418) YENİDEN TÜRKLEŞMEK-3
Yayin Tarihi 7 Ekim, 2009
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ
YENİDEN TÜRKLEŞMEK
Türk’lerin Yönetme Geleneğinde Evrensellik Hakimdir
Türklerin geleneklerinde kendi devletini ve toplumun “istiklal ve istikbalini” korumak ve yüceltmek birinci hedef olmakla birlikle her zaman dünyaya bir bütün olarak bakmak temel ilke olmuştur. İdealin temeli “Türk’ü Düşmansız Kılmak” olunca dünyanın bir sütun olarak düşünülmesi bir zorunluluk halini almıştır.
“Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi” isimli kitabın yazarı Osman Turan; Oğuz Kağan “Ben artık bütün dünyanın hakanıyım” dediğini ve onun vezirinin de “Ey kağanım, Gök-Tanrı bütün dünyayı sana bağışlasın” diye hitap ettiğini yazar.
Orhun Abidelerinde Bilge Kağan’ın şu sözleri yazılıdır. “Doğu’da Şantung Ovası’na kadar ordu şevkettim, denize ulaşmamıza az kaldı. Güneyde Tokuz Ersin’e kadar ordu şevkettim, Tibet’e erişmemize az kaldı. Batı’da İnci ırmağını aşarak Demirkapı’ya kadar gittim. Kuzeyde Yir Bayırku’ların toprağına ordu şevkettim.. Bunca yerlere Türk adını, Türk şanını alıştırdım…” “Tanrının kutladığı Türk Bilge Kağan”, “Tanrının yarattığı Türk Bilge Kağan”. “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar ülkelerde yaşayan bütün budunlar hep bana bağlı kaldılar. Bunca budunu düzene soktum..” Yönetmeye talip olduğu ulus olarak bütün insan soyunu, hayat alanı olarak bilinen bütün dünyayı, ikamet yeri olarak da mavi gök ve yağız yer arasını alan bir anlayıştır bu… “Üstte mavi gök, altta yağız yer ve ikisi arasında kişioğlu yaratılmış; kişioğulları üzerinde de ecdadım Bumin Kağan ve istemi Kağan hüküm sürmüşler.” Türk geleneği bütün değerlendirme ve yaklaşımlarında dünyayı birleşik bir bütün olarak gördükleri anlaşılmaktadır.
M.Ö. 176 yılında Hun Hakanı Mete Han’ın, Çin imparatoruna gönderdiği mektup şöyle başlar: “Ben Tanrı tarafından tahta çıkarılmış büyük Hun Hakanı-Tanhu veya Tanju’su” Işbara Han’ın (581-587) Çin İmparatoruna gönderdiği mektup da ise aynı tema vurgulanır. “Tanrı tarafından büyük Gök Türk’ler“der.
Selçuklu Sultanı Sancar “Allah, bu dünyayı bizim tarafımıza tevdi ve emanet etmiştir. Bütün hükümdarlar ve emirler bizim memurlarımızdır” demiştir.
İtalyan Langusto, Fatih’in 26 yaşındayken “Dünyada tek bir imparatorluk, tek bir iman, tek bir hükümdar olmalıdır. Birleşmiş bir dünya için İstanbul’dan daha münasip bir payitaht yoktur” dediğini yazmaktadır.
Neredeyse zamanında bilinen dünyanın her yöresine Türk adını, şanını ulaştırma ideali aynı zamanda dünyayı bir bütün olarak düşünme anlayışının bir kanıtı olarak görülmelidir.
Osmanlı Padişahlarının “Nizam-ı Alem” davasının ideal almaları ve kendilerine “Zıllu’l-Allah fı-1-Alem” (Allah’ın yer yüzünde gölgesi) ve “Halife-i Resul Allah” sıfatlarını taşımaları “El-Müeyyed min indillah” (Allah tarafından teyid edilmiş) olduklarına inanmaları tarihi, dünyayı ve insanlığı nasıl algıladıklarını göstermektedir.
Günümüzde kuşkusuz dünyaya egemen olmak ya da batılıların yaptığı gibi herhangi bir ulusun kaderini tayin hakkını kendine germek anlayışı emperyalist bir anlayıştır. Buna şiddetle karşı olmak atalarımızın mazlumların ve ezilen milletlerin haklarını gasp eden zalimlere karşı verdiği mücadeleye saygının bir gereğidir.
Hal böyleyken ideallerini ertelemiş, zihinsel ufkunu kendisini saran coğrafyanın zirveleri ile sınırlı tutmuş, geçici olan bu dünya nimetleri için kardeşinin boğazına ellerini kenetlemiş, kesik kesik üreten, taksit taksit düşünen, eğlence ve zevkinden başka tefekkür edecek konusu kalmamış gün yaşayıp gün ölmek arzusu taşıyan miras yediliği iliklerine kadar sindirmiş nesillere Bilge Kağan ideallerini hatırlatmak ya da aşılamak gerek…..
Bizim yönümüzden Türkçülük “Her faaliyetin Türk milletinin milli menfaatlerine uygun bir şekilde düzenlenmesi, yürütülmesi görüşüdür. ” Daha açık bir ifadeyle Türkleşmek dediğimiz şey de; edebiyatta kendi gramerine, romanda kendi retoriğine, modada kendi stiline, müzikte kendi duygularına, bilimde kendi diline, sinemada kendi senaryosuna, düşüncede kendi kafasına, yönetimde kendi ilkelerine, politikada milli ülkülerine, sanatta yerel motiflerine, resimde kendi figürlerine öncelik vermek demektir. Bunun anlamı her yönüyle orjinal ve milli unsurları esas alan bir kimlikle ortaya çıkmaktadır. Koyu bir hamaset, hiç ilgisi olmayan bir ırkçılık ya da bir başka millete üstünlük taslamak değildir. Yeniden Türkleşmek biyolojik ya da antropolojik değil; sosyolojik ve bilimsel gerçeklere dayanır. Türk milliyetçileri kendi milletini başka milletlerden üstünde ya da altında görmenin hastalıklı bir yaklaşım olduğunu kabul eder ve “Acemin Araba üstünlüğü yoktur” ilkesi doğrultusunda Türk milletinin insanlığa, ilime ve kültürel değerlere katkısının yönünden hiçbir eksiğinin olmadığını savunur.
Her faaliyetin Türk milletinin menfaatlerinin noktayı nazarından görülmesi düşüncesi ya da projesi evrenselliğe ters değil midir? Sorusu akla gelebilir. Bu soruya kuşkusuz, rahatlıkla “hayır” diye cevap vermek mümkündür. Her milletin özgürlük ve bağımsızlığına, yaşama, kültür ve değerlerine saygı Türkçülüğe ters bir tutum değildir. Bizim burada ifade ettiğimiz şey, ortaya konulan insani, ahlaki, ilmi ve zihni ilkeleri her millet kendi menfaatlerini ve varlığını sürdürmede kullanabilecek nitelikte olduğudur.
Auguste Comte 19. Yüzyılda Söylemişti
Tanzimat’ın ilk yıllarında Türkiye’nin şark medeniyetinden garp medeniyetine doğru yöneldiğini gören büyük Fransız sosyoloğu Auguste Comte, Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı bir mektupta, dünyanın yüzyıllardan beri Asya ve Avrupa olmak üzere birbirine zıt iki aleme ayrılmış olduğunu, bundan böyle bu ayrılığın devam edemeyeceğini, tarih ve coğrafi bakımından Türkiye’yi bu iki medeniyet arasında bir sentez yapabilecek tek ülke olarak görüyor, girişilecek teşebbüsün bu yönde olmasını tavsiye ediyordu. Bir yanda asırlar boyunca içinde yaşanılmış ihtişamlı bir mazi, öte yanda ise eserleri göz kamaştıran bir batı medeniyeti vardı. Bunlardan ne birincisi olduğu gibi devam ettirebilir, ne o birdenbire ve tamamen bırakılarak, ikincisine intibak edilebilirdi. Şinasi’nin veciz bir biçimde ifade ettiği şeyde şuydu: “Asya’nın akl-ı piranesi ile Avrupa’nın bikr-i fikrini tezviç etmek.. “ Batılıların oryantalistlere verdikleri onca emeğe ve bağladıkları yegane umuda rağmen doğuyu yeterince kavrayabildiklerini söylemek mümkün değildir. Plastik medeniyetin kamaştırdığı gözler, iğdiş ettiği gönüller ve dondurduğu idrak yetisi ile batıyı kavraması mümkün değildi. Düşünce ve tefekkürün yalnızca kabloya irca ederek dünyayı sardığını sanmak en büyük yanılgıdır. Günümüz toplumları; bütün milletlerin ve kıtaların aralarında kurdukları bir çeşit ortak hayatla karşı karşıyayız. Soylarımızın, sanatlarımızın, medeniyetlerimizin ve dinimizin beşiği olan Asya’da, alın yazılarımızın anahtarı aranmaktadır. Zira, varlıkların başlangıçlarını anlamadan ne gelişmelerini kestirebiliriz ne amaçlarını. Boşuna dememişler “Işık doğudan gelir kanunun batıdan”diye. Ne ışık vazgeçilebilir nede kanundan. O halde ışığı batıdan kanunu doğudan almış olan bir Türk medeniyetini Auguste Comte arzu ediyorsa Türk münevveri niye etmesin?
“Yeniden Türkleşmek” bir anlamda yabancılardan ithal ettiğimiz ve kimliğimizin ayrılmaz bir parçası haline gelen düşük vasıflı Türk olmaktan kurtulmakla mümkün olabilecektir.
Bir siyasetçiden çok düşünür kimliğinde olan Alparslan Türkeş’in şu görüşlerinin bir ihtiyaçtan kaynaklandığını söylemeye bile gerek yoktur: “Türk Milleti’ne Bizans’tan geçme bir hastalık vardır. Gevşeklik, dedikodu, fitne, fesat, terbiyesizlik birbirini beğenmemek, sır saklayamamak, rasgele laf söylemek. Bu hastalık bizde de var. Bu hastalığı tedavi edemezseniz kendinize yol seçersiniz… Her şeyden önce yüksek vasıflı Türk olmaya mecbursunuz. Türk Milleti’ni batıran, Bizans’ı batıran, Osmanlı İmparatorluğunu batıran bu hastalıktır.” Yeniden Türk’leşmek bu anlamda düşük yanları , küçük hesapları , fitneyi, fesatı, haseti ve entrikayı bir paçavra gibi kaldırıp atarak yüksek vasıflı Türk haline gelmekle mümkün olacaktır!
Bir milletin yalnızca askeri yönden üstünlüğü, cephedeki zaferi onun uzun süreli bir organizasyon kurma imkanı vermez. Askeri üstünlük, kültürel, teknolojik, ahlâkî, sosyal, inanç ve direnç üstünlüğü ile tamamlanmadıktan sonra bir toplum asla bağımsız olamaz. Türk’ler Anadolu’da bin yıldır egemen olabilmişlerse bu onlarda bulunan bazı özellikler bakımından orada bulunan Bizans’tan, Klikya’lılardan ve diğer kültürlerden daha üstün bir konumda oldukları için bu mümkün olabilmiştir. “Türkler, Anadolu’yu sadece fethetmemişler, eski kavimler göçüne benzer bir şekilde, kitle halinde göç ederek bu topraklara yerleşmişlerdir. Anadolu Türk tarihi sadece bir fetih tarihi değil, bir göç, yerleşme ve yeni topraklarda yeni bir medeniyet kurma tarihidir. Başarı yalnız silahla değil, silahın da dayandığı ahlâkî, insani, kültürel ve medeni değerler birikimindedir. Yoksa eşkıyanın dünyaya padişah olduğu vaki değildir.
Dünyadaki değişmelerin karşısında Türkiye’nin durumu PKK, Yunanistan, Suriye, Ermenistan ve diğer güçler tarafındım yeterince anlaşılmamış olmasının son derece olumlu bir gelişme olduğu söylenebilir.
Gelişmeler Türk milletinin “fasit daireyi” kırdığını gösteren işaretlerle doludur. Bir defa Sovyet Zulüm İmparatorluğu’nun dağılması Türkiye’nin iktisadi, kültürel, ticari ve siyasi ufkuna ufuk katmıştır. Balkanlar’da yeni dengeler oluşmaktadır. Türk askeri, Türk uçakları ve gemileri artık Avrupa’nın içinde vardır. Edebiyat, sanat, folklor, tarih ve sosyal hayat hem nitelik hem de nicelik yönünden büyük bir irtifa kaydetmiştir. Unutulmuş akrabalarla birlikte, dilimiz, kelimelerimiz, lügatimiz ve şiirimiz zenginleşmiştir. Türk mallarının kalitesi artmış, işçileri kalifiye hale gelmiş ve nihayet Türk müteşebbisi ses duvarını aşmıştır. Artık kedinin gözü açıktır!. Türkiye’nin tek handikapı ülkeyi yöneten, temsil edenler ile yüzyıllardır topluma dayatılan güvensizlik duygusunun aşamamasıdır. Yeniden Türkleşmek işte bu duyguyu yenmek için gerekli olan yakıtı sağlamaya yarayacaktır.
Yeniden Türkleşmek; yalnız ; Türkler İçin Değil Bütün İnsanlık İçin Model Olarak Düşünülebilir
Edebiyatta, sanatta, kültürde, felsefede, ahlakta, devlet olmakta, devlet kalmakta, erdemde, dayanışmada, yardımlaşmada kısacası top yekun millet olmada Yeniden Türkleşmek demek yeniden insanlık, asalet ve erdem köklerine dönmek demektir. Buna Türk Dünyasının olduğu kadar, ezilen ve alternatifsiz bırakılan bütün ulusların ihtiyacı vardır.Kılıçbay’ın şu tespitleri oldukça yerindedir.: “Bu haliyle Batılılaşma sahte bir sorunmuş gibi görülmektedir, çünkü yaşanmamış bir tarihin sonuçlarına ulaşılmak istenirken, bu tarihin başlıca yaratılarından biri olan bireyi üretmeyi başaramamış olan Doğu toplumları, gene de batılılaşma programını işleyebileceğini sanmaktadırlar. Tarih iki kere aynı biçimde yaşanmaz, yoksa tarih olmazdı. “ Batı birey üzerinde yükselmiştir. Doğu biz (cemaat) olarak donup kalmıştır. Birey kendim kendi dışındaki her şeyden sorumlu hissettiği için savaşımını da vermiştir. Biz duygusu taşıyan toplumlarda ise “bana değmeyen yılan” felsefesi egemendir ve bu tür ilişkilerde herkes sorunu bir başkasının çözmesini bekler. Herkesin her şeyden sorumlu olduğu yerde ise hiç kimse hiçbir şey yapmaz. Yıllarca yapılan da hiçbir şey yapmamaktır. Felsefe farklı, tarihi farklı, insanı farklı olana toplumları aynı yöntem ve dinamikler harekete geçiremezler.
Bu anlamda biz Türkler için Bizans’ın, Grek’in, Fars’ın ve Arab’ın adet, alışkanlık ve geleneklerinin zihinlerimize, yüreklerimize ve zekamıza vurduğu prangaları kırmanın ve atmanın zamanı gelmiştir. Emperyalist batılı asalak toplumları; tarihte korkutan, ürküten ve sindiren tek uygarlık Türk İslam uygarlığı olmuştur. Türk milleti Bizans gibi, Pontus gibi, Venedik gibi, Ceneviz gibi bugünün batılı milletlerin babalarının bulundukları topraklardan uzaklaştıran, süren çıkaran tek batılı olmayan millettir. Batının sömürgeci güçleri dünyanın her yerinde Kızılderili’yi, Yamyamı, Berberileri, Arjantinlileri, Aztek’leri, İnkalıları , Maya’ları vb. milletlerin bir çoğunu yok etmiş, bir kısmını ülkelerinden sürüp çıkarmış, büyük bir kısmını da hala sömürmeye devam ederken yalnız Ortaasyadan gelen Türk’ler karşısında yeterince başarılı olamamışlardır. Batının önce Türkleri durdurmak, sonra Anadolu’ya hapsetmek daha sonra da geldikleri Ortaasya’ya geri göndermek politikaları bugün de değişmemiştir.
Dünya toplumları batının doğrularından ve doğmalarından hem yararlanmalı hem de onların esaretinden kurtulmayı becermelidirler. Bu anlamda Türk medeniyeti örnek olabilir. Bunun içinde batının iktisadi, siyasi teorilerini, felsefelerini, mitolojisini, yönetme tarzını, eğlenme biçimini ve dilini hörgüçlü devenin kamburu gibi sırtında taşımayı önce bir kenara bırakmak gereklidir. Her toplum kendi ayaklan ve değerleri üzerine ayağa kalkılabileceğini öğrenmelidir.
Batı; Efendi Kültürüdür.
Batılı uluslar dünyanın her yerinde bir eline kılıç diğerine haç alarak ülkeleri ve toplumları fiziki ve kültürel soykırıma tabi tutmuşlardır. Derisinin siyah, kızıl ya da sarı; dininin Müslüman, Budist ya da Hindu olması bir toplumun toptan aşağılanması ve işkenceye tabi tutulması Batılı galipler için yeterli görülmüştür. Ethe G. Stewart; Fransızlar Cezayir’i ellerine geçirdiklerinde: Yerli dil olan Arapçanın kaldırılması ve Fransızcanın resmi dil yerine geçirilmesi, çarşaf ve peçenin yasaklanması gibi insan haklarına son derece saygısız sömürgeci yöntemleri uyguladıklarını yazmaktadır. İngilizler, “daha önceleri Hollandalılar- Hindistan’ı ellerine geçirdiklerinde, binlerce insanın jüt dokumamaları için kollarını kesmişler, işkence etmişler ve resmi dil İngilizce olabilecek tarzda yerli dili tasfiye etmişlerdir. Batı kültür tarihi ve etnik anlayışı, hiçbir zaman Türk-Osmanlı geleneği ile kıyaslanamayacak boyutlarda sömürgeleştirme, kimlikleri temizleme, asimilasyon ve işkence yöntemleriyle doludur. Madagaskar’da konuşulan yerli dili Fransızlar kökünden kazımış, böyle bir dili konuşan tek kişi bırakmamışlardır. Batı efendilerin; serfler, plepler ve proterler aleyhine oluşturdukları birikimlerin kriztalize olmuş halidir.
Batı efendilerin kültürüdür. Bu itibarla da bütüncül değildir. Bu yönüyle bütün insanlığa hitap etmez. Kendisi aleyhine düşünce ve eylemlerin yine batıdan türemesinin bir nedeni de budur.
Yeniden Türkleşebilmek: Antiemperyalist Bir Tavır Takınmaktır!
Batının şu veya bu yönüyle başa çıkamadığı bir ulustur Türkler. Bunun bir baskı sebebi de Türklerin batı uygarlığına evrensel düzeyde alternatif olacak potansiyele sahip olmalarındandır. Huntington’un “Medeniyetler Çatışması”nda “İsevi ve Musevi” medeniyetine “Batı”, “İslam-Konfüçyüsyen” medeniyetini de “Doğu” diye nitelemesi büyük ölçüde bir kamuflaj içermektedir. Onun doğu dediği Medeniyet gerçekte “Türk-İslam” medeniyetidir. Zira Türklerin dışındaki İslam ülkelerinin dünyaya ihraç edecekleri petrolden başka ne bir ideoloji, uygulama, yöntem, fikir ne de bir sistemleri vardır. Türkiye’nin bir ateş çemberi içine alınması ve Avrupa Birliği ülkelerinin negatif tutumunun anlamsız olduğunu sananlar Türklüğün 21. Yüzyıldaki geleceğini bugünden kestiremeyenlerdir. Türkiye’yi tehdit eden bütün sorunların temelinde bir ölçüde Türkiye’nin gelecek yüzyılda alacağı şekil ve tutacağı yolun çok önemli bir yeri vardır. Türkiye’nin yirmi birinci yüzyılda bir dünya devleti olarak ortaya çıkması “Yeniden Türkleşmesiyle” çok yakından ilgilidir. Bu da sahte ideolojilerle teçhiz edilmiş bir halkla, kendine güveni olmayan bir yöneticilerle, Batıyı ya da Amerika’yı aşın derecede idealize eden bir bürokrasiyle elbette mümkün olamaz. İçinden “etnik-mezhep-ideolojik-gelişmişlik” farklılıkları kışkırtılan dışarıdan sınırlan tehdit edilen Türkiye ile karşı karşıyayız. Bu yönden Türkiye’de hiç de önemsenmeyecek farklılıklardan sonuç çıkarmaya çalışanlara karşı son derece duyarlı olmak gerekir. Türkiye’ye ve Türklüğe karşı kurulmuş iç ve dış düşmanlık noktalarını çok iyi görmek gerekir. Bu ülkeye karşı bir takım akademisyen cübbesi giymiş beşinci kol uzantılarına karşı uyanık olmak gereklidir. Bir takım aydın kılıklı ajanların toplumu “mozaikle” açıklama heveskarlığının temelinde klasik İngiliz emperyalizminin temel ilkesi yatmaktadır. “Parçala, böl ve yönet”,
Mozaikleşme yaklaşımı Amerikan toplumu için bile ne denli tehdit edici olduğunu Zbigniew Brzezinski, “Kontrolden Çıkmış Dünya” adlı eserinde şöyle ortaya koymaktadır: “Amerikan toplumunu biçimleyen Beyaz Anglosakson Protestan kültüründen küresel mozaiği yansıtan bir kültüre dönüşülmesi, kaçınılmaz olarak değerlerinin de derinden değişmesine yol açacak ve belki de toplumsal birlikteliği daha da zayıflatacaktır… Ayrışmış bir Amerika’da küresel bir kültürün ve etnik bir mozaiğin oluşmasının, bu ülkenin karşılaştığı sorunların çözümü daha da güçleştireceği inkar edilemez. Eğer bu sorunlarla bir an önce baş edilemezse, ortaya çıkacak olan bu yeni mozayik Amerika’yı giderek yükselen bir şehir gerillası hareketiyle bile yüz yüze bırakabilecektir.
Bölücülük, ayrımcılık, farklılıkların kutsallaştırılması, bozgunculuk ve bütünlüğü zedeleyecek her türlü fitne emperyalistlerin enstrümanlarıdır. Emperyalizmin ve sömürgeciliğin aleyhinde olmak demek (antiemperyalist) her türden nifakı ve birliği tahrip edecek unsurlara karşı olmak demektir. Zira Türkiye’de bölücülük yapanların İngiliz’in, Ermeni’nin, Rus’un, Yunan’ın, Alman’ın, Suriye’nin ve Amerika’nın kucağına oturmasının sebebi de budur. Yeniden Türkleşmek; “kendine gelmek – kendini bulmak- kendini bilmek:” anlamına gelir. Temel unsuru bölücülüğe karşı bütünleştiriciliğin, ayrımcılığa karşı ana ve babanın evlatlarının bile birbirinden farklı mizaç ve yapı içerisinde olabileceğin kabul etmeği doğanın gereği olarak kabul eder; ancak “farklılık içinde birliği” savunur.
Yeniden Türkleşmek Farklılık İçinde Birlik Bulmaktır:
Dünyanın günden güne daha çok kozmopolitleşmesi ve insanların git gide birbirine benzemesi Türklük için bir handikap değil, aksine bir avantajdır. Her ne kadar yaşam tarzlarımız birbirine gitgide daha çok benzese de güçlü bir karşı yönelimin izlerine de rastlanıyor: Birliğe karşı direniş, kendi kültür ve dilinin eşsizliğini kabul ettirme isteği yabancılardan etkilenmeye karşı çıkış. Toplumların kendi olması ve köklerini sürdürmesi isteğinin dışa vurmuş biçimidir.
Modern dünyada farklılıkları zenginlik olarak kabul etmek; demokratik bir tavır olduğu kadar; barışın ve kardeşliğin de gereğidir. Yerelliği, otantikliği, doğallığı ve kendine özgülüğü esas alarak kendi kendini yönetecek yapıyı, ilkeyi ve düzeni belirlemek Yeniden Türkleşmek kavramının özünü oluşturur. Bu anlamda yeniden Türk’leşmek farklılık içinde birlik bulmaktır. “Türkiye’nin karakteri ve rolü konusunda Avrupa’da geçerli olan düşünce biçiminin, bu ülkeyi “Ortadoğulu” istikrarsızlığının önünde bir set olarak görme şeklinde, benzer hesaplan yansıttığı kuşku götürmez.” Fuller’in yaptığı bu tespitin altında farklılıkları birliğe dönüştürme birikimi ve becerisinin yattığını ise hatırlatmaya bile gerek yoktur. Türkiye’nin bir istikrar unsuru olduğu kadar örnek teşkil etmesi bakımından da korkulan bir ülke olduğu da bilinmektedir. Ülkenin bu rolünü oynamaya emperyalist odaklar izin vermemek için her türden farklılığı körüklemekte, geliştirmekte ve kurumsallaştırmaktadır. Madam Miterand’dan, İtalyan gazeteciye, Roth’tan PKK yardakçısı Alman turistlere kadar hepsi aynı fotoğrafın farklı karelerini oluşturmaktadırlar. “Balkanlarda politika ve güvenlik konusunda gelişen yönelimler çerçevesinde, Türkiye, Bosna ve Arnavutluk’tan oluşmuş bir “Müslüman mihveri” potansiyeli, büyük dikkat gösterilen bir konudur.” Ya Azerbaycan petrolü, Türkmen doğalgazı, Özbekistan altını, Türkmenistan pamuğu, Kazakistan petrolü ile Türkiye arasında oluşmuş “ekonomik bir Türk mihveri” daha az mı dikkat çeker?
Bayrak mı Dini, Din mi Bayrağı Takip Eder?
Öncelikle bayraksız din, dinsiz bayrak olmayacağını sosyolojik bir vakıa olarak belirtmek lazımdır. Türk milleti için ise bayrak dindir, din de bayraktır. Bayrağın çekildiği yerden milletler de çekilir. Milletlerle birlikte din de geldiği yere döner. Bayrak egemenlik demektir: Bir coğrafya da egemenlik kimin ise din de onun dini olur.
Her bayrağın bir dini ve bir de dili vardır. “Horasan ellerinden gelip Konya’da yerleşen ve “Eğerçi Hürd Güuyem, aslem Türk est” (Farsça söylüyorum ama aslım Türk’tür) diyen Hazreti Mevlana’nın buna rağmen Fars olduğunu savunanlar bile var. Demek ki Türk; Türkçe konuşmalı ve Türkçe yazmalı!
Dünyadaki Türklerin kahır ekseriyeti Müslüman’dır. Türklerin bir bayrakları ve vatanları vardır. Her Türk kendi bayrağını severken aynı zamanda dinini de sevdiğini bilmelidir. Zira Türklüğü sevmek Müslümanlığı da sevmek anlamına gelir.
Bu doğrultuda “ümmet” ile “millet” ikilemi çıkarmanın manası da yoktur. Dünya var oldu olalı ümmet de olmuştur, millet de. Millet gerçeğinin de milletten sonra ortaya çıktığını sanmak kesin bir yanılgıdır. Millet’in tarihi insanlığın tarihiyle başlar. Millet gerçeklerin en eskisi, bilimsel konuların ise nispeten en yenisi kimliğindedir.
İşte bu anlamda “milli ümmet” olmanın farkına varmak da Yeniden Türkleşmekle mümkündür. İslam ve Türklük ikisi de birbirinden ayrılamaz bir bütündür. Zira milli ümmet olmadan, ne millet olarak kalabiliriz ne de ümmet olabiliriz. Ümmetçilik adı altında Arapçılık yapanlar şunu bilmeliler ki o Araplar ki iktidar uğruna Kerbela’da peygamberin torunlarını gözlerini kırpmadan boğazlamışlardır. Ümmet adına da olsa hiçbir zaman herhangi bir iktidarı ne İran mollaları ne de Arap Şeyhleri başka Müslüman kardeşleriyle paylaşmak istemeyeceklerdir. Bu anlamda yıldızı parlayacak bir Türk Medeniyetinin bütün İslam dünyasının ve ezilen halkların müdafii ve ilham kaynağı olacaktır.
Her Ulus İçin: Evrensel Bakmak Ulusal Çözüm En Geçerli Yöntemdir
Son zamanlarda eğitimde, hukukta, yönetimde, bürokraside ya da ekonomide hangi milletler başarılı olmuşsa onların uyguladıkları eğitim, teknik, ekonomik ya da siyasi model incelenmeye alınmakta ve onlar sorunlarını nasıl çözdülerse Türkiye’nin de öyle çözmesi için fikirler ve düşünceler ileri sürülmektedir. Japonya’nın teknolojik üstünlüğü mü söz konusu, hemen Japon aile yapısı incelenmeye koyuluyor. Almanya ekonomik bir aktivite mi geliştirdi, derhal Alman eğitim sistemi irdelen-meye başlıyor. İskandinavların sosyal güvenlik sistemleri sağlıklı ve tutarlı ise derhal İskandinavların sosyal güvenlik sistemi taklit edilmeye başlanıyor. Böylece Türkiye eğitim, ekonomi, bürokrasi ve yönetim modellerinin çöplüğü haline getirilmektedir. Genç nesillerin zihinleri çürümüş, yozlaşmış ve kokuşmuş insanlık düşmanı ideoloji ve akımların istilaları ile tıka basa doldurulmuştur.
Türkleşmenin yeni düzeninde evrensel bakmak yerel çözmek esas olmalıdır. Efendisini yozlaştırıp, yosmalaştırmadan, değerlerini tahrip etmeden etik, estetik ve ilmi unsurlardan yararlanmanın gocunacak bir yanı olamaz! Edebinden vazgeçmeden edebiyattaki bilumum akım ve yöntemleri almak akli olmanın gereğidir. Onurunu feda etmeden konforunu sağlayacak yabancı sermayeden de, yabancı mallardan da yararlanılabilir. Yabancılaşmadan yabancı dili öğrenmek ve kullanmak mümkündür. Tanrı hariç hiçbir şey kutsallaştırılacak kadar mutlak değildir. (Devamı Var…)
Prof. Dr. ÖZCAN YENİÇERİ
Yorumlar
Yorum yap