415) Eski Türk Dininin Temel Özellikleri
Yayin Tarihi 9 Ocak, 2021
Kategori KÜLTÜREL, SOSYAL, TÜRK DÜNYASI
Eski Türk Dininin Temel Özellikleri
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
“Rahmetli Hocam Prof.Dr. Bahaeddin ÖGEL’in Anısına Hürmetlerimle”
Türklerin dini diyebileceğimiz, ancak şimdiye kadar ismi hakkında bir belgeye rastlamadığımız, fakat kitabelerden yola çıkarak Kök Tengri inancı ya da dini olarak adlandırabileceğimiz bu itikatın temelinde; her şeyin yaratıcısı bir Tanrı’ya ve ölümden sonra yeni bir hayatın başladığına iman, öbür dünyada yiğitliklerin ve iyiliklerin mükâfatlandırılması, ölmüş atalara saygı, onlar ve Tanrı için kurbanlar kesilmesi gibi hususlar yatmaktadır. Buna bağlı olarak, mesela Asya Hunları her yılın mayıs ayı ortalarında Kutlu Atalar Mezarlığında kurban keserlerdi ve burada, çok şey borçlu oldukları atalarını (eçü-apa) andıkları gibi, Tanrı’ya da ilerideki günlerin bolluk ve bereket getirmesi için yakarırlardı.
Din; belki takip edilen kutsal yol, inanç sistemi, bir itikadın uyulması gereken kaidelerinin bütünü şeklinde tanımlanabilir. Ancak bunun dışında din kelimesinin pek çok manası ve değişik dini inançlara göre de bir tarifinin bulunduğunu belirtmekte fayda var. Her insan şöyle veya böyle bir Tanrı’ya ya da dine inanır. Bu kişinin yaradılışıyla alâkalı bir şeydir. Dinsiz olduğunu, Tanrı’ya inanmadığını söyleyenlerin (ateist) bile, kendi kafalarında veya düşünce dünyalarında meydana getirdikleri bir Tanrı inancı olmuştur. Bir Altay Türk atasözünde: “İnsan Tanrısız, kürk yakasız, millet yasasız olmaz”, der. Dolayısıyla din; insanları birtakım yüce fikirler etrafında toplayan, kanunlar çerçevesinde iyiliği öven, haksızlık, kargaşa ve adaletsizliği engelleyen bir kavram olmakla beraber; haram-helal, cennet-cehennem düşüncesiyle de toplumu iyilik yapmaya sevk eder1 . Bu mefhum etnik toplulukların ve milletlerin eski çağlarda tabiatüstü güçlere duydukları hayranlıklarla başladığı için, bizim de her şeyden önce tarihin derinliklerine giderek, Türk milletinin gelenek ve görenekleriyle birlikte, yazılı olmayan törelerini de incelememiz gerekir. Ancak böylesine geniş bir çalışma neticesinde eski Türk dininin çerçevesi belirlenebilir.
Oldukça sık yer veya coğrafya değiştiren Türk milletinin gözden kaçmaması gereken bir vasfı da çok farklı dinleri benimsemesidir. Elbette Türklerin dışındaki milletlerden de ilk mensup oldukları itikatlardan vazgeçmeler söz konusudur. Fakat Türklerde buna daha çok rastlandığı inkâr edilemez. Bu bir zaaf mıdır, değil midir tartışılır; ama hakikat olan Türk’ün tanıştığı her dinle çok iç-içe olmasıdır. Temel dinler noktasından baktığımızda, Türk boylarının bazılarının Hrıstiyanlığa, bir kısmının Yahudiliğe, bir bölümünün de İslamiyet’e inanmasının yanı-sıra Budizm ve Maniheizm gibi felsefi inançlar da Türk dini hayatında önemli rol oynadı.
İşte biz burada tarihteki Türklerin esas dini olarak gördüğümüz, ancak isminin ne olduğunu maalesef tespit edemediğimiz, Kök Tengri itikadının temelinde nelerin yattığını belirlemeye çalışacağız. Her dinde bir tapınılan Tanrı ve bu Tanrı’ya ulaşmak için de bazı ibadet şekillerinin olduğu bir gerçektir ve eski Türk inanç sisteminde de herhalde Tanrı’nın birliğini kabul, namaz, kurban, oruç, hacc, ahirete iman, zekat ve sadaka gibi birtakım farzlar ile ona kulluk borcunu ödeme yolları var idi. Bununla beraber İslamiyet’ten evvel ortaya çıkmış Hristiyanlık, Yahudilik vs. Hâk dinlerin genel ilkeleri bile bugün ilk vahiy hallerinin çok dışında olduğu bir zamanda, elbette herhangi bir biçimde yazılarak günümüze ulaşmayan eski Türk dininin nasıl tatbik edildiğini tespit çok zordur.
Bunun yanı sıra yazılı ve sözlü kaynaklara baktığımızda, eski Türklerin tabiatta bazı gizli kuvvetlerin varlığına inandıklarına dair birtakım bilgilere de rastlamak mümkündür. Çünkü bunlar onlara göre kutsal (yani ıduk) idiler. Tabiat güçleri ve varlıklarına itikat ile hürmet ise, hemen hemen bütün halk dinlerinde mevcuttur. Dolayısıyla fiziki çevrede bulunan dağ, deniz, toprak, ırmak, ateş, fırtına, gök gürültüsü, ay, güneş, yıldızlar gibi tabiat şekillerine ve hadiselerine karşı hayret ve korkuyla karışık bir saygı hissi eskiden beri olmuştur, ama bunların içinde tapınılan tek bir yüce Tanrı vardır. Yani, insanlar bazan kendi yaptıkları nesneleri, bazan da yukarıda değindiğimiz üzere tabiat varlıklarını Tanrı yerine koymaya kalksalar da onların arasında daima bir büyük yaratıcı veya koruyucuya inanmışlardır2 . İşte buna binaen mesela ziraatçı kavimlerde daha çok bereket tanrıları olarak bazı kuvvetler bulunur. Savaşçı kavimlerde ise, zafer tanrıları birinci plandadır. Çoban topluluklarda hayvanların yavrulaması veya koyun kırkma zamanlarında özel törenler düzenlenirdi. Netice itibarıyla tabiat ve felsefi dinlerin bu gibi mahalli özelliklerine karşılık, yüksek dinlerde bütün cihana şamil olan hususiyetler vardır.
Türklerin dini diyebileceğimiz, ancak şimdiye kadar ismi hakkında bir belgeye rastlamadığımız, fakat kitabelerden yola çıkarak Kök Tengri inancı ya da dini olarak adlandırabileceğimiz bu itikattın temelinde; her şeyin yaratıcısı bir Tanrı’ya ve ölümden sonra yeni bir hayatın başladığına iman, öbür dünyada yiğitliklerin ve iyiliklerin mükâfatlandırılması, ölmüş atalara saygı, onlar ve Tanrı için kurbanlar kesilmesi gibi hususlar yatmaktadır3 . Buna bağlı olarak, mesela Asya Hunları her yılın mayıs ayı ortalarında Kutlu Atalar Mezarlığında kurban keserlerdi ve burada, çok şey borçlu oldukları atalarını (eçü-apa) andıkları gibi, Tanrı’ya da ilerideki günlerin bolluk ve bereket getirmesi için yakarırlardı.
Buradaki ata mezarlığı ve yapılan kurban törenlerine başka bir pencereden de bakılabilir. Çünkü eski Türklerin yukarıda da vurgulandığı gibi varlıklarının sebebi olan Ulu Tanrı’ya yılın belirli bir gününde, önlerinde halkın en büyük yöneticisi durumundaki kağan bulunmak üzere, gidip kurban sunmaları bir nev’i Hacc ibadetini de çağrıştırmaktadır.
Bu hususla birlikte eski Türk itikadıyla, düşüncesinde din ve millet uğruna savaşmak, en önde gelen erdemlerden birisi olduğundan, buna binaen Türklerde başlangıç yıllarında bir “Alplık” ve daha sonraki çağlarda da “Alp Erenlik” müessesesi mevcuttu ki, bu da Müslümanlıktaki Gaziliğe benziyordu. Bunun dışında eski Türk inancının din adamlarının fonksiyonel yönleri, mesela kamların keramet göstermeleri, dertlere deva olmaları, günümüzde İslamiyet’le özdeşleşen “veli” kültünün değişik bir tezahürü olsa gerek. Ancak İslamiyet’le birlikte bu ölmüş atalara karşı duyulan aşırı saygının yerini Hz. Muhammed, Ehl-i Beyt, evliyalar, kutsal mekânlar ve emanetler almıştır4 .
Ayrıca Anadolu babaları ve dedelerinin çoğunun büyü-sihirden anladığına kaynaklar vurgu yapıyor. Dolayısıyla onlar bir yerde eski kam özelliklerini yansıtmaktadır. Fakat burada bir konuya dikkat etmek lazımdır. Kam veya şamanın göklere yükselmesi ya da yeraltına inerek Bay Ülgen ile Erlik’in huzuruna çıkması durumunu, peygamberlerin göğe yükselmeleri, meleklerle görüşmeleri ve ölüleri diriltmeleri gibi birtakım mucizeler ile karıştırmamak gerekir. Burada üzerinde durulacak şey, mucize ile kerametin farklı olduğudur. Kamların mucizevî tarafları bulunmadığı gibi, onun Tanrı ve meleklerle konuşmaları Hâk din anlayışına göre mümkün değildir.
Din tarihi araştırıcıları ve etnologların Türk halkları üzerine yapmış oldukları incelemeler, kuzey ve eski Orta Asya kavimlerinde Atalar Kültü diye adlandırılan bir durumun bulunduğunu ortaya koymuştur ve bu itikata göre insanların ruhu öldükten sonra bile yaşamaktadır. Netice itibarıyla bu da bize eski Türk inanç sisteminde bir ahiret anlayışının mevcudiyetini gösterir. Ancak şu da gözden kaçırılmamalı ki burada ölmüş olan atalar, Tanrı mesabesine çıkarılmıyordu. Onların hatırlanması ve sevilmesinin gerçek nedeni, varlıklarının sebebiydi. Üzerlerinde yaşadıkları vatanı kanlarını döküp, canlarını vererek, kendilerine emanet etmişlerdi. Dolayısıyla şehit kanlarıyla sulanmış vatan toprakları da (ıduk yir-sub) bu yüzden Türklerce kutludur.
Eski Türkler bütün ölmüş atalarına ve onların mezarlarına saygı göstermekle birlikte, özellikle devlete ve millete emeği geçmiş han durumundaki yöneticilerin kabirlerinin yanından geçerken büyük bir ihtimamda bulunuyorlardı. Yaya iseler mezarın önünde eğilirler, atlıysalar aşağı inerler ve oradan uzaklaşana kadar da atlarına binmezlerdi. Dolayısıyla Türkler ata ve geçmişlerine öyle hürmetkârdılar ki, hatta onların mezarlarına yapılan hakaretler en şiddetli biçimde cezalandırılıyordu. M.Ö. 80’li yıllarda Proto-Mogol kavimlerinden Wu-huanlar, dedeleri Tung-huların güya intikamını almak için Hun hükümdarlarının kabirlerine zarar verdiler. Buna çok kızan Hun kağanı 20.000 kişilik bir ordu ile bu Wu-huanların üzerine yürümüştür. Mesela Attila’nın (Ata İllig) Balkan seferi de (442), Hun hükümdar ve beylerine ait mezarların, Hristiyan papazlar tarafından soyulması yüzündendir5 . Devlet ve millet hayatındaki önemli kişilerin her şeyi mukaddestir ve korunması gerektiği inancı Türklerde daha sonraki çağlarda da sürdü. Nerde olursa-olsun Türk hakanlarının mezarlarının ziyaret edilmesi, gayr-i Müslim Türk camiasında kam yahut diğer din görevlilerinin ölülerine ve kabirlerine saygı gösterilmesi, İslam coğrafyasında ise yine evliya benzeri din ulularının mezar veya türbelerine gidilerek dualar okunup, dileklerde bulunulması, bunun bir işaretidir6 .
Buna bağlı olarak evvelce de belirtildiği üzere Türkler öbür dünyaya, ölümden sonra ikinci bir hayatın varlığına, yani bir tür ahirete (sakış künü) inanıyorlardı. O bakımdan ölüyle beraber bazı özel eşyaları ve altın, gümüş gibi değerli nesneler, tabi ki bu kabirlere konuyordu7 . Bunların bir benzeri olarak, birtakım İslam kaynaklarının verdiği bilgilere göre, Hazarlar ve Oğuzların, mezarlarının bulunmaması için ölüyü ırmak yataklarına gömdükleri vakidir. Onlar ilk önce ırmağın yatağını değiştiriyorlar, sonra buraya bir mezar kurarak, suyu tekrar eski yatağına akıtıyorlardı.
Bununla birlikte Çin kaynaklarına bakarak, araştırmacılar 7. yüzyıldan önce Türklerde ölüyü yakma âdetinin olduğunu, 7. asırdan sonra da belki kendisini cennete götüreceğini ya da yine öbür tarafta üzerine bineceğini düşündüğü atıyla beraber gömme geleneğinin yaygınlaştığını söylüyorlarsa da8 , böyle bir genelleme yapmak mümkün değildir. Ancak birtakım istisnai durumlar olabilir. Çünkü at bozkırlı Türk’ün her türlü ihtiyacını karşılayan bir canlı idi. Üstelik öyle kolayca büyüyüp, yetişmiyordu. Her zaman at eti yenmesi ya da her sıradan törende at kesilmesi mantık harici olduğu gibi, sadece hakan veya çok yüksek derecedeki devlet görevlileri belki de atlarıyla birlikte defnedilmekteydi.
Her insan topluluğunda olduğu gibi Türkler de ölümden hiç şüphesiz etkilenmiştir. İnsanın yaşarken birdenbire ölmesi, öldükten sonra ne olduğu, ikinci bir hayat var mı, yok mu; bütün bunlar insanların dikkatini çekmiş, dolayısıyla bu duruma kafa yormuştur. Bununla beraber hiç şüphesiz sadece her şeyin yaratıcısı Tanrı’nın ebedi olduğunu da biliyordular ki, işte bu yüzden zamanı yaşayan, ölümsüz Tanrı manasına “Öd Tengri” diyorlardı.
Ayrıca eski Türkçede “ruh, can” manasına gelen bir “tin” kelimesinin mevcudiyetinden haberdarız9 . Bu aynı zamanda “nefes” demekti. Tin ile beraber bir de “sakış” adı verilen düşünce, yani aklın da varlığına inanıyorlardı ki; onlar ölümü nefesin kesilmesi, ruhun bedenden çıkıp uçması şeklinde algılıyorlar, bazan öldü yerine “uçtu” diyorlardı10. Ancak bedenin dünyayla ilgisi kalmasa da ruhun hâlâ yaşadığını da düşünüyorlardı. Belki de bazı mezar taşlarının üzerinde kuş motiflerinin bulunması bu yüzden idi.
Bugüne kadar kitabeler üzerine yapmış olduğumuz incelemelerde, altı yazıtta ölmek ve cennet yerine, biz “uçmak” terimine tesadüf ettik. Son zamanlara kadar Kazakistan’ın Sır Derya ve Turgay bölgelerinde ölen erkeğin mezarının üstüne en sevdiği atının kafatası mızrak veya bir sırık üzerine saplandığından bahis olunuyor. Ölüm yıldönümlerinde mevtanın yakınları en güzel giysileriyle mezarı ziyaret ettikleri gibi11 ölen için yerine getirilmesi lazım olan adetler bir yıl içerisinde tamamlandıktan sonra, yayı ve mızrağı kırıyorlardı. Bu parçalar da mezarın üzerine kakılıyordu. Böylece onların parçalarından ölenin ruhu göklere uçuyordu.
“Cennet” manasına kullanılan “Uçmak” teriminin varlığını Türkler Anadolu’ya geldikten sonra da sürdürmüşlerdir. 14. yüzyıl Alevi-Bektaşi ozanlarından Abdal Musa bir nefesinde şöyle diyor: “Yedi tamu bize nevbahar oldu – Sekiz uçmak ilindeki köydenüz”. Ayrıca 14-16. asırlarda Hacı Bektaş’a ait Makalat’ın çevirilerinde, Yusuf ile Züleyha Hikâyesi ve Yunus Emre’nin şiirlerinde de cennet yerine uçmak kullanıldığı gibi, 14. yüzyılın başlarında kaleme alınan Codex Cumanicus’ta “uçmak yolın bizge açtıng” (cennetin yolunu bize açtın) bir cümle ile karşılaşmaktayız12. Mesela, Hümayunnâme’de Temürlü hâkimi Sultan Hüseyin Baykara öldüğünde, “şunkar” oldu dendiği gibi, Er Manas da bu şekilde dünyadan ayrılmıştır. Bilindiği üzere şunkar da (sungur) bir kuştur ve yine Ömer Şeyh Mirza’nın ölümü vesilesiyle, Tarih-i Reşidî’de, onun da şahin (ya da sungur) haline geldiğine değinilmektedir13. Dolayısıyla bugün Anadolu’da da ölmek zaman zaman uçmakla ifade edilir ki, bazan bir insanın vefatı “kuş gibi uçtu” veya “uçtu gitti” diye anlatılır. Bunun en görünür delillerinden birisi, bugün Niğde ilinde bulunan Hüdavend Hatun Türbesi’nin üstündeki kuştur ki, bu belki Kut Kuşu ya da kişinin ruhunu Uçmak’a götüren kutlu varlıktır.
Bununla beraber herhalde eski Türklerde ölümün işareti baykuş idi ve eski Türk kitabelerine baktığımızda ölmek yerine “adrılmak” ile “kergek bolmak”14 fiiline de yer verildiğini görürüz.
Yine bütün Türkler ölümü Tanrı’nın bir takdiri olarak karşılarken, İlahi yaratıcının mekânı şeklinde düşündüğü gökte, her canlıyı temsil eden bir yıldızın olduğuna inanmış ve ölen bir kişinin ardından söylenen “yıldızı kaydı” ya da “yıldızı düştü” cümlesine her Türk boyunda aşağı-yukarı rastlanılmıştır15. Ayrıca ölüm hiçbir vakit hoş karşılanmadığından dolayı, ölmek fiilinin kullanılmasından mümkün olduğunca uzak durulmaya çalışılmıştır.
Bunun yanısıra tarihi kaynaklara baktığımızda, bazan eski Türklerin evlerinde atalarının suretlerini tasvir eden tözlere (kugurçak, korçak) rastlanılmıştır. Mesela, 13. yüzyılın ikinci yarısında Mogolistan’a giden elçi Wilhelm Rubruck, bir Uygur mabedinde puta benzeyen birtakım tözler görmüş ve putlar nedir diye, onlara sormuştur. Uygurlar da bunlar tanrı tasvirleri değil, içimizden biri öldüğü zaman yakınları onun suretini yapar ve tapınaklara koyar, biz de bunları ölünün hatırası olarak saklarız, şeklinde cevaplamışlardır. Yani bu durumun ne totemcilikle ne de şamanlıkla bir alâkası yoktur. Ancak ölümün ardından bazı diğer kavimler, ölen kudretli insanları sonradan ilahlaştırıp, yarı tanrı haline sokacak kadar ileri götürüp, onların tanrı heykellerini dahi yapmışlardır.
Üzerinde durulması gereken bir başka husus ise; din tarihçileri her ne kadar totemizm, animizm, naturizm vs. bir şekilde, dinde evreler ortaya koyuyorlarsa da Semavi bir itikadın insanlığın yaradılışından itibaren varlığı zaten bugünkü kutsal kitaplar neticesinde anlaşılıyor. Dolayısı ile Tanrı, vücuda getirdiği insanı cemiyet hayatına alıştırırken, ona uyması gereken kuralları da vazetmiştir. Bu durumda ilkel din düşüncesinden mükemmele gitme gibi bir şey söz konusu olamaz. Totemizm, animizm, naturizm biçiminde sıralanan bu itikatlar herhalde Tanrı buyruğunun unutulması veya insanların yoldan çıkmaları (azmaları) sebebiyle meydana gelmiştir.
Netice itibarıyla bu açıklamayı özetlemek gerekirse; insanoğlunun yaradılışı ve cemiyet haline gelişi esnasında tek bir Tanrı inancı vardı. Ancak daha sonraları kişinin korku ve sevinçlerine bağlı olarak tanrılar veya değişik suretlerdeki Tanrı düşünceleri ortaya çıktı.
Bunların dışında başka bir örnek de mevtanın daha mutlu yaşayacağına inanılan birtakım Hint-Avrupa topluluklarında ölünün mezarına eşyaları konur, hatta önemli kişilerin akrabaları da öldürülerek yanına gömülürdü16. Türk tarihinde böyle bir hadiseye rastlamak pek mümkün değildir ve bazı kaynakların zorlanmasıyla ortaya atılan iddialar da ispatlanamamıştır17. Belki böyle bir durum Mogol geleneğinde söz konusu ise de (Çingiz ve onun soyundan bazı kişilerin vefatının ardından hizmetçilerinin de onlarla birlikte öldürüldüğünden bahis olunuyor), bu vaziyeti doğrudan doğruya Türklerle ilişkilendirmek ne dereceye kadar ilmidir, bilemiyoruz.
Bu arada Kuzey Avrupa topluluklarının kutsal hayvanları domuz için yaptıkları törenlerde insan kurban ettikleri söyleniyor. Eski Kıtanlar18, savaş bittikten sonra düşmanlarından birini getirerek, ruhunu kurban olarak sunuyorlardı. İnsan kurbanı esasen Sami kavimlerinde de ehemmiyet taşıyordu. Arabistan’ın kuzey bölgesinde bereket ile ilgili olarak, tabiatı yöneten tanrılara insanlar kurban verilirdi. Tanrının hiddetini yatıştırmak için Cahiliye devri Araplarınca en kıymetli evlat olan erkek çocuk takdim olunurdu. Hz. İsa’nın insanlığı kurtarmak için kendisini feda ettiği telakkisi gibi, İslamiyet’te kutlanan Kurban Bayramı, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’in kurban olması hikâyesidir.
Dolayısıyla yukarıda üzerinde durulan insan kurbanı, bozkır kültürünün değil, ziraatçı toplulukların bir geleneğidir. Bu mühim noktayı dikkate alan tanınmış kültür tarihçisi W.Eberhard, Türklerde böyle bir adet mevcut bulunmamış ve hatta Türkler kendi hâkimiyeti altında yer alan bazı kavimlere insan kurbanını yasak etmiştir19, diyor.
Tarihi kaynaklardan öğrendiğimize göre, eski Türklerde en önemli kurban, bozkırlı Türk’ün en çok kıymet verdiği hayvan at idi. Orta Asya’nın Türk bölgelerinde, özellikle Altaylardaki kurganlarda, birçok at iskeleti bulunmuştur. Hatta çok ilginçtir ki, bugünkü Kazak ve Kırgızların bazılarının Kurban Bayramı’nda dahi atı kurban kestikleri söylenmektedir. Kurban olarak seçtikleri atın etinin yenmesi de Türkler tarafından sakıncalı görülmemiştir. İslamiyet’e geçtikten sonra bile bu durumun sürdüğü anlaşılmaktadır.
Netice olarak; eski Türk dininin bir diğer şartı da tek yaratıcı ve ölümsüz Tanrı’ya ulaşmak için kurban kesmektir. Bu kurban ayinleri ise toplu veya bireysel şekillerde olabilirdi.
Bu arada eski Türkler ölüm halinde yas törenleri düzenler, bu sırada acılarını dile getirmek için bağrışarak yüzlerini, gözlerini çizerlerdi. Herhalde bu zamanda saçlarını kesiyor, cenazenin ardından başları açık gidiyor ve kafalarına da toprak atıyorlardı. Kaynakların yazdığına göre, Emir Temür’ün cenaze merasimi sırasında da aynı hadiselerin yaşanması ilginçtir. Türk-Hun devrinden beridir süregelen bu gelenekler, muhtemelen Hunların batı sınırlarındaki bir kabilesi olan İskitleri20 anlatan Herodotos’un tarihinde de zikredilir. Geç dönemlere ait başta Kök Türk Yazıtları olmak üzere21, diğer kaynaklarda da bunlar hakkında bahisler vardır. Bu törenlerde sıgıtçı denilen özel ağlayıcılar ve yas tutucular da görev alıyordu. Bunlar bilhassa kadındır. Bunun izleri hâlâ Türkiye Türkleri folklorunda da yaşamaktadır. Fakat bu geleneklerin günümüzde artık biraz değiştiklerine de şahit oluyoruz. Belki de bulundukları coğrafya ve kültürlerin bunda tesiri var22 ki, mesela Tuvalıların bir kısmı Moğolların yaptıkları gibi cenazeyi dağlara bırakıyorlar. Onlar, herhalde bu şekilde öbür dünyaya daha çabuk gidip, Tanrı’ya ulaşacaklarına inanmaktadırlar.
Geçmişte ölen kişi için bir çadır hazırlanır, üstüne kara veya gök bez bağlanırdı. Günümüz Kazak-Kırgızlarında olduğu üzere evin yahut çadırın dışına kilim asıldığı gibi, şehir hayatının yaşandığı yerlerde evlerin bir odası veya bölümü mevta için ayrılmaktadır. Bazı Türk gruplarında ölünün mezarı başında ateş yakılmasına benzer bir şekilde, belirli bir müddet bu cenaze evi ya da çadırının içerisinde ışık olursa da ocağın yanması makbul karşılanmaz23. Bu yüzden, bütün Türk Dünyasında ölü evine komşular yemek getirir.
Bu defin merasiminin tarihteki bazı uygulamalarıyla alâkalı Çin yıllıklarına baktığımızda, cenazenin çadırda bir müddet bekletildiğini görürüz. Mevtanın oğulları, torunları ve yakın akrabaları kurban keserek, bunları ölü çadırının önüne bırakırlardı. Bunun ardından birtakım akrabaları atlara binerek yedi veya dokuz kez çadırın etrafında dönüp, sonra içlerinden biri yüzünü bıçakla çizerek yas törenini başlatıyordu24. Belgeler ölünün gömülmesi esnasında da bunların tekrarlandığını ve bu kişi bir alp ise, sağlığında öldürdüğü insanlar kadar kabrinin önüne balbal dikildiğini söyler. Kurban kesilen atlardan birinin başı da bu balballardan bir tanesinin üstüne konuyordu ki; Sibirya’da hâlâ definin ardından mezarın etrafında dönme geleneği sürmektedir25.
Müslüman veya başka dinden bütün Türklerde erkek ölüyü erkekler, kadını da kadınlar yıkar ve mezarı genellikle aileden biri kazmaz. Daha çok komşu veya köyden birileri bu işi üstlenir. Eskiden yüksek dereceli kişiler ipeğe sarılarak veya çok güzel elbiseleriyle gömülürdü. İlginçtir ki yakın zamanlara kadar Müslüman Türkler arasında da giysi ile kabire konulma geleneğinin yaşadığına rastlanılmaktadır. Anadolu’nun bazı yerlerinde hâlâ ölenle beraber yatak-yorganı ve ziynet eşyalarıyla, en sevdiği yiyeceğinin mezara konulması âdeti yaşamakla beraber hem Asya hem de Avrupa’daki Türk kabirlerinin içerisine ölüyle birlikte yiyeceklerin de bırakıldığını yapılan arkeolojik incelemeler bize göstermektedir. Yazılı belgelerde de buna dair kayıtlar mevcuttur ki, İbn Fazlan ölen Oğuz beylerinin ellerinde bir kase içkiyle gömüldüklerini belirtir. O böyle bir töreni özetle şu şekilde anlatır: Aralarından birisi ölürse onun için ev şeklinde büyük bir kurgan kazarlar. Cesede elbise giydirir, kuşak bağlar, yayını da koluna asarlar. Ölünün yanına bütün şahsi eşyalarını koydukları gibi, eline içinde kımız olan ağaçtan bir ayak (kadeh) verip, önüne kaplar içinde yiyecek ve içecekler bırakırlar. Kurganın üzerini kapatıp, üstüne tümsek yaparlar. Arkasından eğer mevta zengin ise yüzlerce hayvanı kesip, ölü aşını yerler. Hayvanların derileri kurganın (mezar) etrafındaki ağaçlara asılır. Onlar mevta cennete giderken bineceği hayvandır. Bu kişi sağlığında yiğitlik edip adam öldürmüş ise, bunların suretleri ağaç veya taştan yontularak, mezarın önüne dizilirler ki, onlar cennette ölene hizmet ederler. Bugün dahi Kıpçak sahası Türkleri ölünün defni için “söyüğü koyuntu” derler. Birtakım Türkmen-Oğuzlar genç yaşta vefat eden adamın atını süslerler, üstünden çıkan elbiseyi de bir ağaca giydirirler. Aşiretin kadınları bunların önüne geçip ağıt yakar26. Bu ağıtlarda daha çok ölen kişinin iyi yönleri ve kahramanlığı ya da iş bilirliği övülürdü.
Ayrıca ölenin atının kuyruğu kesilerek, bozkıra atılırdı ki, eski Türkler buna “tullama” diyorlardı ve “dul kalmak” da bununla alâkalıdır. Mesela 1920’lerde açılan, Altaylardaki Pazırık Kurganında bulunan on atın da kuyruk, yele ve toynaklarındaki kılların kesilmiş olduğu görüldüğü gibi, Noyon Ula Kurganında da kesik insan saçlarına rastlanmıştır. Bu durum bir yana söz konusu kelimenin aslı bugün de Türkçemizde kullandığımız “tol/tul/dul” sözüyle ve belki de kısmetin bağlanmasıyla alâkalı “tolamak/tolanmak”, yani bağlanmak fiiliyle ilgili olabilir. Mesela İç Oguz’a Dış Oguz’un İsyan Etmesi, Beyrek’in Ölümü Hikâyesi’nde Begrek yoldaşlarına; “yiğitlerim yerinizden kalkın, ak-boz atımın kuyruğunu kesin” der. Atını da bir eş gibi gören Türk, çarpışma esnasında öldüğünde atının ve evdeşinin ersiz kalacağını bildiğinden, savaş öncesi böyle bir tören icra ediyordu27. Artık o kişi, vatan ve millet için kendini fedaya ve şehitliğe hazırlamış demektir. Ayrıca durup dururken herhangi birinin atının kuyruğunu kesmek, kişinin namusunu lekelemek anlamına da gelmektedir.
Bunun dışında hâlâ Türklerin yaşadığı pek çok yerde taş veya bir ağaç manken üzerine ölen kişinin elbise ve şapkası giydirilerek yapılan surete “tul” dendiğini görüyoruz. Bazan başta Anadolu olmak üzere Türk Dünyasının çeşitli yerlerinde eşini kaybeden kadınlar da saçlarının ucunu keserler ki, bu da bir yas alametidir. Mesela Selçuklu döneminden haber veren kaynaklar, ölen hanedan üyelerinin eşlerinin ya da kadın akrabalarının saçlarını kestiklerini söyler28. Orta Asya’daki bazı kurganlarda çıkan saç örgüleri de herhalde bu yüzdendir.
Bir başka yas göstergesi olarak, atın eyeri sırtına ters konulduğu gibi, elbiseler de zaman zaman ters giyilirdi29. Ayrıca ölen kişi eğer bey ise, yayı ve mızrağı kırılıp, mezarının üstüne konuluyordu. Mevtanın elbiselerinin ise, geride kalanların korkmaması, ölenin gözünün arkada kalmaması ve bunlara öbür dünyada da ihtiyaç duyabileceği düşüncesiyle gömüldüğüne rastlamak da mümkündür. Ölünün elbiselerini almak öncelikli olarak yakınlarının hakkıdır. Ama bunlar bazan muhtaç şahıslara da verilir ve ölüden çıkan bu giysilere Türkler “soyka” derler30. Kaşgarlı Mahmud, Divan’da “eşük” denilen bir kumaştan söz etmektedir ki; bu nesne ölen beyin mezarının üstüne seriliyor, sonra parçalanarak yoksullara dağıtılıyordu31.
Ayrıca zamana ve mekâna göre yas renkleri kara, ak yahut da gök olabiliyordu ki, buna Dede Korkut Hikâyelerinde de rastlamaktayız. Ama en çok herhalde kara idi. Buna dair de Türk dilinde “kara çadır, kara bağlamak, kara giymek” örneğinde olduğu gibi pek çok misal vardır32. Hatta Kazak-Kırgız ve umum Azerbaycan Türkleri hâlâ yas evine kara bir bez bağlarlar. Kırgız Türklerinin yiğidi Manas öldüğünde; ak otaglar siyaha bürünmüş, halk karalar giyinmişti.
Bundan sonra ölü için yemek verilirdi. Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra da bu gelenek sürmüştür. İslami kılıfa uydurularak Kur’an, dua ve mevlit gibi unsurlarla süslenerek, bu günlere kadar gelmiştir. Belki de bu ölü aşlarına, ölenin ruhunun da katıldığına inanılıyordu. Hatta Türkler arasında bu tür yemeklerden sonra “geçmişlerin canına değsin” sözü bunu çok güzel vurgulamaktadır33; ama bizim çoğu meseleyi açıklarken başvurduğumuz şekliyle, ölü yemeğinin sosyolojik temelleri de olsa gerek. Bugün İslamiyet’teki işlevi zaten buna yöneliktir.
Bu durumu biraz daha açmak için tarihin derinliklerine de gidebiliriz. Geçmişte bütün Türk topluluklarında ölünün hatırasına düzenlenen yok olmaktan veya yıglamak (ağlamak) fiilinden gelen “yog” merasimleri tertip edilirdi34. Yog teriminin Kaşgarlı’ya göre “matem, yas” manasının yanında, “ölü aşı” anlamı da var idi. O, ayrıca “ölü gömüldükten sonra yenen yemek” diye tarif ettiği bir de “yog basan” sözüne değinmektedir35. Bugün dahi Müslüman Türklerde cenaze mezara konunca, ardından kabristanda ekmek dağıtılması, ölümün üçünde, yedisinde, kırkında, elli ikisinde36 aş verilmesi herhalde bu geçmişteki geleneğin devamından başka bir şey olmasa gerekir ki, Türklerin buna “ölü konukluğu” ve “can aşı” dediklerini de görüyoruz. Yine tarihte meşhur Tonga Tigin37, Köl Tigin ve Bilge için yapılan bu törenleri hepimiz bilmekteyiz. Bu yog merasimleri sırasında karşılaştığımız bir başka usul ise, gürültü ile ağıtın şiddeti artsın diye, herhalde tören alanına hayvanlar da olmasıdır38. Belki de ölen kişinin arkasından böyle büyük bir merasim ve hengâme ile yakılan ağıt, ona verilen değerin de işareti idi.
Ölülerin gömüldüğü veya yanında törenlerin yapıldığı ve Türklerin sin, kara yer, ölülük ve yerçü39 gibi terimleri kullandığı bu kabirler, zaman zaman yazılı abideleri de olmak üzere anıt mezarlıklar biçiminde, bazan da önünde geyikli taşların bulunduğu dört köşe veya dikdörtgen şeklindeki kabirlerdi. Fazla olmasa da Asya’da aile ya da toplu mezarlara rastlanması da ilginçtir. Çünkü Doğu Avrupa ve Asya’nın çeşitli yerlerinde sıra sıra uzayan, belki “korumak, korunmak, gizlemek, saklanmak, kurmak, kurulmak” gibi fiillerle alâkalı kurganlarla (korgan) karşılaşıyoruz ki, insan nerede ölürse ölsün herhalde atalarının bu kabristanına getirilip, gömülüyordu40. Kaşgarlı Mahmud’un “ükek”41 dediği tabut ile defin hadisesine pek fazla rastlanmıyorsa da yazılı belgelerde Asya’daki Türk-Hunlar ve bilhassa Ata İllig (Attila) örneğinde olduğu üzere bu usulü de görüyoruz. Yine ölen hükümdarlar veya kahramanlar için mezarlarının başına değişik vesilelerle andığımız üzere, hayatta iken savaşıp öldürdükleri kişilerin sayısı kadar balballar dikerlerdi ki; bu balbalların ölen şahsa öbür dünyada hizmet edeceğine inanıldığı vurgulanmakla beraber, herhalde anıt mezarların önüne dikilen bu nesneler, dosta güven, düşmana korku salmak için de yontuluyordu. Muhtemelen bu taş balbalları ilk gören müttefik kuvvetler veya kişilerin pek çok beye ve hükümdara baş eğdirmiş bir kağanın ya da halkın topraklarına geldiği için güven ve sevinç hissedecekleri; o ülke ve milletin hakkında kötü düşünen şahısların da kendi başlarına aynı akıbetin geleceğinden dolayı korkacakları sanılmıştır42.
Bu saydıklarımızın hepsi Türklerin Semavi dinlere girmeden önceki adetlerinin umumi bir görüntüsüdür. Hatta bunların bazıları Hak dinlere girdikten sonra da Türklerin dini hayatlarında süre-gelmiştir ki, Saha Türkleri ölümü, insanın ruhunu kötü cinlerin kapıp, yemesi ile de açıklar. Ölünün ruhu için “gezer” de diyen Türkler, ölüm halinde ruhun bir kuş şeklinde uçup, gittiğini de düşünmüşlerdir ki43, bunun da aslı eski Türklerdeki “uçmağa barmak” (cennete gitmek) fikriyle alâkalıdır. Fakat İslamiyet ve diğer dinlerin kitaplarında anlatıldığı gibi44, bu cennetin (ya da uçmağın) nasıl olduğu hakkında maalesef bir bilgimiz yoktur.
Ayrıca eski Türk dini hayatında cennetin karşıtı, yani cehennem ise bilhassa Budist metinlerde sıkça rastladığımız “tamu” idi. Bu terim İslamiyet’ten sonra da Türklerin dilinde yaşamaya devam etti. Çünkü onu Divanü Lûgati’t-Türk’te, Kutadgu Bilig’te, Yusuf ile Züleyha hikâyesinde, Yunus Emre’de, XV. yüzyıla ait Miftah-ül-Cenne çevirisi ve XIV. yüzyıl sırasında kaleme alınan Işknâme gibi manzum eserler ile bazı Türk bölgelerinde de görmekteyiz45. Eğer Türklerde açıklamaya çalıştığımız şekilde, bir cennet ve cehennem mefhumu söz konusuysa demek ki; Kök Tengri inancında, Türkler tarafından bazan “Yarın”46 diye de adlandırılan ve sıklıkla tekrarladığımız üzere bir “Ahiret” düşüncesi de bulunmaktadır. Bu da eski Türk dininin şartlarından veya Tanrı’ya iman kaidelerinden biridir.
Buna bağlı olarak kıyamete de inanan eski Türklerin bu düşünceleri Kök Türk yazıtlarında; “üze tengri basmasar, asra yir telinmeser”47, yani yukarıda göğün çökmesi, aşağıda da yerin delinmesi şeklinde ve yer ile göğün birbirine karışmasını ifade eden “tengri, yir bulgakın üçün”48 biçiminde algılanmaktadır. Dolayısıyla bu durum Semavi dinlerdeki kıyamet anlayışıyla benzeşir ki, Kur’an da Mearic Suresi 8-10. ayetler ile İnfitar Suresi 1-4. ayetlerde, kıyamet günü hususunda; gök yarılır, erimiş maden gibi olur, yıldızlar parçalanır, dağlar atılmış renk renk yüne benzer, denizler birbirine karışır49, denmektedir.
Müslümanlıkta da kıyametin alâmetleri olarak; fitne, fesat ve cahilliğin artması, ahlaksızlığın çoğalması, dürüst insanların azalması, iyinin kötü, kötünün iyi görünmesi vs. şeyler sayılır. Müslümanlıkta da eski Türk inancında sevap ve günahın da karşılığı vardır ki, sevap için onlar “muyan”, günah için “yazuk”50, günahkâra ise “yazuklu” diyorlardı51. Bu durumda insanoğlu da sevabına veyahut da günahına göre, öbür dünyada ceza ya da mükâfat görür.
Türklerin eski inancı Kök Tengri itikadında, Tanrı’nın sıfatı durumundaki “kök”, yüceliği ve ululuğu ifade eder. Bu yüzden Kök Tengri bozkır kavimleri inancında tek yaratıcı olarak görünmekte ve din sisteminin merkezinde yer almış bulunmaktadır; dolayısıyla Tengri teg’dir. Bir başka deyişle “Tanrı sadece kendine benzer”52 ve bu söz herhalde eski Türk dininin besmelesidir ve bütün Türk boylarında kurban sunulan en yüksek kutsal varlık Kök Tengri’dir. Buna bağlı olarak Bizans kaynakları Türkler tek bir Tanrı’ya inanır ve buna at, inek, koyun gibi hayvanları kurban ederlerdi, demektedir. İşte bu sebepten Tanrı tam iktidar sahibidir. Aynı zamanda Semavi mahiyeti olduğu için Kök Tengri adı ile anılmıştır53. Buna binaen ilim adamları Kök Tengri inancını doğrudan doğruya bütün Türklerin ana kültü olarak vasıflandırmıştır.
Mesela Uygur kaganı Börü Ken (Mo-yen Çor/belki Kun/Genişleten/Yayan) 54 Terhin Yazıtında, Tanrı buyurduğu için devlet sahibi olduğunu bize şöyle söylüyor: “Üze Kök Tengri yarlıkaduk üçün, asra yagız yir igittük üçün elimin, törümin etinti”55. Netice itibarıyla yukarıda Tanrı’nın koruyuculuğu, aşağıda da vatanın bereketi sayesinde ancak hayatlar sürebilmektedir. Çingiz Han da; “Tanrı’nın ve vatanın yardımıyla kuvvetinin arttığını, Kadir Tanrı sayesinde ün aldığını”56 söylemektedir. Dolayısıyla eski Türk dini üzerine yapılan araştırmalar gösteriyor ki bu inanış tek Tanrılı bir yapıya sahip olup, başta Moğolların Gizli Tarihi ve diğer Çingiz-nâmelere baktığımızda, Çingiz Han’ın da bir Tanrı’ya inandığıyla karşılaşıyoruz. Çünkü kitabın daha girişinde Çingiz Han’ın besmelesi diye de çevrilen “Mengü Tanrı’nın gücüne” atıf yapılmaktadır. Herhalde Türk düşüncesine hâkim olan bu görüş, Mogolları da etkilemiştir. Bu durumu pekiştiren bir ifade de, Korykoslu Hayton’un eserinde; Çingiz Han’ın tek ölümsüz Tanrı’ya bağlı olduğu, Mogolların yazışmalarda Tanrı’nın adını andığı şeklinde kayıtlıdır.
Bu durum bir yana Türklerdeki tek Tanrı inancının bir göstergesi ve Tanrı’nın şekli-şemalinin bilinemeyeceği düşüncesinin en güzel ifadelerinden birisi herhalde Dede Korkut’taki; “yücelerden yücesin, kimse bilmez nicesin, aziz Tanrı” cümlesidir57.
Yukarıdaki izah bir tarafa geç Sibirya Şamanizmi üzerine 19 ve 20. yüzyılın başlarında yapılan bir takım maksatlı araştırmalar ve eski Türk dininin, tek Tanrı inancına dayanmadığını ispat yolundaki yanlı çalışmalar neticesinde, Türklerdeki “yer” ve “su” kavramlarından yola çıkarak, eski Türk dininde de çok tanrılı bir durum varmış gibi düşüncelerin ortaya atıldığını da görmekteyiz58. Hâlbuki Kök Türk yazıtlarında şimdiye kadar bir yanlış anlama neticesi olarak, “yer-sub ruhları” şeklinde çevrilen “yir” ve “yir-sub” deyimi özellikle “ülke, toprak parçası” manasında kullanılmıştır. Kök Türkçe kitabeleri dikkatlice tedkik edecek olursak yir ve yir-sub deyimine sıkça rastlanılacaktır. Fakat ne kadar zorlanırsa zorlansın yir-subun yer-su ruhları olduğuna dair bir iz bulmak mümkün değildir.
Kök Tengri itikadının esaslarını aşağı-yukarı Orkun Yazıtlarından yola çıkarak belirlemek mümkündür. Bu kitabelerde kagan ve beyler, Türk milletine yaptığı yardımlardan dolayı, Tanrı’yı içten gelen minnet ve şükranlarla anmaktadırlar. Buna binaen Türk kaganlarına siyasi hâkimiyetin temeli olan kutun Tanrı tarafından verildiğini görürüz. İşte bu yüzden Tanrı’nın müsaadesiyle, düşmanlar perişan edilmiş ve devlet sahibi olunmuştur.
Bu hâl bir yana kitabelerin bazı yerlerinde “Türk Tengrisi” tabirine de rastlanır ki, o zaman bu inancın milli bir hüviyeti ortaya çıkıyor. Herhalde bütün dinler gibi başlangıçta bu da insanlık için indi; ama sonradan sadece Türklerin inanışı oldu. Mesela İsrailoğulları da Yahudiliği sadece kendilerinin dini diye benimsemişlerdir.
Efsanevi Türk hükümdarı Tengri-kut Börü Tonga (veya Tokta/Motun), Tanrı tarafından, kendine insanları idare etme vazifesinin verildiğini söylerken; onun torunlarından biri olan, 4. asrın sonlarıyla, 5. yüzyılın başlarında, Çin’in Ordos bölgesinin güneyinde ortaya çıkarak bir hâkimiyet kuran ve Hunların devamı olduklarını ileri süren Hsia hanedanlığının ilk beyi Tengriken Boncuk da (He-lien P’o Po); ben Tanrı tarafından kagan yapılarak, çaresiz insanları kurtarmak üzere görevlendirildim, demektedir. İşte bu Türk dinini incelediğimizde, Börülülerin (A-shih-na/Aşina) hanedanlık kurmaları da Tanrı’nın eliyle olmuştur. Bumın ile İstemi’yi Tanrı tahta çıkarırken, Türk milleti yok olmasın diye, İl-teriş ile İl Bilge Katun’u halk içerisinden çekip, yükselten O’dur. Halk kaganı terkettiği zaman Tanrı onları cezalandırmıştır. Savaşlar onun sayesinde kazanılır. Tanrı Kut’a ve Ülüg’e layık olmayanların elinden de bunları almıştır59. Yani Tanrı Türk milletinin geleceğini belirleyen en yüce varlıktır. Dolayısıyla bu dinin birinci şartı Tanrı’ya imandır ve bu itikatın kökleri de binlerce yıl evveline gider.
Bütün bunlar; Tanrı’nın eşi ve benzeri olmayan, insanlara yol gösteren, onların mevcudiyetlerine hükmeden bir Ulu Yaratıcı olduğunu ortaya koyar. Belki de Tanrı ve peygamberin varlığı ya da bunların olduğuna dair şehadet için eski Türklerin “kirtinmek”60 fiilini kullanmaları da sırf İslamiyet’le zuhur etmiş bir şey olmasa gerekir. Bu Semavi Tanrı inancının Şamanik düşüncelerle hiçbir alâkasının olmadığı açıkça görülüyor. Şurası da bir gerçektir ki ne Şamanizm, ne de diğer Hak dinler Türk’ün bu milli dinine etki yapamamış, yani onu kendi gayelerine hizmet edecek şekle sokamamışlardır.
Onuncu yüzyılda bazı Türk boyları arasında dolaşan İbn Fazlan, Oguzların içlerinden biri zulme uğrar veya sevmediği bir şey görürse başını semaya kaldırıp “bir Tanrı” dediklerini söylemektedir. Yine onlar tövbe ve dua yaparken “ökünmek” ve “alkış” terimlerini kullanmışlar; herhangi birine bedduada bulunuyorlarken de “kargış” kelimesini tercih etmişlerdir. Bu sözcük Dede Korkut ve Yunus Emre gibi şahsiyetlerin dillerinde de mevcuttu61.
Evvelce de değinildiği üzere eski Türk dininde Tanrı’ya oruç, namaz, dua, kurban, hacc vs. şekilde bir ibadet var, ancak bunların tam anlamıyla nasıl olduğunu bilmek mümkün değildir. Kök Tengri inancına ait terminolojide de bir nev’i ibadet manasına gelen “yükünmek”, “tapınmak” ve “yinçgelenmek” gibi tabirler olduğuna göre, Türkler Tanrı’ya ibadet veya dilekte bulunup (ötünmek/niyaz), dua (alkış) ederken, belki tam secde mahiyetinde olmasa da varlığına inandıkları Tanrı karşısında şöyle veya böyle eğilerek, bir tür namaz ibadetlerini yerine getiriyorlardı.
Bununla birlikte sekizinci yüzyılda Hazar Türklerinin “bir yaratıcı Tanrı” tanıdıkları, Hristiyanların “üçlü inancına” karşılık, onların tek Tanrıya taptıkları kaynaklarda yazılıdır. Hazar hükümdarı Bizanslı misyonerleri kabulünde, onlara çok ilgi çekici bir cevap vermektedir: “Bizler sizinle aynı düşüncelere ve inançlara sahibiz, ancak aynı yerde durmuyoruz. Siz Baba-Oğul-Kutsal Ruh’a inanır ve onun için çalışırken, bizler sadece bir Tanrı’nın hizmetindeyiz” demektedir62. Sanki onlar Kur’an’daki Mu’minun Suresinden haberdar gibidirler. Çünkü 91. Ayette “Allah hiçbir çocuk edinmemiştir”63 der.
Bu arada yine yeri gelmişken, değişik Türk boyları arasında 6. asırdan itibaren Hristiyanlığın olduğunu biliyoruz. Bunlara örnek olarak; 6. yüzyılın başlarında (520’lerde) bir Hun beyi olan Kurt’un İstanbul’a gelerek vaftiz edilmesi ve Kök Türk idarecilerinden Tonga Yabgu’nun, Bizans imparatorunun kızı Eudoksia ile evlenme işi münasebeti yüzünden Türkistan’a Nasturi mezhebinin girmesine değinilebilir. Bazı Türklerin de Ortodoks Hristiyan oldukları anlaşılıyor ki, bu da herhalde 11-12. asırlarda Kuman-Kıpçak, Peçenek ve Oğuz gibi kabilelerin aracılığıyladır64.
Dini itikat olarak varlığının M.Ö. 5. yüzyıla kadar indiği söylenen Kök Tengri’nin, Asya Hunları arasında bile tek bir ulu varlığı temsil ettiği kayıtlıdır. Gökyüzündeki nesnelerin büyük rol oynadığı eski halk dinlerinde güneş, ay ve yıldızların tanrı olarak tanınmalarına karşılık, Türkler göğü bir bütün (uzay) şeklinde sembolleştirmişlerdir ki; geç Şamanizmdeki gibi eski Türk dininde de gök dokuz veya yedi kattan ibaretti ve İslamiyet’te “Nebe Suresi” 12. ayette: “Üstünüze yedi sağlam gök bina ettik”65 cümlesi ilginçtir ve Kur’an-ı Kerim’in Talâk Suresi 12 ile Mülk Suresi 3. ayetlerinde de göğün yedi kat olduğu belirtilir66. Dolayısıyla Kök Tengri yalnızca kendisine tapınılması gereken, koruyucu bir kudret olduğu halde, diğer varlıklar (güneş, ay, yıldızlar) için önemli bir fonksiyon mevcut değildi. Mesela Bizans kaynaklarında, Türk ülkesinde Kök Tengri’nin tek yaratıcı varlık olduğuna; Türklerin ateş, su gibi bazı şeylere kutsallık yüklemelerine rağmen, ancak yer ve göğün yaratıcısı Tanrı’ya taptıkları yazılıdır67.
Dinler tarihinde tespit edilen bir hususa göre, hiçbir din saf halde kalmamış, Tanrı her zaman kutsal sayılan ikinci derecede yan varlıklar ile çevrili bulunmuştur. Tarihin en büyük dinlerinde bile durum böyledir. Hristiyanlıkta bir yerine üç olan Tanrı kişiliğinden başka, Meryem Ana, melekler, azizler ve ölü ruhları kutsaldır. İslamiyet’te, İhlas Suresi’nde “Allah’ın birliği ve vasıfları din felsefesi ve edebiyatında görülmemiş bir şekilde belirtilmiş”68 olduğu halde, Bakara Suresi’nde peygamberlere, kitaplara, meleklere iman vardır. Ama eski Türk dininde, kesinlikle tek bir Tanrı mevcut olup, O’nun yanında, ikinci bir öge yoktur. En azından buna eldeki tarihi kaynaklarda rastlanılmıyor.
Bir diğer konu, Semavi dinlerde tek kadir-i mutlak Tanrı’dır ve her şey ondan istenir. Hatta peygamberlerden bile insanların beklenti içerisinde bulunması doğru karşılanmaz. Fakat zaman zaman bu dinlerde dahi Allah’ın peygamberleri neredeyse onun seviyesine çıkartılacak kadar ileri gidilmektedir. Halbuki Tanrı inancına göre alanda-verende Allah’tır.
Kök Tengri dininin Türklere mahsus bir inanç olduğu Tanrı kelimesinden de anlaşılır. Bu kelime bütün Türk lehçelerinde yer aldığı gibi, Türkçeden birçok Asyalı kavmin diline de geçmiştir. Eski Türkçedeki Tengri terimi, günümüzün değişik Türk boylarında, her lehçenin fonetik özelliklerine göre tengri, tengere, tangrı, tangara, ture, turi şekillerinde söylenir69. Türkçenin asli kelimesi olan Tanrı’ya yazılı kaynaklarda, en eski M.Ö. 5. yüzyılda rastlanmaktadır. Hiç şüphesiz bundan önce de mevcut idi. Zamanımızdan 2500 yıl evvel, başta eski Yunanlılarda olmak üzere, ölümlü ve ölümsüz birçok tanrının olduğunu görenler, Türklerde tek bir ilahın ve yaratıcı yerine geçen Tanrı kelimesinin varlığına inanamadıklarından, Türklere birçok yakıştırmalar yapmışlardır70.
Dolayısı ile Çinlilerin Türklerden aldığı kesin olan bu kelime eski kayıtlarda (M.Ö. 5. yüzyıl) “T’ien” şeklinde, Tanrı manasına kullanılmıştır ki, bunu daha iyi anlayabilmek için, Çin yıllıklarında karşılaştığımız bir hadiseyi aktarmakta fayda görmekteyiz. M. evvel 2. asrın 30’lu yıllarındaki küçük çaplı bir savaşta, Hun yabgusu Çinli bir kumandanı esir olarak, ele geçirdi. Bu asker sorgulanınca, aslında bunun bir tuzak olduğu, büyük Çin ordusunun kucağına düşmek üzere bulunduklarını öğrendi. Hun hükümdarı hemen adamlarına geri dönmeyi emretti. Ülkesinin sınırına varınca; başını göğe kaldırıp, kurtuluşunun Tanrı tarafından sağlandığını söyledikten sonra, esiri serbest bıraktığını, Çin vesikaları anlatmaktadır. Yani Türkler, Tanrı’yı dinlerinin en yüksek varlığı olarak binlerce yıldan beri tanırlar71. Altaylı kamlar Tanrı’ya dua ederken “yüksekte bulunan büyük atamız tengere, yaratıkları yaratan tengere, yıldızlarla dünyayı süsleyen tengere” derler.
Eski Türkçede “gök” (sema) ve “en büyük yaratıcı” mefhumları için tek bir kelime, yani Tengri kullanılmıştı. İslam dinini seçen Türkler, gök kelimesini sema, tengri kelimesini de “Allah” mefhumuna tahsis ettiler. Ayrıca eski Türkçede hava anlamına gelen “kalıg”, İslamdan sonra “göksema” manasının yerine konmak istenmişse de tutunamayarak, sonraları büsbütün unutulmuştur. Çünkü o “Kök Tengri” gibi hiçbir zaman mukaddes algılanmadı. Tanrı kelimesi yerine, Oguzların kullandığı “çalap” terimi de yaşama imkânı bulamadı. Bunun yanı sıra, özellikle Divanü Lûgati’t-Türk’te Tanrı’nın sıfatları arasında “Ugan” (kudretli), “Bayat” (nimetli), “Bir”, “İdi” (sahip), “Yaratgan” (yaratan), “Mengü” (ebedi) gibi şekilleri de görmekteyiz72 ki, bunlara artık sadece tarihi metinlerde rastlanılmaktadır. Tabi bu sıfatlar Türklerin Kök Tengri inançlarında da olan ya da onların İslamiyet’i kendi terminolojileriyle karşılamalarından başka bir şey değildir.
Netice olarak; tek bir yaratıcı Tanrı’ya iman ve onun için kurban, öldükten sonra hayatın varlığı, yani ruhun yaşaması, cennet ve cehennem mefhumu ile ahirete iman, sevap ve günah anlayışı, ulu yaratana ibadet, ölmüş atalara saygı ve mezar geleneği gibi durumlar, bu eski Türk dininin ana vasıflarını meydana getirmekteydi.
Eski Türk diniyle alâkalı bu temel yaklaşım bir yana, mukaddes kitap ve dinlerin sonuncusu Kur’an ile İslamiyet, kitap ve din noktasında Allah tarafından tekmil edilerek, nihayete erdirilmiştir. Buna dair Al-i İmran Suresi 19. ayette; “Allah katında din ancak İslam’dır” şeklinde kesin hüküm vardır73. Dolayısıyla insanlığın başlangıcından itibaren karşılaşılan bütün dinler, her şeye muktedir bir yaratıcı Tanrı inancına dayalı iken, sonradan bunların içine değişik unsurlar ile tanrı ve tanrıçalar sokulmuştur. İşte bu yüzden de Allah zaman zaman kendinin ortaya koyduğu ve bir yerde toplum düzenin şartı olan dinin bozulması üzerine, peygamberler vasıtasıyla bunların ıslahı yoluna gitmiştir. Bütün bunlardan çıkan sonuca baktığımızda, bugün Şamanizm diye adlandırılan bir dinin bulunmadığını, bunun sadece geçmişteki bazı ayin, gelenek ve göreneklerin unutulmayarak toplum içinde yaşamasından başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz.
Özetle şunu da belirtmek istiyoruz: Eğer bugün eski Türklerin inandığı bir Semavi dinden bahsediyorsak, bunun Tanrı tarafından ne zaman indirildiği meselesi söz konusudur. Bununla beraber Budizm, Zerdüşizm, Yahudilik, Hristiyanlık, Maniheizm, İslamiyet gibi dinlerin zuhur vakitleri üç aşağı-beş yukarı malumdur. Ama Türklerin bu kadim Tanrı anlayışının temeli durumundaki itikadın zamanı ile peygamberinin isminin ne olduğu bilinmediğine göre, yukarıda bir kısmını andığımız dinlerin ortaya çıkmasından daha önceki bir vakitte insanlara tebliğ edildiğini ve Türklerin de buna inanarak, birtakım ilkelerini günümüze kadar getirdiklerini düşünmekteyiz.
Günümüzde Şamanizm bir din olmaktan çıkmıştır. Sibirya ve Afrika’nın en uzak köşelerine kadar gidebilen teknoloji ve basın-yayın araçlarıyla beraber, dünyanın her tarafında dolaşan çeşitli dinlere mensup misyonerler kendi dinlerini en ince ayrıntılarına kadar empoze edip, bu Şamanik itikatlara bağlı insanların da büyük bir kısmını döndürmüşlerdir. Dolayısıyla bugün toplulukların içerisinde folklorik ve eğlencelik bir unsur olarak uygulanan Şamanizm konusunda misyonerlik faaliyetlerine de dikkat edilmelidir. Dünyanın her tarafında, arkalarındaki resmi ya da sosyal yardım kuruluşlarının desteğiyle dolaşan birtakım kişi veya dini propaganda merkezleri milliyetçi Türk gençlerini Şamanizm yoluyla kazanma peşindeler. Onlar “sizin eski dininiz Şamanizm idi” diyerek, gençlerimizi günümüzde hiçbir hükmü olmayan bu ilkel inanışlara özendirerek, İslamiyetten uzaklaştırma gayreti içindedirler.
NOT: Türk Tarihi Araştırmaları Dergisinde 11.06.2019 tarihinde yayınlanan bu makalenin aslı pdf dosyası olarak sunulmuştur. Sayın Prof. Dr. Saadettin Yağmur Gömeç Hocamıza teşekkür ederiz.
PDF: Eski T__rk Dininin Temel __zellikleri[#582874]-745024
Yorumlar
Yorum yap