134) ATATÜRK’ÜN SÖMÜRGECİLERE KARŞI TAVRI
Yayin Tarihi 10 Temmuz, 2009
Kategori SİYASİ
ATATÜRK’ÜN,
SÖMÜRGECİLERE KARŞI TAVRI:
——————————————————————————
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Başarısı
Kırkbir yaşlarındaki genç bir generalin, on iki yıl sıcak savaşın içinde pişmiş bir subayın, milletine bir zafer vaat etmiş ve ona doğru koşan bir kahramanın, 1922 yılında söylediği ve az önce tekrar ettiğim cümleleri bana göre üç açıdan değerlendirilebilir:
1. Millî bağımsızlık bilinciyle yoğrulmuşluk;
2. Tarih bilgisine dayanan tartışılmaz bilginin biçimlendirdiği gerçekçi bir mücadeleye inanmışlık;
3. Başarıya ulaşmada; mücadeleci, akılcı ve ümit dolu bir kararlılık.
Bakınız O’nun bu üç maddeye ilişkin ifadesi nasıl?
“Efendiler! Türk milleti, asırlardan beri hür ve müstakil yaşamış ve istiklâli, bir lâzıme-i hayatiye telakki etmiş (hayatın devamlılığı için mutlaka gerekli olduğunu düşünmüş, inanmış) bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet istiklâlsiz yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır.”
Tekrar hatırlatıyorum, bu cümleler, henüz zafere ulaşılmadığı bir zamanda, dinleyeni utandırıp silkeleyen inanç, kararlılık ve ümit dolu yüce sözlerdir. 57 yıllık hayatının her noktasında, komuta ettiği, yönettiği insanlara, bağımsızlık ve özgüven bilinci, mücadele etme düşüncesi uyandırma çalışmalarıyla geçti.
Bugün dünyanın karşı konulmaz, önüne çıkılmaz, askerî, siyasî, ekonomik gücüyle istediğini yaptıran devleti hangisidir? 1895-1935 yılları arasında, karşı konulmaz ölçülerde büyük, modern ve güçlü, ordu ve ekonomiye sahip olmaktan dolayı, dünyayı biçimlendiren devlet İngiltere idi. Yenilmez İngiliz İmparatorluğuna karşı çıkararak, önce kendi milletini bağımsızlaştıran, sonra da diğer mazlum milletlere örneklik eden Mustafa Kemal Paşa’yı, Avrupa emperyalizmi hiç ama hiç unutmadı.
Karşı konulmaz İngiliz imparatorluğunu özgüven duygusu ve bağımsızlık bilinciyle baş eğdiren Mustafa Kemal Paşa… İngiliz, Fransız ve İtalyan ittifakına rağmen, birleşik emperyalist öfkeye karşı, Amasya Tamimini yazan Mustafa Kemal Paşa’nın psikolojisini tekrar düşünmemiz gerekir.
3 Kasım 1919’da işgal devletlerinin Karadeniz Baş Komutanı Georg Milne’nin Osmanlı Harbiye Nazırına emirler yağdıran yazısına, hükümetin ve padişahın karşı çıkmayışı karşısında emperyalizmden korkmayan Atatürk’ümüzün söylediklerini hatırlayalım:
“İnsaf ve merhamet dilenmekle, millet işleri, devlet işleri görülemez; milletin ve devletin şerefi ve bağımsızlığı korunamaz. İnsaf ve merhamet dilemek gibi bir ilke yoktur. Türk milleti, Türkiye’nin gelecekteki çocukları bunu biran akıllarından çıkarmamalıdırlar.”
Sanayisi olmayan, bilgi üreten üniversitesi bulunmayan, kendi içinde bölünmüş parça parça görünümlü bir halkı bütünleştirip milletleştirme yolunda 15 yıl harcayan siyaset ve idare dâhisi… Bir millî iktisat anlayışı, millî üretim seferberliği, top yekûn ve sürdürülebilir kalkınma modeli oluşturan; başka devletlerce köle olmamayı da, yoksulluğu kader saymamayı da öğreten Atatürk…
Millî bağımsızlık bilincini, millî iktidar anlayışına dönüştürerek bu iki kavramı tarih ve dil ile temellendirmeye çalışan siyaset dahisinin, milletinin güç kaynaklarını, yine milletine ve öncelikle aydınlarına hatırlatma sıkıntılarıyla dolu 15 yıl…
Büyük değişim ve dönüşümlerle, millî bağımsızlığa dayanan bir devlet oluşturarak, medenî dünyada kendine ve milletine yer edinebilme başarısı kazanan deha sahibi bir millî liderin 15 yılı…
Lozan Konferansı sırasında çözümü sonraya bırakılan sorunlu konulardan birisi de, bugün Türkiye aleyhine gelişmelerin oluştuğu, Kerkük-Musul bölgesinin kime bağlanacağı konusu idi.
Lozan Konferansından bir yıl sonra Haliç Konferansı adım taşıyan toplantı, 19 Mayıs 1924 günü İstanbul’da yapıldı. İngilizler, petrol yataklarına hâkim olmaktan vazgeçmediler. İngiliz delegeleri Süleymaniye, Erbil, Kerkük, Musul illerinin Türkiye’ye bırakılmasının konuşulamayacağını söylemişlerdir. İngilizler, Türk delegelerinin başkanı Ali Fethi (Okyar) Bey’den ayrıca Hakkari ilini de isteyince, Atatürk’ün sert tepkisi üzerine, İngilizler konuyu Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti)’a götürmek üzere İstanbul’dan ayrıldılar. İngilterenin, ince propaganda
gücüyle kurdurduğu komisyon, Irak’taki İngiliz manda yönetiminin 25 yıl uzatılmasını, Musul’un manda sınırları içinde kaldığını 30 Eylül 1924 günü karara bağladı. Atatürk, Milletler Cemiyetinde sert bir konuşma yapması için Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras)’yü görevlendirdi.
İngilizler bu sırada çıkan Şeyh Sait isyanına destek verdiler. Bunun üzerine Türkiye 1925 Eylül’ünde Milletler Cemiyetinin Adalet Divanına başvurdu; 16 Aralık 1925 günü İngiltere, Divan’da aldırıp, Cemiyet Meclisinde onaylattığı karar ile Musul’u Irak’a bağladı, Irak ise, İngiliz mandasında kaldı.
Bu işler olduğunda Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in ne düşündüğünü, neler yaptığını, İngiltere’den korkmamak yönünde neler söylediğini, Büyük Nutuk’taki ilgili sayfalardan, Falih Rıfkı’nın Çankaya, Uğur Mumcu’nun Kâzım Karabekir Anlatıyor, Kılıç Ali’nin Atatürk’ün Hususiyetleri22 adlı eserlerden; işin askerî cephesini ise, Zekeriya Türkmen’in Musul Meselesi adlı kitabından öğrenebilirsiniz.
Atatürk’ümüzün Montrö Andlaşmasıyla bağımsızlık ve güvenliğimizi sağlamlaştırdığı Boğazlar konusunun da, Fransızları ürkütüp caydırarak çözüme ilişkin temelleri attığı güneydoğu sınırımız ve Hatay meselesinin de uzun uzun düşünülmesi gerekir…
Sömürgeciler, bizi istedikleri gibi biçimlendirmeyi önce Lozan’da denediler; kabul ettiremeyince 1945-2005 yılları arasında, her zeminde, İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’yi bölme kararlılığını, bu yönde ürettiği politikaları düşünelim… Sovyet Rusya’nın gerçekten etkili istihbarat teşkilatı olan KGB’nin, 1955-1985 yılları arasında, ısrarla; ‘Türkiye bir mozaiktir, Türk yoktur’ propagandalarını, hem Türkiye’de, hem Avrupalı aydınlar arasında yaydığını düşünüp, günümüzü doğru değerlendirelim.
Millî ölçekteki sorunları doğru değerlendirmek için, yeterli bilgi edinmek, kirletilmemiş bilgiler ışığında düşünebilmek gerekir. Doğru düşünceye dayanan değerlendirmelerden sonra, doğru çözümler üretilebilir.
Gazi Mustafa Kemal Türk halkındaki özgüven duygusunu üstü tozlu bir durum olmaktan çıkarıp, bilince taşıdığı 1919-1938 yılları arasında Türk aydınları da milleti ile bütünleşmiş idi. Millî benlik ve kimlik kavramlarının, hem cumhuriyetin, hem çağdaşlığın, hem de bağımsızlığın ön şartı sayan ve saydıran yalnızca bu davranışıyla bile dünyadaki sömürge toplumları ayağa kaldıran insanlığın büyük oğlu Gazi Paşa…
Eğitim ve öğretim bir toplumun tarihinden, coğrafyasından gelen gerçekleri, çağı okuyarak programa dönüştürüp devletin bağımsızlığını, milletin bütünlüğünü sağlayıcı insanlar yetiştirmektedir. Eğitim ve öğretimi cemaatleştiren bir olgu olmaktan çıkarıp, bireyleri toplumla kaynaşabilen insanlara dönüştürmek üzere yeniden yapılandıran O’dur. Atatürk’ün eğitim ve öğretim için, hem temel, hem de hedef olarak gösterdiği değer ve davranış şudur: Yabancılaşmaya ve cemaatleşmeye imkân vermeden bilgi ve bilgelik kazandırmak.. ulusal bağımsızlığı bilince dönüştürücü; toplumun bütünleşmesini, kalkınmasını sağlayıcı; çağdaşlığı güçlendirici bir araç olarak, bilgi öğretme, eğitim kazandırma… Atatürk’ün eğitim ve öğretimden beklediği budur.
Cemaat, ‘cem’ kökünden türemiş ve birkaç açıdan birbirine benzeyen, ‘öteki’ sıkıntısı veya korkusuyla yaşayan insan grubudur. Atatürk ne istiyordu? Geçmiş zamanlarda eğitim ve öğretim belli kesimlerin, hatta küçük grupların oluşturup yürüttüğü bir kapalı devre idi. Kendi toplumundaki köy, kasaba veya şehir yahut bölgenin veyahut mesleğin insanlarını, ‘yaban’, ‘yabancı’, ‘öteki’, ‘başka’ sayan, hatta, düşman gören insan yönlendirmenin adı eğitim olamaz. Şartlandırma cemaatleşmenin eğitim ve öğretim yöntemidir. Cemaatleşme ise, hem bütünlüğü yaralayan bir tür bölücülüktür, hem de çağdaşlaşmayı engelleyen bir tür ilkelliktir.
Anaokulundan Yüksek öğretimin son basamağına kadar, okula gelen her vatandaşın, kendisini, Cumhuriyet’in ve bağımsız devletin ayrılmaz parçası sayması; Cumhur olmanın gereğini benimsemesi, Atatürk’ün kurduğu devletin vazgeçilmez ereğidir. Her türlü cemaatleşmeyi ortadan kaldırıp millî bağımsızlığı ve millî bütünlüğü imanın şartı gibi kabullenmek, çağdaş bir Cumhur olmayı ve Türkiye Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek… Türkiye Cumhuriyeti; ‘Atatürk milliyetçiliğine bağlı’, ‘lâik ve sosyal’ nitelikli ‘bir hukuk devleti’dir.
Atatürk milliyetçiliği her türlü açık ve örtülü sömürüye karşı çıkarak, benlik ve kimliğini koruyarak her alanda güçlenmek ve ileri gitmektir. Lâiklik ise, meclisin yasa çıkarma, hükümetin tüzük ve yönetmelik oluşturma ile bunların uygulanması, uygulatılması görevlerini yerine getirirken, dinî hüküm ve yorumları değil, günün şartlarını dikkate alarak düşünülmesi ve davranılmasıdır. Diğer yandan kişilerin dinlerinden, inançlarından25 dolayı kınanmaması, dışlayıcı bir muamele görmemesi de lâik kapsamındadır. Lâiklik, din ve mezhep farklılığının hoşgörüyle karşılanmasını hazırladığı gibi, dinî hayat ve vicdan özgürlüğünün taassuba teslim olmamasının da, güvencesidir. Lâiklik, inanma, ibadet etme özgürlüğünü de, inançları devlet işlerine hakim kılma inadını reddetmeyi de içeren bir zenginliktir. Şimdi ise, cumhuriyet kavramının içini boşaltmaya, kendi sakat mantığı ve yanlış bilgisiyle doldurmaya çalışanları, cemaatleşmeyi destekleyenleri düşünelim…
ATATÜRK’ün Emaneti
“İstiklâl benim karakterimdir” diyen Mustafa Kemal Paşa, 57 yıllık ömrünce, devletin bağımsızlığını, milletin bütünlüğünü korumak için, sağlığını, huzurunu, hayatını ortaya koymuştur. Emperyalizmden ürkmeden, korkmadan, cephelerdeki kahramanlığını, askerî, siyasî ve fikrî dehâ olarak Türk inkılâbına dönüştüren Mustafa Kemal Atatürk…
Dışarıda, öfkesini ve kıskançlığını saklamaya uğraşan emperyalist devletlere, içeride, hasedini örtemediği gibi, Atatürk’teki ileri görüşlülüğü anlayamayan meclis içindeki güçlü muhaliflerine karşı da daima üstün gelen Gazi Paşa.
Atatürk’ümüzün 1921 yılında kesinkes çözdüğü Ermeni gailesi ve çetecilerin çılgınlıkları 50 yıl sonra nasıl hortladı? Emperyalizm bu konuya niçin destek verdi, veriyor? Avrupa ülkelerinin tamamının Ermeni soykırımı yalanını parlamentolarından geçinerek, devletimizi de, öz hukukumuzu da, özgüvenimizi de savunamaz duruma düşürdüğünü değerlendirelim.
“Türkçe, Türk milletinin zihnidir, kalbidir.” diyen Gazi Paşa bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurduğu gibi, bağımsız bir Türkçe cumhuriyeti kurmak için de çok çalıştı. İş Bankasını kurduran ve kendisinin de satın aldığı hisselerin gelirini, Türk dilinin ve tarihinin, hem araştırılması, hem yaşatılması için kendinin oluşturup, çalıştırdığı ‘Türk dil’ ve ‘Türk tarih’ kurumlarına bağışlayan O’dur.
Büyük Nutuk, bilindiği gibi 1919 ile 1927 yılları arasındaki olayları belgeleriyle birlikte millî devletin, millî iktidarın, millî bağımsızlığın, millî egemenliğin nasıl elde edildiğinin anlatan kitaptır.
Her önemli oluş, kılış ve hareketin, her büyük değiştirme ve dönüştürmenin arkasında YAPAN/ÖNE ÇIKAN kişinin ortaya koyduğu BİR GEREKÇE vardır. Bu gerekçe, o hareketin ve sonucunun tartışılmazlığını hazırlayan (meşrûiyet sağlayan), iç ve dış kamu oyuna bildirilen temel düşünce, dayanak fikirdir.
‘Millî Mücadele’nin ve ‘Millî Zafer’in, ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşturulmasının tarihî dayanağını, coğrafî gerekliliğini, insanî haklılığını Gazi Paşa bizzat ortaya koymuştur. Ankara’da yabancı büyükelçilerin de bulunduğu büyük bir toplantıda, 36,5 saat okunan muhteşem Nutk’un son sayfası, daha doğrusu son cümleleri bu meşruiyetin neyin bedeli olduğunun tarih önünde açıklanması sayılmalıdır:
“Efendiler, sizi günlerce işgal eden uzun ve teferruatlı nutkum, nihayet, geçmişe karışmış bir devrin hikâyesidir. Bunda, milletim için ve gelecekteki evlatlarımız için, dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek bazı noktaları belirtebilmiş isem, kendimi bahtiyar sayacağım. Efendiler, bu nutkumla, millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, bilim ve tekniği en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün ulaştığımız netice, asırlardan beri çekilen millî felâketlerin yarattığı uyanıklığın eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.
Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum.
Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.”
SADIK TURAL
Yorumlar
Yorum yap