95) KIZILDERİLİ SOYKIRIMI

Yayin Tarihi 23 Ocak, 2008 
Kategori TÜRK DÜNYASI

KIZILDERİLİ SOYKIRIMI

image00115.jpg

Yüzyıllardır, Kızılderililere yönelik olarak kadın, çocuk demeden kasıtlı ve planlı olarak vahşice sürdürülen soykırım; Amerikalı sömürgeciler tarafından dünyanın değişik yerlerinde benzer biçimde bugün de sürdürülmektedir. Bu anlamda, geçmişi doğru biçimde öğrenmek ve değerlendirmek, bugün dünyada yaşananları daha kolaylıkla anlamamıza yarayacaktır.

Richard Drinnon’un Facing West: The Metophsics of Indian-Hating and Empire-Building adlı eserinde yer verdiği gibi, Amerika’nın “saygıdeğer kurucu babaları”, Kızılderililere karşı soykırımda özellikle yer almışlardır.

Amerika’nın kurucu babası George Washington (1789–1797), Tümgeneral John Sullivon’a, 1779 yılında Iroquoilora saldırıp, “Yöredeki bütün yerleşim yerleri tamamen harabeye dönene kadar da barış amaçlı hiçbir görüşme önerisini dinlememe” emri verdi. Sullivan emredildiği gibi yaptı ve ilk raporunda açıklandığı gibi, “ O güzel bölgenin bütünü, bahçe görünümünden sıkıntılı ve iğrenç bir harabeye” çevirerek yerlilerin “geçimlerini sağlayan her şeyi yıkıp, yok ettiğini” bildirdi. Ona göre, Kızılderililer bir “yok etme savaşında vahşi hayvanlar gibi avlanmışlardır.” Yapılan vahşet Washington tarafından da onaylanmaktaydı. Çünkü Washington’un 1783’te söylediğine göre; “Kızılderililer, Beyazlardan toplu yıkımdan başka bir şey görmeyi hak etmeyen vahşi hayvanlardır. Kurtlardan pek farkı yoktur, en sonunda her ikisi de, biçim olarak farklı olsalar da av hayvanlarıdır.”

Koloniciler, Kızılderililerle kurtları, ortak yönleri olan vahşi hayvanlar gibi gördüklerinden, her ikisine de benzer uygulamalarda bulunuyorlardı: “Kurda zehirli et koyuyor, Kızılderili’ye ise çiçek mikrobu bulaşmış battaniyeler veriyordu. Kurdun inine baskın yaparak dağıtıyor ve yavrularını yok ediyor; Kızılderililerin ise çocuklarını çalıyordu.”

Massuchusetts Körfez Kolonisinin kurulmasının üzerinden on yıl geçmeden, 1630 yılında, -“vahşi hayvanlardan oluşan”- Kızılderili ve kurt avı dışında, gerekli olmadığı durumlarda silah kullanılması yasaklandı.

Kızılderililere karşı yengi kazanan güçlü askeri birliklerin, -diğer tüm zorbalıklarının yanı sıra- bazı Kızılderililerin derilerini “çizme üstlüğü veya tozluk yapmak için kalçadan aşağı yüzerek eğlendikleri” öğrenildiğinde; bu insanlık dışı olay, ne yöneticiler ne de kamuoyu tarafından ahlaksal, yasal açıdan bir aykırılık olarak değerlendirilmeyecekti.

Hayatta kalan Kızılderililer, kendi aralarında Washington’a “şehir yakan” adını taktılar. Çünkü doğrudan onun emirleriyle Mohowk, Onodaga, Cayuga’ların şehir ve köylerinin bütünü beş yıldan daha az bir zamanda yok edilirken, Erie Gölü’nden Mohowk Nehri’ne kadar olan 30 Seneca kasabasından en az 28’i ortadan kaldırılmıştı. Iroquoilordan bir Kızılderili 1792’de Washington’un yüzüne karşı şöyle diyecekti: “Şimdi senin ismin duyulduğunda kadınlarımız arkalarına bakıp sararıyor ve çocuklarımız sıkı sıkı annelerinin boyunlarına sarılıyorlar.”

Yine, Amerika’nın kurucu babalarından Başkan Jefferson (1801–1809), Savaş Bakanına 1807’de, bölgelerindeki Amerikan yayılmasına direnen her Kızılderili’nin “balta” ile karşılanması gerektiğinin emrini vermişti. “Ve… Eğer herhangi bir Kızılderili kabilesine karşı baltamızı kaldırmak zorunda kalırsak, o kabilenin kökü kazınıncaya veya Missisipi’nin ötesine atılıncaya dek indirmeyeceğiz. Savaşta bazılarımız ölecek; ancak onların hepsini yok edeceğiz.” diyordu. Bunlar düşünmeden söylenen, rasgele sözler değildi, çünkü beş yıl sonra, 1812’de Jefferson, Beyaz Amerikalıların, “geri kalmış Kızılderilileri, orman hayvanlarıyla birlikte Stony Dağlarına sürmek zorunda kaldığını” bildiriyordu. Bir yıl sonra ise, “Amerikan hükümetinin önünde Kızılderilileri yok edene dek peşini bırakmamaktan veya onları gözümüzün göremeyeceği yeni yerleşim yerlerine sürmekten başka bir seçenek olmadığını” belirtiyordu. Gerçekten, Jeffferson’un Kızılderililer hakkındaki düşünceleri; “Yeryüzünden silinmek” veya “Amerikalıların yolundan çekilmek” olmak üzere Yerlilere yalnızca iki seçenek sunulduğunu belirten açık söylemlerle doludur.

Georgia Eyaleti Başkanlığına yükselişinin hemen ardından Jackson, Kızılderili topraklarına zorla el koymasını yasallaştırmak için, daha önceden kullandığı hileli bir hukuki tekniği uyguladı ve Cherokee’lerin mülkiyetinin büyük bir kısmına el koydu.

Amerikan Başkanı Andrew Jackson (1829–1837), “Bütün Cherokee halkı şiddetle cezalandırılmalı” diye yazmıştı. Kızılderilileri öldürdüğüm her seferinde onların kafa derilerini sakladım diye övünen, “”vahşi köpekler” biçiminde adlandırdığı barışçı Kızılderililerin yerleşim yerlerine askeri birlikler yönelten de bu Andrew Jackson’dı. Yine, 800 kadar Crew Kızılderilisinin cesetlerinin – O ve adamları tarafından kıyılan erkek, kadın ve çocukların cesetleri- ölü sayımı ve kaydı için burunlarının koparılmasına, dizgin yapmak için bedenlerinden uzun şeritler kesilip güneşte kurutulmasına onay veren aynı Andrew Jackson’dı. Andrew Jackson, Başkanlığı sona erdikten sonra da; Amerikan birliklerine, yok etme hareketini tamamlamak üzere, gizlenmekte olan Kızılderili kadın ve çocukların peşine düşerek onları sistematik bir biçimde öldürmelerini öğütleyen, tersi durumda bunun ininin ve yavrularının nerede olduğunu önceden bilmeksizin sık ormanlarda kurt izlemeye benzeyeceğini belirten yazılarla kıyıcılara yol gösteriyordu.

Yerlilerin bazıları da ata yurtlarından sürüldüler. Gözyaşı Yolu olarak adlandırılan sürgün yolunda binlerce Kızılderili yaşamını yitirdi. 17.000 Cherokee’den 8.000’i Gözyaşı Patikasında öldü. Dondurucu yağmur ve soğukta yürümeye zorlanan Kızılderililer bozuk un ve kokmuş etle besleniyorlardı. Bu “ölüm yürüyüşü” sonunda Kızılderili bölgesine vardıklarında ise, çok daha fazlası öldürücü hastalıklara ve açlığa yenik düştüler. Başkanlık emriyle bu ölüm yürüyüşleri diğer yerlerde de sürdürüldü. Chicksawlar, Choktowlar gibi Kızılderili halkları da 1830’larda ata yurtlarından kovuldular. Bu süreçte, Creekler, Seminoleler ve Chorokeelerin ölüm oranları diğerlerine göre daha da yükseldi.

Kızılderili kıyımı. Ve topraklarının yağmalanması yıllarca sürdü. Örneğin 17. yüzyıl sonu ile 18. yüzyıl sonu arasında İllinois Kızılderililerin sayısı yüzde 96 dolayında azalmıştır.

Amerika Anakarası’nın her yöresinde yaşanmış bu tür örneklerde; acı, gözyaşı ve vahşetin sözcüklere dökülemeyen izleri görülür. Amerikan Basını da Kızılderililerin kıyımı konusunda kışkırtıcı yayımlarda bulunarak vahşeti özendirmiş ve desteklemiştir.

Colorada’da Rocky Mountain News gazetesi uydurma haberlerle, Kızılderililere karşı halkı kışkırtıcı yayınlar yapıyordu. Kızılderililerin komplo kurdukları, beyazları öldürdükleri gibi akıl dışı yalanlar üreterek halka yayıyordu. Seçim yılının sonuna gelinirken Vali, öncelikli bir duyuru yayımladı. Bu duyuruda –resmi bir hükümet izniyle- vatandaşlara askeri alaylar oluşturma ve bulabildikleri bütün düşman Kızılderilileri öldürme yetkisi veriliyordu. Ayrıca yağmanın da önü açılıyordu: “At veya mal ne ele geçirilebilirse bu olayların tazminatı olacaktı”. Vali, bunlara ek olarak savaşa katılanların ücretlerinin hükümet tarafından ödenmesi için ağırlığını koyacağına söz veriyordu.

Eski bir Metodist misyoner olan Albay John Chivington komutasında ağır silahlarla donatılmış 700 kadar asker, Kumlu Dere köyüne ayak bastığı zaman insanlarda baskın olan ruh durumu ve resmen onaylanan politika yağma ve kıyımı meşru görüyordu. Kongre’ye de aday olan Chivington, birkaç ay önce yaptığı bir konuşmada, politikasının “Yerlilerin küçük büyük hepsini öldürüp kafa derilerini yüzmek” olacağını açıklamıştı. “Bit yumurtaları bit olur” diyerek Kızılderilileri aşağılıyordu.

Oysa Cheyenneler, temel av silahları dışında kalan bütün silahlarını yakındaki Lyon Kalesi’nin komutanına teslim etmişlerdi. Albay Chivington, hükümetin teknik olarak Kumlu Dere’deki Kızılderilileri zararsız ve silahsız savaş esiri olarak kabul ettiğinden de haberdar edilmişti. Tanıklar, sonradan – tam o sıralarda Kızılderililerin kafa derilerini alma isteğinden uzun uzun söz etmekte olan- Chivington’un bu haberleri ciddiye almadığını ve sandalyesinde dimdik doğrularak, “Evet, kanda yürümeyi çok arzuluyorum.” dediğini dile getirmişlerdir.

Albayın bu isteği kısa sürede gerçekleştirildi. Askerler 29 Kasım günü beş taburdan oluşan birlikle köye girdiler. Yerliler yağmur gibi top ateşiyle uyandılar. Yaşlı Reis Kara Kazan’ın beyaz bayrağı ve daha önceden verilen Amerikan bayrağını kulübesinin direğine bağlamasına ve düşman olmadığını göstermesine karşın, birlikler yoğun ateşle karşılık verdiler. Tanıkların anlatımlarında yer aldığı üzere kıyım acımasızca başladı. Kızılderililer çocuk, bebek, kadın demeden öldürüldüler, kafa derileri yüzüldü. Cesetler korkunç biçimde parçalanmıştı. Yüzükler almak için parmaklar, küpeler almak için kulaklar ve cinsel organlar da kesildi.

 Kıyımdan sonra Colorado’da sevinç çığlıkları atılıyordu. Ancak, Kongre soruşturma emri verdi. Vahşet, belgelenmesine karşın tartışmalar sırasında ortaya bir soru atıldı. Bundan böyle Kızılderilileri uygarlaştırmaya çalışmak mı, yoksa bütünüyle yok etmek mi en iyisi olacaktı? Bu sorunun ardından güçlü bir çığlık koptu: “YOK EDELİM, YOK EDELİM!”

Bir zafer kazanmış gibi şöhret ve kahramanlık yolunda ilerleyen Albay Chivington’a hiçbir şey yapılmadı. Ne de olsa, Başkan Theodore Roosvelt’in (1901–1909) daha sonra dediği gibi, “Kumlu Dere kıyımı, sınırda gerçekleştirilen bütün hareketler gibi haklı ve hayırlı bir işti.”

Birleşik Devletler, 1846’da Kaliforniya’yı işgal etti. Kaliforniya’nın bir yıl önceki Kızılderili nüfusu, 1789’da Fransisken misyonlarının kurulması esnasındaki nüfusun dörtte birinden aşağılara düşmüştü. Yani İspanyol egemenliğinin 25. yılında nüfus yüzde 75 azalmıştı. Amerikan egemenliğine geçen sonraki 25 yıl boyunca da bir yüzde 80’lik kayıp daha yaşanacaktı. Kaliforniya’ya “altına hücum”la, politik güç ve şöhretin doruğuna ulaşan – ve bu ortamda yalnızca Kaliforniya’daki köleleştirmeyi yasallaştırmakla kalmayıp, Colorado ve başka yerlerde olduğu gibi, Kızılderililerin tümünü yok etme hedefini açıkça söyleyerek toplu kıyım kampanyalarına girişen- bir sürü madenci ve çiftlik sahibi akın etti.

Kaliforniya, Amerikan işgaline girer girmez, hükümet onaylamaz görünse de Kızılderililerin köleleştirme işine girişildi ve bu uzun yıllar sürdürüldü.

Kızılderili çocukları avlayıp yakalamak gelişen bir iş kolu durumuna gelmişti. Gazeteler sık sık –San Fransisko ve Sacramento köle pazarlarına giden yollar üzerinde- Kızılderili çocukları önlerine katıp götüren köle tüccarlarından söz ediyordu.

Kızılderililerin, Beyazlar tarafından serbestçe avlanabilmesi özendirilmiş ve yasallaştırıldı. Bölge hukuku Kızılderililerin Beyazlara karşı ifade vermesini yasaklıyordu. Öyle ki, 1854 yılında bir Kızılderili’nin, kışkırtma olmaksızın insanların gözü önünde öldürülmesinden sonra, kim olduğu çok iyi bilinen katil, olayın tek görgü tanığı Kızılderili olduğu için serbest bırakıldı.

Köleleştirme ve acımasız cinayetler de uzun süre devam etti.

Amerika’nın 20. yüzyıldaki ilk Başkanı Theodore Roosevelt’te; “Kızılderililerin yok edilmesini ve topraklarının ele geçirilmesini, kaçınılmaz olduğu kadar, sonunda yararlı olduğunu” söyleyerek kıyımı desteklemiştir. “Bu tür fetihlerin, hala saf barbarlık  çağındaki zorba, hükmeden bir halkın, daha güçsüz ve bütünüyle yabancı bir ırkla karşı karşıya geldiği zaman gerçekleşeceği kesindir” sözleri ile yapılanları sıradanlaştıran ve olağanlaştıran Roosevelt, bir keresinde de neşeli bir biçimde, ırkçı bir yaklaşımla, “En iyi Kızılderili’nin ölü Kızılderili olduğunu düşünecek kadar ileri gitmiyorum ama sanırım onda dokuzu öyledir ve ben onuncuyu fazla yakından tanımak istemezdim” diyecek kadar gözü dönmüştür.

DİN SOYKIRIMDA ve SÖMÜRÜDE KILIF OLARAK KULLANILDI

Sömürücü egemenler, yüzyıllar boyu dini inançları amaçları ve çıkarları uğruna kullana geldiler. Bu durum öylesine ileri gitti ki kandökücü, insanlık dışı soykırımın uygulanmasını bile dinsel gerekçelere bağladılar… Bu tutum sömürücülerin genel davranış biçimini yansıtır.

Koloniciler, Kızılderililerin topraklarını zorla ele geçirilmesine ve onlara soykırım uygulanmasına meşruiyet kazandırmak için din kaynaklı düşünceler ileri sürdüler.

Kolomb da yaptıklarını ve uyguladıklarını meşru kılmak için dinsel düşüncelere sığınmıştır. O’na göre; “Kendisine dünyanın bu kısımlarına Kutsal Kitabı götürmek, kurtulmuşlar topluluğunun gelişimine yardım etmek ve Deccal’in krallığına karşı bir siper oluşturmak”  görevi verilmiştir.  

Chistoper Columbus (Kolomb), kendisini Kutsal Kitap’ta vaat edilen bir çağda, ilahi kaderin seçtiği biri gibi görüyor, kendine son derece inanıyordu. Özellikle inandığı bir başka şey de dünyanın sonunun 150 yıl içinde geleceğiydi. Bu konuda hesaplamalar yapmıştı, İsa’nın ikinci gelişinin ne zaman olduğunu da kesinlikle hesaplamıştı!!!

Kolomb, Karayipler’de önüne çıkan, ilk yerleşim yeri olan Ada’ya ayak bastığında, “Kendilerinden iyi hizmetçi olur… Ve kolayca Hıristiyan yapılırlar, çünkü bana öyle geliyor ki hiçbir dine bağlı değiller” diyerek altı yerliyi yakalayıp kaçırmıştı.

İspanyollar ve daha sonra gelen işgalciler tarafından “vahşi yaratılışta”, “aşağılık hayvanlar” olarak görülen Kızılderililerin, -“putperest olmaları” ve Beyaz Adamın dini inançlarını paylaşmamaları gerekçe gösterilerek- korkunç bir biçimde kıyıma uğratılmaları ve köleleştirilmeleri de doğal bir uygulama olarak kabul ediliyordu.

Öldükten sonra mezarı bir Katolik türbesine dönüşen, tanınmış İsviçreli doktor ve filozof Paracelcus, 1520’lerde, Afrikalılar, Hintliler ve diğer Hıristiyan olmayan farklı renkten halkların Âdem ve Havva’dan değil, ayrı ve düşük atalardan geldiğini ileri sürüyordu.

Daha sonra Küba Psikoposu olan Bernardo de Mesa ve Gil Gregoria gibi İspanyolların 1512’de, John Mair (Johannes Major) adlı bir İskoçyalının 1519’da ortaya attıkları düşünceye göre; “Kızılderililer, Tanrı’nın Hıristiyan Avrupalılara köle olmak yazgısıyla yarattığı özel bir ırk olabilirdi.” İspanyollar sorunu Gregorio’nun, “Mademki bu yaratıkların yararsız, kötü ve merhametsiz olduğu belliydi, öyleyse özgür kalmalarına izin vermek doğa düzeninin bozulması olurdu” biçimindeki savını, “doğal hukuk” bağlamında ele alıyorlardı. 

Kızılderililerin Tanrı tarafından İspanyollara, aslında bütün Avrupalılara, “doğal köleler” kılındığı yolunda giderek yaygınlaşan inancı desteklemek için onların biyolojik görünüşlerindeki farklılıklar da abartılarak söylence biçiminde anlatılıyordu.

Peder Domingo de Betonzos, işgalin ilk yıllarında, “Kızılderililerin hayvan oldukları ve putperestlikleri sırasında işledikleri korkunç günahlardan dolayı bütün soylarının -Tanrının da isteği doğrultusunda- yok olmak zorunda olduğu” yönündeki düşünceleri halk arasında etkili olarak yayılıyordu. “…Kuşkusuz Ada’nın mucizevî keşfinden, putperest İnka’ların yok edilmelerine kadar yapılanlar Tanrı’nın büyük planının bir parçasıydı.” yorumu yapılıyordu.

İşgalin resmi tarihçisi ünlü İspanyol Gonzalo Fernandez de Oviedo y Valdes de: “Kâfirlere karşı barut kullanmamızın Tanrımıza tütsü yakmak olduğunu kim inkâr edebilir? diyerek kıyımları kutsuyordu.

Bir New England Azizi kendi yerleşim tarihini “mucizeler yaratan bir takdir” olarak değerlendirerek işgali kutsallaştırıyordu.

New England Püritenlerini inceleyen ve bu konuya ilişkin yazan Sacvan Bercovitch, Püritenlerin düşüncelerini ve amaçlarını aydınlığa kavuşturur:

“Püritenler, misyonerlik niyetlerine karşın, ülkeyi kendilerinin sayıyordu. Ülkenin asıl sahipleri olan Yerlileri de, Amerikalıların kaderleri önünde bir engel olarak görüyorlardı. Bu engeli ya onları dine döndürerek –ardından da kuşatarak- ya da bütünüyle yok ederek ortadan kaldırabilirlerdi; ilk yolun güvenliksiz olduğu anlaşıldığından ikincisine başvurmuşlardı. İspanyollar, kolonileşme amaçları açısından, işgal ettikleri yerlerde Yerlilerin köle olarak çalıştırılmasını da zorunlu görüyorlardı.”

            New England Azizlerinden Cotton Mather, “aç kurtlar” olarak nitelediği Kızılderililerin yok edilmesini isterken söylediği sözler, akıldan yoksun, ruh bozukluğu olarak adlandırılabilecek bir düşüncenin ürünüdür: “O uluyan, aç kurtların izini bulduğunuz zaman, canla başla peşlerine düşün; Onları yok edene kadar geri dönmeyin… Onları rüzgârın önüne katılmış tazıya çevirin.” Yine, New England’ın dinsel önderlerinden Aziz Solomon Stoddard, 1703 yılında Massachusetts Valisine, “Kolonicilere, Kızılderilileri ayı avladıkları gibi avlamak üzere, büyük köpek sürüleri alıp eğitmek için gereken paranın verilmesini” açıkça önermişti. Bu sırada New England’da çok az Kızılderili kalmıştı, ama bu kadarı bile Mather ve Stoddard gibilerine göre çok fazlaydı. Sonuçta “Onlar, cana kıyımı, şiddeti, işkenceyi toplumsal vicdanlarda olumlayan bir dinsel kültürün temsilcisiydiler.”

            Pequot Kızılderililerini baskınla uykularında öldüren, çocukları ve yaşlıları yakan İngilizlerin başındaki Underhill, “Kutsal Kitap, bazen kadın ve çocukların ana ve babalarıyla öldürülmesi gerektiğini bildirir” diyerek vahşetine dini dayanak yapıyordu.

Birliğin komutanı John Mason, ölen Pequotları altı veya yedi yüz kişi olarak saymıştı. Yalnızca yedi kişi tutsak alınmış, yedi kişi de kaçmıştı. Kaçanları da yakalayıp öldürmüşlerdi. Kalan çok az sayıdaki kişiyi de gemilere bindirerek köle olarak satmak üzere Batı Hintlere gönderildi. Pequot sözcüğü, New England haritalarından silinmiş, bütün bir halkın kökü kazınmıştı. Daha sonra Peguot ismini taşıyan kentin adı ise New London oldu. Bu sonuç Mason’un neşe içinde söylediği gibi, “Tanrının adil yargısıydı.”

John Mason, insan kasaplığının onuruna, Connecticut silahlı kuvvetleri Tümgeneralliğine yükseltildi. Ne de olsa Kızılderililere kıymak, onları vahşice öldürmek ödüllendirilecek bir uğraştı.

1675–76 Kral Philip Savaşı olarak adlandırılan savaşta, Norrogonsettler ve Wonpanoaqlar gibi diğer kabileler de acımasız bir biçimde kıyıcılıkla yok edildiler. İki tarihçinin yakın bir zamanda aktardıklarına göre; “Bu, İngiliz askerlerinin kudurmuş gibi çevreye saldırarak yaralı, erkek, kadın ve çocuk ayırt etmeden öldürdükleri, kamplarını ateşe verip, Kızılderilileri yaktıkları bir 17. yüzyıl MyLaisi’ydi.” Papaz Cotton Mather de, bu kıyımı bir “barbekü” olarak adlandırıyordu!

Kızılderili avı o dönemde –tehlikenin çok az olması dolayısıyla- New England’da popüler bir spor olmuştu! Douglas Edward Leach’a göre, “Bu öldürme ve kıyımlar kuşkusuz Tanrı’nın iradesiydi.” Bir başka yazar da bu ortak düşünceyi şu sözlerle açıklıyordu: “Efendimiz İsa, onları önünde diz çöktürüp kahretti.”  

            Aziz Rufus Anderson, 1860’larda Hawai’de, Yerlilerin çok azı hayatta kalmış iken, o zamana kadar Ada’nın Yerli nüfusunu yüzde 90 ve -daha da fazla oranda- azaltan kıyımı saptamış iken bunu bir trajedi olarak görmeyi reddetmiştir. Bu misyonerin söylediğine göre, Hawai Yerli halkının öldürülmesi, “Bedenin hastalıklı uzuvlarının kesilmesi” gibi doğal bir durumdu.

Yirmi yıl sonra 1880’de, işgalci İngiliz ordularının getirdiği hastalıklar ve yaptıkları saldırılar sonucunda büyük insan yitimine uğrayan Yerli Maori halkı için, Yeni Zelanda’da, A.K. Newman’ın açıkladığı ırkçı düşünceler de birçok Beyazın ortak görüşünü yansıtıyordu:

“Her şey göz önüne alındığında, bu ırkın yok oluşu pek de üzüntü duyulacak bir şey değildir. Hızlı ve kolay bir biçimde ölüyorlar ve yerlerine üstün bir ırk geliyor.”

Massachusetts Körfez Kolonisinin ilk Valisi John Winthrop, henüz İngiltere’deyken, Massachusetts’e büyük göç akını öncesinde -1630’larda- işgale hukuksal dayanak kazandırmaya çalıştı:

“Ortak olan hiç ekilmemiş veya iyileştirilmemiş topraklar, bunları ele geçirip düzelten herkese açıktır. Çünkü Tanrı insanoğullarına yeryüzüne ilişkin iki hak bağışlamıştır: doğal hak ve medeni hak. İlk hak insanların toprağa ortak olarak sahip olduğunu ve herkesin istediği her yere ekim yaparak beslendiği zamanlar için doğaldı. Sonra insanlar ve hayvanlar arttıkça, belli toprak parçalarının etrafını çevirerek ve özel bir biçimde işleyerek buralara sahiplendiler ve zamanla bu medeni bir hak oldu… New England’daki Yerlilere gelince, bunlar ne toprağın etrafını çeviriyorlar, ne yerleşikler, ne de toprağı işleyecek hayvanları var; bundan dolayı bu arazilere ilişkin doğal haktan başka bir hakka sahip değildirler. Böylece onlara kullanacakları kadar yer bıraktığımız sürece, geri kalanını hukuken alabiliriz ve bize de onlara da fazlasıyla yeter.”

Güçlü olan sömürücü, her yerde ve her eyleminde kendi hukukunu da oluşturmaktadır. Gerçekte ise; Kızılderililer, binlerce yıl boyunca topraklarını baştanbaşa düzeltmişler, iyileştirmişler ve çağın ilerisinde tekniklerle ekmişlerdi. Aynı zamanda, toprağın kullanımına ve politik egemenliğin sınırlarına ilişkin özenle oluşturulmuş ve incelikle işlenmiş bilgi ve donanıma da sahiplerdi.

Amerika yüzlerce yıldır, Kızılderilileri bütünüyle ortadan kaldırmak için, önceden tasarlayarak uygarlık ve insanlık dışı yöntemler izlemiştir. Kızılderililere uygulanan yok etme eyleminin adı soykırımdır. Bugün bile kalan çok az sayıdaki Kızılderililere, kötü yaşam koşulları dayatarak, onlara acılar çektirerek, çocuklarını ellerinden alarak, uyuşturucuya alıştırarak, kültürlerini, tarihlerini yok ederek soykırım sürdürülmektedir.

Günümüzde dünya egemenliğine soyunan Amerikan’ın gelişmişliğinin temelinde –Avrupa’nın da- Amerika, Afrika, Asya, Avustralya Anakara’larında yaşayan halkların ve ülkelerin doğal zenginliklerinin sömürülmesi yatmaktadır.

Yine bu sömürü düzeninin doğal sonucudur ki anılan Anakara’larda geri bıraktırılan ülke insanları, günümüzde de yaşam savaşı vermekte, sömürü düzeni bir başka biçimde sürüp gitmektedir… Emperyalizmin girdiği ülkelerde, yoksulluk, kargaşa, iç çatışma, savaşlar yaşanmaktadır.

Küreselleşme çağına ulaşan Emperyalizmin sömürü düzenine karşı, ezilen tüm dünya uluslarının birlik içinde savaşmaları, haklarına ve doğal zenginliklerine kararlılıkla, bilinçle sahip çıkmaları, özgür, bağımsız ve onurlu yaşamak için bir zorunluluktur.

                          

Fethi Karaduman

www.atatürkdevrimi.com

Kaynak- Amerika’nın Soykırım Tarihi

Prof. David E.Stannard, Gelenek Yayınları, 2004

image0026.jpg

Paylaş:

Yorumlar

“95) KIZILDERİLİ SOYKIRIMI” yazisina 3 Yorum yapilmis

  1. Mevlüt Uluğtekin Yılmaz yorum tarihi 24 Ocak, 2008 17:12

    Yazıları kaynak göstererek yayımlamanız çok güzel. Böylece çok daha saygın bir site konumunda oluyorsunuz. Başarılar dilerim.

  2. FikirYolu.com » Blog Arşivi » KIZILDERİLİLER HAKKINDA BİLGİ yorum tarihi 4 Şubat, 2008 12:17
  3. sezer ceylan yorum tarihi 7 Haziran, 2009 18:09

    YÜCE TÜRK MİLLETİNE UYGARLIK DERSİ VERMEYE KALKAN ADI UYGAR KENDİ UYGAR OLMAYAN BU BATI TOPLUMLARININ İKİ YÜZLÜ DAVRANIŞLARINDAN BİR ÖRNEK VERMİŞSİNİNZ TEŞEKKÜRLER

Yorum yap