200) İRTİCANIN KORKUNÇ YÜZÜ
Yayin Tarihi 27 Nisan, 2008
Kategori TÜRK DÜNYASI
İrticanın Korkunç Yüzü
(23 Nisan 1920.. TBMM’nin açıldığı günlerde)
… ve kimin dost kimin düşman olduğu uzun süre anlaşılamadı. İşgalciler bu karışıklıktan çok fazla yararlandılar ve isteklerinden en ufak bir taviz vermeye yanaşmadan Osmanlı Devletinin önüne Sevr Barış Antlaşmasının esaslarını koydular. Bu gelişmeler günümüzde dahi pek çok kimsenin çok iyi bilmesi ve ders alması gereken olaylar olduğu için, keşke imkan olsa da partisi ne olursa olsun, bütün siyasiler ve devlet adamları bu yazıyı okuyabilselerdi. O Dönemdeki gelişmeleri tarafsız bir gözlemci olarak bir Alman yazar Johannes Glasneck’in kaleminden izliyoruz:
“Ulusal kurtuluş hareketine karşı iç ve dış güçlerin imha seferi başlamıştı bile. İngiliz işgalciler, sıkıyönetim altında bulundurdukları İstanbul’da sayısız tehdit eylemleri işliyorlardı. 27 taş kırma işçisi, çetecilere yardım ettikleri şüphesi uyandırdığı için hemen kurşuna dizildi. İşgal birliklerinin komutanı General Wilson, İngilizlerin, Yunanlıların, İtalyanların ve Fransızların, Anadolu’nun içlerine doğru bir saldırıya geçmesini planladı. Ama belki de bundan vazgeçebilirdi. Damat Ferit ile Padişah, “yangını” söndürmek için paylarına düşeni yapıyorlardı. 11 Nisan’da İstanbul’un en yüksek din yetkilisi olan Şeyhülislam’dan bir karar çıkarttılar. Bu fetva, Mustafa Kemal ve yandaşlarını isyancı olarak ilan etti.”(1)
Müminlerin bu isyancıları öldürmesi dinsel bir görev olarak gösterildi. İngiliz ve Yunan uçakları fetvayı bildiriler biçiminde bütün Anadolu üzerine attılar. Hocalar bunu camilerde meydanlarda okudular. Bu iç savaşa çağrıydı. Bir hafta sonra Padişah, halkın ağzında “Halife Ordusu“ adına alan düzenli birlikler kurdu.Gerici hocaların kışkırtmaları etkisiz kalmadı. Anadolu üzerinde bir ayaklanma dalgası esti ve Ankara’ya kadar yaklaştı. “Büyük Millet Meclisi“ seçimleri yapılırken Halife ordusu da kanlı eylemlere girişti. Mustafa Kemal yanlılarının başını taşla ezdi, gözlerini oydu ve astı.(2)
Türkiye’de siyasal-askeri didişmenin boyutları bir kaç ay öncesine göre daha açıklıkla belirdi. Sertleşen kavga henüz kararsız olan birçok kişiyi karar vermeye zorladı; ya İstanbul’dan yana –böylece de feodal- dinci gericilikten ve İngiliz emperyalistlerinin iradesine teslim olmaktan yana-ya da Ankara’dan yana- ulusal durumun gelişmesi yolunda(3) olacaklardı.
Halide Edip Adıvar’ın o günlerle ilgili anıları hayli ilginçtir:
“İstanbul’dan gelen Peyami Sabah gazetesinde Kürt Mustafa mahkemesinin verdiği idam ilanı ile fetva vardı. İdama mahkûm olan yedi kişi arasında sırasıyla Mustafa Kemal Paşa, Bekir Sami Bey, Dr. Adnan, Ali Fuat, Ahmet Rüstem, Kara Vasıf ve Halide Edip vardı… Fetvada herhangi birimizi öldürmenin bütün Müslümanların dini bir görevi olduğu yazılıydı. Aynı zamanda, İstanbul’da evimin hükümet tarafından işgal edildiğini, başımızı getirene ödül verileceğini de yazıyordu… Bolu hareketinin başlarında halkı aydınlatmak ve tarafımıza çekmek için Gerede mebusları bulunan Binbaşı Hüsrev Bey’le Osman Bey oraya gönderildiler. Binbaşı Hüsrev, yanında yirmi atlıyla Gerede’ye girmişti. Köprünün başında, öbür tarafından bir alay insanın kendisine bayrak ve el salladığını görmüştü. Bunu barış ve dostluk belirtisi sanarak köprüden geçmişti. Geçer geçmez, halk onu attan indirmiş taşlamaya ve dövmeye başlamış. Garip olarak, canını kurtaran şey, sırf çok yakışıklı bir adam olmasıydı. Kalabalık arasından ihtiyar bir kişi Binbaşı Hüsrev’in üstüne kapanarak: “Bu kadar cesur ve güzel adamı nasıl öldürebilirsiniz? Ben ömrümün sonuna geldim, Allah ve Peygamber aşkına öldürmeyin” diye feryad etmiş. Garip olarak, bir an için kalabalık durmuş, Binbaşı Hüsrev’le Osman Bey’in boyunlarına ve ellerine zincirler takılarak, bir yandan taşlanarak bir yandan da yüzlerine tükürülerek hapishaneye götürülmüşler.”(4)
“Büyük odadaki manzara gözlerimin önündedir. Mustafa Kemal Paşa, lambanın ışığı altında kâğıtları karıştırır. Albay İsmet Bey durmadan dolaşır. Cami Bey, dizinde kâğıtlarla konuşma fırsatını beklerdi. İçişlerinde sorunlar gittikçe çoğalıyordu. Her yarım saatte bir Hayati Bey gelir, telgraflar getirirdi. Bunların arasında şöyle leri vardı: “Ben hilafet ordusunun yaklaştığını görüyorum. Halkın onlara katılmasından korkuyorum. Onlar girip telgraf tellerini kesmeden emirlerinizi bekliyorum.” Bunlardan biri okunduktan sonra, Hayati Bey asker selamı vererek: “Teller kesilmiştir” dedi. İşte ihtilalin manzaralarından biri”.(5)
“Her gece etrafımızdaki merkezler ve kasabalardan böyle telgraflar alırdık. Bu durum, her gece şafak sökünceye kadar sürer, hepimiz yorgunluktan bitkin bir halde gelirdik. Mustafa Kemal Paşa’nın o günlerdeki kadar yorgun ve bazen de umutsuz olduğunu görmüş değilim. Genellikle birkaç saat uyuyabilmek için sabahın erken saatlerinde aşağıya inerdik. Fakat rahat uyumak da pek elde olmazdı. Çünkü Hilafet ordusu mensuplarının ne zaman bizim yerimizi de basıp, yatağımızda bizi boğazlayacaklarını bilemiyorduk. Bugünlerde, bu vatan hainleri Bolu hastanesinde yatan bazı subayları da yataklarından sürükleyip hastanenin önünde kafalarını taşla ezmişlerdi. Yine bu sabahlardan birinde, çiftliğe girerken, Karabaş’ın sesini duymadım. Ertesi sabah, bilinmeyen bir adam tarafından kurşunla öldürülmüş olduğunu öğrendik. Aynı hafta içinde altı aylık yavrusunu da bilinmeyen bir adam zehirlemiş. Tabii bizim durumumuzun da ne olacağı belli değildi. Mücadele kuvvetlerinin tek güçlü olduğu yer, bu ara, Mudurnu idi. Orada, Bolu’dan gelen saldırılara Binbaşı Nazım yönetimindeki kuvvet karşı koyuyordu. Binbaşı Nazım’a Selanik’ten eski ittihatçı Binbaşı İbrahim de katılmıştı. Çok vatansever ve alçakgönüllü bir adama benziyordu. Mudurnu köylülerini bizden yana çevirmeyi başarabilmişti. İşte tek umut noktamız buydu. Ama saldırılar dinmedi. Bolu ile Ankara arasındaki köyler birer birer ayaklanmaya başladılar. Bunlar hep, öldüren, yakan ve savaşan küçük güruhlardı.(6) Bir sabah, kendimi hasta hissettiğimden, karargahtan erken ayrıldım.. Dr. Adnan geldiği zaman dedi ki “En tehlikeli geceyi geçirdik. Hemen bütün teller kesildi. Yakından silah sesleri geliyordu. Ortalıkta bir panik havası var. O akşam, Dr. Adnan, Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine beni arabayla göndermek önerisinde bulunduğunu söyledi. Ben, “Halk tarafından parçalanmaktansa, zehir alır ölürüm” dedim. Dr. Adnan, üstünde bu günlerde hep kuvvetli bir zehir taşıyordu.(7) Albay Refet de İzmir dağlarından üç yüz zeybekle geldi. Bir süre sonra Mudurnu’ya gidecekti. Herhalde halk arasında bize karşı bir gidiş vardı. Bizleri öldürmek istedikleri muhakkaktı. Aynı zamanda, bütün tıraşlı ve gömleklilere de kâfir gözüyle bakıyorlardı.(8) Refet Bey’le konuşurken Hayati Bey tekrar o kötü haberle geldi. “Bütün teller kesildi” dedi. Bunu söyler söylemez dışarıdan tüfek sesleri gelmeyi başladı. Önce, herkes heyecanlandı. Mustafa Kemal Paşa, ayakta dolanarak emirler veriyor, hemen herkes ömrünün son dakikasını yaşadığına inanıyordu. Garip olarak, o dakika bende büyük bir merak uyandırdı. Siviller beni ilgilendirmiyordu. Çünkü hepsinin korktuğu belliydi. İki büyük asker, Kemal Paşa ile Albay Refet Bey’di. Albay Refet, yerinden kımıldamadı. Sükûnla sigarasını içmeye devam etti. Mustafa Kemal Paşa her zaman tehlikeyle karşılaşmış büyük bir askerdi. Fakat o da bilinçsiz kalabalıktan hoşlanmıyordu. Ama o dakika, selametin milli hareketin başarısında olduğunu seziyordu… Odanın dışında subaylar savunma hazırlıkları yapıyorlardı. Sakindiler.”(9)
Bu çatışmalar sırasında özellikle Ankara’ya göçenlerin çok iyi tanıdığı, Milli Mücadelenin en büyük destekçilerinden biri ve Ali Fuat Paşa’nın yardımcısı durumundaki 24′üncü Tümen Komutanı Yarbay Mahmut Bey’in, Meclis’in açılmasından bir gün önce, 22 Nisan 1920′de Düzce yakınlarında, masum halkın zarar görmesini önlemeye çabalarken pusuya düşürülüp öldürüldü. (10) Bu ölüm Milli Mücadele elemanları arasında büyük bir üzüntü ve moral bozukluğuna sebep oldu. Her şeye rağmen yapılması gereken milli bir görev vardı. Meclisi açmak.Askerlerin karşılaştıkları en önemli sorunlardan biri Halife-Padişah Vahdettin’in emirlerine itaat etme telaşındaki masum halka gerçeği anlatmak, aydınları, din adamlarını dava için kazanmaktı. Bu dönemde Umum Kuvayı Milliye Komutanı Ali Fuat Paşa ve Albay Refet Bey’in çabaları büyük önem taşımaktadır. Ayrıca özgür din adamlarının yayınlayacağı karşı fetvalar da büyük önem kazanmaya başlamıştır. Meclis’in açılma günü arifesinde, Ali Fuat Paşa Bursa’dadır ve karşılaştığı bir olayı şöyle nakletmektedir:“21/22 Nisan gecesi 70–80 kadar Hoca Efendi, Vali ve kumandanın daveti üzerine Bursa Belediyesi dairesinin büyük salonunda toplanmışlardı. Bekir Sami Bey’le ben de içtimada hazır bulunuyorduk. Gündüz hoca efendilerden ekserisini ziyaret etmiş, hepsinden yardım edeceklerine dair söz almıştık. Kürsüye çıkarak kendilerine bir kere daha vaziyeti anlattım. Heyeti Temsiliye’den gelen telgrafı da okudum. Bunun üzerine müzakereler başladı. Birkaç saat sürdü. İleri sürülen mütalaalar toplanmış, tam bir mutakabat hâsıl olmuştu. Karar ittifakla verilecekti. Yanımda bulunan Bekir Sami Bey’e Bursa ulemasından ben esasen bunu bekliyordum dedim. Tam bu sırada bir hoca birden ayağa kalktı:Hakikat sizin bildiğiniz gibi değildir diye bağırdı. Sonra bugün İstanbul’dan geldiğini, bir gün evvel de huzuru şahaneye kabul edildiğini, Padişah tarafından millete selam getirdiğini söyledi ve şunları ilave etti:
Ne Padişahımız efendimiz ve ne de hükümet esir vaziyette değildir. Bizzat bu hakikati efendimizin ağzından işittim.
Salon birden karıştı. Bazı zevat mütereddit bir vaziyet aldılar. Yüzlerde endişe alametleri okunuyordu. Bütün emekler boşa mı gidecekti? O günlerde Entelicens Servis’in, bir takım ajanlarını hoca kılığına sokarak Anadolu’ya gönderdikleri hatırıma geldi. Acaba bu genç de onlardan biri olamaz mıydı? Kaybedilecek zaman yoktu. Derhal yerimden fırladım. Yerinden kıpırdayayım deme karışmam, diye bağırdım. Sonra iki polis çağırarak hocayı yakalamalarını emrettim. Neticenin nereye varacağını merakla bekleyen hocalara da, bugünlerde hoca kıyafetine giren bir takım hainlerin Bursa’ya geldiklerini ve bir kısmının yakalandığını söyledim. Hoca, polislerin elinden kurtulmaya çalışıyordu. Yaverim İris Çora’ya:
Bu adamın üstünü başını arayınız emrini verdim. Böyle bir harekete intizar etmeyen genç birden şaşırdı. Sonra üstünü aratmak istemedi, bağırıp çağırmaya başladı. Fakat itaat etmekten başka çare olmadığını çabuk anladı.
Hocanın iç ceplerinden çıkan birçok vesika arasında İngiliz polisi emrinde bulunan Yüzbaşı Benetti’nin imzasını taşıyan bir mektup da vardı. Bundan İngiliz polisinin ücretli bir memuru olduğu anlaşılıyordu. Bursa’lı olmadığı ve şehre yeni geldiği de tahakkuk etmişti. Kendisinin Divanı Harbe verilmesini emrettim. Sükûnet iade olmuştu.
İşte muhterem ulema, dedim. Sizin haklı kararlarınıza muhalefet etmek isteyen bu adam, vatanımızı parçalamak isteyen İngilizlerin memurudur. Hocalar “Esarette bulunduğu muhakkak olan fetva eminin fetvasıyla padişah iradesinin muta olamayacağı muhakkaktır. Cümlemiz bu kanaatteyiz” yazılı bir kâğıdı imzalayıp bana verdiler.” (11)
Bu nedenle Halife ve şeyhülislamın gösterdiği en büyük düşman, ne İşgal Güçleri ne de Batı Anadolu ve Trakya’yı istila etme hazırlığı yapan Yunanlılardı. En büyük düşman emirlere uymayan subaylardı. Vatanlarını işgalcilerden kurtarmak için dağıtılmış ve toplamı 50.000′e indirilmiş Türk Ordusunu yeniden toparlamaya çalışan subaylar, özellikle din adamlarından destek görecek yerde, o güne kadar akla dahi gelmeyen iğrenç iftiralarla ve devamlı olarak karalanıyorlardı. Mesela, 19 Mayıs 1920 tarihinde yayınlanan bir bildirinin subayları hedef alan ve halkı direnç göstermeye davet eden sözleri şöyledir:
“Ey padişaha, dine, devlete beş yüz seneden beri bağlılığı ile dünyayı hayrette bırakmış olan gerçek Müslümanlar: Bolşevik adı altında dört yüz yıllık din ve devlet düşmanımız olan Moskoflardan çıkmış dinsel yasaya aykırı ve kanun dışı olan bir görüşe kapılan bir takım eşkıya, vatanı kurtaracağız diye Anadolu’nun siz saf ve dürüst halkını aldatarak, Padişahına, Müslümanların halifesine isyan bayrağı çekmişlerdir. Bolşeviklik, paranın, malın ve arazinin ayak takımı yersiz, yurtsuz bir takım haydutlar tarafından yağma edilerek bu haylaz, tembel, cani herifler arasında bölünmesi, hiç kimsenin nikahlı karısı olmayıp her kopuğun her kadını istediği gibi kullanması, çocuklar iki yaşına kadar analarının kucağında kaldıktan sonra alınıp genelevlerde beslenerek anasız ve babasız yetiştirilmesidir ki, ne bir baba çocuğunu, ne bir evlat ana babasını tanımaması demektir. Bu, dinimiz olan İslam’a aykırı olduğu gibi aile hayatına, insanlığa her şeye zıt bulunduğu için Müslüman memleketlerinde sökemez… Ancak memleketimiz öteden beri haydutluk ve soygunculuğa alışmış, seferberlik sürdüğü müddetçe vurgun vurarak kanunun üstünde bir üst gibi bulundukları yerlerde zorbacasına hareket ve rahat yaşamayı, eğlence ve içkiye rezaletle ulaşmış birtakım subaylar ile hapishaneden kaçmış yahut her nasılsa yakasını şimdiye kadar kanunun pençesine vermemiş olanlar vardır ki bunlar kanunu, hükümeti, padişahı tanımıyorlar. Vatanı kurtaracağız, Padişahımız tutsaktır kurtaracağız diye zorla asker ve para topluyorlar.” (12) Anzavur ayaklanmasını bastırmak için Eskişehir’den gönderilen İkinci Piyade Alayı’nın taburları Bursa’dan geçerken, Bursa halkının kötü söz ve davranışlarına maruz kalmışlardır. Hatta onlar ölümsüz sözlerle zehirlenmişlerdir. Bahçelerde çalışan kadınlar bile askerlerin karşısına çıkarak “subaylarınız sizi padişahımızın gönderdiği Anzavur Paşa’ya karşı kavgaya götürüyorlar. Padişah askerlerine karşı kurşun arttıracaklar” diyerek bir taburun daha Bursa’ya varmadan önce diğer bir taburun da Bursa’dan çıktıktan sonra dağılmasına yol açmışlardır.(13)Padişah taraftarı hocalar, din adamları inanılmaz bir gaflet içinde, ne olup bittiğinin farkına varmadan, sadece inançları etkisinde kalarak Padişah’ın hükümetinin emirlerine uymakta ve subaylara karşı sanki ateş püskürtmektedirler. Haziran’ın üçüncü günü Konya’nın Aziziye camiinde halka vaaz veren 40 yaşlarında Müderris Hacı Ahmet adında birisi, vaaz esnasında
“Subayların evlerinde erkek hizmetçi bulunduranları (hizmet erleri kastediliyor) deyyus, çocukları da piçtir. Bu çocukların bazısı kumandan olarak yetiştiği için memlekete mazarratlarından başka faydaları olmaz demiştir.”(14)
Din adamları tarafından akıtılan bu zehirlerle Anadolu’nun her tarafında isyanlar başladı, askerler bu isyanlarla da boğuşmak mecburiyetinde kaldılar. Her şeye rağmen Türk ulusunun Meclisi artık açılmıştı, bundan sonra alınacak tedbirlerle bu meclisin özgür bir şekilde çalışması sağlanmalıydı. Bütün zorlukların teker teker üstesinden gelinecekti.
Dr. M. Galip BAYSAN
DİPNOTLAR:
(1) Johannes Glasneck: Kemal Atatürk ve Çağdaş Türkiye (Onur Yayınları, Ankara–1976) ;Fetva için bknz. E. Aybars, s.269–370, Bayram Sakallı, Ankara ve Çevresinde Milli Faaliyetler, s.98–101 (Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s.863, Ankara–1988)(2) Bknz. İstiklal Harbi VI’ncı Cilt, İç Ayaklanmalar, s.27–88 (Genkur Basımevi, Ankara–1964)(3) İç Ayaklanmalar, s.29, 30, 40, 49, 58, 59
(4) Türk’ün Ateşle İmtihanı, s.114, 121
(5) Aynı eser, s. 124
(6) Türk’ün Ateşle İmtihanı, s.124–125
(7) Türk’ün Ateşle İmtihanı, s.126
(8) Aynı eser, s. 126, 127
(9) Aynı eser, s. 126, 127
(10) İç Ayaklanmalar, s.48
(11) A. F:. Cebesoy, Milli Mücadele Haturaları, s.355, 356
(12) Ömür Sezgin, a.g.e., s.28, 29
(13) Şükrü Erkal, İkinci Asker Tarih Semineri, s.165
(14) F. Altay, 10 Yıl Savaş, s.246
Yorumlar
“200) İRTİCANIN KORKUNÇ YÜZÜ” yazisina 1 Yorum yapilmis
Yorum yap
İrtica:okumayan,öğrenmeyen,araştırmayan,bilime inanmayan,gerçekleri göremiyecek kadar kör olan,savsatacı,çıkarcı,üfrükcü,nuskacı,satılmışlar,piyonlar,nemıma lazım diğenler,göredim,duymadım,ban ne diğenler,kemikten,taşlardan medet bekliyenler,çalışmayan tembelleride katalım,bugünün işini yarına bırakanları da katalım,ve birçok sayabiliriz.İrticanın toplumları ve fertleridirler.Enaçık sade anlaşılır tanımı bu şekil yapmak gerekir diğe düşünüyorum.Acaroğlu