929) Osmanlı Devleti’nin Sürgün Politikası ve Sürgün Yerleri
Yayin Tarihi 24 Mart, 2016
Kategori TÜRK DÜNYASI
OSMANLI DEVLETİ’NİN SÜRGÜN POLİTİKASI VE SÜRGÜN YERLERİ
Eski çağlardan bugüne kadar kullanıla gelen bir ceza şekli olan sürgün; Roma imparatorluğu zamanında ölüme denk sayıldığından suçlu eğer idam cezası almışsa bu cezası idama karşılık olarak kabul edilen sürgüne tahvil edilebiliyordu.1 Dünya tarihi içinde en uzun yaşayan devletlerden biri-belki de tek- olan Osmanlı Devleti’nin de kendine mahsus yazılı veya sözlü kuralları vardı. Doğal olarak bu kurallara uymayanlar bir şekilde cezalandırılmaktaydı. Osmanlı anayasasında bulunan bu cezalardan biri de çok ağır bir yaptırımı olan sürgündü.
Önceki yıllarda sürgün kelimesi yerine,kalebent, ikamete memur-ikamete mecbur, nefy, inhâ, iclâ, teb‘id, mütebâidin, nefy ü irsâl, sarf ü tahvîl, menfî gibi kelimeler de kullanılmıştır. Sürgün gidilen yer için ise menfa kelimesi tercih edilmiştir.Fakat bu kelimelerin her birinin, sürgüne gönderilen kişi yani menfi açısından ayrı bir anlamı vardır. Bu kelimelerin tam tersi af ve salıverilmelerde ise ıtlak, afv ü ıtlak,sebil veya ıtlâk-ı sebil, sebilin kelimeleri kullanılmıştır. Osmanlı Devleti sürgünleri; muvakkat (süreli), müebbet (süresiz) olarak iki gruba ayırdığı gibi gönüllü ve mecburi olarak da sınıflanmıştır.2 Osmanlı zamanında sürgün edilenlere belli bir süre vergi ve askerlik muafiyeti sağlandığı hatta bazı topraklar da kendilerine mülk olarak verilebildiği gibi; sürgün cezasına çarptırılanlarda din ayırımı- Müslim veya gayr-i Müslim-yapılmamıştır.3 Sürgün cezası alan kişi veya kişilerin devlete borcu varsa önce bunlar tahsil edilmiş ondan sonra sürgün yapılmıştır. Osmanlı döneminde gerçekleşen sürgünler hem o dönemde hem de daha sonraki dönemlerde edebiyata konu olmuştur. Türk Edebiyatı’nda yazarlarından ikisi bizzat sürgünü yaşamış, bir tanesi ise sadece konu olarak işlemiş üç tane sürgün konulu roman yayımlanmıştır.4 Bunlardan ilki kendisi de bir JönTürk olan Bekir Fahri’nin kaleme aldığı Mısır’da Jönler isimli çalışmadır.5
Diğerleri ise Refik Halit’in Kaleme aldığı Sürgün6 ve Yakup Kadri’nin yazdığı Bir Sürgün7 isimli çalışmalardır. Bu üç romanı kaleme alanlardan iki tanesi(Bekir Fahri ve Refik Halit) sürgünü gerçekten yaşamışlar ama Yakup Kadri sürgün denen zalimâne olayı hiç yaşamamıştır. Bir çok eleştirmene göre bundan dolayı yazmış olduğu Bir Sürgün isimli romanı –bizzat sürgünü yaşayan diğer iki yazara göre- fiktif(hayali) bulunmaktadır. Yaşamayan insanın yaşamadığı bir olayı yazması ne kadar inandırıcı olursa Yakup Kadri’nin eseri de o derecede inandırıcı bulunmaktadır.8 Her üç romanda da roman kahramanları olan sürgünlerin gittikleri yerler, Osmanlı sınırları içinde olan yerler(Mısır,Suriye)9 olduğu gibi Osmanlı sınırları içinde olmayan(Paris/Fransa)10 yerler de olabilmiştir.
Osmanlı ceza hukukunda bulunan cezalardan birinin, sürgün ve kalebentlik cezası olduğunu yukarıda ifade etmiştik.Sürgün olarak cezalandırılmak bir mekandan bir başka mekana gitmektir. Ama kalebentlik ise biraz daha farklıdır çünkü; hem bir mekandan başka bir mekana gidersin hem de kale içinde mahpus olarak kalırısın yani dışarı çıkmak yasaktır. Aralarındaki tek fark hapis cezasıdır.Her iki ceza türüne(sürgün,kalebent) baktığımızda ise toplu işlenen suçlar için verilen cezada sürgünden daha ağır bir ceza olan kalebentliğin tercih edildiğini görmekteyiz.Dolayısıyla kalebentliğin, sürgüne göre daha ağır bir ceza olduğunu anlıyoruz. Osmanlı döneminde kamu düzenine karşı suç işlemek, kalpazanlık, sahte evrak düzenlemek,mezhep değiştirmeye zorlamak,yalancı şahitlik,adam öldürme veya yaralama, fuhuş, ırza tecavüz, iftira, küfür, hırsızlık, veraset anlaşmazlığı, müneccimlik, rüşvet, kaleden suçlu kaçırmak, halka zulüm, tegallüb, tezvir ve teşvik, görevi ihmal, keyfi sebepler, çekememezlik, din, siyaset, idareten, eşkiyalık, asayişi bozmak,emre itaatsizlik,tehdit,küfür, kız kaçırmak,sahtekarlık, rüşvet, edebe aykırı mektup yazmak,şekavet,fetva emirlere karşı gelmek, fal bakmak,vergi ödememek,kaçakçılık, yasak işlerle uğraşmak,miras paylaşımında huzursuzluk çıkarmak,devleti zarara uğratmak gibi suçların karşılığı olarak sürgün veya kalebentlik cezası verilmekteydi.11 Bu sürgün ve kalebentlik cezasının gerektiren suçlardan en çok işleneni ise kamu düzenine karşı gelmedir.12 Eski çağlardan beri var olan sürgün, Osmanlı Devleti zamanında bazı değişikliklere uğramıştır. Bu değişiklikleri üç başlık altında toplayabiliriz. Bunlardan ilki ve belki de en çok kullanılanı mekan değiştirme yoluyla merkezden uzaklaştırmadır. Bu daha çok başkent İstanbul’dan yönetime muhalif olan etkili ve yetkili görevlilerin zararlı oldukları gerekçesiyle gönderilmesi; ikincisi ise köy ve şehir halkının aralarında yaşamasını istemedikleri sabıkalıları ve çeşitli yaramaz kişileri bu topluluktan uzaklaştırması;üçüncüsü de bir devlet politikası olarak yeni feth edilen yerlere Türk unsurunu yerleştirmek,iskan etmek, emniyeti sağlamak, araziyi daha verimli kullanmak için bireysel veya toplu olarak gönderilmesidir. Bu üçüncü şık, diğerlerinden farklı olarak bireysel değil daha çok toplu olarak/topluluk halinde olmuştur.13 Yeni feth edilen bir memleketin Türkleştirilmesi veya herhangi bir mıntıkanın emniyet ve imarı için iskan yapmak lazım gelince;devlet, icab eden yerlerin kadılarına sürgün hükümleri göndererek şu veya bu şartları hâiz olan adamı seçerek aileleriyle birlikte ihraç etmeyi emrederdi.Bundan sonra merkezden bu iş için gönderilen memurlar eldeki talimat mûcibince ve kadıların yardımıyla lazım gelen aileleri ayırıp icab eden yerlere sevk ederlerdi. Ayrılacak kimselerin adedi, o memleketin hükümet merkezince malum olan hane miktarına göre muayyen olan bir nispeti ve mesela onda birini teşkil etmekte idi. Gittikleri yerlerde bu muhacir kafilelerini, oraların büyük rütbeli memurları teslim alır ve imzalı defterlerini merkeze gönderirlerdi.14 Fakat bazı köy, kasaba halkı ise padişah veya padişahlardan aldıkları ferman veya fermanlardan dolayı bu sürgün göçünden muaf tutulmaktaydılar.Buna örnek olarak Rodos adası feth edildikten sonra oraya sürgün olarak gönderilecek halk seçilirken Ayalos kasabasının halkı II.Beyazıt ve Yavuz Selim’den aldıkları fermandan dolayı sürgün göçten muaf tutulmuşlardır: “İmparatorluk kurulurken bu usule(sürgüne) sık sık müracaat edildiğinin en büyük delili, bazı imtiyazlı büyük vakıf ve mülk sahiplerine, ağır hizmetlerle muvazzaf halka en eski zamanlardan beri verilmekte olan muâfiyetnâmelerde bu gibi reayânın devletin her türlü örfî ve fevkalade hizmetler,salgınlar ve müdahalelerle birlikte sürgünden de muaf olduklarının kaydedilmiş olmasıdır.Şu halde ihtiyaç hissedildiği zaman devlet, bu şekilde muâfiyetleri olmayan sahalardaki beylerin,mülk ve vakıf sahiplerinin idaresinde bulunan diğer bütün teb‘ası üzerine asker, para, erzak, kereste,işçi,arabacı vb gibi mükellefiyetler vaz ettiği, lüzum hasıl oldukça, icab eden yerlere gidip yerleşmek,yani sürgün gitmek mükellefiyetini de emretmekte idi. Bütün diğer hizmetler gibi bu ağır hizmet ve fedakarlık da halktan muayyen usullere tevfîkan ve muayyen nispetler tahtında istenirdi.İcab edince her on haneden bir veya iki ‘azeb’ kürekçi vb nasıl isteniyorsa, her köy ve kasaba da büyüklüğüne göre, on haneden bir veya iki hane olmak üzere sürgün çıkarmak mecburiyetinde kalırdı. Bu hususta bir fikir vermek için zikredeceğimiz misaller arasında Rodos adasının fethini müteakip verilen sürgün emrinden bazı imtiyazlı köy ve kasabaların ve bu meyanda Ayalos kasabasının nasıl muaf tutulduğuna ait elimize geçen bir kaydı buraya derc edeceğiz. Bu kayda göre, ücra yerde ve deniz kenarında itiyatlı mahalde mütemekkin olduğu için bu kasaba halkının ellerinde [ulakdan,suhreden ve cerehurdan ve hisar yapmasından ve toğancıdan ve sekbandan ve azebten vesâir avârız-ı divâniyeden] muaf olmaları için II.Beyazıt ve Yavuz Selim’den verilmiş sultan hükümleri bulunmaktadır. Bu sebeple Rodos için sürgün yazıldığı zaman bu kasaba halkı,bu husustaki imtiyazlarına binâen bu sürgünden af edilmişlerdi. Bu kayıttan iki mühim nokta istidlâl edilmektedir:1) Rodos adası fetih edildiği zaman bu adanın imarı için de bir sürgün emredilmiştir. 2).Ve bu sürgün memleketin her yerinden, her kasabasından bir nispet tahtında olmayarak birkaç kişinin gönderilmesiyle yapılmıştır.”15 Osmanlı Devleti sürgün yaparken sadece yerleşik olan halkı değil, göçebe unsurları da sürgün etmemiştir: “Aşıkpaşazâde,Oruç ve Neşrî tarihlerinin kaydettiğine göre, Saruhan’daki göçebelerden bir kısmının Rumeli’ye geçirilmesi,Sultan Murat I zamanında vâki olmuştu.O sırada vefat etmiş olan Lala Şahin Paşa yerine Rumeli Beylerbeyi olan Kara Timurtaş Paşa, Arnavutluk fethine ve diğer büyük askeri hareketlere başlamadan evvel Saruhan’daki Yörükleri sürüp Serez taraflarına yerleştirmeye memur edilmişti, o da bu emri yerine getirmişti.”16 Bazen padişahların şahsi düşüncelerine veya karşılaştıkları durumlara göre sürgün emri verdikleri de olmuştur: “Ömer Lütfi Barkan’ın Aşıkpaşazade Tarihi’nden aktararak anlattığına göre Çelebi Sultan Mehmet 1418’de Çorum’da Timur istilasından arta kalma bir Tatar topluluğunun çadırlarını görüp beylerini yanına çağırınca beyin düğünde olduğunu söylerler.Tatarların sefer hizmetine katılmadığı gibi kendisine kulluk arz etmeye de gelmeyişi padişahı kızdırır.İleride daha da çoğalıp fesat çıkarabilecek bu halkın ülke dışına sürülmesini emreder. Tatarların, Rumeli’de Filibe yakınında yerleştirildiği yer sonradan Tatarpazarı adını alır.” 17 Osmanlı Devleti’nin belirli bir sürgün politikasının olduğunu sürgün hadisesi gerçekleşirken takip edilecek güzergahların tespitinden de alıyoruz. Çok geniş topraklar üzerinde yapılan sürgün faaliyetlerinde hep belli güzergahlar kullanılmıştır. Deniz yoluyla yapılacak sürgünler için doğal olarak limanlar ve sahildeki kentler kullanılmıştır. Ege ve Marmara denizindeki adalara yapılacak sürgünler için çoğunlukla İstanbul ve Gelibolu limanlarının kullanıldığı anlaşılmadıktadır. Bununla birlikte Kıbrıs fethedildiği zaman buraya Anadolu’dan yapılan sürgünler için Mersin limanın kullandığı bilinmektedir. Karayoluyla yapılan sürgünlerde ise sürgün bölgesinin yerine göre değişik yollar takip edilmiştir. Bunun yanında sürgünler için dönemin ulaşım araçları olan gemiler ve at arabalarını kullanıldığı görülmektedir. Bireysel sürgünler de ise farklı yollar kullanılmıştır. Kısacası coğrafi açıdan ulaşımı en müsait nakil şekli seçilmiştir. Osmanlı zamanında sürgün veya kalebentlik cezası almış bir kişinin nasıl sürgün edildiğini M.Çağatay Uluçay şu cümlelerle ifade ediyor:
“Herhangi bir sebep dolayısıyla bir kimsenin cezalanması ve sürülmesi gerekiyorsa,o sürülecek kişinin mensup olduğu makam ulemâyı şeyh‘ül-islam, askeri yeniçeri ağası, mülkiyeden olanı sadrazam veya kaimmakam paşa;makâm-ı muallâya arz eder. Uygun görülürse sürülmesine ferman çıkar.Sürülen herkes işinden atılır.Çok zaman da rütbesi alınır. Azline veya sürülmesine karar verilen zat İstanbul’da ise formalitenin tamamlanmasına kadar evinde veya tensip edilen yerde fermanını beklerdi. Eğer sürülecek zat taşrada ise ferman o zatın bulunduğu yer ile sürüleceği yer kadısına veya sürülecek zatla sürüleceği yer kadısına ve mübâşire yazılırdı. Bundan başka sürülecek yer kadısı ile çavuşbaşıya yahut da sürülecekle mübâşire yazılırdı.Sürgün hükümleri,üslup ve ifade bakımından ilk zamanlardan I.Meşrutiyet’e kadar şeklini muhafaza etti.Sürgün hükümlerinde başta sürülen ve sürülecek yer kadılarının adları,kendi lakapları ile yazılır;sonra kimin sürüldüğü,neden sürüldüğü, sürgüne hangi çavuşla gideceği,çavuşun ödevleri ve getireceği belgeler, kadının ödevleri ve vereceği belgelerin neler olduğu yazılırdı.Hükmün son kısmına sürülme tarihi ile hükmün yazıldığı yer yazılırdı. Çavuşbaşı tarafından tayin edilen divân-ı hümâyun çavuşu veya gediklisi bu fermanla sürülecek adamı alır ve yerine götürürdü.Bu fermanlarda ise yalnız mübâşir diye hitap edilirdi. Divan çavuşları devlet ricâlinden birini sürgüne götürmeye memur edilince onun fermanını alarak başındaki sorgucu kavuğunun sağ tarafına takıp konağına gider ve sürgün edilecek zat, ânın sorgucunu yanında görünce işi anlar ve harem dairesine bile girmesine müsaade edilmeyerek beraberce kalkıp menfasına götürür ve orada menfînin sürgün kağıdını okutarak avdet ederdi. Sürgün,ister yeniden sürülsün,ister sürgünde iken sürgün yerini değiştirsin muhakkak menfasına çavuş vasıtasıyla giderdi.”18 Sürgün olayını araştıran bir kişi olarak sürgün hadisesinin en kötü taraflarından biri de hiç şüphesiz sürgüne gönderilen kişinin menfasındaki yaşam şartları ve sürgün müddeti boyunca yaptığı işler hakkında yeterli bilgi veya belge sahibi olamamaktadır. Maalesef bu yönde kayıtlar yok denecek kadar azdır. Sürgün cezası verilen kişi menfasına ulaştıktan sonra oranın kadısı barınmaları için kendilerine bir ev bulur.Gelen menfinin uygun bir yerde ikâmet ettirilmesi kadıların görevleri arasındadır.Sürgün cezasına çarptırılanlardan bazıları çoluk çocuğu ile sürülmektedir. Sürgünlerin suç işlememesi ve firar etmemesi için kadılar gerekli tedbirleri alırlar. Bunun yanında kadı, sürgünün af veya başka bir yere nakliyle ilgili bir emir gelmedikçe onları asla serbest bırakmazdı.Çünkü hükümlerde kesin bir dille bu emredilmiştir. Sürgünlerin af edilmesi ile ilgili toplu bir af belgesi yoktur.19 Sürgünler, gittikleri yerlerde tımar ve zeâmet sistemine bağlanarak eski çevrelerinin zararlı etkilerinden koparılmış, devlet hizmetine yararlı hale getirilmeye çalışılmıştır. Ancak bazı kimselere sürgün cezasının tekrar tekrar uygulanması onların bulundukları ortamlara uyum sağlayamadığı anlamına gelse de işin aslında başka birkaç yönünün olma ihtimali daha güçlüdür. Bu yönlerden ilki kişinin aynı suçu mükerrer defa işlemesi,20 ikincisi ise menfînin ısrarla merkezden uzaklaştırılmak istenmesi olabilir. Buna Namık Kemal iyi bir örnek teşkil eder. Israrla merkezden uzaklaştırılmak istendiği için Kıbrıs başta olmak üzere bir çok adaya – sürgün veya görevli adına altında- sürgün olarak gönderilmiş hatta bu adaların birinde(Sakız) vefat etmiştir.21 Bununla birlikte sürgün olarak değil de bir yerde ikamete memur olanların gittikleri yerlerde bazı görevler üstlendikleri,hatta hayır ve vakıf hizmetleri yaptıkları hakkında bir kısım bilgiler vardır.22
Osmanlı döneminde bir sürgünün menfilikten kurtulmasının üç yolu vardır bunlar; ya affedilecek,23 ya sürgün yeri değiştirilecek,24 ya ölecek veya öldürülecektir. Bir diğer dördüncü yolda bir çok sürgünün zaman zaman müracaat ettiği kaçmaktır. Fakat sürgün kişi menfi olarak bulunduğu yerden kaçtığında eğer yakalanırsa, sürgün müddeti iki katına çıkartılmaktadır. Yani bir yıl için sürgün edildiyse bu iki yıla artmaktadır. Kendisi de bir sürgün olan Ahmet Bedevi Kuran,sürgün hadisesini yaşayan insanlardan bazılarının, menfalarından döndükten sonra da zararlı alışkanlıklarına devam ettiklerine şahit olmuştur:
“Siyasi cürümlerden mahkum olup da kalelerde, mahpeslerde ve menfalarda bulunanlar da tahliye ve azad edilerek İstanbul’a dönmüşlerdi.25 Bu zümrelerde de menfaat düşkünleri çoktu. Çünkü, politika ve mefkûre gibi şeylerle katiyen münasebetleri olmayanlardan da hapse veya nefiye mahkum edilmişler vardı.Binâenaleyh İttihad-ı Terakki, Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet cemiyetlerinin merkez küşâdını müteakip hüviyetleri meçhul bazı mahpus ve menfa azatlıları tarafından bir de Fedakarân-ı Millet Cemiyeti kurulmuş, bu teşekkül Hukuk u Umumiye Gazetesi’ni neşre başlamıştı.Fakat bu cemiyet Yıldız Sarayı’nı tehdit ederek bir miktar para elde etmeye muvafık olmuştu.Kolaylıkla para tedariki yolu bulunduğuna kanaat getiren kurucular şahsi menfaat düşüncesiyle şantajı itiyat haline sokmuşlardı.Hatta meşrutiyetin yüz karası olan bu küstahlar hükümeti tehdide ve bazı eski ricalden para sızdırma teşebbüsüne de koyulmuşlardı. Bu sebeple zaptiye nezaretince kurucuları tevkif edilmiş halkı izaç eden bu kurum dağıtılmıştı.”26 Osmanlı Devleti’nin ayakta kaldığı zaman diliminde sürgün hadisesinin en çok görüldüğü dönem 19.yüzyılın ikinci yarısıdır.Konur Ertop, Tanzimat Fermanı, Osmanlı Devleti’ne yeni kurumlar kazandırırken yeni hukuk düzeni,yeni yasalar, yeni haklar getirdiği halde bu dönemde siyasal eyleme ve düşünce suçuna uygulanan sürgün cezasıyla daha sık karşılaşıldığını ifade ediyor.27 Demir Özlü de bu durumu, Osmanlı’nın Batı’dan teknik anlamda geri kalmasına ve yeni yetişen gençlerin Avrupa’yı sıkı takip eden birer aydın olmasına bağlıyor: “Osmanlı İmparatorluğu 17.Yüzyıldan sonra,Batı’nın teknik üstünlüğünü önce savaş alanlarında duymaya başladıktan sonra modernleşme zorunluluğu 18.Yüzyılın sonunda yaşamsal bir gereksinme haline geldi. Türkiye’de 19.Yüzyıldan başlayarak bu modernleşme gereksinimine bağlı olarak yeni aydın tipi doğmuştur. Daha önceki aydın medreseden gelen aydın ile tekkeden gelen aydındır. Medreseden gelen aydına ulema deniliyordu. Ulema dinsel eğitim görüyor devletin iktidar yapısının ideolojik kanadını oluşturmak üzere yetiştiriliyordu. Kendine öğretilen doğmalardan kuşku duymaması gereken,merkezi iktidarın dinsel düşünceleriyle iç içe görünen ideolojisinin taşıyıcısı oluyordu. Ama bu kurumlardan yetişen veya buna benzer şekilde Batılılaşmak için açılan okullarda yetişen aydın tipi ise zaman içerisinde bilinen aydın tipinin tam tersi bir şekilde yetişmeye başladı. Kendine öğretilen doğmaları tartışan, sorgulayan hatta Avrupa yayın ve basınını takip eden bir tip olarak karşımıza çıkmaktadır yeni Osmanlı aydını. Bu aydınlanma tipi aydını da diyebileceğimiz bu aydın, ilk öce Osmanlı’nın Batı’ya açılan yüzü olan askeri mektepler,mühendis okulları ve tıbbiyede kendisini gösterir.Bu aydın tipidir aynı zamanda ilk teşkilatlanacak olan yadın tipi. Teşkilatı kurduktan sonra yönetim tarafından sıkı takibe alınacak ve yönetimi rahatsız edeceğine inanıldığından dolayı Anadolu içlerine,Afrika Yarımadası’na veya Arap Yarımadası’na sürülecek olan aydın da bu aydındır.Onun içindir ki bu aydın tipinin ilk prototipi olan ve hatta ileride kendisinden sonra gelecek olan kendisi gibi düşünen aydınları yetiştirecek, etkileyecek olan kişi olan Namık Kemal bu düşünce ve faaliyetlerinden dolayı kimi zaman resmi olarak, kimi zaman da resmi devlet görevlendirmesiyle İstanbul’dan uzaklaştırılacaktır.”28 Böylece Batılılaşma sürecindeki Osmanlı aydınının ilk tipik örneğidir bu sürgün hadisesi. Namık Kemal ve arkadaşları sadece yakın adalara sürgün edilmekle kalınmazlar aynı zamanda bazen yurt dışına kaçarak faaliyetlerini orada da devam ettirirler. Gazete çıkarırlar, dernek kurarlar ve mevcut rejime karşı ellerinden gelen bütün çabayı harcarlar. Bu ilk sürgün dalgasında kurulan derneğin adı Yeni Osmanlılardır.İkinci sürgün dalgası ise bu birincinin devamı olan adına Jön Türk denilen ve vatanına hizmet etmek için zindan yerine gönüllü veya zorunlu olarak yurt dışına kaçmak/gitmek zorunda kalanların grubudur. Bütün bu ilk ve ikinci sürgün dalgası sonucunda çalışmalar başarıya ulaşmış ve II.Meşrutiyet ilan edilmiştir. 1908 Meşrutiyeti’yle Avrupa ve Afrika ile Arap Yarımadası’nın muhtelif yerlerinde sürgünde bulunan Yeni Osmanlılar veya diğer adıyla Jön Türkler anavatanına döndüler.29 Fakat 1918 yılında İstanbul’un işgal kuvvetleri tarafından işgal edilmesi üzerine Meclis-i Mebbusan basıldı ve bir çok aydın tutuklanıp Bekirağa Bölüğü’ne alındıktan sonra Malta adasındaki Polverista kampına sürgüne gönderildiler.Ta ki 1921 yılında İngiliz esirlerle yapılan mübadeleye kadar Malta’da kalmak zorunda kaldılar. 30 Sürgün hadisesinin en çok görüldüğü 19.Yüzyılın son çeyreğinde padişah olan II.Abdülhamit’in de -1908’deki II.Meşrutiyet’in ilanına kadar olan dönemde- en çok sürgün yapan padişah olarak karşımıza çıkması da doğal karşılanmalıdır: “Abdülhamit’in sürgün siyaseti bir ölçüye kadar amacına ulaşmış,İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İstanbul’daki örgütünün çökertilmesinde ve muhalefetin İstanbul’dan uzaklaştırılmasında etkili olmuştur. Sürgüne gönderilen çok sayıdaki siyasi en azından bir süre için hareketten uzak kalmıştır. Ancak bunların bir kısmı sürgünde bulundukları yerlerden kaçarak Jön Türklerle birleşmiş, bir kısmı da siyasi etkinliklerini bulundukları yerlere taşıyarak oralarda yeni şubeler kurulmasını sağlamıştır.”31
Genel olarak bu yönüyle sürgün siyaseti, II.Abdülhamit’in lehine sonuçlanmıştır. Prens Sabahattin’e göre II.Abdülhamit; İstanbul’daki okullarda ve fakültelerde çağdaş bir eğitim gören binlerce genci sürgün ederek istemeden özgürlük davasına büyük ölçüde hizmet etmiştir. Çünkü bu sürgünler imparatorluğun en ücra köşelerine kadar ilerleme davasının havariliğini yapmıştır. Siyasal sürgünler sayesinde kırsal kesim de kentlerle birlikte çağdaş düşüncelerle tanışmaya başlamıştı.32 II.Abdülhamit zamanında sürgüne gönderilen kişilere baktığımızda asker ve doktor kesimin çoğunlukta olduğunu görmekteyiz. İlknur Haydaroğlu bu durumu görevlendirilen hafiye teşkilatı mensuplarının çoğunlukla doktor ve asker menşeli oluşlarına bağlamaktadır.33
II.Abdülhamit, bireysel/ferdi sürgünler yaptığı gibi toplu sürgünler de yapmıştır. Onun saltanatı boyunca giriştiği en büyük sürgün hadisesi, tarihe Şeref Kurbanları adıyla da geçmiş olan sürgün olayıdır.34 İttihat ve Terakki Partisi’nin 1896 yılındaki başarısız darbe girişiminden sonra II.Abdülhamit, kendisini garanti altına almak için bir yıl sonra 1897 yılında büyük bir sürgün faaliyeti için harekete geçmiştir. 1896 yılında aldığı darbeden sonra kendisi toparlamaya çalışan İttihat ve Terakki Partisi’nin İstanbul şubesini sıkı ve yakın takibe alması neticesinde, büyük bir ipucu ele geçirince tutuklama operasyonu başlatılmıştır. 1897 yılında İttihat ve Terakki ile ilgisi görülen 324 tanesi öğrenci toplam 630 kişi tutuklanıp göz altına alınmıştır. Toplanan bu kişiler Taşkışla Divan-ı Harbi35 tarafından yargılandıktan sonra, içlerinden suçlu bulunan 78 kişi, 8 Eylül 1897 günü -büyük bir çoğunluğu tıbbiye öğrencisi veya hekim olan bu kişiler- Şeref vapuruna bindirilerek Fizan’a gönderildi.36 15 Eylül 1897 tarihinde Trablusgarp’a indiklerinde gidecekleri yer Fizan olduğu halde vali Namık Paşa’nın yardımlarıyla Trabslusgarp’a kaldılar. Trablus zaten bir sürgün şehri olduğundan buraya gelen sürgünler, ailelerinin de getirirler ve ailecek burada yaşamaya devam ederlerdi. Bu Trablusgarp/Şeref Kurbanları sürgünlerden biri olan Ahmet Cevat[Emre], burada okul ve kütüphane açtıklarını hatta açtıkları okulun içinde sinema dahi bulunduğunu ifade etmektedir.37 Sina Akşin, II.Abdülhamit’in kendisinin devirmek hatta öldürmek isteyenlere karşı bu tutumunu ‘bugünün bazı müstebit Doğulu hükümdarlarıyla karşılaştırılınca hayli yumuşak’ bulduğunu söyler. Akşin’e göre Abdülhamit’in bu olaylardaki yumuşaklığının nedeni,büyük olasılıkla Ermeni olaylarından ötürü sarsılmış olan uluslar arası nüfuzunu daha fazla sarsmaktan korkmasıydı. Ayrıca Meşrutiyet’in geri gelme olasılığına karşı,kendisine yumuşak bir zemin hazırlamaya çalışıyor da olabilirdi. Dolayısıyla böyle davranmasının sebebi ihtiyattan ibaretti. Yoksa Mithat ve Mahmut Celaleddin Paşaları Taif’te boğdurması, Abdülhamit’in gerek gördüğünde bu yollara başvurmaktan çekinmediğini gösteriyordu.38 Osmanlı Devleti, sürgün yeri olarak bu çalışmanın sonunda da isimlerini vereceğimiz pek çok toprak parçasını kullanmıştır.Bunlar o zaman ülke sınırları içinde yer alan fakat bugün bir kısmı müstakil ülke konumunda bulunan yerler olabildiği gibi bazı adalar ve vilayetler de sürgün yeri olarak tercih edilmiştir.Tabi bu sürgün mekanı olarak seçilen bu yerlerin hepsinin bir tek ortak özelliği mevcuttur o da ; merkezden olabildiğince uzak beldeler olmasıdır. Fakat uzaklığın yanında sürgün yerlerini birbirinden ayıran bir diğer özellikte yaşam şartlarıdır. Mesela bir Manisa vilayeti ile Rodos,Akka aynı konumda olmadığı gibi Afrika kıyıları hatta Afrika’nın iç kısımları ise bu mekanlardan en kötü olan yerlerdir. Çünkü buraya gönderilen menfinin geldiği yerin-ki burası genellikle İstanbul’duryaşam koşuları, özellikle iklimi, kişi üzerinde birinci derecede etken konumda olduğundan çok önemlidir. Şıpka kahramanı Süleyman Hüsnü Paşa’yı bu duruma örnek olarak gösterebiliriz. Süleyman Hüsnü Paşa,1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı ordusunun yenilgisinden sorumlu tutularak yargılandı ve rütbeleri alınarak 1878 yılında Bağdat’a sürgün edildi. Bağdat’ın iklimine alışamadığına dair doktorlardan raporlar almasına ve bu raporları saraya göndermesine rağmen sürgün yeri değiştirilmedi. Bir daha İstanbul’a dönemeden iklimine alışamadığı Bağdat’ta 14 yıl kaldıktan sonra vefat etti.İşte bu örnekte de görüleceği üzere sürgüne gönderilecek menfinin gideceği yer bundan dolayı çok önem arz etmektedir. Bu gönderilecek yer de işlenen suça veya suçun tekrarına göre değişmektedir. Hatta daha önceki pragraflarda bahsettiğimiz gibi bazı İttihat ve Terakki mensupları için sürgüne gönderilen yer onlara daha iyi çalışma imkanı sağlamıştır.Bu duruma örnek olarak Dr.Abdullah Cevdet’in de içinde bulunduğu Şeref Vapuru kurbanlarını verebiliriz.39 Dr. Abdullah Cevdet40 sürgün olarak gönderildiği Trablusgarp’ta daha rahat çalışma imkanı bulduğu gibi Yusuf Akçura ve Ahmet Ferit [Tek] de Trablusgarp fevkalade kumandanı Recep Paşa’nın ve yaveri Şevket Bey’in yardımlarıyla Malta üzerinden Paris’e kaçarlar.41 II.Meşrutiyet’in ilanından sonra iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki mensupları, kendilerine muhalefet eden Hürriyet ve İhtilaf Fırkası mensuplarını başta Sinop olmak üzere Ankara,Bilecik ve Çorum’a sürgüne gönderdiler. Demir Özlü’ye göre Osmanlı’nın sürgün cezalarında en çok kullandığı coğrafya, devletin Güney sınırları içinde kalan yerlerdi: “Sürgün cezası Osmanlı otokrasisinin siyasal nedenlerle en çok kullandığı cezalardan biriydi. O zaman Asya,Avrupa ve Afrika’nın birleştiği bir coğrafya bölgesinde epeyce yaygın topraklarda bulunan bu imparatorluk, siyasi sürgünleri ülke dışına değil;fakat ülke içinde uzak yerlere gönderiyordu. Bu yer Karadeniz kıyılarında değilse de, Anadolu’nun içleri, çoğunlukla da Arap Yarımadası’nda ya da Kuzey Afrika’da oluyordu.”42 Hiç şüphesiz bu Garp Ocakları adıyla da bilinen ve Demir Özlü’nün de ifade ettiği gibi Osmanlı’nın güneyinde kalan yerler, sürgünler için en korkulacak yerlerdi. Gerek yaşam tarzları, gerek sıcaklık gerekse mesafe bakımından bütün sürgünlerin gitmek istemedikleri gitseler de bir yolunu bulup kaçmak için fırsat kolladıkları yerlerdi. Bu yerlerden biri olan Trablusgarp/Fizan43 denen yeri Mehmet Altun şu cümlelerle anlatıyor: “Dilimizde ıraklığı,uzaklığı ifade eden Fizan sözcüğünü,genellikle coğrafi olarak nereyi tarif ettiğini bilmeden kullanırız. Gerçektende Fizan, dünyanın en ırak,ulaşılması en güç ve en izole yerlerinden biridir. Burası, saltanatının her anını darbe korkusu içinde geçiren sultan Hamit için düşmanlarını tecrit edebileceği en ideal yerdir.Fizan(Arapça Fezzan) 19.Yüzyılda Osmanlı Devleti’nde en korkulan sürgün yeriydi. Burası,bugün Libya olarak anılan eski Trablusgarp vilayetinde, kıyıdan yaklaşık 600 km içeride, Sahra-yı Kebir denilen Sahra çölünün Doğu kısmında yer alan vahalar topluluğuydu. Bölge,Kuzey’de ve Güney’de dağlarla, Doğu’da Libya çölüyle ve Batı’da Sahra’nın uçsuz bucaksız çölleriyle çevrilmiş doğal bir tecrit alanıydı.Anadolu’nun yaklaşık dörtte üçü büyüklüğündeki topraklar hemen bütünüyle çöllerle kaplıydı. Bölgedeki yeğane yaşam alanları yeraltı su tabakasının satha yaklaştığı çukurluklar ve vadilerdi. Fizan, bu gibi yerlerde görülen ender vahalar dışında insanoğluna yaşama şansı vermeyen sert ve acımasız bir karaktere sahipti. Bir mutasarrıflık olarak Fizan’ın bağlı olduğu Trablusgarp, Tunus ve Cezayir ile birlikte Osmanlıların Garp Ocakları44 arasında yer alıyordu.19.Yüzyıla kadar geleneksel olarak Trablusgarp bir eyalet, Fizan da bu eyalete bağlı bir sancaktı. 1842’de yapılan bir düzenleme ile Fizan önce kaza haline getirildiyse de 1866’da Trablusgarp’ın yeni idari yapılanmaya uygun olarak vilayet ilan edilmesinden sonra yeniden onun beş sancağından biri oldu. Sancak merkezi 19.Yüzyılın ikinci yarısında nüfusu 5.000’e ulaşan Murzuk’tu. Murzuk’ta olduğu gibi Fizan’daki diğer vahalarda da (Sebha, Tarbu, Barak, Cemre, Senmu, Godua, Traghen, Tasavah, Evbari, Tmessa, Ümmü‘l-Abid, Temenhint) hayat hem içme hem de sulama suyunun temin edildiği kuyulara bağlıydı. Yeraltı suları yaşamın kaynağıydı.Yerüstü suları ise yok denecek kadar azdı. Yağmur, Fizan’da bilinmeyen bir şeydi. Bölgedeki yiyecek kaynakları da en az su kaynakları kadar kısıtlıydı. Fizan,19.Yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti’nin sahraya açılan kapı olarak elde ettiği önemine rağmen asıl ününü, jeopolitik konumundan dolayı değil, onu açık bir hava hapishanesi haline getiren ideal sürgün yeri özellikleriyle kazandı. Trablusgarp eskiden beri hem siyasal suçlular hem de merkezden uzaklaştırılmak istenen devlet görevlileri için ideal bir sürgün yeriydi.Trablusgarp zaten öteden beri sürgün şehriydi. Buraya yollananların çoğu ailelerini de getirmişler,iş güç sahibi olmuşlar kentin Mızran ve Ricardo adlı iki büyük caddesinde sağlı sollu sürgün mahalleri kurmuşlardı. II.Meşrutiyet’in ilanına kadar Trablusgarp sürgünlerle ilerlemiş,büyük bir şehir haline gelmişti. Fizan’ı vilayetin merkezi olan Tarblusgarp’a ve diğer bölgelere bağlayan yeğane ulaşım aracı,deve kervanlarıydı.Aslında Kuzey’den Güney’e-kum çölleri dışında- hiçbir önemli doğal engel bulunmamasına karşın,arabaların işleyebileceği bir yol yoktu.Demiryolu mevcut değildi. Akdeniz sahilinden Fizan’a ulaşmaya çalışan bir kişi deve sırtında 30 ile 45 gün süren bir yolculuğu göze almak zorundaydı.Güney’de Sudan tarafında ise bu süre iki katına yakındı. Üstelik kervan yolları üzerinde kuyulardan ve karayollarından oluşan düzgün bir menzil teşkilatı da yoktu. Güvenlik endişesi,kıyı bölgesi ile Fizan arasında mal akışını sağlayacak bir üretim fazlası olmaması nedeniyle zaten yüksek kazançlar elde edemeyen yerel tüccarları daha da isteksiz hale getiriyordu. Bölgedeki tek ticari aktivite Afrika’nın iç kesimlerinden Trablusgarp ve Bingazi gibi uluslararası limanlara mal taşıyan büyük kervanların transit geçişinden ibaretti. Bu durum diğer bakımlardan olduğu gibi,ticari olarak da Fizan’ı tecrit edilmiş bir bölge haline getiriyordu.Vilayet(Fizan) İstanbul tarafından atanan Müşîr rütbesinden paşalar tarafından yönetiliyordu.Osmanlı ülkesinin bu ücra köşesine atanmak yöneticiler için de bir tür sürgün anlamına geldiğinden valiler; halkın refahını artıracak planlar yapmak yerine bir an evvel ceplerini doldurmayı amaçlıyor, bu unutulmuş topraklara sürülmüş olmanın acısını çıkarmaya bakıyorlardı.Fizan’ın bir sürgün yeri olarak kullanılmasına II.Abdülhamit’ten önce başlanmıştı. Ancak burası asıl ününü onun zamanında edindi.Tahttan indirilme korkusunu paronoyakça bir saplantı haline getiren Sultan Abdülhamit, çareyi en tehlikeli düşmanlarını zehirlerini saçamayacakları,saçsalar bile etkili olamayacakları en emniyetli yer olan Fizan’a sürmekle buldu.Genel olarak Tarblusgarp, özellikle de Fizan,onun bir sürgün yerinden beklediği tüm koşulları mükemmel karşılayan bir yerdi. Trablusgarp ile İstanbul arasındaki bağlantı sadece denizyolu ile karşılanabiliyordu ve ayda birkaç taneyi geçmeyen İdare-i Mahsusa seferiyle sınırlıydı. Fizan ise Trablusgarp’tan en az 30 günlük bir mesafedeydi. Sadece yerlilerin oturduğu bu ırak vahalar, tehlikeli beyinler için ideal bir tecrid yeriydi. Burada ne kışkırtıcı gazeteler,ne tahrikçi arkadaşlar ne de Avrupa’daki Jön Türklerin sahip olduğu imkanlar vardı. Burası zararlı düşüncelerin ve tehlikeli planların hükmünü kaybettiği bir yerdi.”45 Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde 18.Yüzyıla ait Divan-ı Hümâyun tarafından verilen kalebentlik ve sürgün cezalarının yer aldığı 44 tane defter bulunmaktadır.Bu 44 defterden ayrı olarak bulunan kalebentlik defterlerden biri de Kamil Kepeci 678 isimli defterdir. Bu defter 1703-1711 yılları arasını kapsamaktadır. Kamil Kepeci 678 isimli defterde 445 tane hüküm vardır. Bu verilen hükümlerden 168’i kalebentlik,277’si sürgünle ilgilidir. Bu sürgünlerden 17 tanesi Bozcada,7 tanesi Limni,10 Tanesi Bursa’ya gönderilmiştir.46
Kısacası Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde daha çok yeni fetih yapılan yerlere imar,iskan ve güvenlik politikası gereğince Müslim veya gayr-i Müslim halkın yerleştirilmesi olarak başlayan sürgün; zaman içinde ve özellikle 19.yüzyılda bir ceza ve muhalifleri sindirme politikası olarak kullanılan,başvurulan bir devlet politikası haline gelmiştir.
Bu incelemelerimizden sonra Osmanlı Devleti zamanında en çok sürgün gönderilen menfalar; Adana, Akka,Ankara,Antalya, Ayaş,Ayranoz, Bağdat, Bilecik, Bingazi, Bolu, Bozcaada, Bursa, Çankırı,Çorum, Dazkırı (Afyon), Dimetoka, Diyarbakır,Edirne, Ermenek, Fizan, Halep, İstanköy, İzmir, İznik, Karahisar, Kars, Kıbrıs, Kudüs, Kütahya, Limni, Malta, Manisa, Maraş, Midilli, Mudanya, Rodos, Sakız, Samsun, Seddülbahir, Sinop, Sivas, Sultaniye, Suriye, Tekfurdağı, Tırhala, Tırnova, Tire, Trablusgarp, Trabzon, Yemen olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dr. Abdullah ACEHAN
Dumlupınar Üniversitesi-Kütahya,
Makalenin aslı dosya(pdf) halinde sunulmuştur: acehan_abdullah sürgün
Yorumlar
Yorum yap