171) BATILILARIN VE BİZDEKİ BATICILARIN, “TÜRKLÜK” TAKINTISI

Yayin Tarihi 6 Mayıs, 2008 
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ

BATILILARIN VE BİZDEKİ

BATICILARIN “TÜRKLÜK” TAKINTISI

35e1079e761.gif

Dünya ve insanlık tarihi, adalet ve eşitlik esasına dayanan düzenlerin ender, ama adaletsizlik ve haksızlığın daha yaygın olduğu bir geçmişi temsil etmektedir. İnsanlık ve toplumlar,  adaletsizlik ve haksızlıklarla her zaman karşılaşmışlar ve bunların bütün sonuçlarına katlanmışlardır. Ancak, şimdiki zamanlardaki adaletsizlik ve haksızlık, tarihin hiçbir döneminde bu kadar çeşitli, kapsamlı ve derin olmamıştır. Adaletsizliğin ve haksızlığın “hükümdar” olduğu şimdiki zamanlarda, eskiye göre daha şiddetli görünmemesi, büyük ölçüde algılamaya dayalı bir yanılsamadır. Çünkü şimdiki zamanlardaki bütün müesses düzenin yönetim sistemleri, ellerinde bulunan batıcı “eğitim ve öğrenim” süreçlerini ve kitle iletişim imkânlarını kullanarak, insanların ve kitlelerin, adaletsizlik ve haksızlıkları görmelerine, işitmelerine, hissetmelerine engel olmaktadır. Yani bu yöndeki algılamalarını sürekli etkileyerek ve hedef şaşırtarak bütün algılarını denetim altına almaktadırlar. Bu çerçevede, belki de insanlık tarihinin son yüzyılında yapılmış adaletsizlik ve haksızlıkların toplamı, son yüzyıla kadar yapılmış adaletsizliklerin ve haksızlıkların toplamından çok daha fazladır.Batı medeniyetinin, özellikle son yüzyıldaki kapitalistleşme ve sanayileşme alanında yaşadığı büyük ilerleme ve yükselme, batılı toplumlar ile batı-dışı toplumlar arasındaki güç ve egemenlik farkını giderek artırmıştır. Batı medeniyeti dairesi içerisindeki toplumların, diğer ülkeler ve bölgeler üzerindeki egemenliklerini artırarak devam ettirmesi, az gelişmiş ve Müslüman coğrafyaların ekonomik ve beşeri kaynakları üzerindeki denetimlerini daha fazla artırmalarına bağlıdır. Batılı toplumların sahiplendiği zenginliğin ve refahın esas yaratıcısı olan yetenekli insan kaynağının, enerji ve diğer her türlü ekonomik kaynağın anavatanı çoğunlukla Müslüman ve batı-dışı ülkelerin coğrafyalarıdır. Bu yüzyılın ya  da şimdiki zamanların, belki de en büyük adaletsizliği  ve haksızlığı, batılı toplumların büyük bir zenginlik ve refah içerisinde hayatlarını sürdürürken, onların böylesine lüks yaşamalarının esas kaynağını oluşturan beşeri ve ekonomik kaynakların gerçek sahibi olan  Müslüman ve diğer batı-dışı toplumların, çok büyük bir yoksulluk ve sorunlar içerisinde sürünmek zorunda kalmalarıdır. Gelişmiş ülkelerin, az gelişmiş denilen çoğu da Müslüman olan toplumların her türlü kaynağını kullanarak büyük bir zenginlik yaşayıp çok büyük bir güç biriktirirken, bu sömürülen toplumların hiçbiri kendi tarihi tecrübeleri ve mevcut bilinç düzeyleri bakımından,  kendi kaynaklarına sahip çıkabilmeyi sağlayacak organizasyonları yapabilecek ve hayata geçirecek bir iradeye sahip değillerdir. Üstelik, az gelişmiş ülkelerin kendi yetenekli insan kaynaklarını ve ekonomik kaynaklarını kendi halkının refahı için yönetme sorumluluğunu taşıması gereken başta üniversiteler ile yönetici sınıf (bürokratik ve siyasi kadrolar) olmak üzere, diğer kurum ve kuruluşların çoğu, ülke içinden ve dışından alınan batıcı eğitim ve öğrenim süreçlerinin etkisi ile kendi halkına ve toplumuna karşı yabancılaşmış durumdadırlar. Ayrıca, gelişmiş batı  toplumlarının, dünyanın diğer ülke ve bölgelerinin her türlü imkân ve kaynaklarını sömürmelerine, buraları kendilerinin birer “arka bahçesi”, “imalathanesi”, “turizm görüntüsü altında eğlence mekânları”, “kara para aklama yerleri” ya da “savaş alanları” gibi kullanmalarına, adalet ve hakkaniyet adına engel olabilecek hiçbir hakka ve adalete dayalı engelleyici güç hâlihazırda görünmemektedir.

Batı medeniyeti, sömürgecilik tutkusunu, tarihi süreç içerisinde artan bir ivme ile sürdürmektedir. Bu çerçevede, Batı medeniyeti önceleri Avrupa kıtası merkezli, sonra da Kuzey Amerika kıtası merkezli küresel bir sömürü ağı oluşturmuştur. Batı medeniyeti, “aşırı bireycilik”, “yarışmacılık”,  “güç taşkınlığı” ve “tahakküm etme” şeklindeki temel evren tasavvuruna dayanan dünya görüşü sayesinde, her çağ ve dönemde, hangi rejim ve sistem içerisinde olunursa olsun, seçkin ve güçlü bir egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda, gerekirse kendi alt sosyal sınıfları ve vatandaşları da olmak üzere, her mekanı ve kesimi sömürülebilir birer öğe olarak görmektedir. Bu anlamda, batı toplumlarının bilinen tarihi, sömürü ve sömürgecilik tarihidir. Ancak, batı tarihinde iki dönem vardır ki, bu dönemlerde batı medeniyetinin hayat damarlarını besleyen sömürgecilik stratejilerine ve hedeflerine, büyük ölçüde ket vurulmuştur. Bunlardan birincisi, Batı Hun Türklerinin hâkimiyet dönemi olan beşinci yüzyıl ortalarından altıncı yüzyıl ortalarına kadar geçen süredir. Bu esnada, batılılar, “sömürgecilik” alışkanlıklarını sürdürememişlerdir. Fakat batılılar, altıncı yüzyılın ortalarından itibaren Batı Hun Türklerinin öncelikle, inanç sistemlerini bozmak suretiyle kendileri üzerinde hâkimiyet sağlayan kültür kodlarını eritmiş ve onları  “Hıristiyanlaştırarak” tekrar sömürgecilik geleneklerini artan hızla devam ettirmişlerdir. İkincisi ise 13.yüzyıl ve 19. yüzyıl arasındaki Türk-Osmanlı dönemidir. Türk hâkimiyetinin birinci evresi yaklaşık bir asır sürmüşken, ikinci dönemde -yaklaşık altı asırlık bir dönemde- Avrupa merkezli batı, en azından Türk-Osmanlı egemenliğindeki ülke ve bölgelerde sömürgecilik faaliyetleri yapamamıştır. Batı medeniyet çevresinin, hem kendi içinde, hem de dünyanın başka bölgelerindeki sömürgecilik stratejilerine engel olan ilk Türk dalgası -Batı Hun Türklerinin hâkimiyeti- müesses Hıristiyanlık inancının çerçevelediği batılı güç karşısında çabuk çözülmüş ve ancak bir asır kadar devam edebilmiştir. Buna karşılık, ikinci önemli Türk dalgası Osmanlı Türklerinin, en son ve mükemmel vahiy dini olarak İslamiyet gibi bir inanç ve ahlak sistemi ile “mayalanmış” olan sosyal, siyasi, ekonomik ve idari yapısı, en azından altı asırlık bir hakimiyet tesis etmiştir. Bu süre içerisinde, Batı medeniyetinin hem kendi içinde, hem de dışarıda açık sömürgecilik yapma tutkusu ve hevesi, asgari düzeylere inmiştir. Hatta Batılıların, coğrafi keşif ve diğer ilerleme tutkularının da, büyük ölçüde İslam inancı ile “çeliklenmiş” olan Türk hâkimiyetini telafi etme çabalarından kaynaklandığı söylenebilir.
13. ve 19. yüzyıllar arasında, eğer Türk hâkimiyet çağları olmamış olsaydı, batılı toplumların tarihinde, hiçbir batı dışı topluma karşı önemli bir yenilgi ve edilgenlikleri de olmamış olacaktı. Başka bir ifade ile batı toplumları, kendi medeniyet çemberindeki topluluklar arasında hâkimiyet yarışında zaman zaman birbirlerine rakip olmuşlardır. Ancak, batı medeniyetinin dünya ölçeğinde yaşadığı önemli hâkimiyet kaybı yalnızca Türklerin karşısında meydana gelmiştir. Varsayım olarak, Türklerin içerisinde bulunmadığı bir insanlık tarihi, neredeyse batılıların tümden bir hâkimiyet tarihi gibi düşünülebilir. Bu bakımdan, Türklük olgusu, batılıların kolektif hafıza ve bilinçlerinde çok büyük bir travma oluşturmaktadır. Batılıların, Türk kimliğini parçalama ve “Türklük” olgusundan soyutlayarak sadece derleme bir topluluk durumuna indirgeme faaliyetlerinin esas esin kaynağı Türk tarihinin hâkimiyet zamanlarındaki batılıların, Türklere dair yenilgilerinin acı hatıralarıdır. Batılıların, bu travmatik hatıralardan iki önemli sonuç çıkardıkları anlaşılmaktadır. Bunlardan birisi, kendileri üzerindeki ilk Türklük hakimiyeti olan Batı Hun Türkleri ile ilgilidir: “İslamiyet olmadığı zaman, Türklerin hakimiyetini sonlandırmak daha kolay olmaktadır.” İkincisi ise, Osmanlı Türk hâkimiyet dönemlerine dair bir bulgudur: “Türklük olgusu olmadığı zaman, Müslüman toplulukları ele geçirmek ve köleleştirmek daha kolaydır”. Bu durumda, dünya topluluklarının ve ülkelerinin bütün denetiminin, Batı medeniyetinin eline geçmesi konusunda en stratejik sonuç şudur:

Türkleri, İslamsızlaştırmak; İslam’ı, Türksüzleştirmek; bu bağlamda kesin olarak Türklüğü ve İslamlığı birbirinden ayrıştırarak birbirlerine hiç yaklaşamayacakları süreçler içerisine sürüklemektir.”Çünkü bu iki olgu, sağlam bir evren tasavvuru ile kuvvetli bir inanç ve ahlak sistemi halinde rasyonel bir düzen içerisinde bir araya geldiği zaman o topluma,  batı medeniyetinin nüfuz edemeyeceği bir kuvvet ve dayanıklılık kazandırmaktadır.  Az gelişmiş denilen ve açık ya da örtülü olarak sömürgeleştirilmiş bulunan toplumların yönetici sınıfı ile aydınlarının kendi kaynaklarına sahip çıkma iradeleri bulunmadığı gibi, kendi tarihi kimliklerine sahip çıkma bilinçleri de pek yoktur. Bu çerçevede, Türkiye’de uzun bir süredir, Batıcı yönetici mekanizmalar ile kendi meşruiyetlerini Batılılara “şirinlik” yapma üzerine tesis etmiş bulunan çoğu siyaset, aydın ve iş adamı çevreleri, Türk kimliğini tartışmaya açmış bulunmaktadır. Yahudi-Hıristiyan inanç merkezli küresel kapitalizmin önemli stratejik karar merkezleri, bütün dünyayı kendileri için “itirazsız”, “direnmesiz” ve “dikensiz” bir sömürü dünyası haline getirmeyi hedef edinmişlerdir. Onların bu hedeflerine, muhtemel “itiraz”, “direnme”, “adalet” ve “hakkaniyet” talebini dile getirmede yegâne alternatif güç olarak,“İslam eksenli Türklük” ya da “Türklük eksenli Müslümanlık”  kimliğini görmektedirler. Çünkü tarihte batı medeniyetinin ve hâkimiyetinin sömürgeleştirme faaliyetlerine karşı en önemli “adalet savaşçısı” sadece Türkler olmuştur. Bundan sonra da,  bütün dünyanın ihtiyacı olan “adalet” ve “hakkaniyet” adına hareket edebilecek ve dünyaya yeni bir medeniyet alternatifi sunabilecek tek millet Türklerdir. Böyle bir durumun ve potansiyelin varlığını, şu sıralar Türklük ve İslamlık bağlamındaki kimlik bilinci büyük bir sarsıntı geçiren Türklerin kendileri bile bilmeseler de, Batılı stratejik karar merkezleri çok iyi bilmektedirler.

Batılı stratejik karar merkezlerinin bu bilinci tarihsel süreç içerisinde tezahür etmiştir. Batı medeniyetinin güçlü toplumları, kapitalistleşme ve sanayileşmenin başlangıcındaki enerji ve hammadde kaynakları ile ilgili sorunlarını çözmek için de Hindistan ve Orta Doğu bölgesi gibi önemli ekonomik bölgeleri, buradaki Türk egemenlik kalkanını kırarak denetimleri altına almışlardır. Bu bağlamda, Batılı zengin ülkeler, kendi refah düzeylerinin ve güçlerinin devamı için şimdiye kadar gerçekleştirilen sömürünün daha fazla meşrulaştırılması ve bu bölgelerin halkları tarafından da normal karşılanması için tarihteki “adalet” ve “hakkaniyet” adına “hareket” eden Türklük olgusunun ve kimliğinin unutulmasına büyük önem vermektedirler. Çünkü “Türklük” kimliği, sadece kendi başına bile “adaleti” ve haksızlığa karşı “direnmeyi” çağrıştırmaktadır. Bu gün, batılı toplumlar, “Türk kadar güçlü” sözlerinin hâlâ taşıyıcılığını yaptıklarına göre, kendi üzerlerindeki Türklük damgasını iliklerine kadar hissetmektedirler. Ancak, şimdiki zamanlarda “Türk olma” olgusu eritilmeye ve sanki Türklük birçok topluluğun bileşkesiymiş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Böylece Türk Milletinin, Türk olma bilincinin farkına varması istenmemektedir. Bu yüzden, önümüzdeki günlerde büyük bir ihtimalle Batı kapitalizminin çeşitli istihbarat örgütleri ile düşünce kuruluşlarının güdümündeki yerli yönetici, siyasetçi ve aydınların, Batılılar adına “istenilen kamuoyunu oluşturmak” için “psikolojik savaş” araçları gibi çalışan birçok medya kuruluşlarından Türk kimliği ile ilgili görüş ve düşüncelerini şu şekilde seslendirmeye başladıklarını hep beraber göreceğiz. Diyecekler ki ,“Aslında, Türklük diye bir şey yoktur. Osmanlı İmparatorluğunun bakiyesi çok çeşitli etnik gruplara Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal kimliği olarak Türk milleti denildi.” Türklük ana eksenini ve gövdesini yok saymaya dayanan böyle bir yaygın iddia ve böyle bir söylem, batının tarihinde, hem kendi topluluklarına hem de başka topluluklara karşı sömürgecilik yapmasına izin vermeyen Türk hâkimiyet dönemlerinin varlığının, tamamen insanlığın hafızasından ve vicdanından silinmesine yönelik psikolojik bir savaş operasyonunun ön hazırlıkları olacaktır. Gerçekte, dünyanın en kadim tarihini, dilini ve  kültürünü temsil eden, birçok devlet kuran, Merkezî Asya’da Çinliler ile büyük bir mücadele içerisinde bulunan, sonra da nüfusun aşırı artışı nedeniyle oralara sığmayıp sürekli Batıya akın eden “Türklük”, Anadolu ve yakın çevresini anavatan tutmuş, bu bölgelerde kendi kaderlerini ve istikballerini ayrıca da istiklallerini Türkler ile ortak gören diğer akraba topluluklarla birlikte Türk Milleti büyük bir güç olmuştur.

Ey Türkler!… Göktürk Devletini ve kitabelerini, unutmayın ve unutturmayın. Göktürk devleti, “Türk” adının geçtiği ilk Türk devleti, Göktürk kitabeleri ise “Türklük” olgusunun, Batı sosyolojisinin, Batılıların ilk defa millet olmasını referans olarak aldıkları aydınlanma sonrasına atfettikleri milletleşme teorisine karşılık, daha erken zamanlardaki milletleşme olgusunun ta kendisidir. Göktürk-Uygur medeniyeti, Türklerin, yaratılış ve türeyişe dair, evrenin ve dünyanın oluşumuna dair, tabiat ve insanlığa dair temel evren tasavvurlarının şekillendiği bir dönemi temsil etmektedir. Bu bağlamda, Göktürk-Uygur ekseni, Türklerin mülkiyet ilişkileri, yönetim tarzları ve sosyal ilişkileri ile kültür özelliklerinin belgesel nitelikte tarihe kayıt düştüğü zamanı bugüne taşımaktadır. Bu dönemin temel evren tasavvuruna dayalı Türklük olgusu ve Türk hayat tarzı, daha sonra en son vahiy inancı İslamiyet ile taçlanarak, insanlık tarihinin kaydettiği adalet, hakkaniyet ve insanlık adına en büyük Türk-İslam medeniyetini yaratmıştır.

Sonuç olarak, Batılılar, Türklük merkezli bir Türk milletinin, varlığını kendileri için hem tarihi, hem de gelecek açısından büyük bir rakip olarak görüyorlar. Bu yüzden, batılılar, Türklüğü ve İslamlığı birbirinden ayrıştırarak, Türklük üzerinden İslamlığı da kendi stratejilerine ve hesaplarına uygun hale getirecek “ılımlılaştırmaya” yani bir tür Musevilik ve Hıristiyanlığa göre çok farklı olan temel iddialarından uzaklaştırılmış ve hatta biraz da onlara yaklaştırılmış yeni bir inanç yorumu yaratmaya çalışıyorlar. Bütün bunları yaparken, “Türklük-İslamlık” hakkında kuşku yaratıcı, yıldırıcı ve unutturmaya yönelik düşüncelerini hızla yayıyorlar. Hatta batılılar, Türklük olgusundan bağımsız hareket eden yerli ve harici Müslüman toplulukları, siyasi partileri ve cemaat oluşumlarını, bir şekilde batılı stratejik karar merkezlerinin yönlendirmesi istikametinde hareket edebilecek bir kıvama getirdiler. Bu arada, adını açıkça koymasalar da kendileri de, müşterek ve müttefik olarak Musevilik ve Hıristiyanlık merkezli küresel kapitalizmin önünü açmak ve dünyaya egemen olmasını sağlamak için çok büyük çabalar gösteriyorlar. Bu sebepledir ki; G. Bush’un beyan ettiği “Haçlı Seferleri” bir dil sürçmesi değil, özellikle son dönemlerdeki Batı harekât gerçeğinin ta kendisi olarak algılanmalıdır.

Prof. Dr. Feyzullah EROĞLU

Paylaş:

Yorumlar

“171) BATILILARIN VE BİZDEKİ BATICILARIN, “TÜRKLÜK” TAKINTISI” yazisina 2 Yorum yapilmis

  1. yaşar toptaş yorum tarihi 6 Mayıs, 2008 14:08

    ÇOK ŞÜKÜR ELHAMDÜLİLAH MÜSLÜMANIM NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE

  2. Samet Acar yorum tarihi 6 Mayıs, 2008 16:51

    Tarihimize baktığımızda,batının medeniyeti Osmanlı’dan gittiği yazılıp anlatılmakta.İyi toplumlar,gelişmiş,düşünmeyi ve üretmeyi bilinçli ,bilim içerisinde yürüten toplumlar “akıllı”toplumlardır.Geleceklerini düşmemiş olsaydılar zeki.akılı.çalışkan bilim adamlarını çevre halkların insanlarından almışlardır,gelişmişlerdir.Gelişmeye önayak olan bilim adamlarını hoş görmüşlerdir,anlayışlı ce anlamaya çalışmışlardır.Düşünüyor da biz olsaydık,bilim adamlarımıza neler yapmazdık…!ACAROĞLU

Yorum yap