406) Eski Türklerde Maden İşçiliği

Yayin Tarihi 24 Aralık, 2020 
Kategori KÜLTÜREL, TÜRK DÜNYASI

ESKİ TÜRKLERDE MADEN İŞÇİLİĞİ

——————————————————————————–

Madenlerin keşfi ve alet imalinde kullanılması insanlığın kaderini değiştirmiştir. Öyle ki tarih öncesi devirler, insanoğlunun işleyebildiği madenlerin niteliklerine göre sınıflandırılmıştır. Yeryüzünün kadim kavimlerinden olan Türkler, mitolojik dönemlerinden itibaren madencilik özellikle de demir işçiliği konusundaki (Ögel 1998: 59-69) ustalıklarıyla anılmışlardır. Bunda akıncı karakterlerinin payı büyüktür. Savaşların kazanılmasında askerin elindeki araç gereç son derece önemli bir rol oynamaktadır. Bu durum Türkler arasında başta değişik türdeki silahlar olmak üzere çeşitli madenî eşyaların üretiminin zeminini hazırlamıştır. Toplumunda yaygınlaşan madencilik bir yandan Türklerin bölgelerindeki siyasi hâkimiyetlerini güçlendirirken diğer yandan ekonomik hayatlarının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Eski Türklerin geçim kaynakları arasında besiciliğin ardından maden işlemeciliği de öne çıkmıştır.

Maden işçiliğinin ilk safhasını işlenecek madenlerin topraktan çıkarılması oluşturur. Eski Türk yurtları yüksek kalitede demir cevherini barındıran bir arazi yapısına sahiptir (Kafesoğlu 2003: 224). Çin kaynakları Kırgızlarda altın, demir ve kalay bulunduğunu, her yağmurdan sonra demire ulaşıldığını haber vermektedir (Eberhard 1996: 68). Birinci Altınköl yazıtında, Altay Dağları’nın altun yış olarak ifade edilişi (Tekin 2004: 550) dikkat çekicidir. Emel Esin, bu durumu Türk kültüründe maden unsurunun bir yansıması olarak değerlendirmiştir (2004: 20-21). İslam coğrafyacıları Karlukların meskûn olduğu Barlas Dağını “altın dağı” olarak nitelemişler (Şeşen 2001: 93); Kimek ülkesindeki gümüş ve demir yataklarından bahsetmişlerdir (2001: 106, 108). İdrisî, Oğuz ülkesindeki Marga nehrinin suları donduğunda yatağında çok miktarda altın tozu bulunduğu ve Oğuzların çıkardıkları gümüş madenini satarak bol para kazandıkları bilgisini vermiştir (2001: 114-115). Uygurlar demirin yanında nışadır, boraks, bakır oksit, kömür gibi madenler çıkarmışlardır (Ögel 2001: 212-215). Dîvânu Lugâti’t-Türk’te Barhan adlı kaleden bahsedilirken, bu dağın eteğinde ve kalenin aşağısında altın madenleri bulunduğu zikredilmektedir (DLT: 219 [329]). Eski Türklerde özellikle gümüş madenlerinin bir kısmı hükümdara ait olup kağanlar çıkarılan gümüşten akça kestirmişlerdir (Sümer 1994: 12). VI. yüzyıldan itibaren çeşitli madenlerden imal edilen sikkeler (Sertkaya 2006) eski Türk toplumunda madenlerin kullanım alanlarından birinin de para olduğunu göstermektedir. Türklerin madencilikte ilerlediklerinin başka bir kanıtı da Uygurların Çin’le yaptıkları takasta değerli madenler, taşlar (yeşimtaşı, elmas vb.), çeşitli tuzlar sunmalarıdır (Golden 2002: 140). Bazı tarihçiler Türklerin madencilikle uğraştığını gösteren delillerin ışığında onlardan kalan ata mağaralarının gerçekte birer maden ocağı olduğunu öne sürmüşlerdir (Sinor 2000: 398).

Eski Türkçe metinlerde görülen kızıl tuz ‘kızıl tuz’ (Ht IV: 1010 [104]; Heilk I: 98 [10]); tış tuz ‘beyaz tuz’ (Ht IV: 1011 [104]), kara tuz ‘siyah tuz’ (Ht IV: 1011 [104]; Heilk I: 4 [4]), yar tuzı ‘kaya tuzu’ (Heilk I: 142 [12]; Heilk II: I96 [12]), yumşak tuz ‘ince tuz’ (Heilk II: II18 [16]), yıdıg tuz “atık tuz” (Heilk II: I114[14]) ibareleri tuz sözünün o dönemlerde nışadır için de kullanıldığını düşündürmektedir. Nitekim Çinliler nışadıra “Uygur tuzu” demişlerdir. Bir Çin ansiklopedisi, Uygur nışadır madenlerini şöyle anlatmaktadır:

“Bu madene Tat tuzu da denir. Onların memleketinin ortasında volkanik iki büyük dağ vardır. Her iki dağın ağzından da dumanlar ve alevler fışkırır. Dağlardaki bir mağaraya yeşil renkte bir su dolarak birikirdi. Hava ile karışınca da hemen bir tuz haline girer ve tuz olurdu. Turfan’daki dağdan ise duman sütunu yükselirdi. Karanlık olunca da bu dumanlar, ateşten bir direk haline gelirlerdi. Yakınlarda uçan kuşların renkleri, bu yüzden kıpkırmızı olurdu. Bunun için bu dağa Ateş Dağı demişlerdi. Küllerin bazılarını topladıktan sonra getirip kazanlarda kaynatırlardı. Bu yolla çıkardıkları nışadırları ekmek şeklinde kalıplayıp satarlardı. Nışadırların beyaz cinsi en iyisidir. Bu cins nışadırlar, madenler tarafından iyi emilirler. İyice kuruması için de bir soba üzerinde ısıtırlar ve kurutulduktan sonra da, iyi saklanması için bir miktar zencefil katmayı ihmal etmezlerdi…” (Ögel 2001: 213)

Başka Çin kaynakları da Türklerin kendilerine mahsus tuzları olduğunu doğrulamaktadır (Eberhard 1996: 87). Turfan Uygurlarını ziyaret eden Çin elçisi amonyak işleriyle uğraşan işçilerin tabanında tahta bulunan ayakkabılar giydiklerini haber vermektedir (Izgi 1989: 66). Eski Türklerde tuz çıkarılan başka bir kaynak ise tuz gölüdür (Sümer 1994: 58). Tuz, hayvanlar için son derece gerekli bir maddedir. Bu sebeple çok miktarda hayvan yetiştiren bölgelerde tuz ticareti de yaygındır. Şehirlerde tuz ticaretinin yoğunluğu, bazı sokakların ‘tuz pazarı’ diye anılmasına vesile olmuştur. Birçok Anadolu şehrinde bu isim varlığını hâlen de sürdürmektedir (Baykara 1975: 80). Eski Uygurcadaki tuzçılarnın suzakı ‘tuzcuların köyü’ (TT VIII: G [25]) ifadesi bu bilgiyle örtüşmektedir. Eski Türklerin elde ettikleri tuzun hayli fazla olduğu, Türklerin Çin’e ihraç ettikleri maddeler içinde çeşitli tuzların bulunmasından da anlaşılmaktadır (Golden 2002: 140). Tuzdan yararlanılan başka bir alan ise tıptır. Eski Türkçe tıp metinlerinde tedavi aracı olarak değişik tuzlar tavsiye edilmiştir (Heilk I; Heilk II). Uygurca bir yazmadaki: adın orundaki kişilar bo tuzlarıg alıp otda amda işlatürlar / “Başka yerdeki kimseler bu tuzları alıp tedavide kullanırlar.” (Ht IV: 1012-1013 [104]) cümlesi tuzun hekimlikte kullanıldığını ortaya koymaktadır. Eski Türk toplumunda tuz başlığı altında ifade edilen madenlerin çıkarılıp işlenmesini meslek edinen kimselere tuzçı denilmiştir (Şen 2007: 176-177).

Türk kültürünün anahtar metinlerinden Dîvânu Lugâti’t-Türk’te geçen altum “altın”, kümüş “gümüş”, tamür “demir”, kurç “çelik”, bakır “bakır”, tuç “tunç”, çodım “bronz”, korugjm~kuşum “kurşun”, ark “cüruf”, tat “pas”, küg “pas”, tuz “tuz”, ajmuk “şap”, çatır “tuz ruhu”, karagu “maden sülfatı”, kara yag “neft yağı”, ürrak “alçı taşı”, sarımçı “alçı taşı”, kaş “yeşim”, çaş “firuze”, sata “mercan”, yimçü “inci”, ardimi “mücevher”, sarıg çüvit “arsenik”, kök çüvit “mavi çivit”, kızıl çüvit “zincifre”, maraz “çivit”, aşu “aşı boyası”, kürküm “safran”, yaşil çüvit “bakır pası”, al çüvit “zincifre”, kirşan “üstübeç”, opu “beyaz kurşun” (DLT III: 249) kayıtları toplumun madencilik konusundaki birikimiyle ilişkilidir. Kutadgu Bilig’deki bu beglar tag ol ol kani altun kümüş / kümüş kan kazıglı bayur ol üküş (KB 5357 [533]) “Beyler içinde altın ve gümüş madenleri bulunan bir dağdır; gümüş madenlerine kazma vuran insan çok zengin olur.” (KB II: 385) dizesini de eski Türklerde madencilik kültürünün bir yansıması olarak değerlendirmek mümkündür. Volker Rybatzki, Türkçe ve Moğolca metal adlarını incelediği “Bemerkungen zur türkischen und mongolischen Metallterminologie” adlı makalesinde, Runik yazıtlarda: altun “altın, kümüş “gümüş”, bakır “bakır”, tamür “demir”; Uygurca yazmalarda: altun “altın, kümüş “gümüş”, bakır “bakır”, tamür “demir”, tuç “tunç”, yez “pirinç”; Karahanlı metinlerinde altun “altın, kümüş “gümüş”, bakır “bakır”, tamür “demir”, tuç “tunç”, korugjın “kurşun” metallerinin görüldüğünü belirtmiştir. Ona göre sırlanan metal adlarından en eskicili kümüş olup bunu altın ve tamür takip etmektedir (1994: 243, 244). Aynı araştırmacı, “Turkic words for ‘steel’ and ‘cast iron’” başlıklı yazısında, Eski Türkçe metinlerde çelik anlamında geçen kurç ve bulat sözlerini Iraní; bronz anlamında geçen çodın sözünü ise Çince kökenli göstermiştir. Eski Türklerin ünlü demirciler olduklarını göz önünde tuttuğunda bu durumu şaşırtıcı bulan yazar, Türklerin çelik kavramını karşılamak üzere başlangıçta yerli bir söz ürettiklerini, bunun da Eski Rusça kaynaklarda geçen karalug sözü olabileceğini dile getirmiştir (1999: 70-71).

Eski Türklerde topraktan çıkarılan madenler, uz denilen ustalar eliyle işlenmiştir (Şen 2007: 71). Bu ustaların başında demirciler gelir. Tarihin bildiği devirden beri Türk yaşam tarzında besiciliğin yanında madenciliğin özellikle de demirciliğin önemli bir yeri olmuştur. Türklerin gelişmiş demir işçiliği komşu ulusları da etkilemiştir. İranlıların çok eski dönemlere dayanan millî destanları olan Şehname’de Türk orduları demirden ve çelikten kurulu olarak tasvir edilmiştir (İnan 1998: 229). Eski Türk yurtlarındaki kurganlarda M.Ö. iki bin başlarına ait olduğu tahmin edilen demirden yapılmış eşyalara rastlanmıştır. W. Ruben bu ve başka deliller ışığında eski Türk sahasını demir kültürünün doğduğu yer olarak kabul etmiştir (Kafesoğlu 2003: 225). Arkeologların Baykal ötesinde Selenga civarında buldukları bir Hun kasabasında demir işleme atölyeleri ve bronz dökümhaneleri ortaya çıkmıştır (Klyashtorny-Sultanov 2003: 68). Daha M.Ö. yedinci yüzyılda kaş sikkelerinin kesilmesinde kullanılan demir döküm aletlerinin Türk işi olduğunu Çinliler belirtmişlerdir. Bu dökümhanelerde üretilen “ser demiri” denilen malzeme hafif ve dayanıklı zırhların üretiminde kullanılmıştır. Bu tür zırhlar VII. yüzyıldan itibaren Medine’ye gelmiş, hatta Hz. Muhammet de bunlardan birini kullanmıştır (Haussig 2001: 200-201). Çin kaynaklarından Kök Türklerin ilk önceleri Altaylar’da yaşadığını ve demircilikle uğraştığını öğrenmekteyiz (Gömeç 1999: 10). Nitekim Birinci Kök Türk Devletinin kurucusu Bumin Kağan, Juan-juan reisinin kızını istediğinde “Benim demir işlerimde çalışan sizler nasıl böyle bir talepte bulunma cesaretini gösterirsiniz?” cevabını almıştır (Taşağıl 1995: 17). 568’de Bizans imparatoru II. Justinos’un elçi olarak Batı Kök-Türklerine gönderdiği Zemarkhos, kendisine demir satmak isteyen bir Türk ile karşılaşmıştır. Bu olayı nakleden tarihçi Menandros’a göre Türkler, demir ocaklarına sahip olduklarını yabancılara kanıtlamak için böylesi davranışlarda bulunmuşlardır (Sinor 2000: 398). İkinci Kök Türk hükümdarı Kapgan Kağan’ın Çin’den bin libre demir istemesi (Gömeç 1999: 51), demircilerin zaman zaman dışardan getirilecek ham maddeye ihtiyaç duyduklarını göstermektedir. Uygurlar, dönemlerinin en iyi demir ve çelik işçilerindendir (Ögel 2001: 90). Yerleşik Uygurlara ait Bezeklik şehrindeki frekslerde çalışmakta olan bir demirci ve bunun altında bo tamirçi “bu demircidir.” yazısı bulunmaktadır (Baykara 1975: 88). İslam coğrafyacıları Tokuz Oğuz (Uygur) ülkesinde demirden her tür nadir eşyanın üretildiği çarşılar bulunduğunu haber vermektedir (Şeşen 2001: 98). Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki tamürlük “demir eritilen ve süzülen yer” (DLT: 253 [I 374]), körük “körük” (DLT: 197 [I 299]), körükla- “körüklemek” (DLT: 593 [II 323]), tamür arkı “demir pisliği” (DLT : 33 [I 92]) tamür egaş- “demir eğelemekte yardım etmek” (DLT: 103 [I 188]), bazgan “demirci çekici”; (DLT: 220 [I 330]) tamürçi kılıç tokıdı “demirci kılıç dövdü” (DLT: 562 [II 288]) kayıtları demircilik kültürüyle ilişkilidir. Kâşgarlı, uygur yıgaç uzun kas tamür kısga kas “Uygur ağacı kestiğinde uzun demiri kestiğinde kısa kes -Çünkü demir uzatılabilir-” atasözünü zikrettikten sonra “Uygurların bir tellalı vardır ve bu hükmü günde üç kez onlara hatırlatır” (DLT: 269 [II 393]) notunu düşmüştür. Divanda: kök tamür kerü turmas “Gök demir boş durmaz -dokunduğu şeyleri yaralar” atasözünün ardından yapılan şu açıklama dikkate değerdir: “Bu sözün başka bir anlamı daha vardır. Kırgız, Yabaku, Kıpçak ve diğerleri biriyle sözleştiklerinde ya da anlaşma yaptıklarında, önce kılıcı kınından çıkarıp önlerine koyarlar ve şu sözü söylerler: bu kök kirsün kızıl çıksun Bunun anlamı, eğer ben sözümü tutmazsam bu kılıç bedenime gök renginde girip – kanlı olarak- kızıl renkte çıksın demektir ki demirin intikam alıcı gücü sayesinde demirle öldürüleceği manasına gelir. Zira onlar demiri güç kaynağı sayar ve ona büyük saygı duyarlar (DLT: 182 [I 280]).

Eski Türkçede tamirçi biçiminde adlandırılan demircilerin eski Türk toplumunda özel bir yeri vardır. Onlar hanedan kurucularına ya da kamlara denk büyüleyici insanlar olarak kabul edilmiştir (Divitçioğlu 2000: 86). Demircilere doğa üstü özellikler yükleme inanışı yalnızca Türklere mahsus olmayıp kadim toplumların pek çoğunda aynı durumu gözlemlemek mümkündür (Eliade 2003). Eski Türkçeden başlayarak değişik söyleyişleriyle Türkçenin gelişme ve yayılma alanlarının tamamında görülen tamirçi sözcüğünün (Şen 2007: 112-113) türediği tamir ‘demir’ tabanına dair değişik görüşler vardır. tamir’i Yukagir kökenli gösterme yaklaşımını Doerfer doğru bulmamıştır (TMEN: 1012 [II 667]). Munkâchi, sözcüğün Sanskrit tamr ‘bakır’ sözünden alındığını öne sürmüş; Ramstedt, tamir’i Moğolca ile ilişkilendirmiştir (ESTY II: 189). Rasanen de Türkçe tamir ile Moğolca tamür arasındaki benzerliğe dikkat çekmiştir (EWTS: 473). Osman Nedim Tuna ise Türkçe tamir’i Türk dilinin ön evreleriyle ilişkilendirdiği Sümercedeki tibira ‘metal’ sözüne bağlamıştır (Tuna 1997: 24). Değişik seslendirilişleriyle Türkçenin gelişim safhalarının tamamında görülen tamir ‘demir’ sözü (EDPT: 508a) Türkçeden Farsça, Lazca, Arapça, Moğolca ve Balkan dillerine de geçmiştir (TMEN: 1012 [II 666-667]).

İnsanoğlunun “soylu maden” olarak nitelediği altın, çıkarılması en zor madendir. Altı ila on iki gram altın elde etmek için bir tona yakın maden filizi çıkarılmalıdır. Bu güçlüğe rağmen insanlar Firavunlar döneminden beri altın peşinde koşmuşlardır (Eliade 2002: 80-81). Türkler ilk dönemlerinden itibaren altını işlemede ileri gitmişlerdir. Bu yargıyı destekleyen en çarpıcı örneklerden biri Esik Kurganı buluntularıdır. Karbon çözümlemelerine göre M.Ö. V-IV. yüzyıllara ait olduğu tahmin edilen ve Hun mezarlarındaki benzerleriyle dikkat çeken bu buluntular, bir kısmı altından dört bin parça eşyayı içermektedir. Eşyalar arasında üzerinde Orhon alfabesinin iptidaî biçimi olan yirmi altı harflik bir yazı bulunan gümüş çanak ve zırhı altın kaplama ceset son derece önemlidir (Esin 1978: 20-25; Aksan 2000: 14). “Altın Elbiseli Adam” olarak ünlenen bu cesedin üzerindeki altın zırh gayet ince bir işçiliğin ve ileri bir zevkin ürünüdür. Hunlarda zengin bir altın işçiliği olduğu çeşitli tarih kaynaklarınca belirtilmiştir (Czeglédy 1998: 69). Birinci Göktürk Devleti kağanını ziyaret eden Bizans elçisi hükümdar çadırındaki altından yapılmış eşyalardan bahsetme ihtiyacı hissetmiştir (Erdemir 2002: 47). Tarihçiler, eski Türk toplumunda at koşumlarının yapımında, bu nesnelerin süslenmesinde kesinlikle Türk olan demircilerin ve kuyumcuların birlikte çalıştıklarını yazmaktadır (Giraud 1999: 128). Orhon Yazıtlarında hediye ve hazineler sıralanırken bir tüman agı altun kümüş kargaksiz kalti / “…Binlerce ipekli kumaş, altın ve gümüş (eşyayı) gereğinden fazla getirdi” (KT: GB [52-53]) altun kümüş eşgiti kutay bursuz ança berür / “(Çinliler) altını, gümüşü, ipeği ve ipekli kumaşları güçlük çıkarmaksızın öylece (bize) veriyorlar” (KT: G5 [34-35]) türü ifadeler kullanılarak altının bugün olduğu gibi o dönemde de zenginlik göstergesi kabul edildiği vurgulanmıştır. İslam coğrafyacıları, Kimeklerin denizinin sahilinde, deniz coştuğu ve dalgalar büyüdüğü zaman altın tozları bulunduğunu, bu sahile yakın Türklerin sahilin bazı belirli yerlerine gelerek altın tozlarını çıkarttıklarını, bunları toplayıp suyla temizleyip ayıkladıktan sonra cıva ile birleştirip sığır gübresinden kalıplara döktüklerini, böylece çok miktarda altın topladıklarını, hükümdarın bu altınların vergisini aldıktan sonra çoğunu satın aldığını, artanı tüccarların kullandığını yazmaktadır (Şeşen 2001: 110). Buddhist Türklerin gündelik eşya ve takıların yanında Çin muhitindeki gibi altın Buda heykelleri yaptıkları tahmin edilebilir. Kuyumculukta ileri giden başka bir Türk devleti olan İdil Bulgarları bu sahada İsveç’e kadar bütün Batı Slavlarına tesir etmişlerdir (Yazıcı 2002: 123). Dîvânu Lugâti’t-Türk’te köyda adı verilen altın ya da gümüşün eritildiği ocaklardan bahsedilmektedir (DLT: 521 [II 239]). Eserde geçen kimşan “başlık, börk gibi şeyleri süslemede kullanılan altın kırıntıları” kaydını da (DLT: 220 [I 330]) altın işçiliğinin bir yansıması olarak değerlendirebiliriz.

Eski Türkler, altın işleyen kimseleri altunçı biçiminde adlandırmışlardır (Şen 2007: 102). Sözcüğün türediği altun ‘altın’ tabanının kökenine dair değişik görüşler dile getirilmiştir. Nemeth, Kaluzynski gibi araştırmacılar altun’u Moğolca altan biçimiyle karşılaştırmışlardır. Ramstedt, Rasanen, Poppe, Baskakov gibi âlimler sözcüğün Türkçe al ‘al’ ve Çince tun ‘metal’ sözlerinin birleşimiyle ortaya çıktığını öne sürmüşlerdir. Ramstedt altun’u Arapça latun ‘pirinç’ sözüyle birleştirmeyi denemiştir. Clauson, Moğolca altan biçimini Türk dilinden kalma çok eski bir alıntı olduğunu ifade etmiştir (ES: 9-10). Röna-Tas, Türkçe altun’nun Toharcadan alındığını savunur (Rybatzki 1994: 203). Zeynelov ve Novruzov ise sözcüğü, al “al” ve ton “kürk, giysi” sözlerinin birleşimi olarak kabul etmişlerdir. Onlara göre eski Türklerde kürk anlamında da görülebilen ton, kürklerin alışverişte değişim metaı olarak değerlendirilmesi nedeniyle zamanla bakır anlamı kazanmıştır. Bu anlam değişiminde bakırın para olarak kullanılmasının payı vardır (Zeynelov-Novruzov 1984). Doerfer altun > altın’ın Türkçeden Farsça, Moğolca, Sibirya dilleri, Samoyedçe, Arapça, Kafkas dilleri, Balkan dilleri ve Rusçaya geçtiğini ifade etmektedir (TMEN: 529 [II 113]). Türkçenin tarihî devirlerinin tamamında görülebilen sözcük (ESTY I: 142) çağdaş Türk lehçelerinde varlığını korumaktadır (KTLS: 18-19).

Eski Türk toplumunda madenler birincil ürün olarak işlenebildiği gibi çeşitli zanaat erbabı tarafından değişik aletlerin imalinde ihtiyaca göre ham madde olarak kullanılmıştır. Eski Türkçede ayakçı denilen kap kacak yapımcıları çeşitli madenleri kullanarak zarif eşyalar üretmişleridir (Şen 2007: 104-105). Yukarıda bahsedilen M.Ö. V-IV. yüzyıllardan kalma Esik Kurganı’nda tahta tabakların yanında gümüş ve tunç kaplara, gümüş bir kadehe tesadüf edilmiştir (Esin 1978: 24). Birinci Göktürk kağanı İstemi’yi ziyaret eden Bizans elçisi onun çadırında gümüşten yapılmış kap kacakla dolu arabacıkların bulunduğunu haber vermektedir (Divitçioğlu 2000: 282). Yerleşik Uygurlar, kendi ülkelerinde üretilen cam kâseleri Çin’e sunmuşlardır (İzgi 1978: 106). Arkeolojik kazılar Idil Bulgarlarının çinicilik ve kap kacak yapımında ileri gittiğini ortaya koymaktadır (Yazıcı 2002: 127). Kâşgarlı Mahmûd toy denilen ve çanak yapılan bir tür çamurdan bahsetmektedir (DLT: 505 [II 220]). Bu dönemde çanakçılıkla uğraşan kimseler sır adı verilen yapışkandan bir madde ile kapları sıvayıp nakışlayarak nadide kaplar üretmişlerdir (Genç 1997: 377). Görülüyor ki Eski Türkler ihtiyaca göre ağaçtan, topraktan, çeşitli madenlerden, camdan, çiniden kap kacak üretmişlerdir. Bu üretim tarzında da madenler önemli bir yer teşkil etmiştir.

Eski Türkçede targakçı denilen tarak yapımcıları da (Şen 2007: 107-108) zaman zaman hammadde olarak madenlerden yararlanmışlardır. Pazırık Kurganı’ndan çıkan Büyük Hun Devleti döneminden kalma buluntular arasında taraklara tesadüf edilmiştir. Aynı şekilde Göktürk dönemi mezarlarından da taraklar çıkarılmıştır (Ögel 1991: 65, 146). Arkeolojik kazılarda bulunan tarakların bir kısmı altın ve tunç gibi madenlerden imal edilmiştir (Esin 1978: 14). Bunların yanında eski Türk toplumunda yakşıçı olarak adlandırılan çilingirlerin (Şen 2007: 118) ürettikleri kilit ve anahtarlarda; okçı denen ok imalatçılarının (2007: 121-123) yaptıkları oklarda; yaçı denen yay ustalarının ürünlerinde (2007: 123-125) ihtiyaca göre çeşitli madenler kullanılmıştır.

Sonuç

Tarihî veriler ve günümüze ulaşan dil malzemesi, eski Orta Asya Türklüğünün belirleyici vasıflarından birinin maden işçiliği olduğunu ortaya koymaktadır. Maden işçiliği, maden ocaklarının işletilmesi ve buralardan çıkarılan madenlerin kurulu atölyelerde ürüne dönüştürülmesi safhalarını içerir. Tamamen göçer bir toplumun bu türden tesislere sahip olması beklenemez. Zira, göçerlik keşfedilmiş maden ocaklarını terk edip kurulu atölyeleri yüklenerek sürekli yer değiştirmeyi gerektirir. Böylesi bir yaşam tarzında maden işçiliğinin gelişmesi oldukça güçtür. Buradan bakıldığında eski Türk toplumunda yerleşik bir kitlenin varlığı ortaya çıkmaktadır. Eski Orta Asya Türklüğünü salt göçer bir toplum olarak takdim edip sınır tanımaz yağmacılar olarak niteleyen yaklaşımları ihtiyatla karşılamak gerekir. Böylesi yorumlar birkaç ağaçtan hareketle ormanın tamamı hakkında hüküm vermek gibi yanılma payı yüksek yargılardır. Nitekim Mesudî (öl. 948) Türklerin birçok cinslere ayrıldığını, bir kısmının şehirlerde ve kalelerde; bir kısmınınsa dağlarda, bozkırlarda, çadırlarda yaşadıklarını yazarak (Şeşen 2001: 57) eski Türk toplumunda hem konar hem de göçer kitlelerin bulunduğunu tespit etmiştir. Başka bir Arap tarihçi Avfî’nin, “Türk dedikleri sonsuz bir millettir. Çeşitli sınıflara ayrılır. Kabilelerin ve aşiretlerin had ve hududu yoktur. Bir kısmı yerleşik bir kısmı ise göçebedir” (2001: 91) kaydı da Mesudî’yi desteklemektedir. Nasıl günümüz Türkiyesinde şehir hayatının yanında -özellikle Toroslar’da göçerlere rastlanabiliyorsa Eski Türklerde de göçer kitlelerin yanında yerleşik bir kitle hep var olmuştur. Bu yerleşik kitlenin varlığı eski Türk kültüründe çeşitli meslekler (Şen 2007) yanında maden işçiliğinin gelişmesine uygun zemin hazırlamıştır.

SERKAN ŞEN

Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi.

E-posta: [email protected][email protected]

Kaynak:
Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü
Modern Türklük Araştırmaları Dergisi
Cilt 5, Sayı 3 (Eylül 2008)

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap