133) SÖMÜRGECİLİĞE KARŞI KOYMA
Yayin Tarihi 9 Temmuz, 2009
Kategori SİYASİ
——————————————————————————
Sömürgeciliğe Karşı Durma
Bir milletin veya devletin, başka millet ve devletlerle ilişkiler kurması, şartlarını kendi belirlediği sürece, bir tür bağlaşma, bağlaşıklık (ittifak) kurmaktır. Bağlaşmanın esas aldığı değer; iradenin ortadan kaldırılmadan oluşturulan sürekli ve tarafların hoşnut kaldığı bir ilişkidir. Bu tür ilişkide, bu tür bağlanma veya bağlaşmada, akıl, irade, özgürlük ve şeref yara almaz. Bir kişinin bir başka kişiye veya kişilere, bir değere, bir mesleğe, bir coğrafyaya bağlanması, bu bağlılığı bedenî, ruhî, kültürel ve ekonomik bağlaşmaya dönüştürmesi, insanî bir sonuçtur. Bu tür ilişkilerde, gönüllülük esastır.
Bir kişinin, bir kişiye veya bir maddeye, aklını işletemeyecek ölçülerde bağlanmasına veya bu anlayışla yaşamasına ‘bağımlılık‘ denilir. Bağımlılık kavramı veya konumu bağlılıktan ayrı bir durumdur. Bağımlı kişiler, öz güçlerini, öz iradelerini kullanamayan kimselerdir. Kişilerin bir iğrenç maddeye bağımlı olması, öncelikle ailelerini, sonra da toplum fertlerini üzmekte, düşündürmektedir; bir insanın, bir maddeye veya kişiye bağımlılığının giderilmesi için, çözüm yolları aranmaktadır.
Bağımsızlıktan kurtulmanın bedeli ise, gerçekten uzun zaman, sabır, enerji ve para gerektirmektedir.
Arapça’da bir kelime var: İstiklâl. Araplar bu kelimeyi bizim anladığımız anlamıyla kullanmamışlardır. Onlar, bizim kullandığımız bağımsızlık kavramının karşılığı için ‘müstakil’ kelimesini kullanırlar.
İstiklâl: Bir siyasî yapının, idarî, hukukî, ekonomik ve askerî kararlarını, hiç kimseye danışmadan verebilme, oluşturduğu kararları uygulayabilme gücüdür. Bu güce ‘siyasî erk’ denilir.
Siyasî erkin tartışmalı konuma düştüğü yahut ortadan kalktığı durumlara ise, bağımlılık denir. Siyasî bağımlılık, himâye isteme veya yönetimin zorla kaybettirilmesi biçiminde iki ana görüntü veriyor. ‘Bağımlılık’, bir başka devletin, askerî ve ekonomik üstünlüğünü kabul ederek bir tür himayesini istemek biçiminde olabilir; bu himaye ise iki biçimde gerçekleşiyor:
a) Millî irade kendi iç işlerinde bazı açılardan serbest olmakla birlikte, her kararını himayeci devlete tasdik ettirmek şeklinde olabilir. Bu duruma manda, himayeci devlete mandater denilir. 1918 sonundan itibaren, işgale giden yolda Osmanlı aydınlarından bazılarının İngiliz, bazılarının ise, Amerikan mandasını istemiş olduklarını hatırlayınız. Atatürk Nutuk’ta bu boyun eğicilere ağır eleştiriler yöneltiyor.
b) Bu alt gruptaki himayecilik, destekleyicilik bir ittifak içinde gerçekleşiyor; ancak, girilen ittifak yüzünden, bağımsızlık tartışmalı konuma düşebilir: İttifak edildiği varsayılan devletler grubu içerisinde, o birliği asıl biçimlendirici olan, bir veya iki devlet, en çok topluluğun 1/3’ünü geçmeyen, öncü, güçlü devletler, biçimlendirici ve yönlendirici bir güce ve işleve sahiptirler. Bu durumda örtülü sömürü, ittifak içi sömürü gerçekleşir. Siyasî, ekonomik veya bunlara askerî alanı da katarak, üst birlik oluşturma iddiasıyla yapılmış ittifak örneği, Sovyetler Birliği idi.
Birliğe bağlı üyeler, sözde bağımsız birer siyasî yapıya sahip idiler; kendi millî meclisleri, Moskova’daki ortak yasalara uyumlu olmak şartıyla, kendilerinin yasaları olabilirdi. Askerî güç oluşturamazlardı; ama, polis örgütleri ve adalet kuruluşları bulunuyordu. Savunma gücü ile yer altı ve yer üstü üretim düzenini de, haberleşme teknolojilerini de, üniversiteyi de, Moskova’dan gönderilen kişiler yönetirdi. Alfabeleri ortak olduğu gibi, üye ülkelerin hepsinde, köyler dışındaki eğitimin ortak dili, % 90 Rusça idi. Bu ülkeler üst birliğin gönüllü üyesi idiler ve iç işlerinde sözde bağımsız idiler…
İkinci durum olan yönetimin bağımsızlığını büsbütün yitirmesi ise, her yönden olumsuz bir sonuçtur. Bu sonuç bir ülkenin ve devletin bağımsızlığının, resmen ve alenen inkâr edilerek, ülkenin ve yönetimin, her anlamda başka bir devletin yönetimine teslim olması anlamını taşır.
Bu durum bir askerî yenilginin sonunda oluşabilir. Bu türden bağımlılık, ya askerî işgal ve askerî yönetimin oluşturduğu bir baskı sonucudur; veya o ülkenin bütünü, yahut önemli kısmı, bağımsızlığı ortadan kaldıran devlet tarafından kendi ülkesine katılır. Bir ülkeyi, koruyarak yönetip sömürmeye, dominyon, veya bağımlı yönetim, toprağın başka bir ülkeye katılmasına ilhak denilir. İlhak, haritanın kalıcı olarak değiştirilmesidir.
Anadolu’da, Rumeli’de kurulan Redd-i İlhak (başka devlete katılmayı reddetme) Cemiyetlerini hatırlayınız.
Bir toplum veya devlet bağımsızlığını yitirdiğinde, ya bir millî önder halkı uyarıp mücadeleye çağırır; millî mücadele bilinci etrafında halk büyük ölçüde bütünleşir; veya bağımsızlıkla ilgili, tehdit ve tehlikelere, o ülkenin ordusu, tarihî ve kanunî görev ve sorumluluğunu yaparak karşı çıkar. Bağımlı hale gelen, istiklâlini yitiren devletlerin bağımsızlıklarını elde etmeleri çok güçtür; bunun için, millî düşünceli aydınlarının sayısının, millî onuruna düşkün kaliteli idarecinin yetki kullanımının arttırılması gerekir; tabiî ki sabır, enerji ve ısrarlı bir uyanık mücadele sürdürülmek ve yaygınlaştırılmak şartıyla…
Türk tarihinde, bağımsızlık/istiklâl konusunda, sorumluluk üstlenen ve gerektiğinde görevini yapan kurumlaşmış güç, Türk Ordusudur. Türk Ordusunun bu görevine sahip çıkmasını önlemek üzere, dış odaklar, olumsuz etki, yıpratıcı ve güvensizlik yaratıcı propaganda, kirli haber yayma türünden faaliyetler yaptılar, yapıyorlar…
Kader kelimesi, sınırları belirlenmişlik, mecburen yürünecek yol, zorunlu hayat alanı anlamlarına geliyor. Bu kökten türemiş, ‘kadir’ ve ‘muktedir’ kelimelerinin de, ‘iktidar’ kavramının da, kişi ölçeğindeki anlamı ile toplum açısından işlevi farklıdır. Özellikle ‘iktidar’ kavramı, siyaset biliminin bir terimi ve inceleme alanıdır.
İktidar, bir kişinin veya insan grubunun, yetki kullanım gücüdür: İktidara ait bu güç, bir toplumun, hangi konularda, ne yapması gerektiğini, neleri yapamayacağını belirleyen, en üst düzeydeki yetkidir. İktidar, bir devletin yapılanmasını sağlayan gücün kaynağı ve kurumlaşma türü anlamını taşıdığında, bir erk’ler toplamıdır; iktidar, yaptırım gücü taşıyan karar verici kişilerin, kurumların ve araçların, kader belirleme kudretidir.
İktidarın meşru sayılma gerekçeleri, dayanakları çok önemli bir özelliktir. İktidar, bir yetki gücü, irade sahipliğidir; iktidarı elinde tutan kişiler, bu kişilerin istek ve emirlerini uygulayan örgütler ve kurumlar ile kuruluşlar aracılığıyla varlığını duyurur. İktidar, bir kısım grupları çeşitli gerekçelerle kendisine yakın bulur, yakınlaştırır. Bir ülkedeki aydınların çoğunlukla siyasî iktidarın yanında olmadıkları görülür. Özellikle büyük tüccarlar, çıkarlarından dolayı iktidarla uzlaşır; muhtemel iktidar sahiplerine göz kırparlar…
Dış odaklar, çökertecekleri, iktidarı kendi istedikleri yönde biçimlendirecekleri ülkede, yaklaşık kırk yıl içinde, sonuç almak ve millî bağımsızlık bilincini yok etmek üzere, şunları planlıyorlar:
a) Bürokrasiyi ve özellikle adalet sistemini politize etmek;
b) Mal üretmede dışa bağımlı, hızla yoksullaşma batağında boğulan ülke konumuna düşürmek;
c) Aydınları, özellikle 15-30 yaş grubundaki gençleri, kendi devletini ve milletini sevmeyen, saymayan insanlara dönüştürmek;
ç) Ordusunu teknolojik yeniliklerle desteklememek…
Böyle bir ülkede, millî bağımsızlık, millî güvenlik, millî egemenlik, resmen değil ama, fiilen ortadan kalkmış olmaz mı?
İki Yüz Yıllık Sömürgeci Tuzaklar
Her ülkedeki yöneticiler, aydınlar ve halk bilmelidir ki, bağımsız bir devleti, güvenliği sağlanmamış bir siyasî ve ekonomik hayatı bulunmayan bir milletin, ahlâkı da, dini de, namusu da, yarınları da, tartışmalı konuma düşmüştür. Açıkça ve ısrarla söyleyelim ki, güvenliğin de, bağımsızlığın da, egemenliğin de, haysiyet ve namusun da, devlet ve millet ölçeğinde korunması, öncelikle silahlı gücün, sonra eğitimin ilke ve hedef gücünün etkisiyle doğru orantılıdır. Silahlı güç dediğimiz ve gerektiğinde harekete geçerek, her türlü düşmanlığı durduran askerî gücün varlığı, çok önemli bir kurumlaşmadır. Gerektiğinde caydıran, gerektiğinde kahreden, bağımsızlığın güvencesi ve kılıncı olan ordu..
Mondros Silah Bırakışması, ağır bir yenilginin kabul ettirilmesi yönündeki ön anlaşmadır. Asıl iğrenç ve çıldırtıcı anlaşma Sevr şehrinde imzalattırdıkları ağır metindir. Sevr anlaşması denilen metnin tek bir anlamı var: Osmanlı Devleti ve ona bağlı toplum, siyasî, idarî, iktisadî, askerî bağımsızlığını kaybetmiştir. Bir halkın esir olduğuna inanması için, kukla yöneticilerine imza ettirilen bu belgeyle, toplum olarak da, devlet olarak da, öncelikle bağımsızlığın, sonra da hürriyet ve şerefin kaybedildiği kabul ettirilmiştir.
İstiklâlini, hürriyetini ve şerefini kaybetmişliğe razı olmayacak bir insan, bir önder, insanları namuslarının, şereflerinin, özgürlüklerinin bağımsızlıklarının kavgasını yapmaya çağırmalıydı. Nitekim de öyle oldu…
Türklüğün Ruhu: Mustafa Kemal Paşa
Sofya’da ateşe militer olarak rahatlık içindeyken, Çanakkale Savaşlarına katılmak için. Harbiye Nezaretine mektuplar yağdıran, ölümden korkmadığı bilinen Mustafa Kemal…
“Ne vakit başladığı bilinmeyen zamanlardan beri, istiklâlin şerefiyle yaşayan milletimiz, en fecî bir çöküntü ile nihayet buluyor gibi görünmüşken, esâret kaybına karşı evladını ayaklanmaya dâvet eden ECDÂT SESİ kalplerimiz içinde yükseldi ve bizi son kurtuluş mücadelelerine dâvet etti.” sözlerini söyleyen girdiği savaşların bir şanlı gazisi olan Kemal Paşa.
Emperyalizmin en büyük ordusunu Çanakkale’de mahcup ve mahkûm ederek adını dünyaya duyuran Mustafa Kemal Paşa, milletine önderlik etmek üzere Anadolu’ya geçti. Samsun’dan Havza’ya oradan 12 Haziran 1919’da Amasya’ya geçen Mustafa Kemal Paşa’nın önünde, bağımsızlığını yitirmiş; siyasî, askerî, ekonomik, idarî ve hukukî anlamda varlığını başkalarına teslim etmiş bir Devlet vardı. Amasya Genelgesinin metnini, 21 Haziranı 22 ‘ye bağlayan gece, sabaha kadar Mustafa Kemal Paşa eliyle yazdı. Bu metindeki başlıca cümleler şunlardır:
“Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir. İstanbul Hükümeti üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi âdeta yok olmuş gösteriyor. Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
Milletin içinde bulunduğu durum ve şartlara göre harekete geçmek ve haklarını yüksek sesle dünyaya işittirmek için, her türlü etki ve denetimden uzak millî bir kongrenin yapılması zorunludur. Anadolu ‘nun her bakımdan en güvenilir yeri olan Sivas ‘ta bir millî kongrenin acele olarak toplanması kararlaştırılmıştır.”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tarihinde “Amasya Kararları”, “Amasya Tamimi” olarak anılan bu tamim, ilgililere derhal iletilmiştir. Amasya Tamimi/Genelgesi çeşitli araştırıcılar tarafından ‘Anadolu İhtilâlinin Bildirisi’ olarak da değerlendirilmiştir.
Atatürk’ün millî bağımsızlık bilinci konusunda söyledikleri, hem Büyük Nutuk adlı, özel tarih kitabında, hem Söylev ve Demeçler adıyla toplanan eserde, hem de, Atatürk’ün bizzat yazdığı metinlerden oluşan Tamim, Telgraf ve Beyannameler adlı büyük derlemede bulunabilir.
Ata’nın Büyük Nutuk’un hemen başında yer alan ve 1919’da söylediği şu ifadelerini öncelikle sunacağım:
“Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak, tam bağımsızlığa sahip olmakla temin olunabilir. Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun, bağımsızlıktan mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık olamaz. Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden mahrumiyeti, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten, bu aşağı dereceye düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine, asla, ihtimal verilemez.
Hâlbuki, Türk’ün haysiyet ve şeref ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet, esir yaşamaktansa, yok olsun daha iyidir. Bundan dolayı, ya istiklâl, ya ölüm!“
Mustafa Kemal Paşa’nın İstiklâl Savaşı’nın bütün sıcaklığıyla devam ettiği 1921 yılında söylediği ve Büyük Nutuk’ta yer alan ifadeler ise, O’nun duygu, düşünce ve davranış dünyasını, millî bilincini yansıtan çok anlamlı cümlelerdir.
“İstiklâl-i tâmme/tam bağımsızlık bugün bizim üzerimize aldığımız vazifenin temel ruhudur. Bu vazife, bütün millete ve tarihe karşı üstlenilmiştir. Bu vazifeyi yüklenirken, tatbik kabiliyeti hakkında şüphe yok ki çok düşündük. Fakat netice olarak edindiğimiz görüş ve iman, bunda, muvaffak olabileceğimize dairdir. Biz, yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir hataya uyma yüzünden, bu özelliklerden mahrum kalmaya tahammül edemeyiz. Bilgin, cahil, istisnasız bütün millet fertleri, belki içinde bulundukları güçlükleri tamamen anlamaksızın, bugün yalnız bir nokta etrafında toplanmış ve fakat, sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta, tam bağımsızlığımızın temini ve devam ettirilmesidir. Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasî, malî, iktisadî, adlî, askeri, medenî ve benzeri her hususta, tam bağımsızlık ve tam serbestliği kastediyorum. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek manasıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz bunu temin etmeden, barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz.”
İstiklâl Harbi bütün cephelerde sürerken, ‘bazı’ gazeteciler Ankara’ya ulaşıp M. Kemal Paşa ile görüşüyor. Kemal Paşa’nın Amerikalı gazeteci Shaw Moore’a 1921 yılında verdiği demeçteki, millî benlik bilinciyle yoğrulmuş şu iki cümleyi dinleyiniz:
“Biz Türkiye’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü kurtarmaya çalışıyoruz. Allah’ın yardımı ve Türk milletinin yenilmez kuvveti sayesinde gayemize ulaşacağız. “
Şu iki ifade birkaç ay arayla 1922 yılında söylenmiş idi:
“Arzumuz, dışarıda tam bağımsızlık, içeride kayıtsız şartsız millî hâkimiyeti korumadan ibarettir. Millî egemenliğimizin hattâ bir zerresini bozmak niyetinde bulunanların kafalarını parçalayacağımızdan eminim.”
Şimdi ikincisi:
“Biz, ‘barış istiyoruz’ dediğimiz zaman ‘tüm bağımsızlık istiyoruz’ dediğimizi herkesin bilmesi lâzımdır. Bunu istemeye hakkımız ve kudretimiz vardır. On sene, yirmi sene sonra, aşağılanarak yaşayıp görülerek ölmektense, şimdiden şeref ve haysiyetle ölmeyi üstün tutmalıyız. “
SADIK TURAL
Yorumlar
Yorum yap