188) TÜRK EĞİTİM TARİHİ-1

Yayin Tarihi 20 Nisan, 2008 
Kategori TÜRK DÜNYASI

MÜSLÜMAN TÜRKLERİN KLASİK EĞİTİM SİSTEMİ

1. Müslümanlığı kabul etmenin Türklerin sosyal ve kültürel hayatlarına etkisi

1.1. Türklerin Müslüman olmaları ve bundan dolayı ortaya çıkan kültür değişmesi

Orta Asya Türk toplumları arasında 500′lerden itibaren değişik yönlerden gelen dinî akımların yoğun bir propagandaya başladıkları görülüyor. Bu propagandalar bir ölçüde de etkili oluyor hemen her dinî inanç büyük-küçük temsilci grupları oluşturuyor.

Orta Asya’da yayılmak isteyen bu dinî akımların en sonuncusu olan İslâmiyet, 8-10. yüzyıllar arasında Doğu Türkistan’a kadar yayılarak hem o topraklardaki pek çok çalkantıları önleyerek insanları huzura kavuşturmuş hem de İslâma tarih boyunca en dinamik unsurlarını teşkil eden yeni bir millet kazandırmıştır.

İslâm orduları ilk önce Hazar Denizi’nin batısını yurt tutmuş bulunan Hazar Türklerine yönelmiştir. Ancak Hazar Hanlığı, Hıristiyan Bizans ordularına karşı olduğu gibi, Müslüman Arap ordularına karşı da bağımsızlığını korumak için Museviliği kabul etmiştir. Yabancı devletlerin, dini, kendi yayılmalarının bir aracı olarak kullanmak istemelerine karşı, Orta Asya Türklerinin de Budizmi ve diğer dinleri seçtikleri görülüyordu.

Kafkaslarda bu şekilde başarılı olamayan İslâm orduları, daha sonra Hazar Denizinin doğusuna ve Orta Asya’ya yöneldiler.

İlkönce Çayardında (Mâveraü’n-nehir) sağlam bir köşe başı tutan İslâm, daha sonra bazen silâh zoruyla bazen gönüllü kazanarak Orta Asya içlerine doğru yayılmaya başladı. Bu  yayılmaya karşı başlıca iki engel vardı: bunlardan biri, Emevilerin dinden ziyade Arap milliyetçiliğine dayalı politikaları, Orta Asya’dan daha fazla cizye ve köle istemeleri; diğeri de Orta Asya’ya Budizmin iyice yerleşmiş, yüksek bir kültür geliştirmiş olması idi. Öyle ki, Budist olan Gazne ve Kâbil hükümdarları, Müslümanlara yılda 2.000 Oğuz köle teslim ederdi. Bu Oğuz köle grupları, daha sonra Mısır’da Tolonoğulları (868-896) ve İhşitoğulları (937-969) devletlerini kurmuşlardı.

Emevilerin Orta Asya toplumlarına muamelelerinin kötü olması hem dinin yayılmasını engellemiş hem de dini kabul eden gruplar arasında merkeze sürekli isyanlar çıkmasına, değişik tarikat ve mezheplerin doğmasına neden olmuştur.

Bu ara dönemde Taocu “hakîm“ler, Budist “toyun“lar ve Müslüman “abdal“lar, oradaki insanların kültür geleneğine ve hayat şartlarına göre değişik din yorumlamalarına gitmişlerdir. Ebu Müslim Horasanî ve İshak et-Türk, Orta Asya inançları ve İslâmı birbirine karıştıran “düalist” mezhepler ortaya koymuşlardır. Bu arada şiilik, alevilik, kalenderilik, abdâllık gibi birçok değişik yollar, İslâma yeni girmekte olan grupları kendine çekmiştir. İslâmın dinamizmi geçici bir süre Orta Doğu’dan Orta Asya’ya kaymış, Ebu Müslim Horasanî kuvvetlerinin baskısıyla Halifelik Emevilerden Abbasilere geçmiştir.

Orta Asya Türk toplumları arasında genelde sünnî mezhepler yayıldı. İlkönce Şiilik şeklinde olan bu yayılma, Orta Asyalı Ebu Hanife’nin ortaya çıkması, ayrı bir kültür ve tabiatta doğan değişik problemleri tartışma “halka”larına getirerek değerlendirmesi ve “kıyas” yolunu açık tutmasıyla “Türklerin imamı” sayıldı ve Türklerin genelde bu inanç yorumunun içinde toplanmalarını sağladı.

İslâm, Orta Asya Türk toplumları içinde önce Oğuzlar arasında “gâzi”ler ve din hocaları (murabit) tarafından yayıldı. Özellikle 751′deki Talas Savaşından sonra, Çin’in yayılmacılığına karşı Türkleri birleştiren, onlara yüksek bir moral gücü sağlayan bir din olarak Türklerin ana dini İslâm oldu. Budizmin kültür merkezlerinden biri olan Kaşgar’da kurulan Hakanî Türk Devleti (Karahanlılar) (926-1220), Batı Türkistan’ın tamamı ile Doğu Türkistan’ın batı kısmının tamamen Müslüman olmasını sağladı.

Müslümanlığın bu şekilde Orta Asya’ya yerleşmesinden sonra, ezici ve acımasız Kara-Hıtay ve Moğol saldırıları ile yüksek Uygur medeniyeti bile İslâm karşısında tutunamadı ve İslâmın manevi gücü karşısında yavaş yavaş Müslüman oldular.

İslâmın Türk toplumları arasında yayılması bir yandan bazı grupları bir mescit etrafında toprağa yerleşmeye teşvik ederken, bir yandan da güçlü İran ve Bizans imparatorlukları dolayısıyla Batıya akınlarında hep Hazar Denizinin kuzeyini kullanan Türklere, Hazar’ın güneyi yolunu da açıyordu. Hazar’ın kuzeyinden gidip Karadeniz’in kuzeyindeki ve Doğu Avrupa’daki uçsuz bucaksız alanlarda eriyen Türk grupları yerine, güneyden gelen Türkler bir torba gibi ağzını açmış bekleyen Anadolu’ya doluyorlardı.

Orta Asya’da, İslâmdan önceki kültürlerin temelleri üzerine yeni bir Müslüman-Türk hayat felsefesi kuruldu. Çünkü, İslâmdan önce Orta Asya Türk toplumları arasında birkaç yüzyıllık bir gelişim tarihine sahip Mani ve Buda dinleri etrafında gelişen bir Türk kültürü vardı. Özellikle edebiyat ve sanat alanında olan bu gelişme, aslında halkı, İslâmı kabule hazır hale getirmişti. Öyle ki, Orta Asya Budizmi birçok yönlerden çabucak İslâma dönüşmüştür. Budist “toyın”larına çok benzer bir “sûfi” grubu ortaya çıkmış, Budist “vihara”ları müslüman “ribat”larına dönüşmüş, tapınaklardaki ince kuleler İslâm tapınaklarında minare olmuş, birçok süsleme unsurları Budizmden İslâma aynen geçmiş ve hattâ Uygur yazısı, Arapça harflerle yazılan “Kûfî” yazıyı geliştirmiştir.

Budizm, Maniheizm, Taoculuk ve başka dinlerle yoğrulmuş Orta Asya Türk kültüründen İslâm kültürüne geçişi gösteren birçok eser vardır. 9. Yüzyılda Sirderya kıyılarında gelişen Dede Korkut hikâyelerinin birçok yerinde İslâm ile eski inançların çarpıştığı görülür. Bilhassa Tepegöz hikâyesi, Budizmde de sık sık işlenen bir konu idi. Kaşgarlı Mahmud’un “Divân-ı Lûgati’t-Türk”ünde ve Yusuf Has Hâcib’in “Kutadgu Bilig”inde Budist ve eski Türk dinine ait motifler sık sık geçmektedir. Uygur dinî-edebî metinlerinden ilham alan bu eserlerdeki kozmoloji de tamamen Türk-Budist tasavvurlara dayanmaktadır.

Bu geçiş döneminin ve kültür değişiminin en iyi örneklerinden bir başkası da, Türk sufilerinin mürşidi Ahmet Yesevî’dir. Arslan Baba’nın yetiştirdiği ve Türkleri İslâma çağıran bu büyük sufinin “hikmet”lerinin üslubu, başının tıraşlı olması Budizmi hatırlatmaktadır. Taoculuğun iksiri burada da var; davul ile sema âyinleri ve kam törenlerinin etkisi hâlâ devam etmekte gibidir. Ama bunlar sadece şekildir. Özde ise tam bir Müslüman olan yeni bir Orta Asya Türk kültürü doğmaktadır.

Buhara, sünnî-Hanefi ulemânın merkezi olmaktadır. Orta Asya’nın çeşitli kentlerinde açılan medreseler, hiç beklenmedik yerlerde insanların karşısına çıkan ribatlar Orta Asya’da yeni yetişen gençlere ve henüz İslâmı bilmeyenlere İslâmı öğretmeye başlıyorlar. Artık yoğun bir örgün eğitim çalışmasına doğru sağlam adımlar atılmaktadır.

1.2. İslâma geçiş ve giriş dönemi eserleri

Türklerin, çok dinli Orta Asya kültür hayatından İslâma geçiş döneminde ortaya çıkmış üç eser üzerinde durulacaktır: Kutadgu Bilig, Atabetü’l-Hakâyık ve Dîvân-ı Lûgati’t-Türk. Bu arada, daha sonra yazıya geçirilmiş olmakla beraber, 9. Yüzyılda oluşmuş olan Dede Korkut Kitabı üzerinde de durulacaktır.

1.2.1. Kutadgu Bilig

Kutadgu Bilig, 1069-1070 yıllarında Balasagunlu Yûsuf Hâs Hâcib tarafından, aşağı yukarı 18 ayda yazılmış ve Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Karahan’a sunulmuştur. Eser, hükümdar tarafından çok beğenildiği için, yazarına sarayda “hâciblik” görevi verilmiştir.

Eser, Uygur harfleriyle, Türkçe ve şiir halinde yazılmıştır. Eserde Budizm inançlarıyla yoğrulmuş bir Türk kültürünün, Orta Asya Türk ahlâk ve geleneklerinin genel özelliklerinin ve Türklerin yeni girmeye başladıkları İslâm kültür ve inanç sisteminin etkisi vardır.

Kutadgu Bilig’de adaleti, aklı, devleti ve kanaati temsil eden (sırasıyla Kün-Togdı, Ay-Toldı, Öğüdülmüş ve Oğdurmuş) kişiler arasında konuşmalar olmakta; Vezir Ay_toldı, daha sonra da oğlu Öğüdülmüş, hükümdara yönetim konusunda öğütler vermektedir. Bu, tarihimizde daha sonra da bazı örneklerine rastlayacağımız bir “siyasetnâme” örneğidir.

Burada, Kutadgu Bilig’de eğitim-öğretim, akıl ve bilgi, dil ve konuşma konularının nasıl ele alındığı konusunda kısa bir tahlil yapılmaya çalışılacaktır.

Eserde, eğitimin kalıtsal temellerine tam olarak inanılmaktadır. Yere ekilen tohumun kendi aslına uygun olarak bittiği gibi, oğulun tabiatı da babasına çeker.

Doğuştan iyi olandan dâima iyilik gelir, doğuştan kötü olanın ıslâhına ise çare yoktur. Anne karnında teşekkül eden tabiat ve terbiye, insanı ancak kara toprak altında terk eder, Akıl çalışmakla elde edilmez; Tanrı onu insanın hamuruna atar. Bilgi için insanda bulunması gereken sermaye akıl ve gönüldür ki onu, Tanrı ihsan eder. Her şeyi sonradan elde edebilen insan, aklı elde edemez; akıl, Tanrının bir lütfu olarak insanla beraber doğar.

Ancak buna rağmen insan doğuştan âlim olarak doğmaz, sonradan öğrenir. Bunu açık şekilde dilde görmekteyiz: Dil, doğuştan konuşmaz, zamanla konuşmaya başlar. Akıl, doğuştan getirilmekle beraber küçük çocuk onu hemen kullanmaya başlayamaz, “yaşı gelmedikçe kalem yürümez“. İnsan bilgisiz olarak doğar ve yaşadıkça öğrenir; hem de bütün faziletleri ve hareketleri…

Çocukların iyi veya kötü olmalarına anne-babaları neden olur; çocuğun terbiyesinden özellikle baba sorumludur. Çocuğu çok sıkı terbiye etmelidir, ancak bunun da usulleri vardır: eğitime erken başlamalı, bilgiyi küçükken öğrenmelidir; küçük yaşta öğretilen bilgi hayat boyu unutulmaz. Bu arada çocuklar başı boş bırakılmamalı, naz içinde yetiştirilmemeli, gerekirse dayak atılmalıdır.

İki tür insan vardır: öğreten ve öğrenen; bunların dışındakiler hayvandır. Metod olarak da Sokratvari bir soru-cevap yöntemi önerilmekte ve eserde de en iyi örneklerinden biri verilmektedir. Sormak erkektir, cevap vermek dişi; dişi, ancak erkek sayesinde doğurur, iyi fikirler de ancak iyi sorulara cevap olarak çıkar. Kutadgu Bilig’te bilginin işe yarar olması çok önemlidir, bilgi insanı işe yarar kılmalı, işleri yoluna koymalı, doğru yolda yürütmelidir. Çünkü insanı hayvandan ayıran aklı, bilgisi ve bunları kullanabilmesidir.

Tanrı, insanı seçerek yaratmıştır; erdem, akıl, bilgi ve anlayış vermiştir. İnsanın değeri, bilgiden ve akıldan gelir; “anlayışlı olan anlar, bilgili olan bilir.” Bilgisizlik körlüktür, hastalıktır; bunun tedavisi de şüphesiz eğitim yolu ile bilgi kazanmadır. “Bütün iyilikler bilginin faydasıdır; bilgi ile göğe dahi yol bulunur“. Anlayışla elde tutulan dünya, bilgi ile idare edilir, İnsan her şeye bilgi ile nüfuz eder. “İnsan bilgi ile büyür, akıl ile yükselir“. Bilgi, aklın sarayıdır ve akla hürmet bilgiden gelir. Akıl, insan için kâfi bir eştir. Eğer insan öfkelenir, hiddetlenirse; akılsızca, bilgisizce hareket eder, Bu nedenle yavaş, yumuşak hareket etmelidir. Esasen akıl gençtir ama hareketi ihtiyardır. Akıl, hem dilin hem de insan hareketlerinin kösteğidir.

Kutadgu Bilig’de eğitim açısından en yoğun işlenen konulardan bir başkası da dil ve sözdür. Bilerek söylenilen söz, bilgidir, Bilgi, dil ile meydana çıkar ve çevreyi aydınlatır, İnsanın dilini ayarlayan bilgi onun anlayış ve bilgisine tercüman olan da dildir. Söz, akıl ile söylenmeli, bilgi ile süslenmelidir. Alimlerin sözleri bilgisizler için gözdür. İnsanlar doğarlar, yaşarlar ve ölürler; ondan geriye miras olarak söz kalır. Dil ve söz bir insan için çok değerlidir.

“Aklın süsü dil, dilin süsü söz;
İnsanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür” (Türkçe Atasözü)

Dilin faydası çok olduğu gibi, zararı da çoktur. İnsan söz ile yükselmekte, ancak gene sözle düşmektedir. Dil, insanı değerlendirir de, değerden de düşürür. Yusuf Has Hacib, “söylemediğin söz, sana kuldur; eğer söylersen sen ona kul olursun“, demektedir. Sözün yeri sırdır; söz ondu, fakat biri söylenmeli, dokuzu söylenmemelidir. Bilgili diline hakim olmalı, bilgisiz ise hiç konuşmamalıdır, Çünkü dil her gün başı tehdit etmektedir, Gereksiz söz yanan ateş gibidir, çevresine hayat verir.

Yazı, sözün zapt edicisidir, o zamanki toplumlarda gerek dinlerin bozulmadan yayılmasında gerek devlet yönetiminde yazıya büyük bir kutsiyet atfedilmektedir. Ülkeler kılıç ile fethedilir ve elde tutulur, ama ülkeyi ve halkı kılıç idare etmez, kalem idare eder.

Burada incelenen birkaç konuda da görüldüğü gibi, Kutadgu Bilig döneminde Orta Asya Türk toplumları eğitim-öğretim açsından gayet yüksek bir düzeye çıkmışlar; işledikleri konuları gayet felsefî ve erdemli bir tarzda işleyebiliyorlardı.

1.2.2. Atabetü’l-Hakayık

Kutadgu Bilig’e göre çok daha kısa, basit ve hattâ bir dereceye kadar kaba, cansız bir başka Türk eseri, Edip Ahmed’in Atabetü’l-Hakayık adlı eseridir. Kimliği hakkında fazla bilgi bulunamayan Edip Ahmed’in Yüknek’li Mahmud’un oğlu olduğu, kör olduğu ve manzum olarak Türkçe vaaz ve öğütler verdiği bilinmektedir.

Eser, Kutadgu Bilig’den çok daha İslâmidir; önce Allaha, Peygambere ve dört halifeye övgü ile başlaması, onun İslâm geleneğine daha çok girdiğini gösterir. “Gerçeklerin Eşiği” anlamındaki bu eser gene tarihi kişiliği fazla bilinmeyen Muhammed Dad İspehsalar Bey’e takdim edilmiştir. Fazla orijinalitesi olmayan, o devirdeki inanç ve kültür ortamına uygun bilgileri manzum olarak söyleyen, bunları âyet ve hadislerle destekleyen bir kitaptır. Ancak eserin daha sonra çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda çoğaltılması ve düzenlenmesi, eğitim alanında önemli bir ihtiyacı karşıladığını göstermektedir.

Atabetü’l-Hakayık, halka verilen öğütlerdir. Ancak buna rağmen içindeki Arapca ve Farsça kelimelerin bir hayli arttığı görülmektedir. Cömertliği, tevazuyu, keremi övmesi; kibir ve harisliği yermesi o zamanki kültür ortamında bir gelenek olmuştu. Bu eser, eğitim tarihimiz bakımından şu noktalarda ilginçtir. Emir övülürken
“O akıl, anlayış, şu’ur ve zekâ mekanı, bilgi ocağı ve fazilet kaynağıdır”

denmesi, o zaman beğenilen, takdir edilen ideal bir şahsiyet tipinden neler anlaşılması gerektiğini çok iyi göstermektedir. Aynı Kutadgu Bilig’de olduğu gibi, burada da bilgi ve dil konuları üzerinde en başta ve hassasiyetle durulmaktadır. Edip Ahmed’e göre de bilginin faydası veya bilgisizliğin zararı açıkça görülmektedir. Bilgi, mutluluk yoludur. Kemik için ilik ne ise, insan için de bilgi odur. Bilgisiz insan hiç bir şeydir, bir ölüdür. Bilgisize doğru söz ve öğüt tatsız, faydasız gelir. Yaradan Tanrı ancak bilgili olmakla bilinir; insanın kendisi de bilgi ile yükselir. Bilginin temeli olan akıl, insanın gerçek ziynetidir.

Atabetü’l-Hakayık’ta üzerinde durulan bir başka konu da, insanın diline sahip olmasıdır. Edeplerin başı, dili gözetmektir. Düşünerek konuşmalıdır, yoksa dil ve söz insanın başına bela olur. İnsana ne gelirse dili yüzünden gelir. Zaten Hz. Muhammed de “İnsanı ateşe atan dilidir” diyordu. Edip Ahmed de ok yarasının bir gün kapanabileceğini ama dil yarasının kapanamayacağına işaret ediyordu. O halde yalan söylememek, gevezelik etmemek ve doğru söylemek gerekir; çünkü doğru söz şifadır. İnsanın diline hakim olması, doğru ve güzel söz söyleyebilmesi için de, sadece maddî hayatı sürdürebilmek için gerekli bazı bilgilerin değil, son derece soyut bilgilerin de yaygın eğitim vasıtasıyla verilmesi gerekiyordu. Ancak manevî kültür bilgilerinin bu kadar çoğalması yaygın eğitimin gücünü zorluyor; örgün eğitimi zorunlu kılıyordu.

1.2.3. Dîvanü Lûgati’t-Türk

Orta Asya Türk toplumları arasında aşağı yukarı 5. yüzyıldan itibaren yoğun bir din propagandası ve çatışması başlamış; üstünlük kazanan dinler kendi kültürlerini de yaymaya başlamışlardı. Orta Asyadaki din çatışmaları aşağı yukarı l0. yüzyılda belirgin bir sonuca ulaşmış ve Karahanlı Devleti dolayısıyla da oldukça istikrarlı bir toplum ve devlet içinde Türklerin esas dini haline gelmeye başlamıştır.

Türkistan’daki halkların büyük bir çoğunluğu Müslüman olunca din çatışmasının yerini dil ve kültür çatışması almıştır. Gerçi bu çatışma Arap ordularının Orta Asya topraklarına girmesiyle başlamış, Kuteybe İbn Müslim 712-716 arasında Harezm bilim ve edebiyatına ait bütün eserleri ve bu yazıyı yazmayı bilenleri yok etmişti, ama gene de Türkçe, daha 5. yüzyıldan itibaren birçok yönlerden işlenmiş bir dil idi. Daha sonra ise Soğdakça, Farsça ve Arapçaya karşı güçlü bir şekilde direniyor; kaybolmuyor. Hatta Karahanlılar döneminde Soğdak dili tamamen yok ediliyor, Farsça alabildiğine etki altına alınıyor. Ama Arapça’nın hem ayrı bir dil yapısında olması, hem de Kuran-ı Kerim’in, Peygamberin bile değil, doğrudan Allahın sözü olması, Müslümanlarda Arapça diline ve yazısına karşı, diğer dinlerde olduğundan daha fazla bir bağlılık ve dokunulmazlık yaratıyor.

Ancak şu da var ki, Türkler 6. yüzyıldan itibaren Arapların arasına sızmaya başlıyordu. 9. yüzyılda Türk askerlerinin Arap ülkelerindeki namları o kadar yayılıyor ki, Halife Türklerden meydana gelen bir ordu kuruyor. 10. yüzyıl başlarında Türkler halife veya daha doğrusu İslâm ordularının komutanlığını ele alıyorlar. 11. yüzyıldan itibaren de İran, Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu’da yüzyıllarca sürecek Türk hakimiyeti başlıyor.

Kâşgarlı Mahmud’un Divanü Lûgati’t-Türk adlı eseri, işe böyle bir gelişme ve patlamanın eseridir.

Kendisine “Kâşgarlı” diyen Mahmût, aslen Isıkgöl civarındaki Barsganlıdır. Kendisi Türklerin “en uz dillisi, en açık anlatanı akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananı” idi. Buhara’da, Nişabur’da ve Bağdad’da öğrenim gördüğü tahmin ediliyor. Eserini Kaşgar’da mı, yoksa Bağdad veya Şam’da mı yazdığı şüphelidir; ancak eser 1072-1074 yıllarında yazılmış ve Bağdad’ta Abbasi Halifesi Ebu’l-Kasım Abdullah’a takdim edilmiştir.

Bu eser, birkaç yönden önemlidir: Önce yüce bir amaç uğrunda güçlü bir direnişi simgeliyorsa da, genel gelişime bakıldığında, Kutadgu Bilig’in Türkçe adlı, Türkçe bir kitap olduğu; Atabetü’l-Hakayık’ın Arapça adlı, Türkçe bir kitap olduğu, Divan-ı Lûgati’t-Türk’ün ise Arapça adlı Arap harfleriyle yazılmış bir kitap olduğu görülür. Bu, Türk kültüründeki o zamanki değişimin kalın ana hattını vermektedir.

Ancak buna rağmen Kâşgarlı Mahmud’un Dîvan’ı Türkler ve Türkçe için birçok yönlerden çok önemli ve diğer eserlerden çok çok değerlidir.

Divan, Türkçe’nin en eski ve birleştirici kaynağıdır. Artık o çağlarda çeşitli Türk toplulukları kendi boy adlarının peşine düşmeyi bırakmışlar; boylar üstü genel bir Türk topluluğu, kültürü ve bilinci oluşmaya başlamıştı. Kaşgarlı Mahmud da “bütün” Türk illerini, obalarını ve bozkırlarını dolaşarak Türk diline ve kültürüne ait verileri toplamış; hadis araştırmaları dolayısıyla Arabistan’da bir hayli ilerlemiş olan kültür temelli sözlük bilim geleneğine uygun olarak bunları bir Divan içinde işlemişti.

Orta Asya Türk dil ve kültür hayatının en güçlü ve güvenilir kaynağı olan bu eser, Orta Asya Türk kültüründeki gelişmeyi, kültürel hayatın hemen bütün yönlerini dikkatli bir gözlem ve derin bir bilgi sonucu olarak ortaya koyuyordu. Yabancı dil ve kültürlere karşı Türk dil ve kültürünü savunurken, Türkçenin bir millet, devlet ve kültür dili olarak ne kadar yetkin düzeyde olduğunu da ispat ediyordu.

Kendisi köklü bir filolog, etnolog, folklorcu ve sözlükçü olan Kâşgarlı Mahmut, diğerlerinin yaptığı gibi daha önce yazılan kaynaklardan derlemeler yapmada; Türk halkının o zamanki sözlü kültür eserlerine dayandı. Güçlü bir din, kültür ve edebiyat dili olan Arapçaya karşı yazılmış olan bu eser, kendisinden 426 yıl sonra yazılmış olan Ali Şîr Nevaî’nin Muhakemetü’l-Lûgateyn’inin Türkçe ile Farsça’yı karşılaştırdığı gibi, Arapça ve Türkçe yi de karşılaştırmaktadır.

Kâşgarlı Mahmut, sahih olmayan hadisler de kullanarak Türk adının Tanrı tarafından verildiği, onların güçlü kılındığı ve uzun sürecek bir egemenlikleri olduğunu; bu nedenle Türk dilini öğrenmenin bir din borcu, manevî bir kültür borcu olduğu ve aynı zamanda akıllı olmanın da bunu gerektirdiğini söyleyerek Araplara Türkçe öğretmeyi amaçlamaktadır. Bizim eğitim tarihimiz açısından meselenin esas can alıcı noktası buradadır. Divanü Lûgati’t-Türk, Türkçede yazılmış ilk kitaplardan biridir., Divan, bilinmeyen kelimelere bakılmak için yazılmış bir sözlük değil, bir öğretim sözlüğüdür. Bu sözlükte, dil öğretmek için izlediği belli başlı metodlar da şunlar olmuştur:

Kaşgarlı, Türk dilinin öğretiminde kullanılacak temel araçları hazırlamıştır: Önce -bugün elimize geçmeyen “Kitâbü Cevahirü’n-Nahv” adlı sentaks temelli bir Türkçe gramer yazmıştı; daha sonra kelimeleri bir araya getirip Divan’ı düzenlemiş; pek çok örneğin yanı sıra fonetik ve morfoloji konularını da bu eser içinde işlemişti.

Kelimeleri ve kuralları açıklarken günlük Türkçe’de kullanılan en güzel cümle, deyim, atasözü ve manzum parçaları örnek olarak vermiştir. Bu örnekler, bugün bile Türk kültürünün en değerli parçaları sayılmaktadır.

Eserin didaktik ve kullanışlı olmasını sağlamak amacıyla Türkçede artık kullanılmayan ve az kullanılan kelime ve deyimler ayıklanmış, çok canlı ve pratik bir “sözlükten öğretme” kitabı yazmıştır.

Kelimelerin Arapça gramer kurallarına göre kümelendirilmesi, okuyuculara Arapça yardımıyla daha kolay öğretmeyi amaçlamaktan dolayı olabilir. Çünkü günümüzde de yabancı dil kitaplarında, öğreneceklerin ana dillerine göre bazı farklılıklar yapılabiliyor.

Kurallar ve örnekler arasındaki dengeyi çok iyi kurmuş ve genelde örneklerden kurala giderek, öğretimde daha kolay olanın yolunu tutmuştur.

Kâşgarlı Mahmud, dünya dilbilimcilerinin Türkçe için 20. yüzyıl başlarında fark etmeye başladıkları ve bugün iyice sistemleştirdikleri dil yapısını 900 yıl önceden keşf edip belgelemiş bir dil dâhisi; yürekli, bilgili bir Türkçe öğretmeni olmuştur.

Türkçeyi Araplara ve başka milletlerden olanlara öğretme için Kaşgarlının Divan’ından başka eserler de yazılmıştır. Meselâ, bunlar arasından üç tanesini saymak yeterli olacaktır kanaatindeyim.

1) 13. Yüzyılın sonları ile 14. yüzyılın başlarında yazıldığı tahmin edilen “İbnü-Mühennâ Lûgatı“, Cemalüddin İbnü Mühenna adlı bir arap filolog tarafından yazılmıştır. Eser Kaşgarlı Mahmut tekniği ile yazılmış ve genelde Doğu Uygur ve Kaşgar Türkçesinin lûgatıdır.

2) 712 hicride Kahire’de Ebu Hayyan tarafından yazılan “El İdrak li lisani’1-Etrak” adlı eser de sözlük esası üzerinden Araplara Türkçe öğretmek isteyen bir eserdir.

3) Mısır ve Suriye’deki Türk kölemen devletleri zamanında Araplar arasında güçlü bir Türkçe öğrenme ve konuşma cereyanı başlamış, Arapça ve Farsçadan birçok kitaplar Türkçeye çevrilmişti. Bu dönem Türkçesi Kıpçakça idi. Osmanlıların Mısır ve Suriye’de egemenliğin den sonra buralarda Batı Türkçesi görülmeye başlanmıştır. Hicri 1000 yıllar civarında Mısır’da bir kadı’nın oğluna Türkçe öğretmek için “Eş-Şüzurü’z-Zehebiyye Ve’l-Kıtai’l-Ahmediye Fi’l-Lûgati’t-Türkiyye” adlı bir Türkçe öğretme kitabı yazılmıştır.

1.2.4. Dede Korkut Kitabı

Dede Korkut destanı veya hikâyeleri Orta Asya’da şekillenmeye başlamış; Türklerin Müslüman olmalarından ve Anadolu’ya gelmelerinden sonra din ve çevre motiflerine göre bazı değişikliklere uğramıştır. Dede Korkut’un hikâyeleri, parça parça ve değişik versiyonlarda Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yaşamaktadır. Bugün Türkiye’de en yaygın olarak bilinen ve en geniş Dede Korkut hikâyeleri, 15-16, yüzyıllarda meçhul biri tarafından kağıda geçirilmiştir. “Kitab-ı Dede Korkut” adlı bu eser, Azerbaycan ve doğu Anadolu’daki Oğuz Türklerinin arasında yaşayan Dede Korkut hikâyelerini kaydetmiştir.

Dede Korkut Simgesi, hikâyelerin değişmeyen motifidir. Oğuz boylarının başı derde girdiğinde veya sevinçli bir durumu olduğunda “Oğuz bilicisi” Dede Korkut’a danışır; o ne derse o yapılırdı. Çocuklara ad konulacağı zaman Dede Korkut çağrılırdı.

Eğitim bilimi ve eğitim tarihimiz açısından bu hikâyeleri incelediğimizde, şu karakteristikleri tespit etmek mümkündür:

İnsanların ve canlıların doğuştan getirdikleri, onların daha sonra ne olacaklarını belirler. Belli bir şekilde kalıplanmış olan kişileri de daha sonra değiştirmek çok zordur.
“Kara eşek başına gem vursan katır olmaz,
Hizmetçiye elbise giydirsen hanım olmaz. “

Bu nedenle eğitime ve insanları şekillendirmeye küçük yaşta, aile içinde başlamalıdır. Dede Korkut hikâyelerinde, örgün eğitimin henüz olmadığı dönemlerde Türk gençlerinin boy gelenekleri içinde ve büyükleri taklit yoluyla nasıl şekillendiğinin mükemmel örnekleri verilmektedir.

“Kız anadan görmeyince öğüt almaz,
Oğul babadan görmeyince sofra çekmez.
Oğul; babanın yerine yetişemedin. “

Oğlan doğduğunda kurban kesilir. Deli Dumrulun babası ona “Doğduğunda dokuz erkek deve kestiğim aslan oğul” diye hitap etmektedir. Aynı geleneğin Dirse Han oğlu Boğaç’ın doğumundan önce de uygulandığını görüyoruz.

Oğlanın dadılara verilerek baktırıldığı gene Boğaç hikâyesinde yer alan bir motiftir.

Her kemikli gelişir, kaburgalı büyür“. Çocuklar oyun oyun oynayarak büyürler. Oğuz töresinde çocuklar belli bir şekilde yetenlerini gösterinceye kadar ona ad konulmaz. Herhangi bir vesile ile oğlan bir yetenek, bir yiğitlik gösterdiğinde de Dede Korkut gelerek çocuğa bir isim kor. Bu isim koyma olay ve törenlerine Dede Korkut Kitabı’nın çeşitli yerlerinde rastlamaktayız.

Dirse Han’ın oğlu 15 yaşına geldiği halde bir adı yoktu. Bayındır Han’ın da “sert taşa boynuz vursa un gibi öğüten, erkek develerle güreşen” bir boğası vardı. Altı kişinin sağından ve solundan zincirlerle zapt edebildiği boğayı bir gün, çocukların aşık oynadığı bir meydana bırakırlar. Bütün çocuklar kaçar, Dirse Han’ın oğlancağı kaçmaz. Yumruğunu boğanın alnına dayar, bir ileri bir geri defalarca gider gelirler ve her ikisi de alabildiğine yorulurlar. Bunun üzerine oğlan boğanın alnından yumruğunu çeker; boğa o hızla gider düşer ve oğlan bıçakla boğayı keser.

“Oğuz beyleri gelip oğlanın başına toplandılar, “aferin” dediler. Dedem Korkut gelsin, bu oğlana ad koysun, beraberine alıp babasına varsın, babasından oğlana beylik istesin, taht alı versin dediler.

Çağırdılar, Dedem Korkut gelir oldu. 0ğlanı alıp babasına vardı. Dede Korkut oğlanın babasına söylemiş, görelim hânım ne söylemiş. Der:

Hey Dirse Han beylik ver bu oğlana, Taht ver, edemlidir.
Boynu uzun büyük cins at ver bu oğlana, Biner olsun, hünerlidir.
Ağıllardan on bin koyun ver bu oğlana, Etlik olsun, hünerlidir.
Develerden kızıl deve ver bu oğlana, Yük taşıyıcı olsun, hünerlidir.
Altın başlı otağ ver bu oğlana, Gölge olsun, erdemlidir.
Omuzu kuşlu cübbe elbise ver bu oğlana, Giyer olsun, hünerlidir.

Bayındır Hanın ak meydanında bu oğlan cenk etmiştir, bir boğa öldürmüştür senin oğlun. Adı “Boğaç” olsun; adını ben verdim, yaşını Allah versin” dedi. Dirse Han oğlana beylik verdi, taht verdi.”

Bay püre hikâyesinde de gene bir ad koyma sahnesine rastlıyoruz.

“Bay Pürenin oğlu beş yaşına girdi, beş yaşından on yaşına girdi, on yaşından on beş yaşına girdi. Dönüp baksa çalımlı, kartal hünerli bir güzel, iyi yiğit oldu.
O zamanda bir oğlan baş kesmese kan dökmese ad koymazlardı.”

Bir gün Pay Pürenin oğlu ava çıkar ve bir ara babasının tavlasında tavlacı başı tarafından misafir edilir. O sırada kara Derbent ağzında konmuş olan bezirganları Evnük kalesi kâfirleri basar, yağmalarlar. Bu baskından kurtulan bir bezirgan, Oğuz hududunda bulduğu, Oğuzun bu güzel yiğidinden yardım ister. O zaman şarap içen oğlan, altın kadehi yere çalar, giyinir, koç atına biner ve yiğitleriyle beraber, yağmaladıkları akçeleri bölüşen kâfirlere baskın yapar. Baş kaldıran kâfirleri öldürür, gâzâ eyler, bezirganların malını kurtarır. Meğer bunlar kâfir ülkesinden Oğuzeline mal getiriyorlardı ve Pay Fürenin “Bamsı” lakaplı oğluna da üç hediye getiriyorlardı. Hediyeleri Hana sunmak isterken, onun yanında kendilerini kurtaran yiğidi görüp ona hürmek etmişler, babasına da durumu açıklayınca

“Bay Püre Bey der: Bre, benim oğlum baş mı kesti, kan mı döktü?
Evet baş kesti, kan döktü, adam devirdi dediler.
Bre, bu oğlana ad koyacak kadar var mıdır dedi.
Evet sultanım fazladır, dediler.

Pay Püre Bey kudretli Oğuz beylerini çağırdı misafir etti. Dedem Korkut geldi, oğlana ad koydu. Der: “Ünümü anla, sözümü dinle Pay Püre Bey
Allah Taala sana bir oğul vermiş, tutu versin
Ak sancak kaldırınca Müslümanlar arkası olsun
Karşı yaan kara karlı dağlardan aşar olsa
Allah Taala senin oğluna aşıt versin
Kanlı kanlı sulardan geçer olsa geçit versin
Kalabalık kâfire girince, Allah Taala senin oğluna fırsat versin
Sen, oğlunu “Bamsam” diye okşarsın
Bunun adı boz aygırlı “Bamsı Beyrek” olsun
Adını ben verdim yaşını, Allah versin”
dedi. Kudretli Oğuz beyleri el kaldırdılar, dua kıldılar, bu ad bu yiğide kutlu olsun dediler.”

Ad koymanın veya almanın, Oğuz geleneklerinde nasıl önemli bir yeri olduğunu, Kazan Bey Oğlu Uruz hikâyesinde de görmekteyiz, Bu hikâyenin başlarında Kazan Bey oğluna şöyle hitap etmektedir:
“Beri gel tayım oğul
Sağıma doğru baktığımda kardeşim Kara Göneyi gördüm.
Baş kesmiştir, kan dökmüştür, ganimet almıştır.
Soluma doğru baktığımda dayım Aruzu gördüm
Baş kesmitir, kan dökmüştür, ganimet almıştır.
Karşıma doğru baktığımda seni gördüm.
On altı yaşına geldin
Bir gün ola düşeyim öleyim sen kalasın
Yay çekmedin, ok atmadın, baş kesmedin, kan dökmedin.
Kanlı Oğuz içinde ganimet almadın.”

Kazan Bey, eğer kan döküp baş kesip ad almazsa, kendisinin ölümünden sonra da tacı tahtı oğlana vermeyeceği söylemektedir.

Ad koymanın Oğuz toplumlarında âdeta oğlanın yetişkin olmasının, topluma katılmasının, kabul edilmesinin bir simgesi olduğunu görüyoruz. Çocuğun gerçek adi konuluncaya kadar ailesi onu belli bir isimle çağırmaktadır, ama bu geçici bir isimdir. Gerçek isim, çocuk kendini ispatladıktan sonra büyük törenlerle verilmektedir.

Oğlanları babalar yetiştiriyordu, onlara hüner öğretiyorlardı. Genelde eli kılıç tutacak, ok atacak yaşa geldiklerinde kâfir hudut boylarına götürüyorlar, kılıç çalıp baş kesmeyi öğretiyorlar; yedi günlük azık ile ava çıkarıyorlar, av yerlerini, ok attıkları yerleri gösteriyorlardı. Burada gene Kazan Bey oğlu Uruz hikâyesine dönersek; Kazan, düşmanları oğluna göstererek “Azgın dinli düşman kâfirdir oğul” demektedir. Hikâye şöyle devam ediyor,

“Oğlan der: “Düşman diye neye derler?
Kazan der: Oğul onun için düşman derler ki biz onlara yetişsek öldürürüz, onlar bize yetişse öldürür dedi.
Uruz der: Baba içinde bey yiğitleri öldürseler kan sorarlar mı, davalarlar mı?
Kazan der: Oğul bin kâfir ödürsen kimse senden kan davalaşmaz, amma azgın dinli kâfirdir, güzel yerde rast geldi, fakat bana sen kötü yerde ayak bağı oldun, oğul dedi.”

Bundan sonra oğlan kâfir ile karşılaşmaya hazır olduğunu söylemekte, ancak babası gene de oğlunu sakınmakta
“Kılıç çalıp baş kestiğimi gör de öğren
Kara başına düşünce lazım olur”
demektedir. Oğlan savaşa hazır olduğunu yinelemesine rağmen Kazan Han hâlâ

“Göğsü güzel koca dağlar başına çık
Benim savaştığımı, benim döğüştügümü
Benim çekiştiğimi, benim kılıçlaştığımı gör de öğren ve hem bizim için pusuya yat oğul”

diye âdeta emretmektedir. “O zamanda oğul baba sözünü iki eylemezdi, iki eylese o oğlanı kabul eylemezlerdi.” O günkü savaşta Uruz, babasının ve diğer yiğitlerin düşmanla nasıl savaştıklarını seyreder, “baka baka aşka gelir“, savaşa katılır; ancak Uruz’un atı oklanır, çevresindeki kırk yiğidi şehid ve Uruz da esir edilir. Böylece baba nasihatının ne kadar anlamlı ve değerli olduğu anlaşılır.

Çocukların yetişmesinde esas olan yetenek ve hüner kazanmaktır. Oğlanlardan beklenen yetenekler ata binmek, dağ aşıp kan terletinceye kadar koşturmak, kara çelik öz kılıçla baı kesmek, demir giysiler giyip bunlarla savaşabilmek, mızrak kullanmak, ok atmaktır. Yiğitlerin okluğunda 90 ok bulunurdu ve bunları mahir olarak atmaları istenirdi.

Oğuz Beyleri hanın sohbetindeki yerlerini kılıçları ve emeği ile alıyorlardı; baş kesmeleri, kan dökmeleri, aç doyurmaları, çıplak giydirmeleri ile kazanıyorlardı. Baş kesip kan dökmek en çok aranan hünerlerdendi. Bu nedenle Oğuz delikanlıları çevredeki kâfir ülkelerini yağmalar, ganimet almaya çalışırlardı. İyilik, cesaret, alp’lik, deli yiğitlik gençlerin kazanmayı amaçladıkları hünerler idi.

Kan Turalı, babasını kız istemeye gönderip babası döndüğünde kızı almak için hüner istediklerini bildirir. Kan Turalı “kanlı kâfir eline akın edeyim, baş keseyim, kan dökeyim, kâfire kan kusturayım, kul hizmetçi getireyim” dediğinde, babası “Hay canım oğul hüner dediğin o değil” diyerek üç canavarın başını kesmesi gerektiğini belirtmekte; Kan Turalı da kızı alabilmek için bir boğayı, bir aslanı ve deveyi yenmektedir.

Oğuz beyleri ve beylerin çocukları yanlarında kırk yiğit ie dolaşırlar, otururlar, ava ve savaşa giderlerdi. Bunlar, eğitimde her zaman oluşuveren gençlik gruplarını (veya çeteleri) oluşturuyorlardı. Bunların toplum geleneklerine, toplumun yaşlılarına ve kadınlarına çok saygılı ve Oğuz beylerinin kontrolünde çalışan gruplar olduğu görülmektedir. Bu gruplar ak çadırlarını Oğuz elinin çeşitli yerlerine kurmakta nişan talimi yapmakta, sohbetler edip şiirler okumaktadırlar. Genelde kâfirin hudut boylarında dolaşan yiğitler grubu havaya gürz atıp yere düşmeden tutmaktadır.

Oğlanların ilk avında attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kestirip oğuz beylerine ziyafet verilirdi.

Oğuz Hanı, savaşlarda başarı gösteren koç yiğitlere ülke verirdi, şalvar, cübbe, cuha verirdi. Herhangi bir yer işgal edildiğinde önce orada câmi kurulur, dua edilir, “kuşun alaca kanı, kumaşın arısı, kızın güzeli, dokuz katlı işlenmiş süslü elbise; cübbe” Oğuz Hanı için ayrılır, geri kalanlar gâzilere bağışlanırdı. Yetişmiş insanlarda ve genelde gazi tipinde gördüğümüz bu gelenek Osmanlı gazilerinde de aynen devam etmiştir.

Dede Korkut hikâyelerinde erkeklerin övünmeleri genelde psikolojik bir motivasyon, bir şevklendirme aracı olarak görülür. Oğuz beyleri ve gençleri kendilerine güvenen, çeşitli hüner ve güçleriyle övünen ve övünç duydukları şeyleri gerçekleştiren, ruhsal sağlığı son derece yerinde insanlardır. Savaş ve av öncesinde kimi atını övmekte, kimi kılıç kullanmasını, kimi ok atmasını. Ancak gerçeğe uymayan abartmalı övmeler de hoş karşılanmazdı.

Dede Korkut hikâyelerinde gerek Oğuz kadınlarının gerek kâfir kadınlarının oldukça yüksek bir yerleri vardır. Bayındır Hanın beylerinden Begil kendi hatununun akıllı, iyi sözünü dinlemektedir. Kadınlardan da bazı yetenek ve hünerler istenmektedir. Oğlan evleneceği kızın  özelliklerini sayarken “ben yerimden kalkmadan o kalkmış olmalı, ben kara koç atıma binmeden o binmiş olmalı, ben kanlı kâfir eline varmadan o varmış bana baş getirmiş olmalı” demektedir, Buna karşılık Trabzon Tekfurunun kızı da “sağına soluna iki çift yay çeken, attığı ok yere düşmeyen” bir kız olarak tasvir edilir.

Dede Korkut hikâyeleri, Türklerin Müslümanlığa geçiş dönemlerinde Oğuz beylerinin ve çocuklarının yiğitlik ve Müslümanlık özelliklerini kaynaştırarak nasıl bir gâzi tipinde yetiştiklerini, Orta Asya geleneklerinin başka toprak parçalarında, başka topluluklar arasında nasıl sürdürülmekte olduğunu ve bu arada İslamiyet’in Türk milletine getirdiği dinamizmi de gösteren en güzel örneklerdir. Bu bakımdan eğitim tarihimizin ana kaynak eserlerindendir.

Prof. Dr. MUSTAFA ERGÜN

ziyaretcidefteri21111126.gif

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap