408) PİR VE BÖRÜ
Yayin Tarihi 21 Eylül, 2009
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ
PİR VE BÖRÜ
İstemez hâkim, bir şahid-i baydan
Koyun kurda, eyer ata har değildir.
Yahşi balık tuttum ben kuru çaydan
Yerden göğe doğru, yağar kar dese”- Âşık Seyranî[1][1]
Biz bildirimizi “Gülbaba Özelinde Halk İnançlarında ‘Bozulmayan Ceset İnancı’” üzerine kurgulamıştık. Ancak, halk inançları çalışmamızın gelinebilen noktasında, halk sofizmi – halk mitolojisi kavşağında bazı kültür kodları üzerinde durmaya çalışıyoruz. Çalışmalarımıza kaynaklık yapan sözlü kültür unsurları veri kırıntıları ile tasavvufun halk seviyesinde yaşayan kısmının sırlı bir kucaklaşma içerisinde olduklarını bize düşündürmektedir.
Evvelce sır, gönül, kişioğlu, perde, üryanlık, kızıl elma, kesik baş, ayna, pir ve benzeri konular üzerinde durmaya çalıştık. Bu kere ulu zatların üzerinden geçen yüzyıllara rağmen bozulmamalarına dair ileri sürülen çeşitli görüşler üzerinde durulmayı amaçladık
26–28 Ekim 2002 tarihinde katıldığımız Develi’de yapılan bir bilgi şöleninde Kayseri ve yöresi Ulucanlarını Diyanet İşleri Başkanlığı arşiv kayıtlarını esas alarak halk inançları itibariyle incelemiştik. O çalışmamızda bozulmayan evliya cesetleri konusu üzerinde ayrıntılı durulamamıştı.[1][2]
Bu bildirimizde bozulmayan ulu cesetler kapsamında giren ölülerin mistik statüleri üzerinde durulacaktı. Bu tür kimseler etrafında geliştirilmiş efsane, menkıbe, müzice ve benzeri inançları konu ile bağlantılamaya çalışacaktık. Bedenen bozulmamanın insan hücresi ve toprak yapısı itibariyle sebeplerine dair üretilmiş görüşleri, arkeolojik verilerin tarihlendirilmelerinde kullanılan ‘Karbon 24’ metodu ile konunun izahının nasıl olabileceğini irdeleyecektik. Ulucanların genel hiyerarşisinde bu veli kişilerin yerinin ne olabileceği, tasavvufun ceset bozulmamasını nasıl izah ettiği, bu tür manevi bozulmama ile ceset mumyalama uygulaması arasındaki bağıntı gibi konular üzerinde tartışma açmaya çalışacaktık.
Cesedin bozulmamasının insan-ı kâmil statüsü ile bağlantısı ve akyuvarların içerisinde bulunan 18.000 çiftten 36.000 adet karakter belirleyici tanımlama doğru olmayabilir mikroskobik hayvancığın bu doku mukavemetinin oluşmasındaki fonksiyonu ne olabilir? Her insanda farklı miktarda bulunan bu mikroskobik varlıkların tayin ettikleri nedir? Gibi sorulara cevap arayacaktık
Halk tasavvufundaki alyuvarlar cin bağlantısına dair olan inancın ‘Cinim tepeme çıktı’ deyimi ile ilişkisi nedir? Zikrin ve beslenmenin bu yapılanmaya yansıması nasıl bilinmektedir? Bozulmayan cesetlerin bu mukavemet süresi ne kadardır? Daha üst manevi bir statü var mıdır? Nefes üflenmiş olması hali, bu oluşumda nasıl tezahür eder? Gibi konular üzerinde durmayı planlamıştık. Ancak gördük ki pozitif ilimler-tasavvufi düşünce bağlamında halk inançlarından hareketle ‘Bozulmayan Cesetler’ konusunda yeteri yorumu getirebilmek için ‘Ulu Zatlar’ konusunda halk inançları davarcılığımızda daha çok boş yer var. Bu itibarla bildiri ana temasından sapmadan konuya paralelliği olduğuna inandığımız bu çalışmayı yaptık. Sofistik bir tanımlama olan ve kökü arkaik döneme kadar uzanabilen ‘Pir’ ile mitolojik muhtevalı bir kavram olan ve günümüzde etrafında bir inanç yumağı oluşan ‘kurt’ un halk inançlarındaki beraberlikleri üzerinde durduk. Zira ‘Bozulmayan Ceset’ inancı mitolojik döneme kadar uzanan bir geçmişe sahipti ve bu geçmişte kurtla birlikte alınıyordu.
Pir dilimize Farsçadan geçmiş olan bir kelimedir. Türk Dil Kurumu sözlüğünün bu kelime için verdiği açıklamada; yaşlı koca ihtiyar kimse, bir tarikat veya sanatın kurucusu, adamakıllı iyice, herhangi bir konuda bir mesleki deneğim kazanmış eskimiş kimse, karşılık beklemeden veya karşılık görmeden tam inançla gerçek bir sevgi ile yardımı olan gibi karşılıklar vermektedir.[1][3] Bu açıklamalar daha ziyade kelimenin zahiri anlamı mahiyetindedirler ve bu anlamları da esasen kelimenin mistik muhtevanın yansımasıdırlar. Pirler aksakallıdırlar ve ‘sırra kadem basar’ lar. Pirler bir sanatın kurucusu olurlarken onun kalıcı esaslarını koymuş olurlar. Bu noktada tarikatı kurmuş olmakla bütün incelikleri ile bir sanat dalını kurabilmiş olmakta, ortak payda adeta alanda yetkili olup sahada doruğa çıkabilmeği anlatır. Pir bihakkın ve eksiksiz düşünen ve söyleyebilendir. Sergilediği her tutumunun karşılığını beklemez, yardımda bulunduğu kimseden beklemez, bu dünyada beklemez, O yaptığı yardımı Hak için yapmıştır. Bu noktada Hak adamıdır. Çok yaşanılacak ise, pir olunabilmelidir. Pir olunmak için çok yaşamak istenilir, öneridir.
Lonca hayatında her mesleğin bir pirinin olması, pir kavramının bu dönemin çok eskilerine uzanan bir inancın zamana uyarlanmış bir devamı olduğunu düşündürmektedir. Eski Türk İnanç Sisteminden Yağmur’un piri Burgut olduğu gibi Dutar’ın veya koyunların piri olduğu inancının mevcudiyetini de biliyoruz. Bu inanç Anadolu Güney Kafkasya inanç coğrafyasına bilhassa Lezgilere ulaşınca Hz. Davut’un demirciliğin piri olduğu şeklinde yaşadığını da tespit edilmiştir [1][4]. Türkmenistan’ın Kızılsu vilayeti Gargıgala yerleşim merkezi yakınındaki Öre Evliya’ya fırtınanın dinmesi için duaya gidilir.[1][5] Türk kültürlü halklar arasında yağmur duası için gidilecek yer olarak bilinen pir mertebesinde yüzlerce ulu mezar vardır. “Mir Haydar Yelin, Baba Dehkan Ekincilerin, Pir Musa koyuncuların (Çavradarlar) piri olarak bilinirler. Âşık Aydın Dutar’ın piridir. Bagşı veya sazende olmayı arzulayanlar onu ziyaret ederler. Kamber Ata’nın da durumu aynıdır. Hoca Alav’ın mezarına Al Karısı’ndan korunmak ve kurtulmak için gidilir.[1][6] Hal bu olunca, pirlik yağmur örneğinde olduğu gibi tabiat olaylarında görülebildiği, koyunculuk gibi ziraat ve demircilik gibi zanaat alanlarında görüle gelmiş mistisizm yüklü bir tiplemedir. Itri’nin Türk musikisinin piri olarak algılanması da bu algılayışın bir ürünü olmalıdır. Tarikatların yüz yıl evvel sanat, ticaret ve ziraat hayatının dışında olmadığı düşünülünce pir anlayışındaki devamlılık da netleşmektedir. Halk arasında ebediyen yaşadıklarına inanılan veliler inancı ile bozulmayan bedenler arasındaki bağlantıyı kurmak zor olmamalı.
Bunlar çok kere gelecekten haber verebilen, rüya tabir edebilen, hikmet sahibi, bazı hallerde bir müzik aleti çalabilen, makamları etrafında tavaf edilircesine dönülen, destanımsı anlatımlarda kahramanın yanında olan yol gösteren kimseler olarak bilinirler.
Tamamen örtüşmeseler de her türlü piri ve pirlerin hepsini kapsıyor olmasalar da tasavvuf ehlinin bu konuda bu konuyu da kapsayan açıklamaları konunun anlaşılmasına ışık tutar mahiyettedir. Bütün mükevvenatın asl’ı ilahi ışıktır. Işık kelimesinin doğru yazılmış şekli ışk’tır. Zaman içinde ışık kelimesi, aşk şeklinde söylenir olmuştur. Eskiden dervişlere yani Rabbine ulaşmış veya ulaşma yolunda olanlara “Bize ışıklar geldi..” mısrasından da anlaşılacağı gibi, “ışık” derlerdi. Günümüzde “Âşıklı Sultan” adiyle anılan Kastamonu’da metfun yatırın asıl adı; kabrinden zaman zaman ışık çıktığı için, “Işıklı Sultan” idi. “Divânı-ı Kemâlî’de
“Işk’ın beni rüsvâ-yı cihân eyledi gitti.” (Rüsvâ-yı cihân; cihanın eşsizi) ve yine M.Fuzûl
“Işk imiş her ne vâr âlemde,
İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak.” diye belirtmiştir.[1][7]
Işıklı ulu kabirler inancı Türk kültür coğrafyasının diğer kesimlerinde de vardır. Kerki-Türkmenistan’daki Asitane Baba bunlardan birisidir. Türbenin yanındaki su kuyusundan zaman zaman ışık parladığı ifade edilir.[1][8] Esasen Veli türbelerinden ışığın parlaması olayı hemen hemen her velide görülebilir. Hepsinde rastlanmayışı her zaman rastlanmamış oluşunun izahı yapılabilmektedir. Bu nokta da konumuzun tamamen dışında olmamalıdır. Yerinin bilinmesini isteyen, ışığının görünmesini isteyen, yerinin değiştirilmesini isteyen veya istemeyen veli anlayışı bozulmayan veli bedeni inancı ile bağlantılı olmalı.
Pirler fonksiyonlarını sadece hayatta iken göstermiyorlardı. Onlardan bazıları bazı hallerde kerametlerini onlar bu âlemden göçtükten sonra da sürdürebiliyorlardı. Sır olup kaybolabilirken, bazen gerçek hayatta darda olanların yanında olabiliyor ve bazen da rüyasına girdikleri kimseye bir şekilde yol gösterdikleri de oluyorlardı. Savaşta savaşan Mehmetçik’e yardımcı olabiliyor veya düşmana görünerek onları yıldırabiliyorlardı.
Bu noktada Pirlik Azerbaycan Türk kültür coğrafyasında, Anadolu’daki yatır, türbe ve ziyaret karşılığında da kullanılabiliyordu. Pirlere gitmek, pirlere adak adamak denilince Azerbaycan Türk kültür coğrafyasında hatıra ulu mezarlara veya ulu zatların kabirlerine gitmek anlamındadır.
Pir muhakkak içerisinde ölmüş bir kimsenin bulunduğu mezar anlamında değildir. Bazen kutsal kabul edilen bir kaya, mistik anlam yüklenilmiş olan ulu bir ağaç ve bazen da bir su kaynağı veya şelale olabilir. Dağ başlarında ve sapa yol kenarlarında yığılmış taşlardan oluşan ve pir diye bilinen ziyaret edilen kendisine adak adanan, bazen da bir şekilde efsanesi anlatılan pirler de vardır. Mesela ismini olan Gij Gij’ı Horasan eri olan Gaj Gaj Baba’dan alan pir bunlardan biridir.[1][9] Bunlara Anadolu Türk kültür coğrafyasında da rastlarız. Çok kere bu ululuk atfedilen ağaçların yıllarca evvel kurumuş gövdeleri de kendisinden yardım beklenilen ve kendisine saygı gösterilen kutsallardır. Biz bunun örneklerini Özbekistan’da Buhara’da ve Afganistan’da Mezarı Şerife’de gördük. İslam halk inançlarında yıldırım çarpmış kimsenin şehit olduğu inancı varken, Tunceli’nde Alevi inançlı Müslüman Zaza halkın inancında yıldırım çarparak yanmış alan ağacın ziyaret olarak algılandığı bilinmektedir.[1][10]
Pirler çok kere isimleri ile anılmazlar. Mesela “Mescidin Piri”, “Mezarlığın Piri” veya “Köyün Piri” gibi anılırlar. İsmin anılmaması “ben” duygusuna yol açmamak, nefsi, kibri öldürmek için olabildiği gibi saygı amaçlı olarak da olur. Aynı inanç zihniyetinin bir sonucu olarak “Şeyh Efendi”, “Hazret” “Hoca Efendi”, “Efendi” denir. Hatta Efendi kelimesi kısaltılıp “Efe” olarak da söylendiği olur.
Pirlere ait olan mesela tespih, asa ve benzeri eşyalarda hikmet aranır. Pirlerin makam ve mekânlarından çeşitli istekler için yardım talep edilecek ise bu pirin icazeti ile olmalıdır, inancı vardır. Türkmenistan da bu tür mekânlara kala denir. Mesela Çoban Baba’nın galası/kalesi denilince çaban baba’nın yakın çevresi anlaşılır. Bu çevrenin toprağı taşı suyu ağacının dalı yaprağı çoban Baba tarafından sahiplidirler. Pirin suyunun toprağının taşının şifa vermesi için onun icazeti gerekir. Pirden usulünce onay almadan onun ağacının yere düşmüş ek bir yaprağının dahi götürülmesi onun tarafından cezalandırmasına yol açabilir. Nitekim türbelerden bir şeyler çalmak isteyenlerin çarpıldıkları ile ilgili anlatılar vardır.
Azerbaycan’ın Apşoron yarımadası Pirşağı köyünde Pir Şahin diye ün salmış bir pir vardı. Pir Şahin XVII. Yy. yaşamış bir tıp doktorudur. Kasaba adını bu tabipten almıştır. Totaz veya Sövde diye de bilinen egzama hastalığı Pir Şahin’in yaşadığı yıllarda çok yaygınmış. Birçok hastayı kasabasının toprağını balçık yapıp yaranın üzerine koymak suretiyle tedavi etmiş olan Pir Şahin bu dünyadan göçünce mezarından alınan toprak ile hastalar tedavi olmaya çalışmış aynı randımanı alamamışlardır. Zamanla bir kısım topraklarda egzama hastalığına iyi gelebilen bir yapının bulunduğu anlaşılır. Bu çevrenin topraklarının romatizma gibi hastalıklara iyi geldiği inancından hareketle istifade edildiği de bilinmektedir.[1][11] Tarihi Azerbaycan pirlerinin arasında Kotur Piri’nin olduğu bilinirken, Anadolu’da da çeşitli kaşıntılı hastalıklar için şifa verdiğine inanılan Ocaklar, ziyaretler ve suyuna ve çamuruna kutsiyet atfedilen çermikler/kaplıcalar vardır.
Halk inançlarında suda olduğu gibi toprakta da sınırsız hikmetlerin bulunduğu kabul edilir. Âşık Veysel’in “Benim sadık yarım kara topraktır” deyişi bu inancın bir ifadesidir. Türküde de dile getirildiği gibi, “Ben sana doyamadım doysun kara topraklar” denilirken toprak hem sadık yar ve hem de doyum bekleyen adeta canlı bir varlıktır. Şüphesiz toprağın bu kimliği onda da aşkın yansıma bulduğu ile izah edilebilecek bir durumdur.
Türk kültürlü halkların tefekküründe toprak geniş yer tutar. Bu coğrafyasının Azerbaycan kesiminden yapılmış bir tespite göre 2 kardeş toprağın sahibi oldukları konusunda tartışırlar. Her ikisi de kara toprağın kendisinin olduğunu söylemektedir. (Şendik Paşa Pirsultanlı, Elden-obadan Eşitdiklerim, Ağah 2005) Gidip kara toprağın hakemliğine başvurmaya karar verirler. Kara toprak onlara “her ikiniz de yanılıyorsunuz toprak senin veya senin değil her ikiniz de toprağınsınız” der. İnancın merkezinde topraktan gelindiği toprağa gidileceği vardır.
“Ezizim gara bağı
Gence’nin garabağ’ı
İtirdim Terlan’ımı
Boynunda gara bağı” S.Altaylı
Bir aktarma da aşk destanı kahramanımız Kerem’den yapıp kara toprağı bırakıp asıl konumuza geçelim,
“Garalar geymişem yaslıdır başım,
Qüdretden çekilmiş, qalemdir kaşın.
Ölen atandır mı yoksa gardaşın?
Ahu gözlüm ne ararsın mezarı”
İncelememizin bu bölümünde genel olarak piri bildirimiz bağlantılı olarak ele aldık. Pir’in inanç dünyamızda tuttuğu yerin eski Türk inançları bağlantılı ayrıntısı açıklamaya çalıştık. Özetlemek gerekir ise Pir; Allah tarafından insanlara bazen direkt ve bazen de kahraman vasıtasıyla hizmet için özel güçlerle donatılmışlardı. Onlar, çok kere ihtisas alanları farklılık gösterebilen, hiçbir zaman gerçek anlamda ölmeyen, her iki âlemin her ikisinde de olmaları halinde hikmet gösterebilen ve bu hikmetleri kendilerine ait olan eşya veya benzeri türden aksamda da devam edebilen kayıp olup çıkabilen seçilmiş donatılmış kimselerdir.
Börü tanımlamamaya çalıştığımız inanç sisteminin neresindedir? Yeri var mıdır? İnsanlardan bir kısmı farlı donanımlı veya farklı nasipli iken, Mutlak olanın lütfünden diğer canlılardan nebatat veya hayvanattan nasipli olanların da olabilecekleri düşünülemez mi? Böylesi bir düşünceyi esaslandırabilecek veriler var mıdır? Âdem evladının eşrefi mahlûkat olduğu bilinirken, fetih ruhu sadece insana mı mahsustur. Mutlak olanın rızası adına güzele ulaşmak, güzelle tanış kılmak batılı aşmak sadece âdem evladına mı verilidir. Cinlerin bir kısmı iman etmişlerken, Hz. Muhammet aynı zaman da bu taifenin de peygamberi idi. Hz. Süleyman bütün hayvanların dilini bildiğine ve Hz. Lokman’ın bitkilerle konuştuğuna inanılır. Bu genellemeden sonra özele geçilip Gülbaba türbesi ve börü ile pir börü bağlantısına geçilebilir.
Kırıkkale’nin Yahşihan Günbettin Baba diye bilinen bir ulu zat yapmaktadır. Yatmakta olduğu mezarda gövdesinin yarısı toprağın üstünde ve diğer yarısı toprağın altında gömülü vaziyettedir. Yerini değiştirmek gövdenin tümünü defnetmek için sandukasını bir merkebe yüklerler. Sanduka bir türlü dengelemez muhakkak bir yana devrilmektedir. Durum bir din adamına sorulur. Yapılan açıklamada, “gömüleceği yere topraktan çıkarıldığı gibi yarı beline kadar gömülerek defnedilmesi” belirtilir.
Eski Türk İnanç Sisteminde şamanlar meskûn yerlerin dışına, sapa yol kenarlarına, dağ etek veya tepelerin üzerine defnediliyor ve buralara insanların sokulması sakıncalı bulunuyordu. Şaman cesetleri ağaçların dalları üzerine uzatılarak tabiata terk edilmemişlerse, yarı bellerine kadar toprağa gömülüyorlardı. Bazı şaman vücutları kurtlar tarafından yeniliyorlar ve vücudun yenilen kısımları tekrar kendiliğinden onarılıyor vücut etleniyor inancı vardı.
Böylece sıradan olmayan kimselerin vücutlarının dışarıda bozulmadan kaldıkları inancının eski Türk inançlarında da yer aldığını söyleyebiliyoruz. Bu devamlılığı Günbettin Baba örneğinde olduğu gibi yarım gömülmede de görüyoruz. Tespitin konumuzla olan daha yakın ilgisi ise, börü ile ilgili olan boyuttur. Bozulmayan vücuda hiçbir canlı dokunamaz iken börü tarafından yenildiği oluyor ve kurt tarafından yenilen kısmını vücut onarabiliyor.[1][12] (Kaynak Kişi; Ali Şamil Hüseyinoğlu) Biz daha evvel Türk kültürlü halkların kurtla ilgili inançları arasında, başka hayvanlar tarafından parçalanmış Bismil hayvanın artan kısmının yenilemeyeceğini ve fakat kurdun avından artanın yenilebileceğini zira kurdun avını parçalamadan evvel boğazlayarak kanını akıttığı için bu etin Bismil olacağı inancı vardır.
Kurt/Börü, yılan ve ayı da olduğu gibi ismi geçeceği zaman rahatlıkla kurt/börü denilmez. Adeta cin veya şeytandan bahsedildiğinde “bizden uzak olsunlar” “kulağına kurşun”, “adı lazım değil” denildiği gibi ismi örtülerek anılır. Bunlar için dik kulak, yerde sürünen”, “koca ayak” gibi isimler kullanılır. Bu arada Cin kurt adına da rastlanılabilmektedir. Bu uygulama kendisinden korku veya saygı ile çekinilen varlıklar için geçerlidir. Adeta pirin açık isminin yerli yersiz söylenilmesinin doğru bulunmadığı gibi bir uygulamadır. Bu uygulamalarda ortak olan özellik perdeleme özelliğidir.
Türk kültür coğrafyasının Anadolu kesiminde Bozkurt Baba, Kurt Baba, Kurt Ata, Kurt Pir, Kurtların Piri, Kurt Dede gibi yatır ismi de olabilen tanımlamalarının üzerinde durulmalıdır. Baba, dede, ata da pir türünden ulu kabul edilen statüler için kullanılmaktadırlar. Ayı Baba, Çakal Dede, Tavşan Ata ismine rastlanamazken Geyik/Geyikli, Koyun, Aslan babalar da olduğu gibi daha ziyade kurt babalar vardır. Her hacetin farklı bir piri var iken, ululuklarına inanılan bu baba ve dedelerin adeta farklı ihtisas sahaları vardır. Bazı ocaklar pirleri ile bağlantılandırılmışlarken, kaynağını kurttan alan ocaklar vardır. Azerbaycan’daki Bostan Kurdu Piri, muhtemelen ekili sebzeleri haşereden koruma ve kurtarma sahasında etkili olduğuna inanılan bir pirdir.
Pirler zaman zaman sahneye çıkıp lüzum gördükleri zaman kaybolabilirken Kurtla ilgili bilhassa Kurt Ana ile ilgili efsanelerde de Kurt Ana istemediği zaman kaybolabilmektedir.[1][13]
Pirlerin mutlak olan nazarında itibarlı olduğuna dair inançlar varken, kurtta ve daha ziyade belirli kurtların da bu türden itibarları vardır. Mesela uludukları zaman gökten onlar için Kudret helvası yağabilmektedir.
Pirlerin yukarıda da belirtildiği gibi asa, tespih ve benzeri eşyalarından hikmet beklenirken kurdun da dişinden, kılından, postundan, kemiğinden, tırnağından, kanından, etinden gözünden şifa, bereket, uğur gibi şeyler umulur.
Pirin toprağından gözlere sürülerek şifa umulurken kurdun kurutulmuş gözleri bebeklerin kırk suyuna kurban gözü niyetine atılır. Keza aile içi gerginliği gidermek için şahıslar arasında kurt gözü gezdirilir. Kurdun kurutulup toz haline getirilmiş gözleri hasta insan gözüne sürülerek şifa umulur.
Pirler parpusu budur diyerek okur efsunlar bazen bıçağın tersi ile bazen asaları ile parpılamak suretiyle şifa verirlerken, pençesi ile muhafaza edilmiş kurdun arka ayağı çıplak sırta usulünce sürülüp ve aniden vurulmak suretiyle bazı hastalıkların tedavi edildiğine inanılır.
Bütün pirlerin ilahî statüleri aynı mıdır? İlahi hiyerarşide sıralanmaları ve etkinlikleri aynı mıdır? Her ne kadar bildirimizin doğrudan alanı kapsamına girmezse de bu konuya açıklık getirebilecek açıklamalar da yapılmıştır.” Bir kul ile Rabbi arasında 77.000 perde vardır. Riyazat bunlardan 28.000 kadarını azaltır. (Riyazat en basit anlamıyla mümkün olduğunca az yemek yeme, gıdalaşma ve özellikle hayvansal gıdaları hiç almamaktır. Hayvansal gıdalar kara, hava, deniz hayvanlarının etleri ile bunların yağları v.s. dir. İnsandaki ruhlar aynı noktada teğet oluşturan iç içe 4 daire şeklindedir. Bunlardan en merkezde sayılan cemadat ruhu, 2. halka nebatat ruhu, 3. halka hayvanat ruhu ve dış halka da insanî rûhu oluşturur. Bu katmanlaşma veya perdelenmeden hareketle riyazat yapıldığında üçüncü katman denilebilecek hayvanat ruhu faktörü kalkmış oluyor. Kişiye gelebilecek algılamalar belirtilen katı engellere takılmamış oluyorlar. Böylesi bir riyazat yapmak duyumları artırmaz, mevcut duyumların duyulma şanslarını artırır. Böyle bir riyazattan yola çıkılarak kesif sahipliğine yeltenmek doğru bulunmamaktadır. Böyle bir riyazat hayvanat faktörünü ortadan kaldıracağı için cinlerin bu faktörden hareketle insanları aldatmalarını engellemeyi sağlar.
Varis veliler riyazat yapmazlar. Neden yapmazlar? Veya yaptıkları aslında gerçek riyazattır. Zira yemeği yedirenin de ve yiyenin de sadece Hakk’ın bir parça görüntüsünde gerçekleşmiş olduğunu kabul ederler. Kendilerini Hakk’ın varlığında yok kabul ederler ki doğrusu da budur. Üstelik böyle yapılınca cemadat, nebatat ve hayvanat ruhlar ruh-u insaninin emri altına almış olurlar.” [1][14]
Kurdun indi Allah’ta diğer hayvanat genelinde farklı olduğunu düşündüren bir bulgu da kurtağzı bağlama inancı ile ilgidir. Kurdun Ağzı Allah kelamı ile bağlanır ve ağzı bağlı kurt saldırmayı adeta haram kabul eder. Kurdun ağzı keza Allah adı ile açılır ve evcil hayvanlar yerlerine dönmelerine rağmen kurdun ağzını açmamak büyük günah sayılır. Kurtağzı bağlamaya Böcü Ağzı bağlaması deniliyor ise, böcünün muhtemelen Buryat ve Kalmuk Şamanlarına Bö veya Böge deniyordu. Bize göre böcü kurt ve çakalın korkutucu kimliğinden hareketle bu isim kullanılmış olmalı. Biz çok yerde kurtağzı bağlandığını tespit etmiş iken nadir de olsa çakalın da ağzının bağlanabildiğine rastlamış oluyoruz.[1][15]
Börü konusu inceleme konusu yapılırken Anadolu’da birlikte yaşamakta olan halklardan birinin lehine sonuçlar verebilecek çalışmalar yapmış olmuyoruz. Pir konusunda olduğu gibi börü konusu da Türk kültürlü halkların ortak halk kültürü verilerindendir. Bize göre Türk kültür milliyetçiliğinin yeni yorumu inkâra değil ortaklıkların varlığına dayalı olmalıdır. Hangi noktaya kadar ve ne nispette evrensel ve hangi anlamda irsi kültürün esas alınacağı belirlenmedikçe miliyetçilikte kavmiyetçilik yer değiştirir ve etnik kavmiyetçilik etnik milliyetçiliği doğurur. Buradan hareketle bize göre yaşanılan dönem durum tespiti yapmak bu tespiti yansıtmak dönemi değildir. Zira oryantalizm çeşitli yöntemleri ile halklardan milliyetler çıkarma safhasına getirmiştir. Yaşanılan dönem, oryantalizmin dayatmaları karşısında, toplumun kültürel gerçeklerinden yola çıkarak neyin nasıl halledilebileceğinin düşünülüp tartışılabilmesi gereken dönemdir.
Sonuç olarak söylenilebilir ki, kâinatın tecellisi ilahi aşkın yansıması ise ki bize göre öyledir. Bu yansımanın tezahürünü muhakkak canlı olarak bilinenlerde ve canlının insanoğlu kesiminde aramak inkâr anlamına gelmez mi? Yaratılmışlardaki aşkın yaratanın aşkının tezahürü olduğu inancının yanında eşrefi mahlûkat olanları bu aşkın dışında tutmak bencillik olmaz mı?
Âdem evladının dışındaki yaratılmışlarda da aşk vardır ve bu âlemlerdeki aşkı yaşayanlar da aşkları nispetinde âşıklık statüsünde yer tutarlar demek ne derece doğru olur bunu bilmek pek kolay değil. Ancak tüm yaratılmışların lisanlarınca zikir ettikleri onların da yalvarmak haklarının olduğuna ve onların da seslerinin duyulduğuna inanıyorum
Pir ile kastedilen Evliyaullah ise bu statünün ilahi boyutu da bir gerçektir. Mutlak olan sadece âlemlerin rabbidir. Takdir Âdemoğlu için de ve diğerleri için de sadece O’na aittir. İlahi aşktan da kimi ne derece nasiplendireceği şüphesiz O’nun ilahi iradesindedir.
İnsanlardan “pir” olabilen kullar gibi börülerden de Gök ehli olan bir börü Gök börü var mı dır.? Karşılaştırılmaya çalışılan veriler sıradan börülerin yanı sıra sıradan olmayan börülerin de olduğunu göstermektedir. Börüler âleminde Gök Börü’nün yeri nedir. Börü’ye atfedilen evsafın ne kadarı zamanla kurt sınıfının geneline mal edilmiştir bunu bilemiyoruz. Ancak börü etrafında oluşmuş kült, onun mistik muhtevasına işaret eder mahiyettedir.
Bize göre Gülbaba’nın bedeninde bir bozulmanın olmayışı, onun arı nefsi ile izah edilebilir. Nitekim arı nefsin bir emsali olarak nice şehit mezarı vardır. Üniformaları onlara kefen olmuş ve toprağın üzerine çıkarıldıkları kutsal bedenlerinde hiçbir bozulma olmamıştır. Onların bedeni, onlara ilahi aşkı nasip eden tarafından mumyalanmıştır.
Dr. YAŞAR KALAFAT
http://www.yasarkalafat.info/index.php
[1][1] Hayrettin Rayman, “Âşık Seyrani’de Atasözleri ve Deyimler” Bütün Yönleri İle Develi (…) Develi 2003. s.432–439
[1][2] Yaşar Kalafat, “”Develi ve Yöresi yatırları (Hak Âşıkları)”, Bütün Yönleri İle Develi 1. Bilgi Şöleni 26–28 Ekim 2002, Develi Belediyesi, Develi 2003s. 471–477
[1][3] Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, Ankara, 2006, s. 1608
[1][4] Yaşar Kalafat, Dedem Korkut Yukarı Eller, Lalezar, Ankara, 2008, s. 127–143
Yorumlar
“408) PİR VE BÖRÜ” yazisina 1 Yorum yapilmis
Yorum yap
Aklın ve düşüncenin, bilimin ve araştırmaların gelişmediği çağlarda insanlığın o çağlarda kendi kültür yapısı içinde oluşturduğu bu tür mistik menkibe, destan ve efsanelere günümüz insanına inandırmak artık mümkün olmaktan çıkma noktasına gelmiştir. Çünkü pozitif bilimin gelişmesi, eski çağ kültürlerinde oluşan dunya sırlarının bu gün daha bir gelişerek ortaya konulmaya başlaması, insanları bu mistik anlayıştan uzaklaştır noktalara taşımaktadır. Mesela eski çağlarda ay birsır idi..güneş ve sitemdeki gezegenler, yıldırım, gök gürlemesi, fırtına, sel, kar-boran ve deprem.. kısaca tabii olaylar bir sır idi…
Öte yandan kişinin iç ve dış dünyası da öyle. Artık bunlar bilimin kolları arasında kendi gerçekliğini ortaya koymaya başlamıştırAnne karnındaki bebeğin kzı- oğlan, sakat yada sağlıklı olabileceği artık gözle görülür bilimsel gelişmeler yaşanmaktadır.
Enerjiyi keşfeden kişi o eski çağlarda bu keşfi yaparak deneylerle ortaya koymuş olsaydı, bu kişinin Tanrı kabul edilmesi hi,çten bile değildi o çağlarda… Enerjinin geliştirdiği teknolojik atılımın hpsi değil sadece bir… telefon, elektrik yada diyelimki bilgisayar o çağlarda yapılmış olsaydı, herhalde o zamanki kralıklar, sultanlıklar, imparatorluklar çok sürmez yerle bir olurdu…
Diyeceğim o ki artık mistik menkibeler, efsaneler ve pirler devri enerjinin bulunması ile kapanmıştır.Önümüzdeki yüzyıllarda da tümüyle unutulacak, bunların yerini başka değerler dolduracaktır. Size bizzat yaşanmış ilgin bir olay fıkrayı anlatayım.
Düğün yapacak köyle bir zurnacı, bir davulcu ile anlaşır.Düğünden bir gün öncesi akşam köye geleceklerini söylerler. Davulcu zurnacı akşam günaşım devresinde yola koyulur.. O zaman araba olmadığı için yaya giliyor kölere… Gidecekleri köyün yolu köy mezarlığının ortasından geçiyor. Köye gi,den ikli mezarlığa vardıklarında karanlık iyice bastırmıştır. Zurnacı karabacak arkadaşına, mezarlıktan geçmeyelim etrafını dolanalım der. Atkadaşı korkma karaback mezarlık herkes upuzun uykuda, uyanacak durumda değiller, yolu uzatmayalım der ve mezarlıktan geçmek için inatlaşır. Bu tartışma içinde mezarlığın tan ortasına kadar gelirler..Karabacak korkulu bakışlartla sağa sola arkaya öne bakıp dururken, mezarlığın birinden kapkara bir şeyin kendilerine doğru geldiğini görür ve ” aha adam geliyor ” derve davulcu geriye, zurnac ı köye doğru kaçmaya başlayınca, o kara canlının köye dğru laçan karabacağın ardına düşer… Davulcu bakar ki kara canlı karabacağın peşinde ardından bağırır ” Ulan kara bacak verme canını, adam ardında topuk topuğa geliyor” Karabacak can korkusu ile bütün gücünü kullanarak koşar ve köye girişte ilk evin ahırına girer kapıyı kapatır, kapıdan uzak durmak ister ama o kara şey çeketine yapışmıştır… Aslında kapıyı hızla kapatınca çeketi kapıya geçmiştir. Çok karanlık olduğu için işi farketmiyor.. Karabacak başlıyor yalvarmağa… canımıbağışla sana bedava düğün çalarım söz… Ev sahibi ahırdan sesler geldiğini duyunca fenerle ahıra gider ve bakar ki Kapkara bir kuzu kapının önünde, ahırda ise yalvar yakar bir adam sesi… Kuzuyu bağlar, ahırın kapısını açar karabacak dışarı çıkar ve o canavar nereye gitti diye sorar, adam ne canavarı, kapıdaki şu kara kuzu idi.. karabacak get ağam ardımdan topuktopuğa gelen ayağı yerde başı gkte kocaman bir canavardı.. ben kuzuyu bilirim, severim ve korkmam der.
Eski çağ İnsanının kendi korku ve sevgisinde yarattığı karanlığa ve aydınlığa bakışıdır bu.
Tabiki bunların araştırılması ve ortaya konulması gerekir, halk kendi tarihinden taşıdığı bu menkibe ve efsaneleri çağımıza uygun bir biçimde giydirerek, donatarak yaşatmayı sürdürecektir. Bu bizim gibi gelişmemiş toplumlarda da böyle, bilgi, bilim çağının tüm nimetlerini yaşayan gelişmiş toplularda da böyledir.