264) Oturulabilir Şehir ve Türk Vakıf Sistemi
Yayin Tarihi 1 Eylül, 2014
Kategori KÜLTÜREL
Oturulabilir Şehir Ve Türk Vakıf Sistemi
Meshur musluman Turk filozofu Farabi, onuncu asrin kirkli yilarinda, el-Medinetu`l-Fadila, yani erdemli, ideal toplum, adiyla(1) yazdigi kitabinda, insanin kendini surdurebilmesi ve mukemmellesebilmesi icin yaratilistan bir cok seye muhtac oldugunu, bunlari tek basina elde edemiyecegini, yaratilisinin gayesi olan mukemmelligine “ancak birbiriyle yardimlasan bircok insanin bir araya gelmesiyle” ulasabilecegini vurguladiktan sonra, toplumlari once mukemmel ve eksik diye ikiye, mukemmel toplumu da uce ayirmakta, ve soyle devam etmektedir:
“Mukemmel toplumlar buyuk, orta ve kucuk olmak uzere uc cesittir. Buyuk toplum, oturulabilir (ma`mûra) dunyanin butununde butun milletlerin bir araya gelmesidir. Orta toplum, oturulabilir dunyanin bir parcasinda tek bir milletin bir araya gelmesidir. Kucuk toplum her hangi bir milletin oturdugu topraklar uzerinde tek bir sehir halkinin bir araya gelmesidir. Bir koy halkinin, mahalle halkinin, bir sokakta oturanlarin, nihayet bir ev halkinin bir araya gelmesi -ki bu sonuncu, en kucuk bir birliktir- kusurlu, eksik bir toplumu meydana getirir. Mahalle ve koyun her ikisi de sehir icin vardir; ancak koyun sehirle iliskisi, ona hizmet iliskisidir. Buna karsilik mahalle sehrin bir parcasi olarak onunla iliski icindedir. Sokak mahallenin, ev sokagin bir parcasidir. Sehir, bir milletin yasadigi topraklarin bir parcasi; millet, uzerinde yasanan dunyanin butun toplumlarinin bir parcasidir.
“En ustun iyilik ve en buyuk mukemmellige ilkin ancak sehirde ulasilabilir, sehirden daha eksik olan bir toplulukta ulasilamaz. Ancak gercek anlamda iyi, secme ve irade ile elde edilebilir bir ozellige sahip oldugundan, bir sehrin kotu olan bir takim amaclarin elde edilmesi icin insanlarinin birbirlerine yardim ettikleri bir varlik olarak kurulmasi mumkundur. O halde insanlari kendileriyle hakiki anlamda mutlulugun elde edildigi seyler icin birbirlerine yardim etmeyi amaclayan bir sehir, erdemli, mukemmel bir sehir`dir (madina fadila), insanlari mutlulugu elde etmek icin birbirlerine yardim eden toplum erdemli, mukemmel bir toplumdur. Butun sehirleri kendileriyle mutlulugun elde edildigi seyler icin birbirlerine yardim eden bir millet, erdemli, mukemmel bir milletdir. Ayni sekilde erdemli, mukemmel evrensel devlet de ancak icinde bulundurdugu butun milletleri mutluluga erismek icin birbirlerine yardim ettikleri zaman ortaya cikar.(2)
Devlet (Politeia)`inde Platon, Tanri Sitesi (De Civitate Dei)`nde Saint Augustin, Ronesans doneminin meshur eseri Utopia`da T.Morus, nihayet XVII. yuzyilda Gunes Ulkesi (Civitas Solis)`nde Italyali kesis Campanella da Farabi gibi insanlarin mutlu bir hayat surdurebilecegi ortamlarin hayalini terennum etmislerdir. Bu dusunurleri sirf birer “utopiste” olarak degil, “sosyal adaletciligin gercek onculeri”, eserlerini ise “daha bu dunyada bir kardeslik toplumunun refahi icin bir kaideler sistemi kurma denemesi” olarak degerlendirenler vardir.(3) XVI. yuzyil Osmanli dusunuru Kinalizade Ali Celebi, Farabi`nin tasarladigi Medine-i Fadila`nin Kanuni Sultan Suleyman tarafindan gerceklestirildigini ifade ediyor.(4)
Bugun cevre tahribatinin, sosyal adaletsizligin, esitsizligin, guvensizligin ve yoksullasmanin, dunyamizi tehdit eder hale geldigini goruyoruz. Cevreye saygili olmayan ve sosyal ve beseri gelismeye de ayni agirlikta onem vermeyen iktisadi buyume artik anlamini yitirmistir. Bu ciddi insanlik sorunlarinin cozumunde merkezi idarelerin yetersiz kaldigi; bu sebeple, herkesin, fertlerin ve sivil toplum kuruluslarinin, ozel sektore ve kamu sektorune mensup aktorlerin hepsinin toplum sorumlulugu anlayisi icinde hareket edecekleri katilimci yeni bir demokrasinin ve yerel yonetimlerin onem kazanmasi ve yayginlasmasi icin calisiliyor. Bu yeni anlayisa gore, temel hurriyetlerden yararlanma hakkina sahip oldugu kabul edilen fert, ayni zamanda diger insanlarin ve gelecek nesillerin haklarini korumakla, genel kamu oyunun iyiligine aktif katkida bulunmakla yukumlu kilinmak isteniyor. Birlesmis Milletler Insan Yerlesmeleri, diger adiyla Habitat II organizasyonu, bu anlayis icinde, sosyal ve iktisadi gelismenin surekliligi, tabii cevrenin ve insan haklarinin korunmasi, herkesin kamu hizmetlerinden kolayca yararlanabilecegi saglikli ve guvenli bir hayat ortaminin hazirlanmasi ve daha iyi bir hayat standardinin yakalanmasi, butun bunlarin kulturel farkliliklarin ve kimliklerin yok edilmeden gerceklestirilmesi icin kuresel dayanisma ve isbirligi arayisi icindedir. Avusturalya`nin eski basbakan yardimcisi Brian Howe`un ifadesiyle, Habitat aslinda butun insanligin etik, ahlaki bir devrim yasamasinin dusudur.(5) O halde Farabi`nin tasarilariyla Habitat II cercevesinde olusturulan tasarilar arasinda benzerlikler vardir. Farabi`nin dusuncelerinin XVI. yuzyilda uygulama imkani buldugunun bizzat bu yuyilda yasayan bir fikir ve bilim adami tarafindan ifade edildigini daha once belirtmistik. Gercekten Farabi`nin tasarilari uygulama alani bulabilmis midir? Sorunun cevabi evet ise bu gerceklesme nasil olmustur? Bu sorular bize, klasik Osmanli doneminde, vakif sistemi sayesinde hayat bulan Turk sehirlerini hatirlatmaktadir. Acaba soz konusu tarihi tecrube, yasanabilir huzurlu ortam arayislarimiza isik tutabilir mi? Bazi unsurlarindan yararlanma imkanimiz olabilir mi? Tabii bu degerlendirmeyi yapabilmemiz icin once konunun acik secik sekillenmesi gerekir. Bu sebeple biz burada, vakfi kisaca tanimladiktan sonra, l453`te Turkler tarafindan fethedilen Istanbul`un vakiflar sayesinde imar ve ihya edilerek yeniden nasil bicimlendirildigini anlatmaya calisacagiz.
Vakıf nedir?
Vakif, iktisadi anlamda, ferdi calisma ve gayretle elde edilen imkanlarin ve mal varliginin gonul rizasiyla paylasilmasini ongoren hukuki bir sistemdir. Bu sistemde, her turlu hirs ve tamahtan uzak bir sekilde, sahsi mal varligi, kamunun kullanimina aktarilmakta, boylece sahsi imkanlar kamu hizmetine donusturulmektedir. Burada faydaci felsefenin aksine, diger insanlarin lehine, sahsin feragati ve fedakarligi sozkonusudur. Katilimcilik ve paylasma ruhu hakimdir. Zira toplumun huzuru saglanmadikca, bireyin mutlulugunun surekliliginden soz etmenin mumkun olmadigi dusunulmektedir.
O halde vakif, butun insanligin mutlulugunu amaclayan bir sistemler butunudur. Vakif yapan kisi feragatin ve baskalarina yardimci olmanin mutlulugunu; vakiftan yararlanan kisi ise, bir ihtiyacini karsilamis olmanin hazzini duymaktadir. Bu, birbiriyle celismeyen ve biri digerinin hazzini azaltmaksizin dalgalar halinde cemiyetin butun fertlerini saran, topyekun bir mutluluktur.
Selcuklu ve klasik Osmanli donemlerinde Turklerin vakif anlayisi budur, ve bu anlayisi, Kur`an`daki hayrãt kavrami uzerine temellendirmislerdir. Bu kavram uzerinde baska bir yerde gerekli tahliller yapilmis oldugundan(6) burada tekrar uzerinde durmayacagiz. Ancak hayrat dusuncesi ve uygulamisyla, Turk fethi sonrasinda Istanbul`un nasil imar ve ihya edilerek o caglarda Farabi`nin tasarladigi medine-i fadila orneginde bir huzur sehrine donusturuldugunu aciklamayi deneyecegiz.
Fetih`ten sonra kurmaylariyla gorusen Fatih Sultan Mehmed, Istanbul`un imar edilmesini; hangi irk ve dinden olursa olsun sehirden kacanlarin geri getirilmesini, hatta ulkenin diger bolgelerinden de buraya nufus aktarilmasini, ve bunlar icin bir takim tesvik tedbirleri alinmasini kararlastiriyor. Bu insanlarin onemli bir takim ihtiyaclarinin bir an once karsilanabilmesi gayesiyle altyapi calismalarina hiz veriyor, ve bur cercevede kendi vakfi, diger bir ifadeyle hayrati olan Fatih Kulliyesi`nin insasina basliyor. Bu kulliyenin hukuki belgesini teskil eden vakfiyesinde Fatih Istanbul`un imari ile ilgili dusuncesini soyle dile getiriyor: “Huner bir sehir bunyad itmekdur/Reaya kalbin abad itmekdur”. Bu beyit, marifet, asil is, beceriklilik, bir sehrin temelini atmak, bir sehir kurmak; boylece de halkin kalbini senlendirerek hosnud etmek ve ebedi kilmaktir anlamina gelmektedir. Ilk hucresini olusturan Fatih Kulliyesi(7) ile temeli atilan yeni Istanbul`da bundan boyle kulliyeler birbirini takip edecek ve sehir gunden gune mukemmellesecektir.
Bir butunu tanimak icin, onu olusturan benzer hucrelerden birini tahlil etmek her halde yerinde bir hareket olur. Oyleyse, musluman Turk sehri icin oncelikle kulliyeyi tanimak gerekir. Sosyal teskilatlar butunlugu olarak tanimlayabilecegimiz Osmanli kulliyeleri uc ana bolumden olusmaktaydi: Ilk bolum mabed ve her seviyede egitim ogretim kurumu ile saglik kuruluslarindan, misafirhanelerden, cesme, sebil ve sadirvanlardan, bahceler, turbeler ve mezarliklardan, imaret ve benzeri hizmet yapilarindan mutesekkildi. Bu birimlerin hepsine birden hayrat deniliyordu.
Kulliyenin ikinci bolumu, dukkan, han, hamam, carsi ve bedesten gibi is yerlerinden meydana gelmisti. Bu tur ticarethaneler ve imalathaneler birinci bolumdeki hizmet kuruluslarina gelir temin ettikleri icin akarat diye adlandiriliyorlardi.Kulliyenin ucuncu bolumunu ise oncekilerin dis cevresinde yer alan meskenler teskil ediyordu.
A. Toynbee, Tarihte Sehirler adli kitabinda, abutun sehirler, ya da daha dogrusu makinanin hukmettigi modern devir oncesi butun sehirler, az cok mukaddes sehirler idi. Bana oyle geliyor ki din, insan tabiatinda yer alan ayirici bir unsurdur, ve hic suphe yoktur ki, XVIII. yuzyil sonuna kadar her sehir diger cepheleriyle birlesen dini bir cepheye sahipti. Sanayi devriminden once, hicbir yerde, hicbir sehir, munhasiran siyasi bir sehir, ya da askeri bir sehir, veya dini bir sehir olmamistir. Sehirler birbirlerinden ayriliyorlandi, cunku bu faaliyetlerden bir cogu, bunun icin digerlerini saf disi birakmaksizin oraya hukmediyorlardi” (8) diyor.
Musluman Turk sehri de bu degerlendirmenin disinda degildi. Kulliye, ozellikle klasik Osmanli asirlarinda, musluman Turklerin inancina gore, iman, dusunce, ve eylem dengesi uzerine kurulmus bir kultur urunuydu. Bu insanlara gore, her seyin temeli, ferdin sahsi sorumluluguna ve hur iradesine dayaniyordu. Her insan butun insanligin meselelerini kedi meselesi gibi hissetmeli, bunun icin gucu nispetinde calisip uretmeli ve kendi ihtiyacindan fazlasini kendi hur iradesiyle diger insanlarin ihtiyaclarini gidermek, sorunlarini cozmek icin harcamaliydi. Musluman Turk sehrinin hucresini olusturan bir kulliye insa etmek boyle bir dusunce ve eylemi gerektiriyordu
Insanlarin yaraticilariyla diyaloga girebilmeleri, ve imanlari geregi ibadetlerini yapabilmeleri icin kulliyelerin merkezine cami konulmustu. Insanin kendini asarak mukemmellesmesinin yolu buradan geciyordu. Camiler ayni zamanda manevi etkilesim ve bilgi iletisim merkezleriydi. Halka acilan konferans salonlari fonksiyonunu icra ediyorlardi. Insanlarin davranislarina yon veren degerler herkese burada ogretiliyordu.
Bu deger ve bilgilerin ilk kaynagi suphesiz vahiy ve sunnetti. Ancak bunlarin yorumlanarak guncellestirilmesi gozlem ve akla dayaniyordu. Iste bu yolla degerlerin ve bilginin kazanilmasi ve ogrenilmesi, camiinin etrafina yerlestirilmis mektep, medrese, darulhadis, darulkurra ve zaviyelerde gerceklestiriliyordu. Egitim ogretim parasizdi. Mektebin muallimleri musfik ve halim olmak, talim ve terbiye usullerini bilmek zorundaydilar. Medreseler, ogretim elemani olan muderrisin kidemine ve bilgi birikimine gore mertebelendirilmisti. Her asamada daha ust seviyede dersler okutuluyordu. Bu muesseselerde sinif degil ders gecme sistemi vardi. Muderrisler tasradaki medreselerde tecrube kazandiktan ve olgunlastiktan sonra Istanbul medreselerinde gorev alabiliyorlardi. Zaten hepsinin, vakfiyelere gore, faziletli, ilim ve irfanla ma`ruf, akli fenlerde ve nakli ilimlerde seckin, asli ve fer`i ilimlerde akranlarindan ustun ve sevimli olmalari gerekiyordu.
Zaviyelerdeki egitim ogretim ise tasavvuf agirlikli idi. Her zaviyenin basinda bir seyh bulunuyor ve muridlerin terbiyesiyle mesgul oluyorlardi. Ayrica zaviyelere yakin camilerde cuma gunleri vaaz etmek de onlarin vazifeleri arasindaydi. Vakfiyelerde zaviyelere tayin edilecek seyhlerin salih, muttaki, acik kalpli, temiz, mutedeyyin, az seye kanaat eden, Rabbin taktir ve taksimine razi olan, yuksek seciyeli, herkes hakkinda iyilik dusunen, herkesi dogru yola goturen, ilim ve ameli nefsinde mezcetmis, nasihat ve irsad kabiliyetine sahip kisiler olmasi isteniyordu. Zaviyelerdeki seyh ve muridler, dua, ibadet, zikir ve raks gibi son derece disiplinli dini ve kulturel faaliyetleri yaninda, sosyal yardimlasmayi ve insanlara hizmeti zevk edinmis kisiler olarak, gelen gideni agirlamakta ve bizzat kendileri ornek olmak sartiyla, temas kurduklari kisilerin ruhi egitimleriyle de mesgul oluyorlar, onlari irfan sahibi olgun insan (insan-i kamil) olarak yetistirmeye calisiyorlardi.(9)
Kulliye hayratinin diger bir unsuru olan imaretler, genellikle mutfak, yemekhane, kiler, anbar, ahir, tuvalet ve odunluk ile misafirlerin yatacaklari tabhane odalarindan mutesekkildi. Suphesiz bu imaretler gerekli esya ile donatilmis olup, mevsimine gore gerekli erzak da satin aliniyordu. Imaretlerin fonksiyonu, icinde bulundugu kulliyenin personeline, yorenin fakirlerine ve ister zengin ister fakir olsun butun misafirlere yemek vermekti. Ayrica misafirler imaretin tabhane odalarinda konaklayabilmekteydiler. Imaret yoneticilerine de seyh deniliyordu. Vakfiyelere gore imaret seyhlerinin “guler yuzlu ve hos huylu”, “dogru, dindar, halim, mutevazi kanaatkar, yumusak sozlu, uysal, kalp kirmaktan cekinen, asabi degil genis kalpli” olmasi gerekiyordu. Istanbul kulliyelerine bagli imaretlerden her birinde gunde ortalama 500-1000 kisi karsiliksiz yemek yiyordu. M.D`Ohsson, bunlarin sirf Istanbul`da toplam sayilarinin XVIII. yuzyilda otuz binden daha fazla oldugunu belirtmektedir.(10)
Kulliyelerin simdiye kadar anlattigimiz birimleri, saglikli insanlarin, ruhi, zihni, fikri ve bedeni ihtiyaclarini karsilamak, onlari her bakimdan mutlu kilmak icin tesis edilmislerdi. Saglikli insanlar bu derece dusunulunce, hastalari unutmak elbette mumkun degildi. Iste onlar icin de darussifalar, yani sifa evleri insa edilmisti. Darussifanin genis hizmetli kadrosu icinde tabiplerin secimine ayri bir onem veriliyordu. Vakfiyelerdeki tasvirlere gore, onlarin, tip ilminde yetkili, tesrihte, (acma, otopsi, anatomi) maharetli, kendisine saygi duyulan, bilgilerini tecrube ve ameliyat ile saglamlastirmis, sanatinin kaidelerini tecrube suzgecinden gecirmis, tababet ve hikmetin butun inceliklerine vakif, psikolojik durumlari cok iyi anlayan, ilac verirken tatlilikla ve yumusaklikla hareket eden, ilac imalinde tecrubeli, hangi ilacin hangi hastaliga iyi gelecegini hem nazari hem de uygulama acisindan iyi bilen, acizlik ve tembelligi kendilerine reva gormeyen, hastalarin tedavisinde en guzel tedbirleri alan, hastalara yumusak davranip, onlara yakini gibi nezaket gosteren, onlari sık sık yoklayip hallerini soran, gerektigi zaman derhal hastasinin basina kosan kisiler olmaliydi. Goruldugu gibi, XV.-XVI. asirlar Osmanli kulliyelerinde tabiplerde aranan bu husûsiyetler, cagimiz tip ve insanlik anlayisindan farksizdi.
Kulliyenin daha insaati baslamadan once insaat alanina su getirmek uzere su yollari sebekesi insa ediliyor, diger butun birimlerden once cesmeler ve hamam yapiliyordu. Gaye iscilerin banyo ihtiyaclarini gidererek rahat calismalarini temin etmekti. Kulliyenin esas bolumlerinin insasindan sonra ise vakif kurucusunun turbesinin yapimi, diger insanlarin ebedi istirahatgahlari icin mezarlik ve bahceler tesisiyle cevre duzenlemesi tamamlaniyor ve boylece kulliyenin tabiatla uyumu saglaniyordu.
Elbette bunlarla is bitmiyordu. Cok fonksiyonlu bu kompleksin saglikli ve ebedi olarak isletilebilmesi surekli gelir kaynaklarina sahip olmasina bagliydi. Cunku buralarda yuzlerce insan gorev yapiyordu. Mesela, XVI.yy`da Mimar Koca Sinan`in muhtelif vakif kuruculari adina insa ettigi on dort kulliyede toplam 2529 kisinin calistigini biliyoruz.(11) Iste bu komplekslerin bakim ve onarimini yapmak, personelin ucretini odemek icin, bu hizmet kuruluslarina surekli gelir temini gayesiyle, kulliye sahipleri, ayrica muhtelif is yerleri de yaptirtmislardi. Sehrin fiziki yapisinin ve ekonomisinin gelismesine onemli katki saglayan bu yapilasmaya bir ornek vermek gerekirse, Fatih kulliyesinin akari olarak, Istanbul ve Galata semtlerinde, 4250 dukkan, 3 is hani, 4 hamam, 7 burgaz (kosk), 9 bahce ve cevresiyle birlikte bir butun olusturan bezzazistan (bedesten, esnaf carsisi) ve nihayet ll30 ev yaptirilmisti.(12) Tabii burada soz konusu evler de diger binalar gibi vakfin kiralama yoluyla isletilen mal varligini olusturuyordu.Bunlarin yaninda veya cevresinde yer alan mulk meskenlerle kulliye etrafinda olusan mahalle, semt veya site tamamlanmis oluyordu. Tabii birinin bittigi yerde diger kulliyenin birimleri basliyor, boylece buyuk bir sehrin dokusu olusuyordu.
XVI. asir Osmanli mimarisine damgasini vuran Mimar Sinan`in yapilarinda yakin ve uzak cevre iliskilerini inceleyen bir arastirmada, bu iliskilerin “cevre-uyum” seklinde ortaya ciktigi, bu uyum icinde, dunya mimarisinde cok az rastlanan “gelecekteki cevrenin olcusunu saptamak, gelecekle diyalog kurmak, kentin ilerideki siluetini ve karakterini belirlemek” gibi bir olguyla karsilasildigi vurgulanmakta; bunun pratik islevin cok otesinde “mimari dusunce”nin bir urunu oldugu, kendinden onceki Osmanli yapilarinda da rastlanan bu iliskiyi, Sinan`in aher buyuk usta gibi kendinden onceki birikimi ozumseyip, yeniden yogurup norm olma ozelligine eristirdigi” belirtilmektedir. Osmanli sehrinde yapilar, “ozellikle piramit camiler, bittikleri noktadan oteye bir sureklilik gosterirler. Cevre baska bir yapilar toplulugu degil, yapinin bir devami gibidir. En buyuk sultan camilerinde dahi, olusmus cevreyi kollayan, kendinden sonra olusacak cevreye yol gosteren bir tutum vardir” . “Yakin cevreyle plan duzlemindeki bu alcak gonullu uzlasma, ucuncu boyutta (ozellikle piramit camilerde) kent siluetini olusturucu, surekliligin bilincinde, kendisinin bir devami olacak yapilasmanin olcegini, hatta ritmini belirleyen bir nitelige burunur.” Mesela, “Suleymaniye Istanbul silueti icinde tek bir yapi olarak degil cok genis bir cevreyle birlikte bir butun olarak etki yapmaktadir; ana kubbeden baslayarak yan kubbelere, revaklara kadar uyum icinde inen, yakin yapilara atlayip uzak cevreye kadar yayilan, sonra tekrar ayni uyum icinde baska bir anitin ana kubbesine dogru yukselen bir dalgalanmanin parcasi olmustur”. “…Sinan`in Suleymaniye sirtlarinda baslatip kendinden sonraki ustalarin ve halkin Marmara kiyilarina indirdikleri bu mimari, XX. yuzyilin acik eser kavraminin ozgun bir ornegidir”.(13)
Yer yer agac topluluklarindan meydana gelmis yesillik yiginlari arasindan, bir batilinin asehir taclari” olarak niteledigi kulliyelerin tastigi, l573`te Istanbul`a gelen Du Fresne-Canaye`in ifadesiyle aadeta korular arasinda kurulmus a Istanbul`un bu silueti(14) , Turklerin tabiat, insan ve tanrı arasindaki iliskiler uzerinde yaptiklari yorumun vakiflar yoluyla tecessumunden ibaretti. Sadece Istanbul`da degil, klasik donem butun Osmanli ulkesinde kamu yararina yonelik imar ve sehircilik hareketleri, devlet butcesine degil genis capta ferdi tesebbuse dayaniyordu. Baska bir ifadeyle, Osmanli sehirlerinde cesitli turdeki yapilara ait insaatlar, buyuk cogunlukla sahislar tarafindan gerceklestiriliyordu. Sahislarca yaptirilmasi tabii olan konutlar bir yana, toplum yararini amaclayan ve yukarida tipolojisini cizmeye calistigimiz dini, kulturel ve sosyal nitelikli yapilar, padisahlar, saray mensuplari, pasalar ve diger varlikli hayirseverler tarafindan yaptiriliyordu. Kisacasi, sehirlerin fiziki dokusunda en buyuk yeri tutan cesitli turdeki yapilarin meydana getirilisinde temel ogeyi sahsi faaliyetler olusturuyordu.
Toplumun yararina bir hareketle hayir isleme dusuncesi, yapi insasi ve isletmeciliginde devletin dogrudan gorev yuklenmemesi, imar girisiminde bulunan sahislari, vakif sisteminin imkanlarindan yararlanmaya yoneltmisti.
Vakif sisteminin sureklilik ilkesi ile birlikte, dokunulmazliga da sahip bulunmasi, vakif imaret sitelerinin ve vakif kulliyelerin guven icinde vakif gelirleriyle hayatlarini surdurmelerini saglamistir.
Dini inanclarin cok guclu oldugu klasik donem Osmanli toplum duzeni ve dunya gorusu, toplumda gelir fazlasina sahip olan sahislarin, cogunlukla bu malvarliklarini kamu yararina yonelik tesisler meydana getirmek uzere hayir alanlarina aktarmalari sonucunu dogurmustu. Bu dini inanclara dayali genel egilimlerin yaninda, vakif kurumunun, hukuki statuye ve sureklilik kavramina sahip olmasi olgusu da, imar ve sehircilik konusunda ferdi tesebbusler icin ileriye yonelik gercek bir guvence teskil etmisti. Sunu ozellikle belirtmek gerekir ki, Anadolu ve Rumeli topraklarinda timar sisteminin uygulaniyor olmasi, Osmanli devletinde vakiflarin olaganustu gelismesine sebep olmustur. Fakat Selcuklu ve Osmanli devirleri Turk toplumunda, hayir kuruluslarinin ve bu amacla meydana getirilen yapilarin hepsinin mali kaynaginin temelinde, gorevle ilgili tahsisler ve temlik edilmis araziye ait gelirlerden saglanan paralar yatmaz. Bunlarin bazilari ticari gelirlerle, yani kaynaginda hicbir devlet tahsisi bulunmayan, tamamen ozel kazanclarla meydana getirilmistir.(15)
Osmanli devletinde, sahsi imar faaliyetleri sonunda sehirler kurulmus, kucuk yerlesme birimleri zamanla sehir haline gelmis, eski mevcut sehirler, yepyeni binalara ve bir takim kuruluslara kavusturularak gelistirilmistir. Osmanli donemi Turk sehrine karakterini veren kulliyeler, sahsi tesebbusun vakif yoluyla sehircilige yaptigi katkinin en onemli delilleridir. Sahislar kendi imkanlariyla, soz konusu kulliyeleri , diger bir ifadeyle imaret sitelerini meydana getirirken, kendisinden sonra eserine bir mudahale olmayacagi, kamuya yonelik olarak tasarladigi ve teskilatlandirdigi hizmetin ebediyyen surecegi inancina sahipti. Kisilere bu kesin inanc ve guvenceyi veren sey, vakif kurumu idi. Zira her seyden once vakiflarda sonsuzluk ilkesi esasti. Vakfin idamesi, devletin koruyucu gucunun kanatlari altindaydi.
Vakiflarin idari ve mali ozerklige, hukuki acidan tuzel kisilige sahip bir kurum olmasi, bireyin ona guveninin temel dayanaklarindan bir digerini olusturuyordu. Vakiflarin bu onemli ozelligi onun cok genis capta yayginlasmasinda da etkili oluyordu. Devlet gucunun vakiflar uzerindeki en belirgin koruyuculuk garantisi, batililasma donemine ve merkeziyetci anlayisin Osmanli yonetiminin her sektorune hakim kilinmasina kadar, devletin vakfin gelir kaynaklarina mudahale etmemesi, vakif kurumunun yerinden yonetim esaslarina, serbest ekonomi kurallarina ve demokratik prensiplere uygun olarak, her turlu burokratik usûlerden azade, ozerklik ve tuzel kisiligi zedelenmeden yasamasini saglayan hukûki ve siyasi ortami hazirlamis olmasiydi.
Eger tarihte oldugu gibi gunumuzde de, vakiflarin kamu hizmetlerinin gorulmesinde bir atilim gerceklestirmesi istenirse, ikiyuz yildir ondan esirgenen bu yonetim tarzina onu yeniden kavusturmak gerekir. Ister dunya olceginde, ister ulke bazinda ele alalim, cagimizda yasanan sıkıntılar; insanlar, topluluklar, devletler ve hatta ulkeler arasinda yasanan gelir dagilimi dengesizligi, egitimde firsat esitliginin saglanamamasi, dogrudan yasama hakkini ilgilendiren genel saglik sigortasinin kurulamamis olmasi ve geri kalmis ulkeler basta olmak uzere genel dunya nufusunun buyuk ekseriyetinin sosyal guvenlik kapsamindan mahrum olarak sefalet sinirinin altinda yasamaya mecbur ve mahkûm edilmesi, ve benzeri sorunlardan kaynaklanmaktadir. Bugun yeryuzunde ekonomik degerler hakca paylasilamamaktadir. Dunya nufusunun % 20`si, gelir kaynaklarinin % 80`ini kullanmakta; % 80`i ise paylasilabilir kaynaklarin ancak % 20`sini alabilmektedir. Oysa tabiatin imkanlarindan yararlanmakta herkesin hakki vardir. Bu adaletsiz gelir dagilimini dengelemeden ve egitimde firsat esitligini saglamadan, bozulmus dengeleri, yerli yerine oturtmak mumkun degildir. Gucsuzu, yetimi, oksuzu koruyup gozetecek bir sistem kurulmadan egitimde firsat esitligini yakalamak ve toplumlari yasanabilir bir hayat standardina kavusturmak mumkun degildir.
Selcuklu ve Osmanli donemlerinde irk, din, dil ayirimi gozetmeksizin herkese, her boyutta, hatta Farabi`nin ifadesiyle oturulabilir sehirlerin”, Osmanli kulliyesi ve cevresi misali huzur ortamlarinin olusmasinda son derece onemli rol oynayan vakif sisteminin felsefesi yakalanabilirse, gunumuzdeki insanlik sorunlarinin hic degilse bir bolumunun vakif yoluyla cozumlenebilecegini dusunmekteyiz. Ancak kurulacak vakfin kaynagi kisinin kendi emegiyle kazandigi malvarligina dayanmalidir. Yeterince ekonomik bir potansiyele sahip olmadan kurulan vakiflar, ilk kurulus heyecaninin gecmesinden sonra tikanip kalmaktadir. Esas itibariyle vakiflar; amacini gerceklestirebilecek ve onu surekli kilabilecek malvarligini kar amaci gutmeksizin kamu hizmetine sunmasi gereken kuruluslardir. Ne yazik ki son donemlerde, dernekcilik anlayisiyla sermayesiz vakiflar kurulmaya baslanmistir. Bu sekilde ortaya cikan ve hayatiyetlerini devam ettirmeyi aidat ve bagislara baglayan vakiflarin kuruculari ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, toplum hayatini etkileyip yonlendirecek onemli katkilarda bulunamazlar. Istisnalar bir yana bugun Turkiye`de, sermaye birikiminin yitirildigi Osmanli`nin gerileme doneminde oldugu gibi; muesseseler kuran vakiflar yerine, yapilasmayi ve cok fazla harcamayi gerektirmeyen soyut amacli vakiflar kurulmaktadir. Bu anlayistan en kisa surede vaz gecilmeli, yeterli plan, proje ve sermaye birikimine sahip vakiflar kurulmalidir. Bundan sonra kurulacak vakiflar ferdi meseleler yerine genis kitleleri ilgilendiren toplumsal konularla mesgul olmalidir. Bir yoksula yardim yerine, issize is imkani saglayan tesisler dusunulmelidir. Burs yerine, karsiliksiz ve nitelikli egitim imkani saglayan her seviyede okullar, ilac parasi yerine, yoksulu parasiz tedavi edecek hastahaneler tasarlanmalidir.
Bin yillik Turk vakiflarini temsil ve idare eden Vakiflar Genel Mudurlugu ise, kanaatimizce, yeni bir yapilanmaya tabi tutulmali, bu vakiflarin yonetimi, Turk Medeni Kanunu`na gore kurulan vakiflarin mutevelli heyet baskanlarinin da belirli bir oranda yer alacagi, genis tabanli bir Danisma Kurulu`na, secimle gelmis bir Yonetim Kurulu`na sahip, genel hukumler cercevesinde murakabeye tabi ozel hukuk hukumlerine gore idare olunur, ayri butceli mustakil bir yapiya kavusturulmalidir.
Gunumuzde uygulanabilir nitelikte gordugumuz ve bir kismini yukarida belirtmeye calistigimiz hizmetlerin topluca, tabiat ve insan gercekliginden hareketle, iman, bilgi ve eylem dengeleri uzerine oturan ve Farabi`nin aerdemli, mukemmel sehir” tasariminin kendi cagina gore tarihi tecrubesi olan Osmanli kulliye ikliminin cagimiza gore yeniden yorumlanarak yeni huzur ortamlarinin tasarlanmasi sûretiyle gerceklestirilmesi dusunulemez mi? Ancak bu taktirde, vakiflar, yeniden sehircilik konusunda da devreye girmis olur. Suphesiz boyle birhareketin gerceklestirilebilmesi, diger bir ifadeyle vakiflarin ucuncu sektor olarak dinamik bir bicimde toplumlarin ve butun insanligin hizmetine sokulabilmesi, ancak tarihte Turk vakif medeniyetine yon veren aHerkesin bir yonu (ve yontemi) vardir. Siz hayrat yapmaya kosun, bu hususta birbirinizle yaris edin…”(16) hukmunun arkasinda yatan felsefenin anlasilmasinave bu felsefeye gore davranacak insanlarin yetistirilebilmesine baglidir.
Prof. Dr. Bahaeddin YEDIYILDIZ
Dr. Nazif OZTURK
Notlar
(1) Kitap ilk defa F. Dieterici tarafindan yayimlanmis olup (Leiden l895) gunumuze kadar on besten fazla baskisi yapilmistir. Ilmi nesrini ise Albir Nasri Nadir gerceklestirmistir (Beyrut l968). Ayrica, Almanca, Fransizca, Ispanyolca ve Turkce tercumeleri vardir.
(2) Farabi, El-Medinetu`l-Fadila (cev.Ahmet Arslan), Kultur Bakanligi, Bin Temel Eser, Ankara,l990,s.69-70.
(3) M. A. Lahbabi, Kapalidan Aciga -Milli Kulturler ve Insani Medeniyet Uzerine Yirmi Deneme- (cev.B.Yediyildiz), TDV Yayinlari, Ankara,l996,s.25-28.
(4) Farabi`nin adi gecen eserinin Turkce tercumesine A.Arslan tarafindan yazilan onsoze bakiniz,s.XXIII.
(5) N. Kuyas, “Kuresel dusun yerel davran”, Milliyet, 26 Nisan l996,s.l8.
(6) B. Yediyildiz, “Hayrat kavrami uzerinde bazi dusunceler”, Turk Kulturu Arastirmalari, XXVII/1-2, Ankara,l989,s.277-284.
(7) Fatih kulliyesi hakkinda yapilan bir arastirma icin bkz. F.Unan, Fatih Kulliyesi, TDV Yayinlari arasinda nesredilmek uzere baskida bulunmaktadir.
(8) A. Toynbee, Les villes dans l`histoire, Payot, Paris, 1972, s.173.
(9) Bu zaviyelerdeki hayat icin bkz. B. Yediyildiz, “Niksarli Ahi Pehlivan`in Daru`s-suleha`si”, Turk Tarihinde ve Kulturunde Tokat, Ankara l988,s.281-290; B.Yediyildiz, “Sinan`in yaptigi eserlerin sosyal ve kulturel acidan tahlili”, VI.Vakif Haftasi Kitabi, Istanbul l989, s.109-110.
(10) Tableau general de l`Empire Ottoman, Paris, 1787-l828,c.II,s.46l.
(11) B. Yediyildiz, “Sinan`in yaptigi…”, s.104-105.
(12) O. L. Barkan, “Fatih imareti l489-90 yillari muhasebe bilancolari”, Iktisat Fakultesi Mecmuasi, c.XXIII/1-2, Istanbul l963, s.290-300. (13) U. Erkan, “Sinan yapilarinda yakin ve uzak cevre iliskileri uzerine dusunceler”, Mimarbasi Koca Sinan Yasadigi Cag ve Eserleri, VGM Yayini, Istanbul l988, c.I,s.625-630.
(14) S. Eyice, “XVI.yuzyilda Osmanli Devleti`nin ve Istanbul`un gorunumu”, Mimarbasi Koca Sinan…, s.99-107.
(15) M. Cezar, Tipik Yapilariyla Osmanli Sehirciliginde Carsi ve Klasik Donem Imar Sistemi, Istanbul l985, s. 335-336, 346.
(16) Kur`an II/148.
Yorumlar
Yorum yap