416) YENİDEN TÜRKLEŞMEK-1
Yayin Tarihi 6 Ekim, 2009
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ
YENİDEN TÜRKLEŞMEK
“Ey Türk Titre ve Kendine Dön!” (Bilge Kağan 732)
“Asla Şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile, atinin yüksek medeniyetler ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” (Atatürk 1933)
“Yüksek vasıflı Türk olmak zorundasınız!” (Alparslan Türkeş 1996)
Türk Milleti üç yüz yıl önce “Cihan Hakimiyeti Mefkuresi” idealini kaybettikten sonra dünyaya nizam verme ülküsünü, büyük iddialarını, zalim yönetim ve uygulamalara karşı evrensel seviyede ezilen ulusların haklarını koruyacak tezlerini de düşünemez olmuştur.
Dünyanın üç kıtasını fethedip dördüncüsüne el attığımız ve milli şahsiyetimizi temsil eden bir medeniyet kurup düşmanlarımızı bile imrendirdiğimiz devirler sona erince kendimizi küçük hissetmeye başladık. Maddi ve manevi bünyemiz küçüldükçe de her şey bize bizden büyük görünmeye başladı. Asırlarca bütün dünyayı kendimize dar gördükten sonra, nihayet en küçük düşmanlarımızı bile büyütmeye, bütün yabancı milletlere hürmet ve haşyetle bakıp hayran olmaya ve bizden olmayan her şeyi kendimizden üstün tutmaya başladık!
Artık neredeyse millet olarak gelenek, görenek, anane, dil; eğlence, sanat, edebiyat, aile, ilim, yöntem kısacası her şeyi yeni Kabe’ye (Batı) göre yeniden organize edilmesini düşünmeye başlandı. Yüzyıl öncesine kadar istiklal ve istikbalini muhafaza telaşı, son yüzyılda ise kendi başına ayakta durma ve başkalarına el avuç açmadan var olabilme insiyakı Türklüğün dünyaya nizam verme düşüncesinin unutulmasına ya da ertelenmesine neden olmuştu. Ufku maverayı, geneli, geleceği, uzun vadeyi ve evrenseli düşünmeyi bir kenara bırakmış, mevcut durumu kurtarmak, özelini yaşamak, kabile ölçüsünde çözümler üretmek, kısa vadeli düşünmenin sonucunda da toplum kendi hayatını mutlu kılmaktan başka bir şey düşünemez hale geldi. Yaşadığı anı kutsallaştırmak ve geçmişin haşmeti ile yetinmek; yeni nesillere yeterli gelmeye başlamıştır.
Fatih’in torunları Fatih’leşecek yerde Fatih’le yetinirken; Somuncu Baba’nın torunları yeni fırınlar inşa edecek yerde onun somunlarını yemekle ömür tüketmişlerdir. Ne Sinan’ın aşılması mümkün oldu, ne de Mevlana’nın. Tepeden tırnağa toplum birer mirasyedi miskince umut bekledi yıllarca. Büyük ülkülerin sahibi, devasa coğrafyalara hükmetmiş, onlarca kültürü yönetmiş, dünyaya düzen vermiş bir millet bugün; sokağını tanzim edemez, sarayını onaramaz, sınırını koruyamaz, vergisini toplayamaz, suçlusunu cezalandıramaz, yoksulunu doyuramaz duruma getirilmiştir. Bizden öncekiler bize Süleymaniye’yi, İstanbul’u Sakarya’yı ya da Mohaç’ı miras bıraktılar; bu günkü nesil olan bizler torunlarımıza bırakacak hangi başarıya imza attık? Bunu acı acı düşünmenin zamanı gelmiştir. Bilimde, sanatta, edibiyatta, sporda neredeyiz? Nobellik edebiyatımız, olimpiyat spor dallarında başarımız, ekol olmuş sanat zaferlerimiz nerede? Felsefede, psikolojide, sosyolojide, mantıkta yada yönetimde hangi teoriye imza atabildik? Millet olarak Mevlana’nın, Sinan’ın, Atatürk’ün torunlarının yeteneği mi köreldi, yoksa sıkı sıkıya sarıldığımız “biz adam olamayız” aşağılık kompleksinin bilinç altına yüklediği yöntemde mi yanlışlık? Bunu sorgulama zamanı geldi de geçiyor bile.
Başlıya baş eğdiren, dizliye diz çöktüren bir milletin torunlarının her türlü yabancı unsur karşısında dizini bükerek, boynunu eğerek acınacak kadar yumuşak başlı davranmaları karşısında isyan etmemek mümkün mü? Aklı başındaki her aydının vardığı nokta bu olacaktır. Böyle bir millete, kültürüne ve tarihi geleneklerine yakışan ve yakışmayan tutumlar vardır. Kuralları , gelenekleri ve düşünceleriyle Ortaçağı aydınlatan, yeniçağa ışık tutan bir kültür, Mevlana’lar, Yunus Emre’ler. Evliya Çelebi’ler, Mimar Sinan’lar. Dayanışmanın, kardeşliğin en güzel örneklerini veren Fütüvvetnameler. Toplumun ve ekonominin gerekleri uyarınca dini yorumlayan, ileriye dönük bir kurum gibi ondan yararlanmasını bilen Osmanlı akılcılığı. Her biri devlet yönetme sanatının belgesi olan Mühimine defterleri. Çağın koşullan çerçevesinde başlı başına bir şahesere olan devlet. Devlet kurma alışkanlığı. Devlet yönetme ustalığı. Çağın en ileri ekonomik ve sosyal yapısı. Osmanlı ordularını bir kurtarıcı gibi karşılayan, eşitliği ve hürriyeti ondan bekleyen Avrupa halkları; yıkılmakta olan bir kölelik dünyasının yahut dağılmaya yüz tutmuş derebeyliğin yerinde kurulan ileri ve adil bir toplum düzeni… Tarih biraz incelendikten; kültürüyle, sanatıyla, yapısı ve düzeniyle toplum gözden geçirildikten sonra yan yana koymaya insan elinin varmadığı üç kelime: Geri Kalmış Türkiye Dünün haşmetini , azametini ve yüceliğini görüp de bugünün cüce uygulama ve düşüncelerine isyan ve itiraz etmemek ya da bütün bunları bir utanç olarak kabul eden şu satırlara katılmamak mümkün mü? “Bir Türk tabiri olan “Nizam-ı alem”i bugün, çağın en güçlü ülkesi olduğu iddiasındaki ABD’nin “yeni dünya düzeni”ni kabullenmek, Türk’ler için utanç verici olmakla birlikte, kültür yönünden devşirilmiş durumdaki, ilini, töresini unutmuş durumdaki Türk’ler için de bir çeşit şok tesiri meydana getirmelidir diyoruz.
Türk medeniyetini yeniden Türkleşerek kurmak mümkündür. Yeni bir Türk medeniyetinin pırıltılarının yavaş yavaş basma yansıması da göstermektedir ki bu gerçeği fark edenler de var. 8 Temmuz 1998 Tarihli Zaman Gazetesinde yer alan bîr değerlendirme “Şimdilerde, bazı ülke ve milletler gibi geniş bir coğrafyaya yayılmış bütün bir Türk dünyası ve bilhassa Türkiye, yeni bir medeniyet ve değişim konusunda iddialı gözükmektedir. Bu iddia, bazılarınca gelecek adına bir hülya olarak da değerlendirilebilir. Ama; biz, geleceği, medeniyetimizin mimar ve işçileriyle dopdolu, göz kamaştırıcı şekilde parlak bir ati olarak görüyor ve gölgesinde insanlığa bir altın çağ daha yaşatacak ilim, sevgi, aşk, şefkat ve merhamet medeniyetini er geç bir defa daha kavuşacağımıza inanıyoruz.” Geleceğin Türk medeniyetini bugünden göremeyen, görmezlikten gelen ya da inkar edenleri bu duruma düşüren yaşanan tarihi süreçtir. Türk kelimesinin arkasında ırkçılık, faşistlik, kafatasçılık ya da kendi kirli ütopyalarını boca eden art niyetlilerin malûllüklerini de hoş görüyle karşılamak gerekir. Onlar sonunda Türk Dünyasını kabullendiler yarın Türk medeniyetini de zorunlu olarak fark edeceklerdir. Bu zihniyet aslında Türk kültürünün başından geçen metamorfozun mirasıdır. Düşüncemizi gölge bir düşünceyle, edebiyatımızı heyyulelerle, inançlarımızı hurafelerle dolduranlar yapıcı, yaratıcı ve icat edici niteliğin kaybolmasına neden olmuşlardır. Bir zamanlar Osmanlı topraklarında üretilen inalın ihraç edilmesinin cezalandırılması gibi yıllarca bu ülkede milli düşünmek, ahlaki yaşamak ve fikir üretmek cezalandırılmadıysa da önemsenmedi ve özendirilmedi. Aydınlar batının ya da doğunun her hastalığını ithale memur rüşvetçi kültürün gümrük muhafızlığı rolünü oynadılar yıllarca. Sonuçta dünyada sömürge durumuna düşmeden, bütün enerjisi ile batılılaşmaya kalkışan dünyadaki tek Örnek olarak Türkiye gösterilmeye başlandı. Bu anlamda yakın tarihimizde kültürümüzün üzerinden silindir gibi geçen uygulamaları kısaca özetlemekte yarar vardır.
Türklük Şuurunda Dönemler:
Osmanlı İmparatorluğunda hakim unsur olan Türk Milleti o dönemlerde milliyetten bahsederse sanki diğer unsurların dağılmasını kolaylaştıracakmış gibi bir korkuya tutulmuştu. Bu yüzden, o dönemde bir türlü, “millet” “milliyet”, “Türklük” kelimelerini ağzına almaya cesaret edilememişti.
“Osmanlıcılık”, “İslam Birliği” ve “Batılılaşma” uğruna milli şahsiyetimizi feda ettiğimiz imparatorluk sonunda yok olmuştur. Türkler, bin bir derdi, eksiği olan, param parça bir vatanda var olmak için Kurtuluş Savaşı vermek zorunda kalmıştır. İşte bu dönemde Osmanlının Türk tebaası kendi din kardeşleri olan Arnavut ve Arapların ihanetine uğramıştı. Müslüman Araplar ile Hıristiyan İngilizler aynı bayrak altında yüzlerce yılı birlikte yaşadığı, hatta bazılarına sadık tebaa dediği gayrimüslimlerle birlikte Osmanlıya top yekun saldırmışlardır. Arkasına yediği hançerler Türklerde küllenmiş Türklük şuurunun dirilmesine sebep olmuştur.
Aslında Türkiye Atatürk ihtilalinden çok Önce, Batılı vaat yarışının cehennem çarkı olarak adlandırılabilecek anafora girdi. Bu tam anlamıyla hazin bir durumdu; Türkiye Batılılaştıkça, çöküşüne çare bulunamaz oldu ve Batı’yla arasındaki uçurum büsbütün derinleşti, ya da iyimser bir tabirle bu uçurum kapanmadı.
“Osmanlı imparatorluğunu ayakta tutan çimento vazifesini görmek için, sınırlara kan selleri halinde boşanan Türk Varlığı; Türklüğünden önce Osmanlılığını ve İslamlığını düşünmeye mecbur tutulmuştu.” Türklük şuurunun dirilme dönemi olan Mustafa Kemal’in Kuvay-ı Milliye hareketinin başladığı dönemle bu duygular ikinci plana atılmış oldu.
Tam bu dönemlerde Cumhuriyetin banisi ve lideri şöyle konuşuyordu: “Milli terbiye programımızdan söz ederken, eski devrin hurafelerinden ve evsaf-ı fıtriyemizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden Doğu’dan, Batı’dan gelen bütün tesirlerden uzak, seciye-ı milli ve tarihimizle mütenasip bir kültürden söz etmiştir. Atatürk’ün Türklük şuurunu hareket tarzının odağına koyduğu dönemlerden çok önce Tevfık Fikret “Milletim nevi beşerdir vatanım ruy-i zemin” demişti. Türk kültür için dirilme aşaması dediğimiz dönem Gökalp’in “Türkleşmek mefküresi“nin Fikret’in hümanistleşme (kozmopolitleşme) ilkesine tercih edilmesiyle yeni bir boyut kazanmıştı. Yurdakul “Ben bir Türk’üm dinim, cinsim uludur” diyerek kendisini korkmadan, çekinmeden rahatlıkla ifade edebilmişti.
Mustafa Kemal’in ölümünden sonra ise Türklük şuuru adeta zihinlerden sürülme dönemine girmiştir. Atatürkçülüğün yerini’ “İnönücülük” almış ve Hümanizma, Grek hayranlığı, aşağılık kompleksi ve geçmişi inkar bu döneme damgasını vuran belli başlı davranış biçimleri olmuştur.
Bu dönemde yönetime egemen olan elitlerin tezlerine göre: “Bir toplum ne kadar çok batılılaşmak istiyorsa o kadar çok batı değerlerine sahip çıkmalıdır. Bir başka deyimle, Batılı olmayan toplumlarda demokrasinin gelişmesi için, o toplumlarda Batılı kültürel kurumların yayılması ve uygulanması gerekir. Aksi takdirde, Batılı olmayan kültürler demokrasiyi gerçekleştiremezler.” Bu nedenle, Batının Üçüncü Dünya ülkelerine ideoloji ihraç etmeleri, her ne olursa olsun, bir zorunluluktur. Bu yaklaşımın “dogma” halini alması Türk-İslam değerlerine savaş açılması sonucunu doğurmuştur. Türklük ve İslamiyet intibaını veren eserlerin onarılması bir yana üzerlerindeki tuğraların ve çeşitli dini ve milli çağrışım yapan yazı ve figürlerin silinecek kadar Türk kültürü hakini görülmüş ve ayaklar altına atılmıştır. Atalarının, uğruna canını ve kanını verdikleri değerler, torunları tarafından tahrip edilmeye başlanmıştır. Artık eskiyi unutup yeni yol tutmak zamanıydı. Adeta “bu topraklar bizim değildir ! anıtı kimliğindeki eski uygarlıklardan Likya’nın Grek’in, Bizans’ın, Sümer’in, Frigyalıların Urartuların, Hitit’lerin eserleri büyük, bir özenle onarılmış ve popüler edilmiştir. Bu dönem: aynı zamanda Fikret’in Gökalp’e tercih edildiği bir dönem olmuştur. Bizans’ın muhteşem başkentini Türklüğe hediye eden Fatih’in Galata Kulesindeki Tuğra’sı, Orhan Beyin Bursa Gümüşlü’deki Türbesinin üzerindeki tuğrası bile bu kültürel sürgününden nasibini alarak silinmiş ya da tahrip edilmiştir. Türk kültürünün sürülme dönemi olarak ifade edilebilecek İnönü döneminin zihniyet yapısını 1941’de yine. İnönü’nün şu sözlerin de görmek mümkündür. “Eski Yunanlılardan, beri, milletlerin sanat ve, fikir hayatında meydanda getirdikleri şaheserleri dilimize çevirmek, Türk milletinin kültüründe yer tutmak ve hizmet etmek isteyenlere, en kıymetli vasıtayı hazırlamaktır.” Aynı dönemde İnönü’nün kültür danışmanı Nurullah Ataç çok daha açık konuşacaktır, “…biz görüyoruz eksiğimizi, Yunanca öğrenemedik, Latince öğrenemedik, Avrupalıların eğitiminden geçmedik; onun için ne denli uğraşsak, Avrupalılar gibi olamıyoruz.” İşte o gün bu gün ne idiğü belli olmayan Avrupa, ya da Batı için; giyilmeyen kıyafet, ırzına geçilmeyen değer, yerin dibine batırılmayan milli varlık kalmadı. Ataç, Necati ve Yücel gibi yeni kültür müritlerinin türlü çeşit gayretleri, elitist komün enstitüleri, envai çeşit taklitler ve ithal değerlere rağmen hiçbir caba başarılı olamadı. Bu tepeden inmeci oryantalistler bu uğurda hem kendilerini helak ettiler hem de düzeltmeye, çeki düzen vermeye çalıştıkları halkı ve kültürünü tanınamaz hale getirdiler. İşte bu yüzden Hilmi Ziya Ülken şöyle diyecektir: “Elektriği Kuran’da aramakla güneş altında söylenmemiş hakikat yoktur diyerek her şeyi Yunan’a irca etmek arasında artık mahiyet bakımından bir fark kalmıyordu“..
Tarihi ve milli şerefini bir yana atıp kütleyi taklit ve sahte idoller önünde “tanzime zorlamak hatası, bugün içinde bulunan anarşiyi doğurmuştur. Örfüne, adetlerine, iftiharlarına, diline, dinine, tarihi deneyimlerine ve top yekun geçmişin değerlerine yaslanmaktan mahrum bırakılmış kitlelerin muhteşem medeniyetlerinin varisi olduklarının farkına varmaları mümkün değildir. Herkes Yahya Kemal değil ki Süleymaniye’ye baktığında atasının kültürüne “Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum” diyebilsin. İşte bu nedenledir ki Ercüment.Kuran “Türkiye’nin çağdaşlaşmasındaki engelin temel sebebi batılılaşmış aydın ile Müslüman halk arasındaki çatışmadır. Aynı topraklar üzerinde yaşayan insanlar birbirlerini anlamak ve tanımak zorundadırlar. Aydın önce Müslüman halkın kültürünü, geleneğini öğrenmeli ve benimsemeli; hiç bir zaman göz ardı etmemelidir. Halk da; batıyı tanımalı, batıyı ileri yapan değerlerin ne olduğunu kavramalıdır. “Yeni bir tür aydın-halk kaynaşması gerçekleştirilmelidir.“ diye yazmıştır.
Aman Türk olduğunu söyleme!
1980’li yıllar kitleleştirme hareketinin en fazla revaç gördüğü yıllar olmuştur. Bu dönem göz kamaştırıcı lüksün, iktidarın ve kısacası medeniyetin plastik yüzünün yani “heva ve hevesin” egemen olduğu adeta Türk kültür ve Türklük şuurunun gömülmeye: çalışıldığı bir dönem niteliğinde, ortaya çıkmıştır. Merhum Özal asıl olanın para olduğunu ve paranın satın alamayacağı hiçbir değerin olmadığı mantalitesine sahipti. Globalleşme, federasyon, Ulus Ötesi Devlet, ikinci Cumhuriyet, Yeni Osmanlıcılık derken Türk, Türklük, Milli, Milliyetçilik, Milli Devlet gibi kavramları insanlar korkarak telaffuz edebilir duruma geldiler. Zira bu kavramlar sözüm ona resmi tarih ya da resmi ideolojinin kavramları olarak itildi ve aşağılandı. Özel de Türk kültürünün genel de ise Türklerin evcilleştirilme aşaması olarak bu dönemi tarif etmek daha uygun düşer.-Artık yeniden başa dönülmüştü: “Sen Türk’üm deme eğer sen Türküm dersen bir başka kişi çıkar o da ben Kürdüm der” dönemi yeniden başladı. Tayyip Erdoğan bunu “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” derseniz, birileri de çıkar “Ne Mutlu Kürdüm Diyene” der, sözüyle özetleyiverdi, birden. Aynı odaklar bu dönemde büyük bir çelişki olarak etnik ve mezhep farklılıklarının seslendirilmesinin demokrasi olduğunu savunuyorlardı. Kürdün “Kürtüm” deme hakkı savunulurken; Türk’ün “Türk’üm” demesinin doğuracağı tehlikeye dikkat çekiliyordu!. Bu da yetmezmiş gibi “herkese-kendi hukuku çerçevesinde yaşama” imkanının verilmesi gibi bir garabet de bu ülkede savunulmuştur. Aslında Türk milleti bu zihniyeti iyi tanıyordu.
Sözgelimi Ömer Seyfettin’in Osmanlı’nın çökme ve çözülme dönemindeki tarihi ve siyasi olayları anlattığı “Türklük Ülküsü” adlı eserinden aşağıdaki paragrafı okuyunca yukarıda söylenen bazı fikir ve iddialara çok benzediği görülür.
“Tanzimat” kavramı bütün gözleri kör, bütün kulakları sağır etmiş, vicdanları uyutmuştu. “Türk, Türkler, Türklük, Türkiye” kelimeleri ağza alınmıyor, hatta en muktedir muharirler “Memalik-i Osmaniye”ye Avrupalıların “Türkiye” dediğine kızıyor ve Türkiye’de hiç Türk olmadığını iddia ediyorlardı!… Halbuki Rumların, Bulgarların, Sırpların, Ermenilerin, Arnavutların milli mefkureleri, milli edebiyatları, milli dilleri, milli gayeleri, milli teşkilatları vardı. Ve bu milletler gayet kurnazdılar. “Biz samimi Osmanlıyız..” diye Türkleri kandırıyorlar, Türkler lisanlarını, edebiyatlarını, hatta fenni kitaplarını bozduruyorlar, hatta coğrafya ve tarih kitaplarından “Türk ve Türkiye” kelimelerini sildiriyorlardı… Ve ne gariptir ki Türkiye gibi fiili bir Türk Diyarında Türk tarihi gazetelerle inkar olundu.
Gözünü ve gönlünü Türk ve Türklüğe kapamış olanların bazı sosyolojik ve siyasi olguları algılamaları mümkün görülmemektedir. Örneğin; Bulgarlar Türklerin zorla adlarını değiştirdikleri yıllarda belli başlı iddiaları şuydu: “Bulgaristan’da Türk yoktur. Müslümanlar vardır.” Yine Yunanlılar Yunanistan’da “Müslüman’ım” diyene hoşgörü gösterirken; “Türk’üm” diyenleri hapis cezasına çarptırmaktadır.
İşte Türk’e ve Türklüğe Bulgar gibi, Yunan gibi, Boşo gibi bakılan bu dönemi aynen Osmanlı’nın son dönemindeki saflığı ya da hin oğlu hinliği savunmak anlamına geldiği açıktır. Türk kültürü, şuuru ve duygusunun modası geçmiş ya da eskimiş bir kavram olduğu görüşü medyanın ve güdümlü aydının belli başlı konusu olmuştu. Almanlığı, Araplığı, Filistinliliği, İraniliği, Rus’luğu savunanlar Türk kelimesini duyunca cin çarpmışa dönmeleri kuşkusuz sebepsiz değildir.
Bu dönem liberal değerlerin ön plana çekildiği, globalleşme laflarının dillere pelesenk olduğu, yeteneği ne olursa olsun ingilizce önünde secde etmeyen hiçbir kişinin hiç stratejik göreve getirilmediği, İngilizce’nin hakimiyetinin tartışılmaz hale geldiği bir zaman periyodu olarak kalmıştır. Adı Anadolu kendisi ingilizce eğitimi veren liselerin pıtrak gibi her köşe başında bitmesi elbette anlamsız değildi. Türkçe bilim dili olamazdı ve buna karşı olanların aklından zoru vardı. Bu aşama aynı zamanda sivri, radikal, ve aykırı görüşlerin kapitalist konforla takas edilerek marjinalleştirildiği bir dönemdir. Milli dilden sonra milli devletin de modasının geçtiğinin vurgulandığı bir döneme girilmiştir. Bu sebepten dolayı bu dönemi Türk kültürünün ve Türklük şuurunun gömülme dönemi olarak nitelendirmenin çok uygun düşeceğini düşünüyoruz. Türklük şuurunun yeniden dirilme ivmesi kazanması; yalnız “Türklüğün unutulmuş tarihi vasfının” canlandırılması sonucunu doğurması değil; aynı zamanda Hristiyan skolastisizminin, Roma zulmünün ve akıl üçlüsünün bütün dünyadaki tahakkümünü de sona erdirebilecek bir alternatif hayat tarzı olarak ortaya çıkacaktır. Dünyayı batının tek medeniyetine mahkum ederek onu alternatifsiz bırakmak insanlığa yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bildiğimiz parlak yüzünün yanında insanlığın yüzkarası olan engizisyonu, Mussoloni’yi, Hitler’i, Makyevelli’yi, Stalin’i, Karadzic’i üreten bir medeniyetin dünyanın yegane umudu olmaktan çıkarmak insanlığa yapılabilecek en büyük iyilik olacaktır. Bu medeniyetin karşısına akli, ilmi, modern unsurları içine alan, Türklük ideali, Osmanlı hoşgörüsü ve İslam imanıyla harmanlanmış yeni bir yaklaşımla çıkmak gerekir.
Gelecek nesillerine özgür bir vatan bırakmak için cephelerde kanını, bedenini ve zindanlarda ömrünü bırakanların ideallerini çok iyi anlamak gerek. Bir milletin namus, şeref ve haysiyeti herhangi bir maddi ve fiziki değerle takas edilmeyecek kadar önemlidir. Bir toplum ekmeksiz, susuz ve hatta topraksız yaşayabilir; ancak şerefsiz ve kimliksiz yaşayamaz. Bu Türk toplumu için iki defa daha gerçektir. Kimliğini seks, müzik, lüks, iktidar, şan, şöhret, para ve ikbal karşılığı ikinci plana atanların şahsiyeti değil, insanlığı tartışma konusu olur. Bu yüzden o türden bireyler konunun dışında tutulması gerekir.
Kaldı ki bütün bu “batılılaşma” süreci yalnız Türk Dünyası açısından değil, bütün insanlık için büyük tuzaklar üretmiştir. Serge Latouch “Dünyanın Batılılaşması” adlı eserinde şöyle yazıyor: “Batı neredeyse bütün ülkelerinin gözlerini diktiği büyülü merkez konumunda. Kalkınma adına Önerdiği sanayileşme, bürokratikleşme ve tekniğin sınırsız kullanımı itirazsız kabulleniliyor; Yaşam tarzına dönüşen tüketim insanların tek amacı sayılıyor… Dünyanın batılılaşması ile birlikte yaşam tarzlarının bir örnek örnekleştiğini düş gücünün standartlaştığını, kültürün yerini kalkınmanın aldığını… Batı merkezli haberler, gösteriler, modalar, ahlaki değerler, siyasal yasalar, kitle iletişim araçlarıyla bir anda bütün dünyayı abluka altına alıyor; ekonomi-politik, dinler dışı bir din haline gelerek sınırsız üretim başarı ve tüketim hırsı bütün dünyaya pompalanıyor evrensellik adına insanların yüzyıllardır edindikleri kültürel kimlikler yok ediliyor; gerçek anlamda çoğul insanlık arayışı giderek totaliterleşen batı yüzünden tehlikeye giriyor.” (Devamı var…)
Prof. Dr. ÖZCAN YENİÇERİ
Yorumlar
“416) YENİDEN TÜRKLEŞMEK-1” yazisina 5 Yorum yapilmis
Yorum yap
Bilimsel bir yazı.İşin özü şu:ÜMMET Mİ??MİLLET Mİ?? veya İkisinin karışımı olan,TÜRK-İSLAM SENTEZİ Mİ?? .Bu karar verilmeli ve o doğrultuda ilerlenmeli.Bunun sentez ve analizi iyi incelenmeli.Hangisi BİLİMSEL temellere oturuyorsa o uygulanmalı.DNA teorisi ile MİLLET tanımı yapmak mümkün.Ancak ÜMMET tanımı yapılamaz.İkisinin karışımı olan model ise,En kötü olan modeldir.
Ulu önder ATATÜRKÜN temelini attığı devlet modeli ULUS devlet modelidir.O dönemin kötü şartlarında ble BAŞARI elde edilmiştir.O dönemin ekonomik şartları ve TÜRKİYENİN dünyadaki itibarı ve değeri iyi incelendiğinde bu görülecektir.
Ancak temel sorun şudur.Bazı manasını bildiğimiz kelimelerin bilimsel karşıtı ve doğruluğu.Bunları iyi bilir ve tanımlarsak,Bazı sorunlar daha basit cözülür ve taşlar yerine oturur.Örneğin Türk Nedir??veya Türk Kimdir??diye kendinize sorun.Bazı aydın ve liderlerin tanımını okuyun.Ziya Gökalp,Nihal Atsız,Alparslan Türkeş,Selcık Parsadan gibi kişilerin meşhur TÜRK tanımları var.Bir tanımda kendiniz yapın.Sonra ulu önderimizin,Prof Afet İnan hanımefendiye yaptığı tanımı okuyun.Oradaki tanımı iyi düşünün.Özellikle–En ağağıdan yedi bin yıllık–ifadesi,ile ,kullanılan,Şimşek,Yıldırım,Tabiatın oğlu,Kasırga gibi tabiat olayları ve Miteolojik tanımların anlamlarını bulun.Sonra kendinize ne kadar TÜRKÜM ?diyede sorun.
sevgilerimle.Necdet Ekici.Yük.Müh.
Önemli olan dna mı? Kafatası mı? Beynin içindeki değer mi? “Ne mutlu Türk’üm diyene.”
Hatice,KKTC
BU MİLLET ÜMMETÇİLİK DAVASINDAN DOLAYI BU HALLERE DÜŞMÜŞTÜR.OSMANLIYI BU YIKMIŞTIR.ÜMMET DAVASI FALAN YOKKEN TÜRK MİLLETİ 5000 YILDIR DÜNYA SAHNESİNDEYDİ.ŞİMDİ TEZGAH AYNIDIR.ÜMMETÇİLİK ADI ALTINDA TÜRKİYEYİDE PARÇALAMAK İSTİYORLAR.ÇÜNKÜ İSLAM EMPERYALİZMİN HİZMETİNE SOKULMUŞTUR.OSMANLIYA KURULAN HAİN TUZAK ŞİMDİDE TC DEVLETİNE KURULMUŞTUR.
HERŞEY TÜRK İÇİN TÜRKE GÖRE,TÜRK TARAFINDAN
TÜRK
Türk’ün en önemli özelliklerinden birisi akıllı ve planlı davranmasıdır. Olaylar karşısında aklını kullanamayan insan için esaret ya da hürriyet fark etmez. Çünkü akılsız insan her fikrin malzemesi, her elin maşası olur. Akıl, doğru ve ideali bulup yaşamanın, nefis ve hissiyat ise gösterişli yok oluşların kaynağıdır.
Türk genci düşünmeden hareket etmemelidir. Girdiği mücadelenin sonunu düşünüp, akıllı ve tedbirli olmayan insan, baştan mağlup sayılır. Toplumsal hadiselere karşı ferdî reaksiyonlardan ziyade birlik içinde hareket etmek esastır. Bozkurtlar dahi hayvan oldukları halde avlarının üstüne planlı, sistemli ve birlik içinde giderler. Tek hareket edip avlarını ellerinden kaçırmayı zillet sayarlar.
Türk genci de öyle olmalıdır.
Başarı getirmeyecek veya sonucu etkilemeyecek şekilde hareket etmemelidir. Bir işi yapmaya niyet ettiğinde onu mutlaka nihayete erdirmeli, onun için de akıllı ve planlı davranmalıdır.
Türk genci hiç bir zaman tez davranmamalı, hırsına ve öfkesine mağlup olmamalı, gelecek tehlikeleri önceden çok iyi analiz edip, karşı cephe oluşturmalıdır. Bunun yanında, davasının propagandasını öncelikle yaşayarak ve her türlü soruya cevap verecek şekilde yapmalıdır. Emperyalizmin acımasız planlarını çok iyi bilmeli ve kendini ona göre hazırlamalıdır.
Güzel, çekici ve geçici zevklere kapılmamalı, yapılmak istenen bir şeyi Türk töresi ve kültürü ile iyi kıyaslamalı, ne getirip götürdüğüne iyi bakmalıdır. Bugün için tehlikeli görülmeyen şeyler, yarın için zihnî, bedenî ve nihayetinde milli esareti doğurabilir. ki; bütün planlar bunun üzerine yapılmaktadır.
Türk genci her kışkırtmaya alet olmamalıdır. Türk düşmanları, Türk milliyetçisi gençleri sokağa çekmek, zayıflatmak,, devlet güçleriyle karşı karşıya getirmek, toplum nazarında huzur bozucu kavgacı ve haksız göstermek istemektedirler. Bu oyunlara gelinmemeli, devletin bekası için her zaman onun yanında olmalı, yeri geldiğinde haksızlıklara karşı müdahalede bulunmayı da bilmelidir. Bu müdahale, Türk töresi ve kültürünün muhafazası, Türkiye’nin kalkınması ve bekası için mücadele esasına dayanmalıdır.
Davasını zayıf ve haksız duruma düşürecek her türlü hareketten kaçınmalı, her attığı adım bozguncunun planını bozacak mahiyette olmalıdır. Şunu unutmamak gerekir ki, Türk düşmanları tarafından özellikle bir noktaya ilgi çekilmek istendiği zaman, hainlik mutlaka başka yerden yıkıcı bir şekilde patlak verir. Onun için görünüşe aldanmamalı, ilgalara kanmamalı ve hadiseleri her boyutuyla düşünüp tedbir almalıdır. Kısacası Türk genci, her alanda çevik, atılgan davranırken akıllı ve planlı olmalıdır.
Tşkler,bir an önce ümmetçilikten vazgeçilmeli,din Yaradanla kul arasında ki olgudur,ailede eğitimini ver,sosyal yaşantına güzel insan olma erdemlerini yansıt vs dinimizin bir yere gittiği de yok ama Türk kimliğimizin yok edilişini din adına,halkların kardeşliği,1000 yıllık kardeşlik adına yok edildiğini görmeyenlerimiz çoğunlukta!
Din eğitimi alanlarsa malum ortadalar,ne geliyorsa başımıza din adına geliyor!kimse Kuran’ın Türkçesini okumuyor!İkra ile başlayan Kuran ama okuyan yok.Evet üreten gençliğimizde yok arkamızdan gelenlere ne bırakacağız!Tanrı akıl ve bilim dediği halde.