899) Türklerde Köken Miti ve Efsanevi Soylar
Yayin Tarihi 14 Aralık, 2015
Kategori TÜRK DÜNYASI
SİYASÎ İKTİDARIN MEŞRÛİYET GEREKÇELERİNDEN
BİRİ OLARAK KÖKEN MİTİ VE EFSÂNEVÎ SOYLAR
Bu çalışma, erken dönem Türk düşüncesindeki devlet yapılanmasında mitolojinin sağladığı katkı üzerinedir. Siyasi iktidarın meşrûiyetini temellendirmede kullandığı gerekçelerden biri olan köken miti ve buna bağlı üstün soy tasarımı incelenmiş ve bunun yönetimde soy tekelini sağlamadaki rolü üzerinde durulmuştur.
Amaçlanan, konunun çerçevesini tam olarak çizebilmek olsa, bu yazının başlığı daha da uzun olabilirdi. Yahut “Türk Devlet Geleneğinin Oluşumunda Mitolojinin Kurucu İşlevi” şeklinde bir üst başlık eklenebilirdi. Bu açıklamadan anlaşılacağı üzere; şu andan itibaren söylenecek olanların gerçek zemini mitolojiden ziyâde, Türk devlet felsefesi’dir. Mitolojiyle, bu zemine sağladığı katkı oranında ilgilenildiği gözden uzak tutulmamalıdır. Bu şartlar altında, konu edineceğimiz mitolojik unsurlara ilişkin değerlendirmelerin yerli yerine oturabilmesinin yolu, erken dönem Türk düşüncesinde ‘Devlet’ kavramının işgal ettiği yeri bilmeye bağlıdır. Ne var ki; eldeki metin tam olarak böylesi bir amaca hasredilmiş değildir. Bununla birlikte; bunu bir nebze de olsa hissettirebilmek konuya en uygun giriş tarzı olmalıdır.
Paylaşılmak istenmeyenin ne olduğu
Yazının omurgasını oluşturan ‘köken miti’nin sadece siyasî iktidarı elinde bulunduran yönetici soyun mu yoksa onlarla birlikte yönetilen halkın da mı başlangıcı sayıldığı, kanaatimce, tartışılabilir bir konudur. Ne var ki, bu tartışmanın tarafı olmak, eldeki yazı çerçevesinde, tercih edilmemiştir. Bununla birlikte, böyle bir tercihte bulunacaklara önemli bir noktayı göz önünde tutmalarını salık vermekte fayda vardır: Farklı iddiaları benimseyen her iki tercih sahibinin de kendilerini destekleyecek deliller bulmakta güçlük çekmeyecekleri unutulmamalıdır. Bu, Türk kültür antropolojisine yabancı olmayanlarca gözden kaçırılmamış bir husus olmalıdır. Yönetici soy açısından bakıldığında; siyasetin temel sorunu, köken mitinin yönetilenlerle paylaşılıp paylaşılmadığı değildir. Nihayetinde; köken miti siyasî iktidarın kendisi değil, onu elde tutabilmenin meşrûiyet gerekçelerinden biridir ve tek gerekçe de değildir. Köken mitini bir meşrûiyet gerekçesi olarak sunmayla kıyaslandığında, köken mitinin kendisinin –yani içeriğin- sadece fonksiyonel bir değeri vardır. İçeriğin çok kereler değişmiş/değiştirilmiş olması bu yargımızı doğrular bir işaret sayılmalıdır. Paylaşılmak istenmeyen kendi başına değerli olan ve zaten ‘paylaşılamaz/bölünemez olma’ özniteliğine sahip olan şeydir.
Yazı başlığının altında aradıkları olan okuyucu, genel bir devlet teorisi tartışmasını -haklı olarak- bunlara dâhil etmek istemeyecektir. Bu durumda yapılması gereken, söz konusu dönemdeki devlet kavrayışına ilişkin bir fikir uyandırabilecek çerçeveyi çizip ana konuya geçmek olmalıdır.
Devlet geleneği mucibince, Türk devletlerinde, siyasî iktidar merkezî ve sıradüzenlidir. Bu cümlede geçen “merkezî” kelimesi üzerinde özel bir vurgu olduğu bilinmelidir. O, siyasî iktidarın hem sistemin hem de her tür düşünüş ve inanışın merkezinde olduğu belirtilmek amacıyla vurgulanmıştır. Türklerin inandığı Tanrı dahî “Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye” (Kül Tigin, Doğu, 25) taht ve siyasî iktidar veren bir Tanrıdır ki; bir yandan bunu diğer yandan da evrenin merkezinde bulunmanın ne olduğunu görmenin tam yeridir.
Türkler, insanlık tarihinde devletsiz bir safha olabileceğini düşünmemiş gibidirler. Bu kanâati ihsâs eden en önemli işaretlerden biri olan, Kül Tigin Kitabesi’nin doğu yüzünün ilk cümlesi şöyledir: “Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında; ikisi arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğulları üzerine ecdâdım Bumin Kağan, İstemi Kağan (tahta) oturmuş; oturarak Türk milletinin ülkesini, türesini idare edivermiş, tanzim edivermiş”. Bu ifadeden çıkartılabilecek pek çok sonuç vardır. İlkin, açıkça bir ‘yaratılış’a işaret edilmektedir. Gök ve Yer’in, maddî unsurlar olarak, yaratmanın fâili değil nesnesi biçiminde sunulmaları dikkat çekicidir. Yaratanın kim olduğu bildirilmemekle beraber, “muhtemel olarak bu fail yüksek Gök-Tanrı’dır”[1]. Yaratılışın ikinci aşaması olarak; daha önce yaratılmış iki varlığın, mavi gökle yağız yerin arasında insanlar yaratılmıştır. Türk mitolojisinde Gök ve Yer her şeyin ikili esas unsurudur. Sadece bilinmeleri için “bilen varlık” olan insana ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyacın sonucu olarak, ikisi arasında yaratılan insanoğlu onları tamamlar[2]. Yaratılış seyri içinde dikkat çekici bir unsur olan ‘Türk Kağanı’ ise, Türk devlet felsefesinin bir katkısıdır[3]. Devlet metafiziği açısından çok daha dikkat çekici olan ise; devletin başlangıcının yaratılışa dek geri götürülmüş olması ve kağanın sadece Türklerin değil, tüm insanların kağanı olarak sunulmuş olmasıdır. Ancak ‘devlet’in teşekkülünden sonra bir ‘millet’in varlığından söz edilebilmesi ise; “devlet, milleti yaratır” gibi bir teze telmîhde bulunması bakımından oldukça çarpıcıdır[4]. Devletin başlangıcını yaratılış anına dek geri götüren Orkun devlet yazıtları, onun varlığını sona erdirebilecek yegâne şartları da ortaya koymuştur:“Üstte gök basmasa, aşağıda yer delinmese; Türk Milleti ilini, türeni kim bozar” (Kül Tigin, Doğu, 23). Üstte göğün basması, altta yerin delinmesi ise bir tek anlama geliyordu: Kıyamet. Türk Devleti’nin başlangıcı ve sonuna dair bu inanışı Türk tarihi boyunca, büyük bir açıklıkla, izlemek mümkündür. Bu anlayışın bir sonucu olarak; devlete isyan teşebbüsleri ‘küçük kıyamet’e benzetilmiştir. Orkun Bengitaşları’nda geçen, “ Dokuz Oğuz kavmi kendi kavmim idi. Gök ve Yer karıştığı için düşman oldu” (Kül Tigin, Kuzey, 4) ifadesi bu inanışı gösterir açık bir işarettir. Metinde söz konusu durumu anlatmak için kullanılan kelime ‘bulgak’tır.” Dünya bulgakı”nı doğrudan kıyamete benzeten Kutadgu Bilig ise; sebep olanın başının kesilmesini ister[5].
Sıkça atıfta bulunduğumuz Orkun yazıtlarının özelliği, Göktürk devlet yazıtları olmaları ve Umay gibi bir-iki unsur dışında mitolojik anlatıma yer vermemeleridir. Ayrıca –Gök Tanrı inancı dışında- hiçbir dinin açık etkisi de görülmez. Yazıtlarda konuşan, âdeta, devletin kişileşmiş hâlidir. Bu yüzden söylenenler oldukça mûteberdir. Bu yazıtlarda söylenenlerin tamamlanabilmesi için yapılması gereken, artık, devleti kozmolojik çerçeve içine yerleştirmektir.
Evrenin bütün tezahürlerini Gök ve Yer-Su’nun temsil ettiği, birbirine zıt fakat birbirini tamamlayan iki ilkeden ibaret gören ve günümüz araştırmacılarınca ‘Dikotomik Universalizm’ olarak adlandırılan sistem, Türklerin en eski ve öz kozmolojisiydi[6]. Meşhûr Sinolog Wolfram Eberhard’ın “aslen bir Türk kabilesi” dediği[7] Chou’ların kuzeyden gelerek M.Ö. 1050’de Çin’de bir hanedan kurmalarından sonra gördüğümüz bu kozmoloji ya burada ortaya koyulmuş ya da anayurttan getirilmiştir. Açık olan tek şey Chou’lardan önce Çin’de böyle bir kozmolojinin görülmediği[8] ve merkeziyetçi devlet dininin kendine kozmolojik bir açıklama olarak bulduğu modele ait yazılı rivayetlerin ancak Chou döneminden sonraya ait olduğudur[9]. Choular’ın (M.Ö. 1050 – M.Ö. 247) kültür mirasının vârisi hem Türkler hem de Çinliler olmuştur. Ortak olunmakla birlikte, Chou kültüründen Türklere doğrudan doğruya geçen unsurlar, Çin’e nispetle, daha arkaik özellikleri ile tanınır. Üzerinde durduğumuz kozmoloji, kâinatın bütün tezahürlerini birbirine dönüştürülemeyen ancak düşman da olmayan, birbirini tamamlayan iki ilkeye indirgiyordu. Gök, Türkçe ‘yaruk’ (ışık) ve Çince ‘yang’ denen ilkeyi; Yer-Su ise Türkçe ‘kararıg’ ve Çince ‘yin’ denen ilkeyi temsil ediyordu[10]. Birbirinin bütünleyicisi olan iki ilke kaynaşarak -beş unsur olan- ağaç, ateş, su, toprak ve madeni; onlar da evreni oluşturuyordu. Evren, dört yolun kesiştiği dört yönlü bir yapıdadır. Birbirini dik olarak kesen iki çizginin kesişme noktasından çıkan dikin üstü Gök, altı da Yer-Su idi. Dikin üst ucunda ‘Demir Kazık’ denen kutup yıldızı vardı. Alt ucunda ise, yeryüzünün ve devletin merkezi olan ‘Ordu’ bulunurdu. Gök çarkı Demir Kazık çevresinde; devlet çarkı da Ordu’da, kağanın çevresinde dönerdi[11]. Ordu, kağanın otağını kurduğu, devletin başkenti olan yerdir. Bu yerin dünyanın merkezi sayılması açıkça izlenir bir olgudur. Zaten ‘Ordu’ kavramı da ‘orta’ yani merkez sözü ve anlayışından kaynaklanmıştır[12]. Nitekim, Kaşgarlı da Divan’ının başına koyduğu dünya haritasında merkeze Türk başkentini yerleştirmiştir. Kağan, Tanrı’nın temsilcisi olduğu gibi, ordusu da Tanrı’nın semavî makamının yeryüzündeki, aynı odakta bulunan bir benzeri kabul edilirdi[13]. Efsanevî atanın icat ettiği kabul edilen Türk otağı da evren timsali olarak tasarlanmıştır. Kağan, otağında “tüz” durur; tahtında dimdik, tıpkı göğün merkezindeki kutup yıldızı gibi kıpırdamadan oturur[14]. “Otağın kainat timsali olması geleneği, Gök-Türk kağanlarının tahta çıkış merâsimlerinde de tezâhür ediyordu. Kadim Choular’da ve Tabgaçlar’da olduğu gibi, Gök-Türk kağanları da, bir halı üstünde oturur ve tâbi boy beyleri tarafından otağ etrafında döndürülürdü. Kağan, böylece, yeryüzü etrafında döndüğü tasavvur edilen güneşe mümâsil kılınıyordu”[15]. Türk geleneğinde, devlete ilişkin bütün unsurlar evren ve Tanrı ile bir biçimde ilgilidir. Karşımızda duran şey, Tanrı güvencesine sahip bir kozmik devlet anlayışıdır. Evrendeki yönler ve zaman birimleri ile devlet yapılanması iç içe geçmiştir. Boy ve devlet örgütlenmesi bu esasa müstenittir. Bu olguyu kendisine konu edinen Küyel şöyle demektedir: “Platon’da bir şehir devleti olan devlet, Bilge Kağan’da kozmiktir. Bilge Kağan’a göre, devlet evren nizamının bir timsâlidir. Kağan da devlet nizamının bir timsâlidir. Onun ‘ordug’u veya ‘otağ’ı ‘axis mundi’dir. Kağanın kendisi de ‘axis mundi’ olarak ‘otağ’ında dümdüz, dimdik oturur”[16]. Terhin Yazıtı’nın, kuzey yönü, birinci satırında yer alan “Kutlu hanım dimdik ülkeyi tuttu (yönetti)”[17] cümlesi, yukarıdaki satırları kendisinden aldığımız Küyel’i desteklemektedir.
Güçlü bir kozmolojik arka planı olan Türk devlet anlayışına göre; hükümdarın iktidarı gök düzeni ile yer düzeninin âhengine bağlıdır. Bu yüzden o, iktidarın güvencesi olan bu düzeni sürekli kılmayı ve gözetmeyi görev bilir. Bu âhengi gözetme görevi hükümdara bütün yeryüzünün sorumluluğunu yükler. Bu sorumluluk çerçevesinde ‘dünya devleti’ bir zorunluluktur. Gökkubbenin altını tek bir devlet gibi görme düşüncesi Türklerde çok eski ve köklüdür[18]. Hükümdarın nitelikleri ve görevleri Tanrı ve evren anlayışları sınırları içinde konumlandığından, hedefleri de daima ‘Dünya Devleti’ olmuştur[19].
Anlatılanlar ‘Türk Devleti’nin ruhuna ilişkindir. Devletin görünen yüzü de, geçmişteki biçimiyle, zihinlerde canlandırılabilmelidir. Yönetme yetki ve yeteneklerini doğrudan Tanrı’dan alan seçilmiş soyun neyi kaybetmek veya paylaşmak istemediğini anlamak ancak bunu kavramakla mümkündür.
Türk devlet geleneğinde en yüksek zirveyi, kağanı tahta çıkaran Tanrı temsil etmektedir[20]. Bununla birlikte; toplumsal düzen dinî değil, siyasîdir[21]. Siyasî teşkilatlanmanın en üst derecesini ‘Devlet’ teşkil ederdi. Türkler, devlete ‘el’ ya da ‘il’ adını vermişlerdir[22]. Devlet, merkezîleşmiş ve sıradüzenli bir yapıdaydı. Devlet başkanı, tarih boyunca çeşitli ünvânlar taşımış olmakla birlikte, genelde ‘kağan’ diye anılırdı. Kağanın oturduğu yere ‘ordu’ denirdi. Soy hâkimiyeti esastı ve tahta veraset yolu ile çıkılırdı ama bu konuda önceden belirlenmiş bir ölçüt yoktu. Genellikle en büyük oğul veliaht tayin edilirdi[23]. Hanedan soyu tükenir ve kağanlık makamı boş olursa seçim yapılırdı[24]. Devlet; toprak (yurt), insan (budun) ve siyasî iktidar (erk) unsurlarından oluşurdu. İnsan unsuru; kağan, beyler ve halktan müteşekkildi. Boy beyleri, kendi yasama ve yürütme sorumluluklarını kağana intikal ettirmişlerdi[25]. Buna karşılık, çeşitli ünvânlarla, yüksek devlet memurları olarak kağanın çevresinde yer alabilmişlerdir. Bununla birlikte; yüksek memurların çoğunluğunun hanedan soyundan olduğu da bilinmelidir. Soy ilkesinin memur aristokrasisine yol açtığı ileri sürülebileceği gibi; devlet için, alanlarında uzmanlaşmış ailelerin yönetimde düzenliliği sağladığı da savunulabilir[26].
Kül Tigin kitabesi’nde yer alan “İl veren Tanrı” (Doğu, 25) ifadesinin de işaret ettiği gibi, devletin gerçek sahibi, yönetme yetki ve yeteneklerini veren Tanrı’dır. Uyuk-Orzak II yazıtındaki “İlig-Tengri” deyimi ise, O’nun iktidar sahibi oluşunun en açık delilidir[27]. Türk dinî inanışında yaratıcı Tanrı ile yarattığı her şey, ontik olarak, birbirinden ayrı iki alandır. Varlıkça ayrı olmakla beraber, aralarında bir bağ, bir ilişki vardır. Tanrı, kağan ile bu yolla ilişki kurmaktadır. Bu da kağanı ‘kutsal’ değil, olsa olsa ‘kutlu’ kılmaktadır. Kağanın var olan asıl ayrıcalığının kaynağı uhrevî değil dünyevî idi ve siyasî bir düzenleme olan ‘soy tasarımı’na dayanıyordu. Devletin ve iktidarın kökeni ilahî olmakla birlikte, hukukî düzenlemelerin dünyevî esaslara müstenid olması bu tasarımı çok daha önemli bir hale getirmiştir[28].
Şu ana dek söylenenlerle anlatılmak istenen, kaybedilmek veya paylaşılmak istenmeyenin sıradan bir dünya iktidarından fazlası olduğudur. Bu tabloyu tersine çevirmenin ve bütün bunların tam da bir dünya iktidarı için kurgulandığını söylemenin mümkün olduğunu savunabilecek olanlar bunu kanıtlamak zorundadırlar. Böyle bir çabaya girişenlerin unutmamaları gereken şey ise, asıl önemli olanın bunu kanıtlamak olmadığıdır. Çünkü; tasarım sahiplerinden çok yönetilenler onun gerçekliğine inanmaktadır ve meşrûiyetin gerçek kaynağı da buradadır. Bazı şeyler inananlar için vardır, inanmayanlar için yoktur. İnananlar, onların gerçekliğinden şüphe etmedikleri gibi, kanıtlarının varlığından da söz edebilirler. Bu durumun ‘telkîn etkisi’ ile açıklanabilmesi mümkündür. Amacın olan-biteni anlamak olduğu yerde; madalyonun bir yüzü bu etkiyi göstermekse, diğeri de kendisine inanılan ‘gerçekliği’ tasvir etmektir. Böyle bir yönde çaba göstermek, ‘kurgu’nun ardını gözden kaçırmak olarak değerlendirilmemelidir. Bundan sonra söylenecek olanlar ise; kurumsallaşan hanedanlığın kökeninde bulunan ortak ata miti üzerine olacaktır ve sosyal antropolojinin etniyi oluşturan özelliklerden biri olarak görüp; zamanda ve mekânda ortak bir köken fikrini kapsayan ve etniye bir hayalî akrabalık duygusu veren mit, biçiminde tanımladığı[29] bu mitin, ‘siyasî iktidarın meşrûiyet gerekçesi olması’ yönüyle ilgilenecektir.
Nasıl bir gelecek istenirse, öyle bir geçmiş kurulur.
Türkler, tarih boyunca, bir düzineden fazla alfabe kullanmış[30], bilinen hemen bütün dinleri yaşamış ve farklı kültür çevrelerinde yer almışlardır. Bunca etkili değişime rağmen devlet geleneklerini korumuş; bunun da ötesinde, hayatlarına giren her yeni unsuru ona uydurmasını bilmişlerdir. Türk tarihinin başlangıcından bugüne kesintisizce gelmiş bir hat izlenmek isteniyorsa, bu ancak devlet geleneği olabilir. Soy hâkimiyeti telâkkisi de bu geleneğin en önemli unsurlarından biridir.
Eski Türk devletlerinin yapılanmasında, maddî şartlar kadar, geçmişten taşınan devlet geleneğinin ve din ile mitolojinin de etkin birer rol oynadıkları bilinmektedir[31]. Bir siyasî iktidarı kurmuş olmak değil, ancak meşrûiyetini gerekçelendirebilmek – dıştan bir saldırı olmamak kaydıyla – varlığının güvencesi olabilir. Söz konusu dönem için bunu yapmanın iki yolu vardır: Bu gerekçe, yaratılışa ve türeyişe ilişkin var olan köken efsânelerinden devşirilir veya bu amaçla köken efsâneleri ihdâs edilir. Köken sorununa ilişkin inanışların, siyasî iktidarın kazanılmasını, yapılanmasını ve korunmasını belirlediği açıkça izlenir bir olgudur. Devletin varlığı soyun devamına; soyun devamı da meşrûiyet gerekçeleri konusunda ‘diğerlerini’ ikna etmeye bağlıdır.
Köken sorununun söz konusu olduğu yerde, hem ‘yaratılış’; hem de ‘türeyiş’ birer model olarak açıklanmayı bekliyorlar demektir. Ne var ki; bu yazı çerçevesinde ‘yaratılış’ modeliyle ilgilenilmeyecek; sadece efsânevî ata ve ondan türeyen soy vurgularının ardındaki kaygı ve çabalar anlamlandırılmaya çalışılacaktır. Pek çok örnek içerisinden Türklerin bir dişi kurttan türemeleri seçilmiş ve ondan hareketle söylenmek istenenler de Oğuz Kağan Destanı’ndaki benzer motiflerce desteklenmiştir. Bu seçimin nedenleri vardır: Türk yönetici soyunun bir dişi kurttan türemesini anlatan efsâne, bilinen en eski Çin kaynaklarında yer almış; yabancı unsurların etkisine, nispeten, kapalı gelişmiş ve zaman ile mekânda en geniş etkinlik sahasına erişmiştir. Ayrıca devlet yapı ve yapılanmasının pek çok noktasında onu kolaylıkla takip etmemizi sağlayacak izler bırakmıştır. Oğuz Destanı ise; ‘kurt-ata’dan ‘insan-ata’ya geçişin en güzel örneklerinden biridir ve ‘kurt-ata’ya ait anıları içinde halen barındırmaktadır. Ayrıca, ‘üstün soy’ vurgusu –en az kurttan türeme efsânesindeki kadar- güçlüdür.
Türklerin soyu ile ilgili Türk köken efsânelerinin ve diğer Çin kaynaklarının tüm rivâyetleri, dişi kurdun ahfâdını, yani Çin metinlerinde geçen adıyla ‘Aşına’nın Doğu Türkistan’ın yerli halkıyla karışımı ve o zamanlar Çinliler’in ‘Hu’ dediği soy adını almaları motifini dile getirir[32]. Kurdun, Hun, Göktürk, Oğuz ve Uygur efsânelerinden başlayarak; Moğol anane ve efsâneleri üzerinde dahî çok büyük etkiler bıraktığı bilinmektedir[33]. Sonuçta, bozkır yaşayışı ile yerleşik kavimlerin yaşayışları arasındaki fark, kurt sembolünde ifâdesini bulmuştur[34]. Maddî tabanı ne olursa olsun, Türk kültür tarihinde, kurt motifine Hun mezarlarından çıkarılan buluntuların üstlerindeki tasvirlerden itibaren rastlamaktayız[35]. Orta Asya’daki ilk kurt efsânesi, M.Ö. 119 yılından önceye ait olan Çin kaynaklarının verdikleri haberlerde yer alır. Bu efsânede anlatılan olaylar, Büyük Hun Devleti içinde geçmiş ve yine bu devletle ilgili tarih haberleri içinde yer almıştır[36]. Bu da demektir ki;“Türk kültür tarihinin en önemli motiflerinden biri”[37] olan kurt, Atatürk’ün paranın üzerine koydurttuğu kurt motifinin İsmet İnönü tarafından kaldırtılmasına dek iki bin küsûr yıl boyunca devlet hayatındaki varlığını sürdürmüştür. Kurt, tarih boyunca ve bütün Türk coğrafyasında, yer, kişi, boy ve devlet adı olarak kullanılmış; tuğların tepesinde ve bayraklarda yer almak suretiyle devlet sembolü olmuştur[38]. Bugün de, Başkurdistan’ın adında, Gagavuzlar’ın Kurt Bayramı’nda ve Kırgız ve Afgan Türklerinin Gökbörü oyununda yaşamaya devam etmektedir. Kurt sembolizminin Türkler için çok şey ifade ettiği ve bunu böylece dışarıya da yansıttıkları açık ve kesindir. Nitekim, Çinli yazarlar ‘Türk Hakanı’ ile ‘kurt’ kelimesini eş anlamlı olarak kullanmışlar ve onlara işaret etmek istediklerinde bu iki kelimeden herhangi birini tercih etmişlerdir. Çinliler’in Türkler’e saldıracakları zaman “yapılması gereken şey kurtlara saldırmaktır” dedikleri bilinmektedir[39].
İktidar soyunun meşrûiyet gerekçesi olarak, ‘seçilmiş soy’ anlayışına temel sağlamak amacıyla türeyiş efsânelerinin nasıl oluşturulup kullanıldığına bakmak üzere; yukarıda başarılı sonuçları görülmüş bir örnek olarak, Göktürkler’in türeyiş efsânesi alınacaktır. Bu efsânenin, kaynaklarda, birkaç varyantı olmakla birlikte, hepsinde ana tema aynıdır. Öyle anlaşılıyor ki; çocuğun, dişi kurtla birleşmesi ve bundan, bir mağara içinde, soyun türemesi, Göktürkler’in resmî devlet efsânesi durumundadır[40]. Söz konusu efsânenin özeti şöyledir: Göktürkler’in ilk ataları Batı Denizi kıyılarında oturuyordu. Lin adlı bir devlet tarafından, on yaşındaki bir çocuk dışında, hepsi öldürülmüş, ancak, askerler bu çocuğa acımışlardı. Bununla birlikte, onun da kollarını ve bacaklarını keserek bir bataklığın otları arasına atmışlardı. Burada, ortaya çıkan bir dişi kurt onu beslemiş ve hayatta kalmasını sağlamıştı. Bir süre sonra, çocukla kurt birleşmişler ve kurt çocuktan gebe kalmıştı. Çocuğun yaşadığını duyan Lin devleti, onu ve kurdu öldürmek istemiş, ancak, ilâhi sezgileri vasıtasıyla askerlerin geldiğini haber alan kurt, çocuğu da alarak, Kao-ch’ang (Turfan)’ın kuzey-batısında bulunan bir dağın altındaki derin mağaranın içine girmişti. Bu mağaranın ortasında geniş bir ova vardı. Kurt, burada on tane erkek çocuk doğurmuştu. Zamanla bu on çocuk, dışarıdan kızlar getirerek evlenip çoğalmışlardır. İşte, Göktürk devletinin kurucu ailesi A-şi-na, bu çocuklardan birinin soyundan geliyordu[41]. Cengiz Han zamanlarında ortaya çıkan ve çoğalan bu ailelerin, çevredeki demir dağları eriterek, bir kurdun kılavuzluğunda dışarı çıktıklarını anlatan Ergenekon destanı, türeyiş efsânesinin yarım kalmış veya eksik anlatılmış halini tamamlıyordu[42]. Devlet ve meşrûiyet kavramları açısından, anlatılan efsânenin önemli bir simgeselliği vardır. Çünkü, yönetici aileye, daha en başından, hiç unutamayacakları bir ‘üstün soy’ imgesi kazandırır[43]. Kurt ve insan kendi başlarına olağandır ama kurt ve insanın birleşmesinden bir soyun türemesi olağanüstü bir olaydır. Bu durumda; olağanüstülüğün gerçek temsilcisi ilk atadan ziyâde ikinci kuşaktır. Denilebilir ki; asıl vurgu ilk atadan çok, ondan türeyen soya yapılmıştır. Bu durumu, Oğuz Kağan Destanı’nda da aynı açıklıkla izlemek mümkündür: Oğuz’un doğumu ve bebekliğinde de bir olağandışılık vardır. Bununla birlikte; ebeveyninin diğer insanlardan çok da farklı olmadıklarını dikkate aldığımızda, bunu göz ardı edilebiliriz. Fakat ondan türeyen soy için aynı şeyi söyleyemeyiz. Oğuz’un ilk karısı gökten, bir ışıkla inmişti ve doğurduğu çocukların adları Gün, Ay ve Yıldız idi. İkinci karısı ise; gölün ortasındaki bir ağaç kovuğunda Oğuz’a görünmüştü ve o da Göl, Dağ ve Deniz adlarında üç çocuk doğurmuştu[44]. Yirmi dört Oğuz boyu, Oğuz Kağan’ın bu altı oğlundan türemiş; Oğuzlar, soy ve güçlerini göğün ve yerin yüce varlıklarından, böylece, almışlardı[45]. Hâkimiyetin göksel kökenine ve gök ve yer düzenlerinin âhengine vurgu yapan bu anlatım kozmolojik devlet anlayışının, halk arasında, efsanelerle hayat bulmasının en güzel örneklerinden biridir. Bu anlayışın gerçek hayat buluşu belki de buydu.
Türk devlet geleneğine göre; hâkimiyetin kaynağı Gök-Tanrı’dır. Kağana yönetme yetki ve yeteneklerini O verir. Kağanın iktidarı da, kozmik devlet anlayışı çerçevesinde, yer ve gök düzenlerinin âhengine bağlıdır. Kağan bunu gözetmekle görevlidir. Dünya hâkimiyetini elinde tutabilmek için yapması gereken, Gök-Tanrı’nın temsilcisi olduğunu telkîn etmek ve bunda da başarılı olmaktır. Bu amaçla ihdâs edilen efsânelerde, Gök-Tanrı ile olan ilişki, sembolik de olsa, özellikle vurgulanır. Türeyiş efsânesindeki kurt, ‘Gök böri’dir ve ilahî sezgilere sahiptir. Oğuz’un ilk karısı da gökten bir ışık ile inmiştir. Oğuz’a bütün seferlerinde yol gösteren kurt da göksel bir ışıkla Oğuz’un çadırına girmiş ve onunla konuşmuştur. Türk geleneğinde, devlet; Tanrı ve evren ile ilgilidir. Yönetici soyun tasarladığı (ya da benimsediği) köken mitinin de böyle olması son derece tutarlıdır. Kurdun Gök (Tanrı) kökeni ile Oğuz’un göğün ve yerin yüce güçleriyle olan bağı bu anlayışa işaret eder en güzel örneklerdir.
6. yüzyılda dikilmiş olan Bugut yazıtının başında, kolları kesik bir çocuğu emziren kurt kabartması vardır. Oysa; II. Göktürk Kağanlığı dönemine ait Orkun devlet yazıtlarında, Türkler’in tarihi yaratılış ile başlar ve hiçbir sembolik anlatıma yer verilmeden Tanrı’nın bir soyu bütün insanlar üzerine hâkim kıldığı anlatılır. Bu yazıtlarda türeyiş efsânesinden bahsedilmediği gibi, efsânede de, çok açık bir Tanrı vurgusu yoktur. Doğrusu, meşrûiyet gerekçesindeki çelişkiymiş gibi görünen durumu gidermek, ancak, ‘kurt’ motifine yoğunlaşmakla mümkündür. Efsânelerde, kurdun, ‘gök yeleli’ ve ‘gök tüylü’ olarak tasvir edilmesi, ‘Gök Tanrı’ ile olan bağına işaret etmek içindir[46]. Böylelikle, yönetici soy, çelişkili bir gerekçeye değil, güvencesi Tanrı olan ve O’nun tarafından desteklenen bir gerekçeye sahip olmuştur. Eski Türk kültüründe Gök-kurt’un, Tanrı’nın elçisi, habercisi olarak görüldüğüne ilişkin başka deliller de vardır[47]. Sadece, Gök-Tanrı, Gök-Türk ve Gök-Kurt kelimelerini yan yana yazmak dahî Türk kültür tarihi hakkında çok şey anlatır. Kurdun ve Türkün ortak gök kökeni vardır ve bunun güvencesi de Gök-Tanrı’dır. Gök-Kurt ve Gök-Türk, Gök-Tanrı’da buluşurlar.
Gök-Kurt’un metinlerde geçen gerçek adı ‘Gök Böri’dir. Bunun ‘bozkurt’a dönüştürülmüş olması tamamen bir çeviri hatasıdır. Bunu yapanlar, kurdun gök kökeni ile olan bağını kestiklerini fark edememişlerdir. Eliyarov’a göre; bozkurt ismindeki “boz” kelimesi zaten “böri” kelimesinin bozulmuş biçimidir[48]. Türkler, kurdu mukaddes bildiklerinden, ona gerçek adı olan ‘börü’ (veya ‘böri’) yerine; korku ve saygı ile ‘kurt’, yani küçük haşerenin adını vermişlerdir[49]*. Bu, Türk kültüründe görülen ‘ismin tabu olması’ ile ilgili anlayışın bir sonucudur. Tabu kabul edilen adın köken mitine ait olması, ondan türeyen soya da bir koruma kalkanı sağlar. Bu, bir tasarımın sonucuysa eğer; dâhice olduğunu teslim etmek gerek. Zîrâ, bir bekçiye ihtiyaç hissettirmez; tabunun kendisi bir yaptırımdır[50].
Gumilöv, türeyiş efsânesinin hiçbir versiyonunun, Aşina soyunun Gansu’dan Altaylar’a gelişindeki tarihî olaylardan bahsetmemesinden hareketle; Altaylar’da ortaya çıkan efsânelerin, buraya gelenlerin istisnâî durumuna temel teşkil etmesi için, ‘özellikle yaratıldığını’ düşünmektedir[51]. Böyle bir düşünce, devletin fikrî teşekkülünün ‘yaratılış’ ile ‘türeyiş’ efsânelerinin ortasına yerleştirilmesi gerektiğini telkîn eder. Yaratılış mitosları insanın; türeyiş ise devletin kökenini temellendirmek için vardırlar. Bu halde, türeyiş efsânesi, ‘ortak geçmiş’ varsayılarak bir millet yaratma amacına hizmet etmenin yanı sıra ve ondan daha çok, kurumsallaşan bir siyasî iktidara meşrûiyet gerekçesi sunmak üzere tasarlanmıştır. Türk geleneği, milleti, devlet üzerinden tanımlama yolunu seçmiştir. Bu tanım: “Aynı devlet ülküsünde birleşmiş toplum millettir” biçiminde özetlenebilir[52]. Söz konusu tasarımda dikkat edilecek ilk husus, siyasi iktidarın başkalarınca erişilmez oluşunun vurgulanmasıdır. Bunun da en güvenli yolu, iktidarı olağanüstü bir kaynağa ve insanüstü bir tercihe bağlamaktır. Böylece, hem ‘seçilmiş’, hem de kendinden başkalarında olmayan yeteneklerle donanmış olunur. Hanedânlığın kurumlaşması ve devamlılığı açısından, bu özelliklerin kişiye değil, soya özgü olması bir zorunluluktur. İktidarın temellendirilmesinde esas vurgu, Oğuz’dan veya Kurt’tan ziyâde, onlardan türeyen soyadır. Onlar, soyun meşrûiyetinin sembolleridir ve bu durum hatırlatılmak için kullanılırlar.
Bu tasarım, kurucularının, belki de öngörmedikleri ölçüde başarılı olmuştur. Dünya hâkimiyetini ifade eden kağan ünvânını ancak Tanrı’nın gönderdiği ve görevlendirdiği soyun taşıyabileceğine inanılmıştır[53]. “Bu esas telâkkinin kuvvetle yaşadığı sahalarda Nogay, Mamay, İdigu (Edige) gibi çok kudretli beylerden hiç biri ‘han’ ünvânını almaya cesaret edememiştir. Timur, bir cihan imparatorluğu kurduğu halde han ünvânını alamamıştır”[54]. Tanrı’nın, tahtın A-şi-na veya Oğuz Han oğullarına ait olmasını takdîr ettiğine ilişkin inanç, Osmanlı İmparatorluğu’na dek kesintisiz yaşamıştır. Yazıcı-zâde Ali, bu görüşü şöylece ifâde etmiştir: “Kayı’dan Ertuğrul oğlu Osman Beği Uc’daki Türk beğleri derilüb kurultay edüb Oğuz türesin soruşub Han diktiler. Gün Han’ın vasiyeti Oğuz türesi mucibince hanlık ve padişahlık Kayı soyu var iken özge boy hanlarının soylarına hanlık ve padişahlık değmez”[55]. Dede Korkut Kitabı’nın ilk satırlarında ise, bu durumun kıyamete dek böyle sürüp gideceğini söylenir[56].
Türklerin farklı soy efsâneleri tasarlamış ve kullanmış olmaları, önceki efsânelerde yer alan motiflerden vazgeçtikleri anlamına gelmez. Böylesi bir tutumdan özellikle kaçınılmıştır. Bir mağarada Türk yönetici soyunu doğuran dişi kurt, göksel bir ışık içerisinde Oğuz’a görünen ve ona kılavuzluk eden erkek kurt olarak varlığını sürdürmüştür. İslâm’ın kabûlünden sonraki kimi tarih ve Oğuznâmelerde Türklerin atası olarak Nuh’un oğlu Yafes gösterilmiş, bununla birlikte, bunlar da Oğuz’un ataları olarak sunulmuştur. Gerdizî’nin Zeyn-ül-ahbar’ında tespit edilen Türk efsânelerinin birinde, Türklerin atası olan Yafes’in, hastalandığında, ancak kurt sütü içmekle hayat bulduğu anlatılır[57]. Önceki efsânelerde yer alan temel unsurların sonrakilerin de seçkin motifleri arasında bulunmasının önemli nedenleri olsa gerektir. Bunlardan biri, Gök-Tanrı’nın vaadinin devam ettiğini göstermesi; bir diğeri ise, atalara bağlılığın bir işareti olarak bırakılması olmalıdır. Oğuz’a yol gösteren kurt soylu atadır. Atanın kılavuzluğu telkin edilmekle soyun sıhhati de korunmak istenir. Köken efsânelerinin hiç birinden vazgeçilmeyerek; iç içe sokularak varlıklarının devam ettirilmesi, tarih boyunca kendini gösteren ‘devlet-i ebed müddet’ anlayışının hem sonucu hem de buna hizmet eden devlet ideolojisinin can damarlarından biridir.
Önceki köken efsânelerinde yer alan temel unsurlarının sonrakilerin içinde de varlığını devam ettirmesi sadece Tanrı ve evren anlayışlarındaki köklü değişimler sonrası mümkün olmayabilir. Böylesi bir değişim mutlaka toplumsal bir travma eşliğinde yaşanır ve atlatıldıktan sonra da, tıpkı önemli bir hastalık gibi, izleri bünyede kalır. Söz konusu değişimi gerçekleştirebilecek olan güç, yeni bir Tanrı ve evren tasavvuru getiren yeni bir dindir. Benimsenen yeni din bedel ister. Bu bedel kaçınılmazcasına “ataların dini”dir. Yönetici soy, ancak, yeni din de ‘olağanüstü köken’ talebini karşıladığında bu bedeli ödemeye hazırdır. Öyle de olur. Artık, yeni efsânelerde eski unsurlardan çok, ödenen bedel göze çarpar. Doğrusu, dikkatli bir göze çarpar. Çünkü, üzeri örtülmek istenmiştir. Bu konuda, ihtiyacımız olan en güzel örneğe Oğuz Destanı’nın İslam öncesi ve sonrası varyantlarını karşılaştırarak ulaşabiliriz. Reşideddin Oğuznâmesi’nde Gök-Tanrı’yı ve yönetici soyun kökeninde bulunan Gök-Kurt’u aramak boşunadır. Onun yerini Nuh peygamber almıştır. Dikkat edilirse, yönetici soyun talebinin karşılandığı görülür. Soyun olağanüstü köken ayrıcalığı devam etmektedir. Tanrı’dan ‘kut’ almış atanın yerinde, şimdi, Tanrı’dan peygamberlik almış ata durmaktadır. İslâm’ın adını saydığı bunca peygamber içinden, ata olarak, Nuh’un seçilmesi tesadüf olmamalıdır. Unutulmamalıdır ki; onun, biri hariç, bütün peygamberlerden bir farkı ve ayrıcalığı vardır: O, insanlığın ikinci atası sayılan bir peygamberdir. Yeryüzündeki hiçbir soy onu aşamaz. İki destan arasında iki önemli fark vardır. Uygurca Oğuz destanında yer alan ve olağanüstü kökene telmîhde bulunan Gök-Kurt İslam sonrası varyantlarda görülmez. İkinci önemli fark ise önceki destanda bulunmayan bir unsurun ikincinin temel motiflerinden biri olmasıdır: Oğuz yeni dini kabul etmeyen babasını öldürür. Oğuz Destanı’nın İslâm öncesi varyantında ‘babayı öldürme’ yoktur. ‘Baba’, artık ortadan kalkması gereken eski değerlerin sembolüdür ve bu motif de ‘yeni’ için ödenen bedele işaret eder. Oğuz’un babasını öldürmesi görünürde din uğrunadır. O, babasıyla birlikte amcalarını da öldürmüştür. Âdeta, yerine yenisini dikmek için eski ‘soyağacı’nı kesmiştir
Yeni dinin böylesi bir değişime neden olan gücü ve etkisi göz ardı edilemez olmakla birlikte; şu da unutulmamalıdır ki, anonim yaratıların yaşama azmi de hiç küçümsenecek gibi değildir. İslâm sonrası kaleme alınmış Oğuznâmelerin çoğu bir tür soykütüğü gibidir. Hattâ, Akkoyunlular’ın elindeki Oğuznâmenin adının dahî, Arapça “Bahrü’l-Ensâb” (=Soykütükleri Denizi) olarak anıldığını biliyoruz[58]. Öte yandan, Dede Korkut Kitabı olarak bilinen ve büyük bir Oğuznâmenin parçası olduğunu düşündüğümüz eser bambaşkadır. İslâmî hassâsiyetin en yüksek olduğu dönemlerde kaleme alınmış olan ve besmeleyle başlayan Dede Korkut Kitabı’nda önceki dönemlere ait unsurların direnişini görmek mümkündür. Burada, evi yağmalanan Salur Kazan “kurt yüzü mübarektir, kurtla bir haberleşeyim” der; haber sorduğu kurda “kara başım kurban olsun kurdum sana” diye hitap eder[59]; yiğitler kurda benzetilir[60] ve birbirine kavuşan baba ile oğul kurtlar gibi uluşurlar[61]. Salur Kazan’ın tutsaklığının ve kurtuluşunun anlatıldığı bölümde ise, belli bir soya işaret eden çok açık bir ifadeyle karşılaşılır. Salur Kazan’ı esir eden tekfur kendilerini övüp Oğuzları yermesi şartıyla onu serbest bırakacağını söyler. Kopuz eşliğinde duygularını dile getiren Salur Kazan istenenin tersini yapar; onları aşağılarken, övülmeye lâyık olanın kendi soyu, kökü olduğunu söyler ve aynen şöyle der: “azulı kurd enügi erkeginde bir köküm var”[62] (azılı kurt eniği erkeğinde bir köküm var). Bugünkü Türkiye Türkçesi’nde “azılı” olumsuz nitelikleri bildiren bir sıfat olmakla birlikte, geçmişte böyle olmadığı ve tam tersine olumlu özellikleri niteler olduğu bilinmelidir. Örneğin Kutadgu Bilig’de “cesur, yürekli” anlamında bir sıfat olarak kullanılmıştır[63].
“Bir ulus üzerinde kalıcı ruhsal etkiler bırakabilmek için, ona Tanrı’nın seçilmiş kulları güvencesini vermek yetmiyor anlaşılan. Bu güvenceye inanması ve inancından sonuçlar çıkarması isteniyorsa, söz konusu güvencenin gerçekliğinin şu ya da bu yoldan kendisine kanıtlanması gerekiyor. Musa dininde de Mısır’dan göç işte böyle bir kanıt rolü oynamıştır; Tanrı ve onun adına Musa, Mısır’dan esenlikle çıkışını sağlayarak İsrail kavmine gösterilen lütfa işarette bulunmuştur bıkıp usanmadan. Mısır’dan göç olayının anısını ayakta tutabilmek için Paşa Yortusu diye bir yortu icat edilmiş ya da daha doğrusu eski bir yortu, ilgili anının içeriğiyle donatılmıştır.”[64]
Yukarıdaki sözler Freud’un, Türkçemize Hz. Musa ve Tektanrıcılık adıyla çevrilmiş olan, kitabından alınmıştır. Bu sözler, Freud’un ve kitabın arka planı yok sayılsa dahî, dikkate alınmayı hak ederler. Ergenekon’dan çıkışı Mısır’dan çıkışa ve Gök Kurt’u da Musa’ya benzetmek; Aşinaoğullarını doğuran kurdun, Ergenekon’dan çıkışta da bir yol gösterici olarak görünmesinin nedenini anlamamızı kolaylaştırır. Soyu bir mağarada dünyaya getiren kurt, dağlarla çevrili bir vadiden çıkmalarını da sağlamıştır. Bu coğrafya bir rahme benzetilebilir ve bu çıkış da ikinci bir doğum olarak nitelendirilebilir. Soyun başardığı her olağanüstü işin güvencesi olarak kökenin sunulması, onun gerçekliğinin kanıtlanması anlamına da gelmektedir. Yönetici soya itâat edildiği sürece Tanrı va’dinin gerçekleşeceğine inanılır. Böyle bir inancın birlik şuuruna ve buna bağlı olarak da ortak hareket etmenin başarı sansını arttırmaya hizmet edeceği açıktır. Bu da yeniden inancı destekler bir sosyal olgunun oluşmasına neden olur. Köken mitinin ve ondan türeyen olağanüstü soyun her önemli olayda etkin rol alması inancın kanıtlanmasıyla ilgili olduğu kadar, doğrudan anı içeriğinin diri tutulmak istenmesiyle de ilgilidir. Seçilmiş soydan gelen bir yöneticinin liderliğinde kazanılmış başarılar, birer anı içeriği olarak, sadece hafızanın insafına terk edilmezler. Atalar mağarasında kurban takdim etme veya yılın belli bir zamanında demir dövme gibi Türk dini hayatının en seçkin ritüelleri, birer dinî tören olmanın yanı sıra ve ondan çok daha fazla, toplumun, başındakilere itâatle başardığı büyük işlere telmîhde bulunan millî ritüellerdir. Dinin ‘millî’ karakterini taşıyan ana sütunlar da bunlardır.
İnanmada ‘tekrar’ önemlidir. Bunun erken dönemde de bilinip halkın idâresinde bir yöntem olarak kullanılmış olması şaşırtıcı olmamalıdır. Başarının aynı soy yönetiminde tekrar edilebilir olması önemli bir güvencedir. Meşrûiyeti içinde barındıran ‘geçmiş’, sembolleştirilerek efsanelere yedirilmekle kalmamış; kurucu ataların yaptığı işler, soyundan gelenlerce ‘taklit’ edilerek her an ‘bugün’e taşınmıştır. Kül Tigin Kitabesi’nde, atalar, “bilge ve cesur kağanlar” olarak sunulur[65]. Böyle ataların eylemleri ulaşılacak bir hedef olarak görüldüğü gibi, doğruluk ölçütü olarak da kabul edilir. İlteriş Kağan “türesi bozulmuş olan milleti, atalarının türesince vücuda getirmiş”tir[66]. Farsça Oğuz Destanı’nda da Köl Erki Han, tahtı Tuman’a devrederken “şu şartla tahtı veriyorum ki, onlar da atalarının davrandıkları gibi davransınlar”[67] demiştir. Kün Han’ın oğlu da tahta oturduğunda cevabını almak istediği ilk soru, “atamız Oğuz bunca ülkeyi nasıl almıştır; nereden nereye zaptetmiştir?”[68] olmuştur. Ata’nın yaptığı işi yapmak ata ile özdeşleşmek anlamına gelebilir. Bu mümkün olduğu oranda, atanın olağanüstülüğü paylaşılmış olacaktır[69]. Bilge Kağan, ataları Bumin ve İstemi’nin Türk Milleti’ni “Demir-Kapı’ya kadar kondurmuş”[70] olduğunun altını çizer. Bunu belirtmesinin önemi, kendisinin de “Demir-Kapı’ya kadar sefer et(tiğini)”[71] söylemesiyle ortaya çıkar. O dönem için Demir-Kapı’ya ulaşmak, yüksek askerî ve siyasî kudrete erişilmesinin bir göstergesi ve Türk Devleti’nin en büyük şehâmetinin bir delîli olmakla birlikte; asıl, ataların Kadırgan sahasından Demir-Kapı’ya kadar milleti yerleştirdikleri o destanî devirlere dönüşü göstermektedir[72]. Böylesi bir hedefe varabilmek, seçilmiş soyun devletin başındaki temsilcisi için karşı konulamaz bir istektir. Öyle ki; Bilge Kağan buna erişebilmek için, toplam 13.000 km.lik bir seferi göze almıştır[73].
Türkler, tarihleri boyunca, sadece kimi kültürel etkilere mâruz kalmamışlar; birbirinden farklı medeniyet dairelerinde dahî bulunmuşlardır. Türklük, buna rağmen omurgasını koruyabilmişse, bunda belirli bir anlayışı varsaydıran simgelerin önemli rolü olmuştur. ‘Kurt’ bunların en başta gelenlerinden biridir. Başta, sadece bir ‘devlet miti’ olarak tasarlanmış ise bile, bunu aşmıştır. Pei-shi adlı Çin kaynağında, Uygurlar’ın ecdâdı oldukları zannedilen Kao-ku’lar hakkında, bir kurttan türeyiş efsânesinin bulunması[74]; Tarduş Türkleri’nin atalarının kurt başlı insan olarak tasvîr edilmesi[75] ve verilebilecek çok sayıda benzer örnek, bu mit ve beraberindeki anlayışın önce tasarımcı soyun dışına çıktığını, zamanla – Moğollar gibi – komşu kavimlere de sirayet ettiğini gösterir.
Tasarımcı soyun başarısı sonucunda, din ve sanat başta olmak üzere, hayata giren hemen her tür unsur devlet ideolojisine hizmet etmek durumunda kalmıştır. Hâkimiyetin soy tekeline dayanması köken efsaneleri yoluyla her alanda işlenmiştir.
Köken mitinin, semboller yardımıyla varlığını her an hissettirmesi öncelikle devlet hayatında görülür. Kurt, hem Kağanın hem de kağanla ilgili olarak, devletin hâkimiyetinin sembolü olarak, âdeta kamu düzeninin bekçisi gibi, hayata girer. Siyasî otorite hâkimiyetini ve meşrûiyetini, böylece, hissettirmek ister. Chou-shu adlı Çin kaynağı, Türkler’in bir kurttan türediklerini unutmak istemedikleri için tuğlarında altın kurt başlarını taşıdıklarını, kağanın koruma muhafızlarına da ‘f’u-li’ yani kurt dendiğini bildirir[76]. Kurt, hem kağanın hem de kağanla ilgili olarak, devletin hâkimiyetinin sembolüdür. Göktürkler’de hanlık ve beyliğin, yüksek memuriyetin alâmeti olan, kurt başlı bayrak vermek suretiyle tescil edildiğini biliyoruz[77]. Bunun yanı sıra rakip devletlerce de siyasî hâkimiyetin ‘alâmet-i fârika’sı olarak görülmesi kurdun konumunu güçlendirmiştir. Ancak, Bizans elçisi Zemarkhos’un da, İstemi Kağan’ın otağı önünde gördüğü gibi, altından yapılmış kurt başlı bayrak büyük kağanlara özgüydü[78]. Sui hanedanının yıllıklarına göre; bir casus diplomatın tavsiyesiyle[79], Göktürk devletini birbirine düşürmek isteyen Çin imparatoru, Doğu’ya tâbi olan Batı hanı Tardu’ya altından yapılmış kurt başlı bayrak göndermişti. Türk devlet geleneğine göre; böyle bir bayrak kullanmak ancak büyük kağanların hak ve imtiyazı idi[80]. Bu, ‘resmen tanıma’ işe yaramış; Tardu, Doğu kağanı ile bağlarını kopararak bağımsızlığını ilân etmişti[81]. Bu olay, devlet sembollerini sahiplenme ile devleti sahiplenme arasındaki bağı gösterir en iyi bir örnektir. Çin, Göktürk devleti dağıldıktan sonra da, Batı Türkistan ile Batı İran’daki beyliklere, kurt başlı bayrak verme yoluyla, onların beyliklerini tanıma seremonisini devam ettirmişti[82]. Bu, Çin’in kendi geleneği olmadığına göre, dağınık beylikler arasında ne derece önemsendiğinin bir göstergesidir.
Asıl etkinliğini bir devlet arması olmakla kazanan kurdun (yani ‘böri’nin), bu alanda da varlığını uzun süre devam ettirdiği görülür. İlk İslâm devletlerinden olan Karahanlılar’ın Böri Tegin İbrahim[83] ve Gazneliler’in de Böri Tegin[84] adlarında birer hükümdarları vardır. İslâmî hassâsiyetin en yüksek seviyelerinde bulunduğu, bu Türk-İslâm çağında, “Böri” sadece hükümdar adlarında yaşamakla kalmamış; Suriye Selçukluları’nın bir kolu olan Dımaşk Selçuklu Melikliği ortadan kalktıktan sonra, ‘Böriler Hânedanı’ adıyla bir devlet dahi kurulmuştu[85]. Destanda, Oğuz Kağan’a söyletilen “güneş bayrak, gök çadır, gök börü uran olsun” [86] sözleri, efsanevî soyun da kozmik devletin kurucu parçalarından biri sayıldığına işaret eder.
Dinî inanış ve törenlerin şekillenmesinde de köken mitinin önemli bir yeri vardır. En önemli dinî tören, Çin kaynağı Wey-şu’nun bildirdiğine göre, devlet erkânının kutlu dağdaki atalar mağarasına giderek kurban takdîm etmesidir[87]. Bu, bir devlet törenidir ve önemine binâen, törene kağan başkanlık eder[88]. Her yıl beşinci ayın ikinci yarısında yapılan bu törende Gök-Tanrı’ya kurban sunulmasından çok, törenin atalar mağarasında yapılması dikkat çekicidir[89]. Türkler’in ecdâd mâbetleri yoktur. Bununla birlikte, kurt efsâneleri ve ata mağarası bütün Türkler için tipiktir[90]. Atanın yaşadığı yerin ziyaret edilmesi ve orada törenlerin yapılması, kurdun vücudu ile değil[91], soyun olağanüstülüğünün hatırlatılması ile ilgilidir. Mağara, soyun başladığı yerdir. O, Oğuz Kağan Destanı’ndaki ağaç kovuğu gibi, sembolik olarak ‘döl yatağı’nı ifade eder[92]. Bu törene kadınların ve şamanların alınmaması, belki de, başlangıç ânına bir dönüş olduğu içindir. Dağ ise; göğe doğru yükselen yapısı nedeniyle yönetme yetki ve yeteneklerinin alındığı Gök-Tanrı’ya çıkmayı sembolize eder. Gök-Tanrı’ya kurban sunulması ve bunun kutsal bir dağdaki ata mağarasında yapılması, meşrûiyetin, soyun ilahî ve olağanüstü kökenlerine bağlı olduğunun vurgulanması amacını taşımaktadır. Dağ, mağara ve ağaç gibi unsurlar, aynı zamanda, kurucu soyun da bir parçası olduğu kozmik devlet anlayışına telmîhde bulunurlar.
Devlet ideolojisi ve dinin yanı sıra sanatta da kendini gösteren köken miti hayatın hiç bir alanında boşluk bırakmama iştiyâkındadır. İnancın sanata yansıması bilinir bir olgudur. Bu, Türkler’de de Hun kurganlarından bu yana gözlenmiştir. Türkler, türeyiş efsânesini de, konu edinip saray duvarlarında resmetmişlerdir. Bunların en bilineni, Türkistan’ın kuzey-batısındaki Uşrâsana’da bulunan Buncîkeş Sarayı’ndaki üç safhalı bir duvar resmidir[93].Kurt, Budizm’de önemli bir rol oynamaz. Zaten, Hindistan’ın içinde kurda da pek rastlanmaz. Fakat, Turfan ve çevresindeki, Uygur Türkleri’nin bulundukları yerlerde, hem de budizm mâbedlerinde, çok güzel ve canlı kurt resimleri yer alır[94]. Bununla da kalmaz, Burkan dininin koruyucu mâbudlarının elinde bayrak ve kurt başlı savaş tuğu olarak görülür[95]. Daha da ilginç olanı; kurt başlı bayrak tasvîri geleneğinin, putları kırarak gelen ve bu konuda en ufak bir çağrışıma yol açabilecek motiflere dahî müsâmahası olmayan bir dinden, İslâmiyet’ten sonra da devam edebilmesidir. M. Henri Vever koleksiyonundan bir minyatürde, kurt başlı bayrak tasvîrinin yer alması, bu yüzden, oldukça dikkat çekicidir[96]. İnanca aykırı olan unsurların, inancın yansıması olan sanata sokulabilmesi için inanılmaz derecede güçlü olması gerekir. Söylenenler bu gücü gösterir en güzel örneklerdir.
Devlet düzeninin bekâsı, soya olan inanca bağlanmış gibidir. Hiç umulmadık uygulamalardan bu inancı destekleyen sonuçlar çıkartılabilir. Bunlardan birisi de hânedan üyelerinin öldürülmelerinde kan dökmeme usûlüdür. Beşevliyev, Amerika ve Polinezya yerlileri üzerinde yapılmış olan antropolojik incelemelerin sonuçlarından hareketle, bunu ‘mana’ inancına bağlasa da[97]; Köprülü, bunun kan tabusuyla değil, ondan daha fazla Türkler’in ‘hâkimiyetin ve hükümdârın kutsî bir menşeden geldiği’ hakkındaki çok eski dinî-hukukî telâkkileriyle ilgili olduğunu göstermiştir[98]. Bu âdetin İslâmî dönem Türk devletlerinde de çok uzun süre uygulandığının açık delilleri vardır[99]. Köprülü, ok ve yayın eski Türk hayatındaki önemi düşünüldüğünde, öldürme şekilleri arasında, yay kirişi ile boğmanın en eski şekil olduğunu tahmin etmektedir[100]. Yayın, Oğuz Kağan Destanı’nda da görüldüğü gibi, dünya hâkimiyetinin veya dünya devletinin bir sembolü olması[101] göz önünde bulundurulduğunda, ölüm şeklinin bile devlet fikrine ve üstün soy imgesine hizmet ettiği görülür.
Kurt, astronomik bir sembol olarak dahî kullanılmış, büyük ayı burcu yedi kurt olarak görülmüştür[102]. Bu anlamlandırma halk astrolojisinin sınırlarına hapsedilmemeli, yönetici soyun kökenine yerleştirilen bir unsurun böylesi kullanımı kozmik devlet anlayışı ile ilişkilendirilmelidir. Bunların dışında da kurt, destanlarda, efsânelerde, masal, türkü ve fal kitaplarında yer almak suretiyle, halk arasında yaşamaya devam etmiştir. Bu yönüyle de, toplumun ortak bir motifte buluşarak, birbirleriyle özdeşleşmelerine hizmet etmiştir. Açıktır ki, halkın birliği de devletin bekâsı ile doğrudan ilgilidir. Bu da siyasî iktidarın birincil görevidir.
Priskos, Ares’in olduğuna inanılan kılıcı bir çobanın bularak Attila’ya getirdiğini, böylelikle dünya egemenliğinin ona bağışlandığına inanıldığını anlatır[103]. Oğuz’un ak sakallı veziri Uluğ Türk de rüyasında gündoğusundan günbatısına dek dünyayı kaplayan bir altın yay ve kuzeye dek uzayan üç gümüş ok gördüğünde, bunu, dünya hâkimiyetinin Oğuz soyuna bağışlanacağının bir işareti olarak yormuştur[104]. Dünya egemenliğinin kılıcı bulana veya rüyayı görene değil de hükümdârlık soyunun o anki temsilcisine bağışlanması, soy tekelini tesis amacıyla tasarlanan modellerin ne derece başarılı olduğunun bir göstergesidir. İlginç olan, kılıcın Attila’ya buldurulmamış veya rüyanın Oğuz’a gördürülmemiş oluşudur. Âdeta, dünya egemenliği müjdesinin dışında anlatılmak istenen bir şey daha var gibidir. Bu ‘şey’ bir insanın, hânedan üyesinin sonradan edindiği bütün vasıflara sahip olabilmekle birlikte asla devletin başına geçemeyeceği gerçeğidir. Yönetme bilgisinin öğrenilip öğrenilemeyeceği, Kutadgu Bilig’de tartışılmış ve öğrenilebilmekle birlikte; böylelerinin bey olamayacağı ancak beylere yardımcı olabileceği açıkça vurgulanmıştır. Bey olmanın tek yolu bey soyundan gelmektir[105]. Ancak olağanüstü bir kökenden gelen soy yönetici olabilir. Bu inancın en açık yansımalarından biri de Reşideddin Fazlullah’ın Câmi’üt-Tevârih’inde yer alan Oğuz Destanı’nın şu satırlarıdır: “Pâdişahlık tahtı, bu iş için yüce Tanrı tarafından seçilmiş olanlarla, onların neslinden gelen insanlara lâyıktır. Muhakkak ki bu soydan gelen kimseler asla hata yapmazlar”[106]
Sonuç
Devlet ve iktidarın köken efsânelerinden beklediği, sadece ‘üstün soy’ imgesi kazandırmakla sınırlı değildir. Köken efsâneleri, sadece yönetici soyun değil, ‘altın çağ’ın da kökenine işaret etmekle, bu beklentiyi karşılıksız çıkarmazlar. Siyasî iktidara soy meşrûiyeti için oldukça geçerli gerekçeler sunmanın yanında, içinde ‘yönetme bilgisi’ni de barındıran, ‘töre’nin ilk şekli de bu efsânelerce taşınır. Toplum düzeninin dayandığı temel esasları –örtülü de olsa- köken efsânelerinde görmek mümkündür. Dişi kurdun çocuklarının dışarıdan getirdikleri kızlarla evlenmelerinin ve soy kurmalarının; dışdan evlenme esasının yerleşmesine ve baba soyunun izlenip baba hukukunun kurumsallaşmasına hizmet ettiği açıktır. Dede Korkut boylarının birinde, Dış Oğuz’un İç Oğuz’a isyanının gerekçesi olarak sunulan orun ve ülüş, Oğuz Destanı’nda belirlendiği şekliyle uygulanagelmiştir.
Bir soyun sahip olabileceği en değerli şey siyasî iktidar tekelidir. En değerli şey en güvenli yerde saklanmalıdır. Bu yer, bulunma ihtimalinin en az olduğu yerdir: bu dünyanın dışı. Meşrûiyetin kaynağı dünya dışı bir yerde saklanmakla beraber; işaretleri bu dünyada bulunmalı ve halka sahibini sürekli hatırlatmalıdır. İşte, bu işaretler köken efsâneleridir. Bunlar dünya dışı olana işaret ederler. Bu dünyadaki her şey olağandır; oysa, yönetici soyun kökeni olağandışıdır. Dünyanın dışında Tanrı vardır ve siyasî iktidarı Onunla ilişkilendirmek devlete dinî bir veche kazandırır. Bu son derece dâhîce bir tasarımdır. Çünkü; devlet düzenine yönelik bir isyanın dinî sonuçları da göze alması gerekir.
Otoritenin meşrûiyetini gerekçelendirmesi, siyasî iktidarın meşrû sayılmasına yetmemektedir. Ne türden olursa olsun, bir yönetimin meşrûiyeti, yönetilenlerin gerekçeler konusunda iknâ olmasına bağlıdır. Genelde, tebâ edilgendi ve bu olay ‘iknâ edilme’ biçiminde gerçekleşiyordu. Bununla birlikte, buradan ‘zor kullanma’ sonucu çıkarmamak gerekir. Zâten, kitlelerin o güne dek alışık olmadıkları siyasî terbiye ve düzene bağlı olmaları ve öylece kalmaları; merkezî iktidarın silahlı gücünü aşkın bir güvenceye bağlıdır. Böylesi bir güvenceyi hayata geçirebilmek, zihinleri yönlendirmekle mümkündür. Yapılması gereken; siyasî iktidarın meşrûiyetinin, seçilmiş bir soyun yönetimdeki varlığına bağlı olduğuna kitleleri iknâ etmektir. Geçmişe bakıldığında; böylesi bir tasarımın başarısı görülmektedir. Burada önemli bir ayırım vardır: Mevcut siyasî iktidar dahî bu olayın farkında olmayabilir ve çoğunlukla öyledir de. Onlar sadece düzeni korumayı amaçlamaktadır. Ancak, soyun tasarımcı kuşağı için bunu söylemek güçtür. Bu işi gerçekleştirebilmenin araçları; törenler, semboller, söylenceler ve atalara olan inancın diri tutulmasıdır.
Görüldüğü gibi, devletin varlığı soyun devamına; soyun devamı da meşrûiyet gerekçeleri konusunda ‘diğerlerini’ ikna edebilmeye bağlıdır. Bu amaçla, siyasî otorite her türlü önlemi almış ve başarılı da olmuştur. Göktürk İmparatorluğu’nun son yıllarında, Ozmiş adında bir subay kağanı öldürerek, yerine kendini kağan ilan etmiş, ancak tahta oturur oturmaz, imparatorluğun üç büyük Türk boyu olan Basmıl, Uygur ve Karluklar Onu kağan tanımayarak, imparatorluktan kopmuşlardır[107]. Bu kopuşun başka nedenleri olsa bile, yeni kağanı tanımama gerekçeleri, Aşina soyundan olmayışıdır.
Gökhan YILMAZ
Bu yazı, İstanbul Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı ile Eski Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nın 27-28 Nisan 2006 tarihlerinde düzenlemiş olduğu “Navisalvia Sina Kabaağaç’ı Anma Toplantısı”nda bildiri olarak sunulmuş; bilâhire, Kutadgu Bilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi’nin Ekim 2006 tarihli 10. sayısında yayımlanmıştır.
Yazının aslı dosya(pdf) halinde sunulmuştur:
siyasi-iktidarc4b1n-mec59fruiyet-gerekc3a7elerinden-biri-olarak-kc3b6ken-miti-ve-efsanevi-soylar
Yorumlar
Yorum yap