananın kim olduğu konusunda düşünmeye sevk etmelidir. Çaldıran’ı o güne kadar yaptığı hiçbir savaşı kaybetmeyen Şah İsmail’in yenildiğini söylemek güçtür. Çünkü o sonuç ne olursa olsun “Türkler” in yenileceğini bildiği bu savaşta “haremiler gibi kervan kesmem” diyerek, kazanmak için eline geçen fırsatları değerlendirmeyi reddetmiştir.
Kemal Paşazade’nin Çaldıran Fetvası
Şerif Fırat’ın “hilafetin zehiri” derken neyi kastettiği, Zeki Velidi Togan’ın Mısır fethinden sonra Anadolu’ya getirilen yabancı din adamlarının tavrıyla ilgili şu tespitini okuduktan sonra iyi anlam kazanır:
“Bunlar Doğuda Cengiz ve Temür zamanında yaşatılan nizama ve Şiilik temayüllerine karşı müthiş bir düşmanlık beslemişler ve belki de Doğu’dan gelen her şeyi Şiilik telakki etmişlerdir.” Anadolu’ya doğudan gelen en önemli şeyin Türk kültürü olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mıdır?
Türk birliği içine hâlâ kapanmayan bir yara açan, Kemal Paşazade’nin aşağıdaki fetvasının etkisi de sonradan gelecek olanlarınkinden az olmamıştır: “…Şah İsmail’in rezil ordusunun, Alevi ve Şi’i taraftarlarının kafirliği her tarafa yayılmıştır.
(…) Onların kafirlikleri, irtidatları konusunda hiçbir şüphemiz yoktur. Onların ülkesi darü’l-harb’tir. Gerek erkekleri ve gerekse kadınları ile evlenmek ittifakla bağlıdır. Onlardan doğan çocuklardan her biri veled-i zinadır. Onlardan birinin kestiği şey yenmez. Onlara özgü olan kızıl takkeleri herhangi bir zaruret olmadan giyenin küfründen korkulur. Bunlar çoğunlukla küfür ve inkarın açık alametlerindendir. Onlar hakkındaki hüküm mürtetlere uygulanan hükümlerdir. Harp diyarı olan ülkelerinde yenilgiye uğratılmaları halinde malları, kadınları ve çocukları Müslümanlara helaldir. Erkeklerin katli vaciptir. (…) Aynı şekilde onlara karşı cihad, onlarla savaşmaya gücü yeten tüm ehli İslam üzerine farz-ı ayandır.
(…) Onlara üstün gelmemiz halinde iki seçenekten birini seçmek zorundadırlar: Ya Müslüman olmak ya da Arap müşriklerle yapıldığı gibi kılıç. (…) Tüm bu sözler sahihtir ve Müslümanların sultanı üzerine Yüce Allah’ın ” Ey peygamber! Kafirler ve münafıklara karşı cihad et. Onlara karşı sert ol. Onların varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü bir sondur. Tüm bu işler Allah’a döndürülecektir. “ Buyruğunda olduğu gibi, bu kafirlerle cihad etmesi vaciptir.”
Müftü Hamza’nın fetvası da Kemal Paşazade’ninkiyle örtüşür: “kafirler ve dinsizler topluluğu olduğuna dair fetva verdik. Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden ve yardımcı olanlar da kafir ve dinsizlerdir. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanların vazifesidir. Bu arada Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri cenneti ala’dır. O kafirlerden ölenler ise, hakir olup cehennemin dibinde yer tutacaklardır.”
SELCAN TAŞÇI / YENİÇAĞ
Yorumlar
“195) HORASAN’DAN, ANADOLU’YA BİR YOL HİKAYESİ-12 (ALEVİ TÜRKLER)” yazisina 1 Yorum yapilmis
Yorum yap
ALEVİ SUNNİ KIZILBAŞ
BİR TEMEL BİR DUVAR BİR TAŞ