91) SÖMÜRGE YARATMA STRATEJİSİ-3
Yayin Tarihi 27 Şubat, 2009
Kategori SİYASİ
IMF ve Dünya Bankası Aracılığıyla
Sömürge Yaratma Stratejisi -3
BİR ULUS-DEVLET OLAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ ETKİSİZLEŞTİRİLİRKEN “PİYASA FUNDAMENTALİZMİ” ve “DEVLET DÜŞERKEN”
1970’lerde yaşanan iki büyük petrol şoku ile birlikte yükselen petrol fiyatları nedeniyle Türkiye derin bir ödemeler dengesi krizine girmiş O günlerin dillere pelesenk olan deyimiyle 70 cent’e muhtaç hale gelmiştir. Döviz yokluğu nedeniyle üretimde kullanılan ithal girdileri temin edilememiş ve temel ihtiyaç maddelerinde baş gösteren kıtlık, karaborsa ve kuyruklar oluşturmuş, bu şartlar Türkiye’yi giderek yükselen enflasyon olgusuyla karşı karşıya bırakmıştır. Ekonomideki bu krizin aşılabilmesi için başvurulan IMF ve Dünya Bankası, değişen rolleri gereği yardımı “yapısal dönüşüm” şartına bağlamışlardı. İşte Türkiye’de uluslararası kredi kurumları aracılığıyla yapılan küreselleşmeyi liberalleşme birlikte algıla baskılarına 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte boyun eğerek, devletin yapısal olarak değiştirilme ve dönüştürülmesi işlemlerine emperyal merkezlerin kontrolü ve memurlarının gözetimi altında hızlı bir şekilde başlanılmıştır. Bu başlangıcın Dünya Bankası ve IMF’nin yeni roller üstlendiği zaman dilimine rastlaması doğrusu sıradan bir rastlantı sayılmamalıdır. Nitekim; 24 Ocak kararlarının alınmasında karar verici ve daha sonra bu kararların uygulayıcısı konumunda olan Turgut Özal’ın daha önce Dünya Bankası Sanayi Dairesi’nde danışman olarak çalışmış olması, keza 24 Ocak kararlarıyla Türkiye Cumhuriyetinin içine girdiği bu yeni dönemi “transformasyon” (biçim değişimi, dönüşüm) olarak tanımlanması oldukça dikkat çekicidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Piyasa Fundamentalizmi üzerinden dönüşümü 24 Ocak kararları üzerine inşaa edilmiştir. Bu bağlamda her ne kadar IMF resmi olarak ilk yapısal uyum hizmetini 1986 yılında başlatma birlikte gayri resmi olarak ilk yapısal uyum 24 ocak kararlarıyla Türkiye Cumhuriyeti üzerinde denenmiştir.24 Ocak kararlarıyla “ithal ikamesi” modeli yerine “ihracata yönelik sanayileşme” modeli benimsenmiş ihracatı özendirici, yabancı sermayeyi teşvik edici, ithalatı kolaylaştırıcı bir çok yatırım ve gümrük muafiyeti sağlayıcı bir dizi içerikle uygulamaya konulan kararlar ve izlenecek stratejilerle ilgili olarak ,IMF, OECD Dünya Bankası gibi kuruluşlarla uyum sağlanmış ve bu kuruluşların desteğiyle önemli borç ertelemeleri yapılarak, yeni krediler elde edilmiştir. Tüm bunların karşılığında Türkiye Cumhuriyeti ekonomik yapı ve işleyiş biçiminin tedricen değişeceği, emperyal devletlere ve onların şirketlerine ulusal güvenlik ve ulusal çıkarlar aleyhine inanılmaz fırsatlar sunan devletin karar alanlarını daraltan, kaldıran kamusal gücün özel sektöre ve sermayeye hepsinden önemlisi çok uluslu sömürgeci sermayeye devredildiği geri dönülmez bir deregulasyon sürecine hızla girmiştir. Ana rota hiçbir değişime uğramadan 80’li yıllardan günümüze 24 ocak kararları üzerine yaşanılan her kriz sonrası stanby anlaşmaları ile yapılan eklemelerle gelmiş, Türkiye küresel emperyalizmin giderek artan bir eğilimle açık bir kolonisi olarak konuşlandırılmaya başlanılmıştır.
IMF’nin talebi doğrultusunda 24 Ocak 1980’de alınan ekonomik kararlarlar içinde yer alan bazı düzenlemeler; bir yasa yada yasa değişikliğini gerektirmekteydi. Bu yasa yada değişiklik tasarıları hükümetçe hazırlanıp meclise sevk edilmekle birlikte, meclis aritmetiği bu yasaların çıkmasına olanak vermemiştir. Bu yasa tasarılarının başlıcaları; vergi yasasında değişiklik öngören yasa tasarısı, eşel mobil yasa tasarısı, sigarada tekelin kaldırılması ile ilgili yasa tasarısı, Devletleştirilen bazı madenlerin özel sektöre devri ile ilgili yasal düzenleme, serbest bölgeler ve limanlar kurulması için yasa tasarısı, kıdem tazminatında değişiklik öngören ve kıdem tazminatı fonu kurulmasını öngören yasa tasarısı, sendikalar, toplu sözleşme grev ve lokavt yasasında değişiklik, özel güvenlik örgütleri yasa tasarısıdır. (1)
Ancak birbirini izleyen hükümetler o zaman çıkarılamayan (geçmiş hükümet zamanında) bu düzenlemeleri meclisten geçirmiş bu düzenlemelere yeni krizlerle birlikte Standby anlaşmaları çerçevesinde IMF ve Dünya Bankası tarafından yapısal uyum adına dayatılan yeni yasal düzenlemeler de eklenmiştir. Meclis aritmetiği yahut, seçim ve buna bağlı olarak hükümet değişikliği nedeniyle meclisten geçirilemeyen dayatma yasal düzenlemeleri de kendinden sonraki hükümetlere bir miras olarak bırakmıştır. IMF’ye verilen Niyet Mektupları; maliye politikasından sanayileşmeye, tarımdan sosyal güvenliğe, enerjiden bankacılığa, çevreden ticarete, madenden ücretlere, sağlıktan yargıya, bütün alanlarda ülkenin gerçeklerine ve ihtiyaçlarına değil; IMF’nin, Dünya Bankasının talimatlarıyla ve bunların ardında yerini alan emperyal merkezlerin, çok uluslu şirketlerinin çıkarları doğrultusunda düzenlemeler devlette yürütme ve yasama erki iç içe geçerek yargı erkini etkisiz bırakmış, yargı kararları niyet mektupları ve Stanby anlaşmalarının altında ezilmiştir.
Ekonomik istikrar programları doğrultusunda IMF ve Dünya bankası ile borç ilişkilerine giren ülkemizde çok uluslu şirketlerin taleplerinin IMF’ye verilen niyet mektuplarına sokulması ve bu talepler doğrultusunda taahhütlerde bulunulması sıradan işler haline gelmiştir. Keza Dünya Bankası tarafından ekonomik istikrar programı uygulayan ülkemiz için sözde kalkınmayı sağlayacak yapısal reform önerileri ve bu doğrultuda hazırlanan raporlar, yayılmacı çokuluslu şirketlerin işlerini kolaylaştıracak yasal düzenleme önerileriyle doldurulmuştur. Bunun en somut örneğini Kasım-Aralık 2000 ve Şubat Mart 2001 aylarında karşı karşıya kaldığımız şiddetli bir bankacılık ve döviz kuru krizi sonucu ülkemize dayatılan “onbeş günde onbeş yasa” uygulaması teşkil eder. Nitekim krizlerin öncesinde Dünya Bankas’nın “Ağustos 2000 tarihli” Türkiye Sürdürülebilir Kalkınma İçin Yapısal Reformlar başlıklı raporunda krizler sonrası dayatılan 15 yasa sayılmaktadır. Bu yasalar; Sözde kamu bankalarının özerkleştirilmesini sağlayacak Bankalar Kanunu, Banka tasfiyelerini kolaylaştıracak İcra İflas Kanunu, Türk Telekom’un yüzde 51’inin daha sonra tamamının özelleştirilmesini sağlayacak Telekom Yasası, hava taşımacılığında fiyat belirlemede Ulaştırma Bakanlığı onayının kaldırılarak serbest tarifelerin geçerli kılınacağı Sivil Havacılık Yasası, Merkez Bankası Kanunu, tütün ekimini kısıtlayan Tekel’in özelleştirmesini sağlayacak Tekel Kanunu, Şeker pancarı ekimini kısıtlayacak, şeker piyasasını düzenleyecek Şeker kanunu, Endüstri bölgeleri yasası, Maden yasası, yine sözde kamu ihalelerini şeffaflaştıracak kamu İhale yasasıdır.
Piyasalaşma sürecinde; Çokuluslu şirketlerin sirayet ettiği ekonomiler sürekli kriz tehdidi altında yine onların ekonomi içerisinde köklerini derinleştirerek ekonomik yapılar içerisine derinlemesine nüfuz etmelerini kolaylaştırıcı yasal düzenleme dayatmaları ile karşı karşıya kalmakta çoğu zaman kriz tehditlerine aksi takdirde demokrasiniz yara alır tehditleri de eklenebilmektedir. Bu çerçevede; Kasım-Aralık 2000 ve Şubat Mart 2001’de karşı karşıya kaldığımız bankacılık ve döviz kuru krizi akabinde; Türk bankacılık sektöründe ve sermaye piyasalarında çokuluslu sermayenin önemli bir ağırlığa ulaşması oldukça dikkat çekici bir durumdur. Krizin hemen sonrası Türkiye’ye ihraç edilen Kemal Derviş’in IMF’nin ardındaki emperyal gücün Hazine Bakanı Paul O’Neill ile ABD’de yaptığı görüşmenin ardından O’Neill’in; “ABD yönetiminin Türkiye’ye yeni IMF kredisi verilmesini desteklediğini, Türkiye’nin, destek karşılığında ekonomik reformlar yapmayı kabul ettiği” (2) şeklindeki açıklamalar dikkat çekici durumu açıklamaya yeterli olabilir.
IMF ile olan ilişkiler Devletin; Savunma , Adalet, Eğitim, İç güvenlik, Dışişleri, Sağlık gibi klasik ana fonksiyonlarını savunma, adalet ve özel sektör tarafından yüklenilmeyecek alt yapı yatırımları olarak sınırlamıştır. Nitekim; Özelleştirme idaresi Özelleştirmenin felsefesini açıklarken, devletin asli görevlerini; adalet ve güvenliğin sağlanması ile özel sektör tarafından yüklenilmeyecek alt yapı yatırımları olarak belirlemekte, kalan kamusal hizmetlerin ise pazar (piyasa) mekanizmaları tarafından yönlendirilmesi olarak tanımlamaktadır .(3) Özel sektör tarafından yüklenilmeyecek alt yapı yatırımlarının da sonradan özelleştirme konusu yapıldığı dikkate alındığında; IMF ve Dünya bankası aracılığıyla Türkiye’de devletin ana fonksiyonlarının sadece savunma ve adaletle sınırlandırdığı çok açık bir şekilde görülmektedir.
Kamusal hizmet sektöründe piyasalaşma, sosyal devlet olgusunu yerle bir eden ve devletin meşruiyetini ortadan kaldıran bir biçim değişimi, dönüşümdür. Ulus Devlette ulusun, devletin hem meşruiyetinin hem de tercih ve hedeflerinin kaynağı olması, Ulus devletin sosyal devlet olmasını beraberinde getirmektedir ki sosyal devlet aynı zamanda bir refah devletidir. Bu açıdan bakıldığında IMF ve Dünya Bankası ile ilişkilerin dayatmasıyla Türkiye’de gelinen noktada yapısal uyumun çok ötesine geçildiği, esasen ortada uyum değil, bir anlamda devletin meşruiyetinin temel dayanağı olan ulusun köleleştirilmesi, devletin kolonizasyonu gibi bir uyumsuzluğun, söz konusu olduğu görülecektir. Refah devleti söz konusu olduğunda kapitalist piyasa ekonomisi dahi piyasa güçlerinin işleyişini bozma konusunda tereddüt göstermemektedir. Nitekim Refah Devletini İngiliz İktisatçılardan Briggs;
« Refah devleti, kişilere ve ailelere, sahip oldukları mülklerin piyasa değerine bakmaksızın minimum bir gelir garanti ederek; kişisel ve ailevi krizlere yol açabilecek hastalık, yaşlılık, işsizlik gibi belirli “sosyal riskleri” karşılayabilecek güce kavuşturmak suretiyle kişiler ve aileler için güvensizlik alanını daraltarak ve nihayet statü ya da sınıf ayrımı yapmaksızın tüm vatandaşlara belirli sosyal hizmetleri en iyi standartlarda sunmayı garanti ederek, piyasa güçlerinin işleyişini değiştirmek amacıyla devlet erkini politikalar ve idare yoluyla bilinçli olarak kullanan devlettir… »
şeklinde tanımlamaktadır. Buna karşın yapısal uyum IMF’nin dayattığı Sosyal Güvenlik Yasası ve onu tamamlayıcı nitelikteki Genel Sağlık Sigortası yasasıyla Sosyal devletin sağlık konusunda üstlendiği fonksiyonların tasfiyesinin de yolu açılmış olmaktadır. Bundan böyle sosyal güvenliğe bütçeden ayrılan paylar giderek artan bir eğilimle azalacak. Ve yakın bir gelecekte sıra hastaneler, eğitim ve öğretim kurumlarının özelleştirilerek sosyal devletin bu alanda vermiş olduğu hizmetlerin tamamı piyasalaştırılmış olacak.Belki de Dışişlerinin de piyasalaştırılması bu alanında lobi şirketlerine iş olarak sunulması gündeme gelebilecektir. Nitekim iç güvenlik hizmetlerinde gerçekleştirilen piyasalaşma sürecinin IMF ve Dünya Bankasının baskı ve gözetiminde savunma hizmetlerine de nüfuz etmesi kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır. Bu son cümle çoğumuza saçma gelebilir. Ancak ABD, İngiltere ve bir çok Avrupa ülkesinde Savunma hizmetlerinin, bir çok askeri operasyonun özel askeri şirketler eliyle yürütüldüğü de yadsınamaz bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Örneğin Suudi Arabistan’ın 1975 yılından buyana petrol bölgelerini koruyan ve ulusal muhafızlarını eğiten Vinel Corp. İsimli ABD merkezli Çok uluslu bir özel askeri şirket, yani özel ordu. Bu özel ordunun Suudi Arabistan’a sağladığı hizmetler sadece bununla da sınırlı değil, karşı-istihbarat, kimyasal savunma ve diğer operasyonel güvenlik hizmetleri sunuyor. Suudi ordusunun silah envanterini belirliyor, hava ve kara kuvvetlerine lojistik destek ve diğer servisler sağlıyor.
IMF ve Dünya Bankasının yapısal olarak uyumlulaştırma politikasına teslimiyetin bir sonucu olarak ortaya çıkan özelleştirme süreci, kamuya ait işletmelerin nasıl özelleştirilmesi gerektiği konusundaki planın ABD merkezli Morgan Bank’a ihale edilmesiyle başlamış, bu çalışmalarda Dünya Bankası/IFC Uzmanlarının yanı sıra Lioyds Bank, National Westminister Bank gibi bankalar yer almış, bu süreç çokuluslu şirketlerin direktifleri doğrultusunda ve Dünya Bankasının yapısal uyum kredileriyle şekillenip sonuçlandırılmaya başlanılmıştır.
Özelleştirmede ilk adım 1984 yılında kamuya ait yarım kalmış tesislerin tamamlanması ya da yerine yeni bir tesis kurulması amacı ile özel sektöre devri ile atılmış, 1985 yılından günümüze 246 kuruluştaki kamu hisseleri, 22 yarım kalmış tesis, 393 taşınmaz, 8 otoyol, 2 boğaz köprüsü, 103 Tesis, 6 Liman, şans oyunları lisans hakkı ve Araç Muayene İstasyonları özelleştirme kapsamına alınmıştır. Bugüne kadar 195 kuruluşta hisse senedi veya varlık satış/devir işlemi yapılmış ve bu kuruluşlardan 186’sında hiç kamu payı kalmamıştır. 1986 yılından 2004 yılına kadar geçen süreçte özelleştirme sonucu yaratılan 14,3 Milyar Dolarlık kaynaktan hazineye sadece 3,4 milyar dolar aktarılabilmiş, yaratılan kaynağın 11 milyar dolara yakın kısmı özelleştirme kapsamındaki kuruluşlara yapılan ödemeler özelleştirme uygulamalarına ilişkin harcamalarla borç ve faiz gideri olarak kullanılmıştır. Kısaca özelleştirme karşılıksız bir kaynak transferi niteliğinden öteye gidemediği gibi kendisinden beklenilenin aksi sonuçlar doğurmuştur. Özelleştirme uygulamalarının asıl çarpıcı sonucu devletin çekildiği petro-kimya, bankacılık, madencilik, akaryakıt dağıtım vb faaliyet alanlarını ağırlıklı olarak çokuluslu şirketlerin doldurarak piyasaya bu şirketlerin hakim olmasıdır.
Bir taraftan iç pazara çokuluslu şirketler egemen olurken, diğer taraftan yine İMF ve Dünya Bankası ile yürütülen istikrar programları aracılığıyla uluslararası sermaye hareketlerinin düzenlenmesi işine başlanılmış, ilk önce Dünya bankası çerçevesinde yürütülen Çok taraflı Garanti yatırım anlaşmasının 1988’de imzalanmasının akabinde aynı yıl bu anlaşma ülkemizde yasalaştırılmış, ardından yine Dünya Bankası ve onun alt Kuruluşu IFC’nin bir parçası olan Yabancı Yatırım Danışma Servisi (FIAS) tarafından hazırlanan içerik itibariyle “Sermayenin Anayasası” olarak bilinen Çok Taraflı Yatırım Anlaşmasının (MAI-Multilateral Agreement on Investment) hükümlerini içeren “Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu” 2003 yılında yasalaştırılmıştır .(4) Bu yasayla uluslararası tekellere her sektörde mülkiyet edinme hakkı verilmiş, yabancı yatırımlarda; kazanılan gelirin belli bir kısmının yeniden yatırıma yönlendirilmesi, teknoloji, istihdam yaratma zorunluluğu vb. koşulları ortadan kaldırılarak, yabancı yatırımcılara ülke içerisinde elde edilen karın yanı sıra sermayenin ülke dışına sınırsız transfer hakkı tanınmış, yabancı yatırımlar karşısında yerli yatırımcının korunmasına ve teşvikine yönelik tüm uygulamalar ortadan kaldırılarak yerli ve yabancı sermaye eşit sayılır hale getirilmiştir. Doğal kaynakların tüketiminde ulusal ve toplumsal çıkarın gözetilmesi şartının kaldırılması, uluslararası tekellere petrol, maden ve orman gibi yenilenemeyen ya da uzun vadede yenilenebilen kaynaklarımızı sınırsız sömürme yetkisi tanınması, Yabancı yatırımcılarla anlaşmazlıklarda ulusal hukuk sistemi işlevsiz kılınarak tüm yetkiler uluslararası tahkime devredilmesi, yabancı şirketlere sınırsız gayrimenkul edinme hakkı sağlanması, suretiyle, insiyatif tamamen yabancı tekellere terkedilmiş,kamu yararı gerektirmedikçe ve karşılıklar ödenmedikçe devletleştirme yapılamayacağı kabul edilmiştir.
SONUÇ
1923’ten günümüze Türkiye Ekonomisine bakıldığında, İzmir İktisat Kongresinin bir kilometre taşı olduğu görülür. Lozan Barış görüşmelerinin kesilmesinin hemen ardından, Şubat 1923’te toplanan İktisat Kongresi’nin daha ilk gününde alınan kararlar, Mustafa Kemal’in,
« İstiklalimizi emin bulundurabilmek için, heyet-i umumiyemizce heyet-i milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız… »
söylevine uygun olarak yeni kurulan devletin, Ulusal İktisat’a dayanan bir politikası olacağını tüm dünyaya duyurmuştur.Türkiye’nin endüstrileşmesinde en büyük engel olan Osmanlı’dan kalma imtiyazlara sahip yabancıların elindeki madenler, demiryolları, limanlar vb gibi ne kadar işletme varsa bunların devletleştirilerek söz konusu kaynak ve işletmelerin Türk ulusunun emrine amade kılacak bir süreç başlatılmış, Türkiye Cumhuriyeti, ulusal kaynaklar üzerinde sanayileşmeyi bir devlet politikası olarak benimsemiştir. Ancak 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte bu politikalar bir oldu bittiyle terk edilerek ,Cumhuriyetimiz başkalaşma sürecine sokulmuş, Cumhuriyet kazanımlarının, ekonomi alanındaki zaferlerin savunulması üzerine titrenilmesi anlayışı ilkellik olarak görülmeye başlanmıştır. Bu başkalaşım ulus devletimizi, Ulusal bağımsızlığımızı törpüleyerek, Cumhuriyetimizi hızla başlangıç noktasına doğru itmiştir. Geldiğimiz nokta itibariyle;Mustafa Kemal ve onun kurduğu Cumhuriyetin Türk ulusuna amade kıldığı değerler, yolsuzluklarla örülmüş mezatlarla, emperyal devletlerin IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla verdiği talimatlar doğrultusunda Cumhuriyet öncesinde olduğu gibi sömürgeci sermayenin ellerine bırakılır hale getirilmiş, ulusal ekonomiden bahsetmek “adeta bir muamma ve kabahat olarak görülmeye” başlanmıştır.
Sömürgeci sermayeye her türlü koruma ve kolaylık sağlayan, onlara ulusal sınırlar içinde hukuksuz, kanunsuz ve kuralsız faaliyet imtiyazları tanıyan, ulusal sermayeyi göz ardı ederek bu güne kadar görülmemiş haklar tanıyan yasal düzenlemeler; ulusal ekonomiyi yok ederken, ulusal sermaye ve ulusun köleleştirilmesinin önünü açmakta, ulusal kaynaklarımız ve parasal varlığımızı yok pahasına yurt dışına aktarılmakta, ulusal hukuk sistemini hepsinden önemlisi Türkiye Cumhuriyeti Devletini işlevsiz bırakmaktadır.
1923 yılında; “Ya İstiklal Ya Ölüm”, “Tam Bağımsızlık”, “Misak-ı İktisadi” ülküsüyle yola çıkan Türkiye, Bu düzenlemeler sonucunda; ABD emperyal devleti öncülüğündeki küresel emperyalizmin -IMF ve Dünya Bankası gibi- uluslararası örgütleri aracılığıyla ticaretin önündeki engelleri kaldırarak iç pazarlarını ardına kadar açmış, kamuya ait işletmeler küresel emperyalizmin yapı taşı olan çokuluslu şirketlerin eline teslim edilmiş,Türkiye Cumhuriyeti Devleti kolayca hammadde temin edilen, toprakları, özel şirketleri, borsaları, üretim araçları ele geçirilmiş, ulusun emeğinin sömürüldüğü, emperyal merkezlerdeki üretim fazlalarının eritildiği, bir sömürge ülkeye dönüştürerek endüstriyel varlık ve enerjisi yok edilmiştir. Hükümetler artık Cumhuriyetimizin varlığını ulus devletten, ulustan değil küresel kapitalizmden kuvvet alarak, sürdürme çabasındadır. O yüzdendir ki devlet, ulusun iktisadi siyasi ve sosyal çıkarlarını koruyamamakta, hükümetler ABD ve AB” den izin almadan hiçbir şey yapamamaktadır.
IMF ve Dünya Bankasının talimatlarıyla emperyal devletler ve çok uluslu şirketler lehine yapılan düzenlemeler emperyalizmin doğası gereği kalıcı olmak zorunda, kalıcılılık da yeterli değil yeni ve daha büyük imtiyazlar için önündeki tüm engelleri kaldırılması bir zorunluluk. Bu çerçevede; çok uluslu sömürgeci sermayenin iktisadi, siyasi, mali, sosyal, hukuksal, askeri ve çevresel… gibi temel konularda belirleyici olması için Türkiye’yi milli devlet ulus devlet esasından kopartacak temel bir yasa değişikliği şart. Emperyal devletler IMF ve Dünya Bankası ve çok uluslu şirketler altın vuruşu yeni anayasa ile yapacaklar. Devlet onların hedef ve tercihlerinin kaynağı olacak ve siz onu ilk sivil anayasa olarak bileceksiniz. Kıyametimizse ha koptu ha kopacak.
Bugün dünyada küreselleşmenin boyunduruğundan kurtulmaya çalışan Rusya başta olmak üzere Latin Amerika ülkeleri, bir taraftan İşbirlikçi iktidarları devletlerinin başından uzaklaştırırken diğer taraftan Ulus devletlerini yeniden inşaa etme çabalarına hız vermiş; sömürgeci sermayenin özelleştirme yoluyla el koyduğu ekonomik güç unsurlarını hızla devletleştirmeye başlamıştır.
Sorun ve çözümü bellidir. Oysa bizler hala kuşatıldığımızın prangalara vurulduğumuzun farkında olmaksızın sözün ve ulus devletimizin bittiği noktalarda dolaşıyoruz.
Piyasa düşerse devlette düşer hala anlamıyor muyuz ?
Düşen devlet; milli, demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti olamaz.
Ya milletçe bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden atasına layık insanlar olacağız ya da emperyalizm tarafından efendisine hizmet etmekle görevlendirilmiş bir köle.
Mustafa ÇINKI
DİPNOTLAR
1 M.Sönmez, Türkiye Ekonomisinde bunalım, 24 Ocak Kararları ve Sonrası, 1. Kitap Belge Yayınları İstanbul-1980
2 Akşam Gazetesi, 28.04.2001
3 http://www.oib.gov.tr/program/turkiyede_ozellestirme.htm
4 Bu yasaya ait Plan Bütçe Komisyonu raporunda yer alan Karşı oy yazısında; Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanun Tasarısının büyük ölçüde Doğrudan Yabancı Sermaye Danışma Servisi adlı bir yabancı kuruluş tarafından hazırlandığı hususu yer almaktadır
5 Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 1 Eylül 1976 ( Uyan Gazi Kemal ! ); Atatürk’ün emperyalizm ve kapitalizm konularındaki bu düşüncelerini Atatürk büstüne yazdıran Balıkesir ilinin Balya ilçesi kaymakamı Kemal Baykal ve belediye başkanı Ali Şuuri İnal haklarında kovuşturma açılmış, Atatürk’ün bu sözleri dolayısıyla sorguya çekilmiştir. İçişleri Bakanı emir vermiş, Balıkesir Valisi de kovuşturma açmıştır. Evet Damat Ferit örfi idaresinde değil, Türkiye Cumhuriyeti’nde, Kurtuluş Savaşımızın amaçları suç sayılmaktadır. Hem de bu savaştan yarım yüzyıl sonra. Kovuşturma konusu sözler, Atatürk’ün, emperyalizm ve kapitalizme karşı çıkan düşünceleridir.
Yorumlar
“91) SÖMÜRGE YARATMA STRATEJİSİ-3” yazisina 1 Yorum yapilmis
Yorum yap
Hımmm…
Emperyalizmin ve yerli uşaklarının, Atatürk’e niçin düşman olduklarını şimdi daha iyi anlıyorum.
Ama, bu düşmanlığı, müslümanlığın öne çıkarılararak yapılmasını anlayamıyorum.
Ya Müslümanlık bir maske, takiyye yapalıyor.
Evet, galiba doğrusu bu, müslümanlık bir maske.
Başka türlü izahı olan beri gelsin.
Allah, samimi olarak “Müslümanım” diyene de akıl, idraz ve izan nasip etsin.
Müslüman akıllı ve bilgiliyse, Atatürk’ü sevmeden yapamaz.
Akılsız ve bilgisizse, Haçlıyı sever ya da onu sevenleri sever.
Bunun cezasını çeker mi?
İnşallah, kurunun yanında yaş da yanmaz, şahsen çeker.
Yarın azrail gelip gırtlağına çöktüğünde adamı meletir bir.
Yevm-i Kıyamette de, cehenem-i kübrada adamın deşilmedik yerini bırakmazlar.
İhaneti vataniyye, amma bilerek amma bilmeyerek, hem dünyalık, hem ahretlik bir suçtur.
Bu konuda fetva vermek için de din adamı olmaya gerek yok.