891) I. Dünya Savaşı Başlarında Osmanlı Devleti’nde Casusluk Faaliyetleri ve Güvenlik Algısı (1914-1915)

Yayin Tarihi 20 Kasım, 2015 
Kategori TÜRK DÜNYASI

1. Dünya Savaşı Başlarında Osmanlı Devleti’nde Casusluk Faaliyetleri ve Güvenlik Algısı

(1914-1915)

image001

Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet’in ilânından (24 Temmuz 1908) itibaren demokratikleşme sürecinin sancıları belirgin bir şekilde hissedilirken, içeride ve dışarıda yaşanan gelişmeler ciddi anlamda güvenlik zafiyetlerine neden olmaya başlamıştı. Meşrutiyet rejiminin tesisinde başrolü oynayan İttihatçılar, devlet mekanizmasını köklü ve radikal değişikliklerle yeniden yapılandırmayı tek çıkış yolu olarak görüyorlardı. Ancak yapılmak istenen değişiklikler iç ve dış siyasî gelişmelere endeksli olduğundan İttihatçıların hareket kabiliyetleri oldukça sınırlı idi.

ll. Meşrutiyet’in akabinde gerçekleşen ve bugün dahi tam olarak aydınlığa kavuşturulamamış yönleri bulunan 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909) Padişah II. Abdülhamid, İttihatçılar ve muhalifleri arasındaki siyasî tartışmalara yeni bir boyut kazandırırken bundan sonraki gelişmeleri de derinden etkiledi. Neticede II. Abdülhamid tahttan indirilerek V. Mehmet Reşad tahta çıkarıldı ve İttihat ve Terakki Partisi devlet aygıtı içerisindeki ağırlığını günden güne artırdı1.

Osmanlı Devleti’nde yaşanan siyasî kaos dış güçler tarafından yakın bir ilgi ile takip edilmekteydi. 1908 yılı içerisinde Avusturya’nın Bosna-Hersek’i2, Yunanistan’ın Girit’i ilhakında3, Bulgaristan Emareti’nin bağımsızlık ilânında4, Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşları5 neticesinde yaşanan kayıplarda dış siyasî gelişmeler kadar, ülke içerisinde kronikleşen güvenlik sorunları da belirleyici olmuştu. Bilhassa Balkan Savaşları, Osmanlı Devleti’nin klasik güvenlik algısında ve stratejisinde revizyona gitmesi gerektiğini gösterecekti. Öte yandan Ermeni Islahatı meselesi de Osmanlı Devleti’nin güvenlik algısını etkileyen başka bir realite olarak çözüm beklemekteydi.

1- Balkan Savaşları ve Osmanlı Güvenlik Stratejisinde Yaşanan Değişim

Osmanlı coğrafyası dikkate alındığında devletin güvenlik hassasiyetlerinin en yüksek olduğu bölgelerden biri kabul edilen Balkanlar, başkent İstanbul ve stratejik önemi haiz Boğazlar bölgesi için adeta bir güvenlik kuşağıdır. Önce Yunanistan’ın (1830) ardından Sırbistan, Karadağ, Romanya (1878) ve nihayet Bulgaristan’ın (1908) bağımsızlıklarını ilân ederek etki sahalarını genişletmek istemeleri bu güvenlik kuşağının günden güne daralmasına yol açtı. Özellikle Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilânı Osmanlı Devleti’nde güvenlik kaygılarını artırdı. Artık Osmanlı Devleti’nin Trakya’da müdafaa hatları oluşturarak Batı’dan gelebilecek olası saldırılara karşı askerî tedbirler almaktan başka çaresi kalmamıştı. Ancak savunma hatlarının kurulduğu Trakya’nın demografik yapısı, salt askerî tedbirlerle müdafaanın başarıya ulaşamayacağını kısa süre içerisinde gösterecekti.

1.Balkan Savaşı sırasında Osmanlı yetkilileri, düşmanlarının cephe hatlarının ötesinde yoğun casusluk faaliyetleri yürüttüklerini çaresizlik içerisinde gözlemlemişlerdi. Yunanistan ve Bulgaristan, genellikle Osmanlı topraklarında yaşayan gayr-i Müslimlerden kısmen de Müslümanlardan casus olarak istifade ediyordu6. Bu durum Osmanlı Devleti’nin savaş stratejilerinde ve güvenlik algısında ciddi değişimlere yol açtı. Osmanlı devlet adamları, cephe merkezi kadar cephe hatlarının gerisini ve hatta ilerisini hesaba katmak zorunda olduklarını acı tecrübelerle öğrendiler.

Balkan devletlerinin genellikle Rum, Bulgar ve Ermenileri casus olarak kullanmaları güvenlik kaygıları artan Osmanlı yöneticilerinin, savaş sahalarına yakın mıntıkalarda yaşayan gayr-i Müslimlere ve muhalif olduğu düşünülen Müslümanlara karşı yaklaşımını derinden etkiledi. Bundan böyle yöneticiler, savaş sahası ve çevresinde yaşayan ahaliye karşı daha temkinli bir tutum sergilediler. Tarihi perspektifle bakılacak olursa Osmanlı yöneticilerine hak verilebilir. Çünkü, I. Balkan Savaşı sırasında müttefiklerinin ve yerel etnik unsurların da desteğiyle harekete geçen Bulgar ordusunun, İstanbul’a çok yakın mesafedeki Çatalca hattına kadar ilerlemesi ve bu arada Edirne’nin kaybedilmesi Osmanlı Devleti’nde tam bir travma etkisi yaratmıştı. Yaratması da gayet doğaldı; nitekim başkent, dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin varlığı doğrudan tehdit altındaydı. Bu atmosfer içerisinde Osmanlı Devleti, savaş alanları ve çevresinde yaşayan gayr-i Müslim ahaliye yönelik bir dizi güvenlik tedbirini hayata geçirecekti.

Balkan Savaşları sırasında bilhassa Trakya ve Batı Anadolu’da Rumların kitleler halinde Osmanlı ordusu aleyhine bir tavır takınarak Yunan ordusuna katılmaları, Yunan ve Bulgar ordularına yardım etmeleri, asayişi bozmaya yönelik davranışları, demiryollarına sabotaj düzenlemeleri, Müslüman ahaliye saldırmaları ve casusluk faaliyetleri karşısında Müslümanların da mukabelede bulunmaları anarşi ortamına zemin hazırlamaktaydı. Bu gelişmeler karşısında Osmanlı Hükûmeti, zararlı faaliyetlerde bulunduğu tespit edilen Osmanlı Rumlarını iç bölgelere sevk etmeye, Yunan vatandaşlarını ise hudut dışına çıkarmaya başladı. Aslında askerî yetkililer, casusluk faaliyetlerinin artmasından dolayı devlet güvenliğinin tehdit altına girdiğini gerekçe göstererek Boğazlar bölgesinde bulunan Rumların tamamının iç bölgelere sevk edilmesini talep ediyorlardı. Fakat hükûmet sadece Çanakkale Boğazı ve Çatalca hattında bulunan Rumların iç bölgelere sevkine karar verdi7. Balkan Savaşlarından sonra da Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasında tartışmalar, karşılıklı göçler, boykotlar ve suçlamalar devam etti. Açıkçası iki ülkede de Hristiyan-Müslüman nüfusun bulunduğu bölgeler anarşiye doğru sürükleniyordu. Bu ortam içerisinde Osmanlı topraklarında yaşayan Rumlarla, Yunanistan’da yaşayan Müslümanların mübadelesi için müzakerelere başlandıysa da bu düşünce hayata geçirilemedi8. Dolayısıyla bundan sonraki süreçte taraflar birbirlerini tehdit unsuru olarak algılamaya devam ettiler.

Öte yandan İstanbul Antlaşması’nın ardından Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasındaki ilişkiler olumlu bir seyir izlemeye başladı. İstanbul Antlaşması’nın ek protokolü doğrultusunda taraflar sınır boylarındaki Bulgar ve Müslüman ahalinin mübadelesi konusunda uzlaşmaya vardılar9. I. Dünya Savaşı başladığında tarafsız kalsa da ilerleyen süreçte İttifak Devletlerine katılan Bulgaristan ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkilerde savaş boyunca belirgin bir iyileşme gözlemlenecekti.

Balkan Savaşlarını ağır bedeller ödeyerek atlatmak zorunda kalan Osmanlı Devleti’ni, 1878 Berlin Antlaşması’nda taahhüt edilen Ermeni Islahatı gibi çok daha derin bir problem bekliyordu.

2- Güvenlik Boyutuyla Ermeni Islahatı

Osmanlı devlet adamları hiç şüphesiz ortaya çıktığı ilk günlerden itibaren Ermeni meselesini devletin iç ve dış güvenliğini etkileyen hayati bir olgu olarak değerlendirmişler, buna göre refleksler geliştirmişlerdir. 1914 yılına gelindiğinde güçlü devletlerin (Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya), Ermeni ıslahatının gerçekleştirilmesi noktasındaki ısrarları yine aynı kaygılarla karşılanmıştır. Rusya’nın Ermenilerin yaşadığı Osmanlı topraklarında yapılacak ıslahatların yürürlüğe konulması konusunda Avrupalı Devletlerle uzlaşmaya varması Osmanlı Devlet adamlarının yalnızlık hissine kapılmalarına neden oldu. Güçlü devletlerin tamamını karşısında bulan Osmanlı Devleti gönülsüz de olsa 8 Şubat 1914 tarihinde Ermenilerin ikâmet ettikleri bölgeleri kapsayan Islahat Anlaşması’nı imzaladı. I. Dünya Savaşı başladığından yapılan antlaşmanın uygulanamaması ve buna ilaveten ortaya çıkan yeni sorunlar, meseleyi içinden çıkılamaz bir boyuta taşıyacaktı10. Islahat Antlaşması ile verilen haklar, Ermenilerin nihai olarak bağımsızlığı ile birlikte Doğu Anadolu’da Rus himayesi için bir başlangıç sayılabilir. Hakikaten de Ermeniler bu ıslahatları nihai olarak tam bağımsızlığı ele geçirmek için bir “avans” olarak görmekteydiler. G. Levy “Ermeni Islahat Antlaşması’yla vurulan prangalardan kurtulmak düşüncesiyle” İttihatçıların Almanya ile 2 Ağustos 1914 tarihinde gizli bir ittifak antlaşması imzalandığını ileri sürmektedir11. Ki, bu değerlendirmelere kısmen de olsa hak vermek gerekir. Nitekim 20. yüzyılın başlarında yaşanan siyasî bloklaşmalar içerisinde tehdit algıları yükselen Osmanlı Devleti açısından tarafsız kalmak, sorunların ötelenmesinden başka bir mana ifade etmemektedir. Elbette savaş risktir ve yeni tehditleri de beraberinde getirecektir. Ancak İttihatçılar, I. Dünya Savaşı’nda elde edilebilecek başarının, Osmanlı Devleti’nin çıkış yolunu bulmasında katkı sağlayacağına inanmaktadır.

3- Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na Katılması ve Casuslukla Mücadele Düşüncesinin Gelişmesi

Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında karşılaştığı sorunlar, istihbarat ve haber alma12 konusunda ciddi sıkıntılar yaşadığını ortaya çıkarmıştı. Bundan dolayı Osmanlı Hükûmeti, istihbarat ve haber almaya dair iş ve muamelelerle meşgul olmak, kaçakçılık, casusluk, anarşistlik ile etnik unsurlar arasında, gerek birbirlerine ve gerekse hükûmete karşı kanuna aykırı harekete teşebbüste bulunanları takip etmek, gerekli tedbirleri almak, siyasî suikast ve ihtilâlleri keşfetmek ve bunları önlemek maksadıyla Emniyet-i Umumiye dairesinde bir İstitlaat (haber alma) Müdüriyeti teşkilatı kurmaya karar verdi13. Böylelikle Osmanlı Devleti profesyonel anlamda ilk haber alma teşkilatının temellerini atmıştı. Bu teşkilata ilerleyen dönemde casusluk faaliyetlerinin önceden haber alınması noktasında oldukça fazla ihtiyaç duyulacaktı.

ll.Meşrutiyet sonrasında yaşanan olumsuz gelişmelerin etkileri sürerken I. Dünya Savaşı’nın ilk emarelerinin ortaya çıkması, Osmanlı yöneticilerini iç ve dış güvenliği sağlayacak tedbirler almaya yöneltti. Belki de bürokratik yapısından dolayı Osmanlı Devleti’nde gizli ve askerî sır olarak saklanması gereken bilgilerin tasnifi ve muhafazası noktasında dahi ciddi sıkıntılar yaşanmaktaydı. 16 Nisan 1914 tarihinde Şura-yı Devlet, askerî sır olarak kabul edilen ve devletçe gizli tutulması gereken hususların talimat ve irâde ile uygulanmasına karar verdi14. Böylece geç de olsa doğrudan devlet güvenliğini ilgilendiren bilgilerin tasnifi ve muhafazası yolunda bir önlem alınabildi. ll.Abdülhamit döneminin ardından Osmanlı Devleti’nde yaşanan Meşrutiyet süreci ve Balkan Savaşları sıkıyönetim idaresini zaruri kılmış, bu durum I. Dünya Savaşı boyunca da devam etmişti. 3 Ağustos 1914 tarihinden itibaren seferberliğin ilân edilmesiyle birlikte güvenliğin tehlikede olduğu düşünülen bölgelerde Divân-ı Harbi Örfî’ler kuruldu15. İster savaş döneminde ister normal şartlarda casuslukla ilgili davalar bu mahkemelerde görülecekti. Osmanlı Devleti’nde casuslukla ilgili suçlar Askerî Ceza Kanunu kapsamında yargılamaya tâbi idi. Ancak bu kanun casuslukla mücadele için yeterli değildi. I. Dünya Savaşı’nın başladığı sıralarda Osmanlı Devleti’nin güvenliğini doğrudan etkileyecek tehditlerden biri olarak algılanan casusluk faaliyetlerini önleyici kanuni düzenlemeler yapma düşüncesi ön plâna çıkacaktı.

l.Dünya Savaşı’nın ilk emarelerinin görülmeye başlandığı sıralarda Osmanlı Hükûmeti, Askerî Ceza Kanunu’na ilave edilmek üzere; askerî sırları ifşa edenler, casusluk ve savaşlarda hainlik yapanlar hakkında bir kanun hazırlamaktaydı. Harbiye Nazırı Enver Paşa, görüş ve tavsiyeleriyle bu kanunun nihai hale gelmesinde önemli bir rol oynadı16. Osmanlı Hükûmeti’nin 29 Ekim 1914 tarihinde çıkardığı “Esrar-ı Askerîyeyi İfşa ve Casusluk ve Hıyanet-i Harbiye Hakkında Askerî Ceza Kanunu’na Müzeyyel Kanun-ı Muvakkat (Askerî Gizliliği Açıklama ve Casusluk ve Savaş Hainliği Hakkında Askerî Ceza Kanunu’na İlave Edilen Geçici Kanun)” 4 Kasım 1914 tarihinde yürürlüğe girdi17. Hükûmetin kanunu çıkardığı tarihin Osmanlı donanmasının Karadeniz’de bulunan Rus limanlarını bombalayarak fiilen I. Dünya Savaşı’na katıldığı tarihle aynı güne rastlaması da ayrıca enteresandı. Artık Osmanlı Devleti ister istemez I. Dünya Savaşı’nın bir parçasıydı ve bu andan itibaren casusluk faaliyetleri, normal zamanlardakinden çok daha fazla güvenlik zafiyetine yol açabilirdi.

“Askerî Gizliliği Açıklama ve Casusluk ve Savaş Hainliği Hakkında Askerî Ceza Kanunu’na İlave Edilen Geçici Kanun”; yabancı bir hükûmet menfaatine faaliyette bulunan bir şahsa, askerî gizliliği olan malumatı vermek niyeti ile münasebette bulunanların üç aydan az olmamak üzere hapis cezası ile tecziye edilmelerini öngörmekteydi18. İlgili kanun kapsamında, seferberlik esnasında düşman askerî kuvvetlerine yardım etmek veya Osmanlı ve müttefiklerinin askerî kuvvetlerine zarar vermek maksadıyla belli cürümleri işleyenler savaş haini kabul edilerek idam cezasına çarptırılacaklardı. Yalnız cezayı hafifletmeyi gerektiren sebep ve hallerin ortaya çıkması halinde suçlu ömür boyu veya on seneden az olmamak üzere geçici olarak kürek cezasına çarptırılacaktı19.

Askerî gizliliği açıklayan, casusluk ve savaş hainliği ile ilgili cürümleri işledikleri kanıtlanan şahıslar memur ise memuriyetten çıkarılarak ömür boyu memuriyet ve rütbelerinden mahrum edilecekler, “cürmü icra etmek için herhangi bir şey almışlarsa”, bunlara el konulacaktı20.

Seferberlik esnasında askerî gizliliği açıklama, casusluk ve savaş hainliği gibi cürümleri işleyenler her kim olursa olsun Divân-ı Harblerde yargılanacaklardı. Olağan dönemlerde askerî sıfatı olmayanlar tarafından işlenen cürümlere ise sivil Osmanlı mahkemeleri bakacaktı21.

Başkumandan Vekili Enver Paşa, 20 Kasım 1914 tarihinde casusluğun önünü alabilmek maksadıyla Osmanlı Devleti’nden dışarıya çıkmak ve gerekirse içeriye girmek konusunda yeni düzenlemelere gidilmesini talep etti. Buna göre hükûmetçe tayin olunacak belirli kapı mahallerinden Osmanlı memurlarının gözetimi altında giriş-çıkışlar gerçekleştirilecekti. Dışarıya çıkacak olanların bulundukları mahallin mülkî ve askerî memurları tarafından tasdik edilen vesikalara, gelenlerin ise Osmanlı şehbenderleri tarafından tasdik edilen vesikalara sahip olmaları gerekiyordu. Enver Paşa, zabıta memurları tarafından vesikaların kontrol edilmesini ve bu şahısların kalacakları mahallerin sürekli nezaret altında bulundurulmasını da önermekteydi22. Bu öneriyi dikkate alan hükûmet, savaş hali dolayısıyla askerî ve inzibatî bir tedbir olmak üzere Osmanlı topraklarında bulunan yerli ya da yabancı herkesin seyahat varakası ile seyahat etmelerini kararlaştırıldı. Buna göre gerek Osmanlı tebaası ve gerekse yabacı tebaa hareket ettikleri mahaldeki en büyük polis memurlarından ve polis olmayan kazalarda kaymakamlardan, varaka almaya mecbur tutuldular23. Bu sayede yerli yabancı ayrımı olmaksızın devlet menfaatlerine aykırı faaliyetlerde bulunanların kontrol altında tutulması hedefleniyordu.

Bu arada bazı memurların memuriyetleri sırasında yaşadıkları hadiseleri dışarıda hikâye ettikleri işitildiğinden Dâhiliye Nezareti, ordu ve donanmaya ait bilgilerin gizli tutulması ve bunu yapanların ihbar edilmesi konusunda ilgilileri uyardı24.

Shaw, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı sürecinde II. Abdülhamid döneminden daha sıkı bir kontrol uyguladığını ileri sürmektedir. Bu kapsamda halkın ahlaki değerlerini muhafaza gerekçesiyle sigara kağıtlarının üzerindeki resimler dâhil bütün yayınlar üzerinde sıkı bir denetim uygulandı. 7 Mart 1914 tarihinde Osmanlı devleti içinde ya da dışında faaliyette bulunan bütün resmî kuruluşların, siyasî, kültürel ve iktisadî kulüplerin üye listelerini merkeze göndermeleri istendi. 1914 yılı Eylül ayı ortalarından itibaren Matbuat Kanunu’nda değişikliğe gidilerek hem barış hem de savaş dönemlerinde askerî konularda ya da devlet savunmasını ilgilendiren meselelerde haber yayınlanması sansüre bağlandı25.

Bir diğer önemli gelişme de cephe hatlarının ötesinde faaliyetlerde bulunmak amacıyla Teşkilat-ı Mahsusa’nın resmen kurulmasıdır. Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri esasında 1911 yılından itibaren yurt içinde ve yurt dışında teşkilatlanarak, karşı istihbarat ve propaganda faaliyetlerinde bulunmuşlar, zaman zaman da çeşitli eylemler gerçekleştirmişlerdi. 5 Ağustos 1914 tarihinde resmî olarak kurulduğu açıklanan Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri, I. Dünya Savaşı sırasında cephelere giderek bir yandan propaganda yapmışlar diğer yandan da düşman devletler ve faaliyetleri hakkında bilgi toplamaya çalışmışlardır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın savaş alanlarında örgütlenirken Suriye ve Irak’a özel önem verdiği anlaşılmaktadır. Teşkilat ileri gelenlerinden Süleyman Askerî Bey Bağdat’ta, Kuşçubaşı Eşref Bey ise Suriye ve çevresinde bir yandan propaganda yaparlarken diğer yandan Arap dünyasında milliyetçi/ayrılıkçı cereyanların nasıl yükseldiğini takip etmişlerdir26. Dolayısıyla Teşkilat-ı Mahsusa, I. Dünya Savaşı’nda gerek istihbarat elde edilmesi gerekse düşman devletlerin casusluk faaliyetlerinin önceden haber alınmasına yönelik faaliyetlerde bulunması bakımından arka plânda da olsa işlevsel bir rol oynamıştır.

4. Düşman Devlet Vatandaşlarının Casusluk Faaliyetlerini

Önlemeye Yönelik Tedbirler

l.Dünya Savaşı sırasında gerek İtilâf Devletlerinin ve gerekse Osmanlı Devleti’nin, menfaatleri aleyhinde faaliyetlerde bulunabilecekleri endişesiyle birbirlerinin vatandaşlarına karşı bir takım tedbirler aldıkları görülmektedir. Farklı politikalar izlemekle birlikte İtilâf Devletleri, topraklarında yaşayan Osmanlı vatandaşlarını takibe alarak kimilerinin mallarını müsadere ederken, kimilerini tutukladılar, kimilerini de sürgün ya da esir kamplarına gönderdiler27. Osmanlı Devleti de benzer kaygılarla yakından takip ettiği İtilâf Devletleri vatandaşlarına yönelik tedbirler aldı.

İlk tedbir olmak üzere, düşman devlet vatandaşlarının Osmanlı hudutlarına yakın mıntıkalarda ve tren yolu güzergâhlarında bulunmalarını sakıncalı gören Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın, bu mahallerde bulunanların bir an evvel memleket dâhiline sevk edilmelerine yönelik önerileri dikkat çekmektedir28. 25 Kasım 1914 tarihinde Osmanlı Hükûmeti, bu meseleyi görüşerek düşman devlet vatandaşlarından casusluk yapabilecek şüpheli şahısların bahsedilen mıntıkalar dışına sevklerini kararlaştırdı29. Karadan ve denizden sevkiyat merkezi olan ve bilhassa demiryollarına yakın mıntıkalarda askerî harekât hakkında düşmanın malumat sahibi olmasını engellemek maksadıyla düşman devletlere mensup vatandaşlardan bir ferdin kalması dahi mahzurlu görülmekteydi30. Maksatlı propaganda çalışmalarını ve yanlış anlaşılmaları önlemek adına bundan sonraki süreçte düşman devlet vatandaşlarının tamamının değil, “casusluk yapabilecek şüpheli şahısların” Osmanlı Devleti’nin gerçek hedefi olduğunu vurgulamakta fayda vardır. Ne var ki teoride ve özünde doğru olan ancak bir yönüyle de yoruma açık bu düşüncenin hayata geçirilebilmesi için hata payının sıfır olması gerektiği yadsınamaz bir hakikat olarak karşımızda durmaktadır. Aksi takdirde casusluk faaliyetleri engellenemeyeceği gibi, adalet mekanizması masum insanları hak etmedikleri halde cezalandırabilirdi. Bu safhada ideolojik bir amaca hizmet etmeyen ve salt hakikati arayan okuyucu, dönemin olaylarına tarihsel perspektiften bakmadığı sürece farklı mecralara sürüklenebilir ve amacına ulaşamaz.

Savaşın ağır şartları bütün devletleri, savunma ve güvenlikle ilgili hızlı ve keskin kararlar almaya mecbur bırakır. Kapitülasyon ve imtiyazlardan dolayı çok sayıda düşman devlet vatandaşının yaşadığı Osmanlı Devleti’nin de I. Dünya Savaşı’nda casusluk faaliyetlerini önleyebilmek için önünde çok fazla seçenek yoktur. Osmanlı Hükûmeti’nin, Duyun-ı Umumiye, Reji, Fenerler İdaresi gibi yabancı müesseselerle beraber hükûmetin alâkalı olduğu faydalı kuruluşlar ve şirketlerde çalışmaları gerekli görülen düşman devlet vatandaşları dışındakilerin mensup oldukları müesseselerden çıkarılmalarına yönelik tebligatı31 güvenlik algısının ulaştığı seviyeyi göstermektedir32. Bu duruma Fransız tebaasından ve Fenerler Şirketi müdürlerinden Viller’e yapılan muamele örnek olarak gösterilebilir. Osmanlı donanmasının faaliyet ve harekâtı açısından önemli bilgilere sahip olduğundan Viller’in vazifesinden çıkarılarak memleket dâhiline sürgüne gönderilmesi önerilmişti33. Dâhiliye Nezareti’nin işine son verilmesi için gereğini yapmasını istirham ettiği34 Bahriye Nezareti, kararı Fenerler İdaresi’ne bildirerek Viller’in görevden alınmasını istemiş, Fenerler İdaresi de 8 Şubat 1915 tarihinde, “tebligat gereği” Viller’in işine son verildiğini açıklamıştı35. Neticede Çorum’a gönderilmesi düşünülen36 ve İstanbul’dan yola çıkan Viller’in son anda Ankara’da alıkonmasına karar verildi37. Örnek vakada bahsedilen şahıs hakkında devletin üç seçeneği bulunmaktadır. Birinci seçenek Viller’in görevine devam etmesidir ki, bu durum yukarıda yapılan izahattan dolayı son derece sakıncalı görülmektedir. İkinci seçenek sınır dışı edilmesidir. Bu da Viller’in sahip olduğu bilgilerin doğrudan düşman devletin hizmetine sunulması gibi bir tehlikeyi barındırmaktadır. Üçüncü seçenek ise Viller’in ülke dâhilinde alıkonmasına dair tedbirdir. Normal şartlarda elbette mevki sahibi bir şahsın görevinden uzaklaştırılarak memleket dâhilinde alıkonması yanlıştır. Ancak 1915 yılı koşullarında düşman devlet vatandaşı olduğundan potansiyel bir şüpheli için ilk iki seçenek Osmanlı Devleti’nin güvenliği açısından risk olarak değerlendirilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesi ile birlikte doğal olarak düşman devletlerle diplomatik ilişkiler kesilmiş, ilgili ülkelerin temsilcileri memleketi terk etmeye karar vermişlerdi. Ancak I. Dünya Savaşı’ndan önce düşman devlet konsolosluklarında müstahdem, kavas ve tercüman olarak istihdam edilenler savaş sırasında sıkı bir gözetim altında tutuldular. Bu bağlamda Osmanlı Devleti aleyhine çalıştıkları tespit edilen ve üstelik hâlâ düşman devletlerden maaş almakta oldukları anlaşılan görevliler önce Bağdat’a daha sonra da Kayseri’ye ve ülke dâhilinde güvenli olduğu düşünülen iç bölgelere sürgüne gönderildiler38. Bu arada bazı mülkî ve askerî yetkililerin, ayrım yapmaksızın düşman devlet konsolosları maiyetinde görevli şahısların tamamını iç bölgelere gönderdikleri anlaşılmıştı. Bu uygulama karşısında Dâhiliye Nezareti, sadece zararlı ve casusluk yapacakları düşünülenlerin sevk edilmeleri gerektiğini hatırlatarak söz konusu kriterlere göre şüpheli olmayıp iadelerinde sakınca görülmeyenlerin geriye aldırılmalarını istedi39.

Savaşın ilerleyen dönemlerinde güvenlik hassasiyetleri daha da arttı. 5 Mart 1916 tarihinde Dâhiliye Nezareti, düşman devletler tebaasından zararlı olanların merkeze haber verilmeksizin askerî yetkilileri bilgilendirmek suretiyle belirlenen bölgelere sevk edilebileceklerini açıkladı40.

Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na katılmasının ardından düşman devlet vatandaşları “dikkat çekici bir şekilde” yurt dışına çıkmaya başlamışlardı. Bu vatandaşlar, memleket dâhilinde cereyan eden askerî, siyasî ve ticarî bilcümle faaliyetler hakkında bilgi sahibi idiler. 31 Ocak 1915 tarihinde Başkumandan Vekili Enver Paşa, bu düşünceden hareketle söz konusu şahısların dışarı çıktıklarında yabancı istihbarat servisleriyle temasa geçerek yalan yanlış neşriyatta bulunabilecekleri ve bundan başka İstanbul’daki gizli teşkilatları daha serbest ve etraflıca işletmek maksadıyla dışarıdaki casus merkezleriyle anlaşabileceklerini ve bu sayede Osmanlı Devleti tarafından alınan tedbirleri öğrenebilecekleri uyarısında bulundu. Osmanlı vatandaşlarının düşman devletlerde tutuklandıklarından ve eziyet gördüklerinden de bahseden Enver Paşa, düşman devlet vatandaşlarının dışarı çıkarılmamalarını sağlayacak bir yöntem bulunmasını istiyordu41. Enver Paşa’nın uyarıları haklı bulundu ve hükûmet kararıyla dışarı çıkmalarına müsaade edilenler dışındaki düşman devlet vatandaşlarının ayrılmalarına müsaade edilmeyeceği bildirildi42. Bundan başka düşman devlet vatandaşlarının inzibatî bir tedbir olmak ve aynı zamanda düşman devletlerin Osmanlı vatandaşlarına yaptıkları muamelelere, aynı şekilde mukabele etmek üzere sabah güneş doğmadan önce, akşam saat dokuzdan sonra sokağa çıkmaları yasaklandı. Bu saatler dışında dışarı çıkmak isteyenler ilgili polise müracaatla izin almak zorundalardı. Yine ikametgâhlarını değiştirmek isteyenlerle geceyi polise kayıtlı hanelerinin dışında geçirmek isteyenlerin de polise bilgi vererek müsaade almaları gerekiyordu. Bu müsaade dışında hareket eden şahıslar örfi idare emirlerine muhalefette bulunmuş addedilerek haklarında kanuni takibat yapılacaktı43.

Osmanlı Hükûmeti’nin aldığı diğer bir tedbir de düşman devletlerle doğrudan veya transit şifreli resmî yazışmalara sınırlama getirmesiydi. 28 Kasım 1914 tarihinde Amerikan Sefareti bu durumdan şikâyet ederek söz konusu sınırlamanın derhâl kaldırılmasını talep etti44. Savaş içerisinde devletin selameti açısından şifreli yazışmalar yasaklanmıştı. Yalnız tarafsız devlet temsilcilerinin kendi aralarındaki yazışmalarına müsaade edilmekte ve bu konuda herhangi bir sınırlama uygulanmamaktaydı45.

Amerikalılar savaş tedbirlerinin kendilerine uygulanmamasını talep ediyorlardı. Ama Amerikan müesseselerinde çalışan düşman devlet vatandaşlarının bağlı bulundukları devletler için casusluk yaptıklarına dair sürekli ihbarlar alınmaktaydı46.

Bilindiği üzere İngiltere, savaş öncesinde Osmanlı Devleti’nin satın aldığı ve ücretinin tamamını ödediği Sultan Osman ile Reşadiye adlı iki gemiye henüz Osmanlı Devleti savaşa girmeden el koymuştu. Osmanlı Hükûmeti buna karşılık düşman devlet vatandaşlarına ait olup devlet hizmetinde kullanılabilecek vapur, römorkör, istimbot ve motorbotları müsadere etmişti47. 3 Şubat 1915 tarihinde hükûmet, düşman devlet vatandaşlarına ait kotra ve sandal gibi küçük deniz vasıtalarına da el koymaya karar verdi48. Hükûmet sadece işine yarayacağı düşüncesiyle değil, bu vasıtaların İtilâf menfaatleri hizmetine casusluk faaliyetlerinde kullanılmalarını engellemek maksadıyla da böyle bir tedbir almıştı.

Osmanlı haber alma kaynakları I. Dünya Savaşı başlarında casusların güvercinlerle haberleştiklerine dair bilgilere de ulaşmışlardı. Dâhiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti, güvercinler aracılığıyla yapılan casusluğun önünü almak maksadıyla askerî harekât yapılan mahallerde şüpheli şahısların evlerinde bulunan güvercinlerin itlaf edilmesini, bunların güvercin beslememeleri konusunda uyarılmalarını ve bundan sonra da güvercin beslemeye devam edenlerin Divân-ı Harb’e sevkini emretti49.

Osmanlı Hükûmeti, düşman devletlere bağlı olup Osmanlı topraklarında casusluk yaptıkları tespit edilen hayat kadınlarının da sınır dışına çıkarılmalarına karar verdi. Ayrıca Hariciye Nezareti yurt dışındaki temsilcilikleri uyararak bu sıfatla gelecek olanların -tarafsız devletlere mensup olsalar dahi- pasaport taleplerinin reddedilmesini ve pasaportlarının vize edilmemesini istedi50.

Osmanlı topraklarında gizli telsiz ve telgraf merkezleri aracılığıyla da casusluk faaliyetlerinde bulunulmaktaydı. 1914 yılında İstanbul’da Matbaa-i Askerîye’de basılan “Telsiz Telgraf Vasıtasıyla Casusluk, Gizli Bulunan Telsiz ve Telgraf Teçhizatını Keşfe Hadım Rehber”51 ilgililere ulaştırılarak bu şekilde casusluk yapanların tespit edilmesine çalışıldı52.

Savaş yıllarında Osmanlı yönetici ve bürokratlarını en çok çelişki içerisinde bırakan meselelerden biri de düşman devletlere mensup Müslümanların casusluk yapma ihtimali ve bunlara karşı alınabilecek önlemlerdi. 15 Şubat 1915 tarihinde Dâhiliye Nezareti, düşman devletlere tabi olan Müslümanlardan casusluk yapacakları düşünülen şahısların iç bölgelere sevk edilmesini, diğerlerine ise gayet iyi bir şekilde muamelede bulunulmasını istedi53. Medine Muhafızlığı da eskiden beri savaşılan devletlere tabi Müslümanlardan hac niyetiyle gelenler olduğu gibi casusluk için gelenlerin bulunduğunu bildirmekteydi54. Bu durumda Osmanlı Hükûmeti, hac niyetiyle gelenlere müsaade edilmesine ancak casusluk ya da başka maksatlarla gelenlere engel olunmasına taraftardı55.

Bilgi ve belge denetiminin çok zor olduğu I. Dünya Savaşı esnasında teknoloji ve istihbarat alanında çağdaşlarından ileride olan devletlerin, rakiplerine karşı geliştirdikleri taktikler de ilgi çekiciydi. Bu noktada Osmanlı Devleti’nin yurt dışındaki temsilciliklerine önemli vazifeler düşüyordu. Ancak bu vazifenin bilincinde olmayan Hariciye memurları ciddi hatalar yapabiliyor, casusların kolaylıkla Osmanlı topraklarına girmelerine ve faaliyetlerini yürütmelerine istemeden de olsa katkı sağlıyorlardı56.

İttifak Devletlerine tabi olup casusluk yaptıkları tespit edilen şahıslar hakkında hükûmet biraz daha esnekti. İdam cezaları zaman zaman müebbet hapse ya da kürek cezasına dönüştürülebiliyordu57.

 5. İngilizlerin Yakındoğu’da İstihbarat Merkezleri

l.Dünya Savaşı başlarında Osmanlı topraklarında yürütülen casusluk faaliyetlerinin58 büyük bir kısmı İngiltere menşeili olduğu için İngilizlerin Yakındoğu’daki istihbarat merkezlerinden kısaca bahsetmekte fayda vardır. Osmanlı topraklarında tam olarak ne zaman istihbarat faaliyetlerine başladıkları henüz tespit edilemeyen İngilizler 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Suriye ve Filistin’i ele geçirmeye yönelik plânlarını gerçekleştirebilecek bilgileri toplamak amacıyla İstanbul İngiliz eski askerî ataşelerinden Francis Richard Maunsell’i, beraberinde bir heyetle görevlendirmişlerdi. Maunsell’in yaptığı araştırmalar neticesinde Reconnaissance of Syria from the Coast Eastwards (Doğu Kıyılarından Suriye’nin Keşfi) adlı bir rapor hazırlanarak İngiliz Genelkurmayı tarafından yayınlandı. İngiltere’nin İstanbul’daki elçiliği ile Osmanlı Devleti’nin stratejik noktalarında bulunan 45 konsolosluk ve başkonsolosluğu da adeta istihbarat servisi gibi çalışmaktaydı. Özellikle arkeoloji heyetleri istihbarat açısından İngilizlere büyük katkı sağlıyorlardı. Osmanlı coğrafyasından istihbarat elde etme noktasında İngilizlerin Mısır’daki istihbarat şubeleri de önemli bir işleve sahipti59.

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılması ile birlikte tablo tamamen değişti. Konsolosluk ağları üzerinden gelen istihbarat kesildiğinden İngilizler Mısır’daki istihbarat şubesini genişleterek beş ana kola bağlı 16 istihbarat kuruluşuna dönüştürdüler. Bu kollar, Hicaz dâhil Mısır ve Filistin, Mezopotamya, Gelibolu, Selanik ve Akdeniz idi. Ortadoğu’daki İngiliz istihbarat aygıtı şu unsurlardan oluşmaktaydı: askerî istihbarat şubesi, her bir seferi kuvvet için havadan ve kablosuz istihbarat grubu, donanma istihbaratı, gizli servisler için birleşik örgüt, karşı istihbarat ve nihayet Arap Bürosu. Arap Bürosu, Arapların yaşadığı Osmanlı topraklarında siyasî istihbarat ve operasyonel eylemleri de kapsamaktaydı60.

1915 yılı içerisinde İngilizler Osmanlı ordusundan ele geçirdikleri Türk, Rum ve Çerkez kökenli esirleri Mısır’da toplayarak bunlar arasından kendilerine meyilli olanlardan istihbarat temin ettiler. Diğer bir grubu İngiliz ordularına sığınanlar oluşturmaktaydı. Önemli bir figür olarak Çanakkale Savaşları sırasında İngiliz ordusuna sığınan Teğmen Muhammad Sharif al-Faruqi’yi gösterilebiliriz. Faruqi Suriye ve Irak’ta61 aşırı milliyetçi Arap toplulukları arasına sızarak İngiliz- Arap ilişkilerini geliştirmeye çalışmış, Cemal Paşa’nın başında bulunduğu IV. Ordu’nun harekâtı hakkında İngilizlere bilgi toplamıştır. Diğer bir kaynak da Osmanlı Devleti’nden Avrupa ve Amerika’ya giden göçmenlerdi. Osmanlı Devleti’nin aldığı tedbirlerden dolayı göçmenler azalınca İngilizler, o gün için tarafsız olan İtalya ve Amerika başta olmak üzere tarafsız devlet gemi kaptan ve personeli, diplomatik görevlileri ve tüccarları istihbarat kaynağı olarak kullandılar. Savaşa girmesinden sonra İtalya’nın Osmanlı Devleti ile ilişkileri kesilince İngilizler daha çok Amerikalı, Bulgar ve Yunanlıları istihbaratta kullanmaya başladılar. Bu istihbarat kanalları, daha çok Osmanlı topraklarında yaşayan gayr-i Müslimlerden bilgi sağlıyorlardı62.

l.Dünya Savaşı’nın başlarından itibaren Yakındoğu uzmanlarını Kahire’ye gönderen İngilizlerin hedefi İskenderun’a çıkarma yaparak Suriye’yi ele geçirmekti63. Yüzbaşı F. Larken kumandasındaki Doris adlı hafif kruvazör bir yandan İskenderun sahillerini bombalarken diğer yandan Prie Gordon ve beraberindeki casusları karaya çıkararak Anadolu-Suriye bağlantısını sağlayan demiryollarını tahrip etmeyi hedefliyordu. İngilizler bir treni havaya uçurarak raydan çıkardıklarını ileri sürdülerse de Osmanlı yetkilileri bu iddiaları reddettiler. Sonunda İngilizler Suriye’yi ele geçirme fikrinden vazgeçerek Çanakkale üzerinden İstanbul’a doğru harekete geçmeye karar verdiler. Ancak Osmanlı ordusunun Mısır’a doğru ilerleyeceğini haber alan İngilizler Suriye ve çevresindeki casusluk teşkilatlarını kuvvetlendirdiler. 1915 yılı boyunca İngilizlerin Kahire’deki istihbarat bürosu (1916 yılı başlarından itibaren Arap Bürosu), Kraliyet donanma istihbaratının başında bulunan Kaptan William Reginald (Blinker) Hall’in önerileriyle teşkilatlandı64.

image002

Arap Bürosu denilince belki de ilk akla gelen isimlerden tarihçi ve arkeolog unvanlarıyla Ortadoğu uzmanı Thomas Edward Lawrence, nam-ı diğer Arabistanlı Lawrence 1914 yılı Aralık ayında Kahire’ye gönderilen casuslardan sadece biri idi. I. Dünya savaşının başlarında istihbarat ve propaganda çalışmalarını yürüten bu uzmanlar, Arap İsyanı’nın örgütlenmesinde önemli bir rol oynayacaklardı65.

İngilizler 1915 yılı Şubat ayı içerisinde, bilhassa Çanakkale harekâtı bağlamında Osmanlı Devleti hakkında siyasî, askerî ve iktisadî bilgi toplamak amacıyla Atina’da gizli servis şubesini kurdular. Görünürde İngiliz Göçmen Komisyonu olan bu şube Askerî Haberalma Bürosu şeklinde teşkilatlandırıldı. Çanakkale ve Balkanlarda faaliyetlerde bulunmayı amaçlayan gizli servisin operasyonları Mondros’u üs olarak kullanan Akdeniz Filosu Kumandanlığı’na bağlı idi. Bu çabalarına rağmen Türk kuvvetleri hakkında yeterince istihbarat toplayamayan İtilâf Devletlerinin66 Çanakkale Savaşlarını kaybetmeleri üzerine Atina şubesinin önemi azaldı. İngilizler Çanakkale’den çekildikten sonra Batı Anadolu sahillerine karşı taciz/baskın tarzında yeni bir strateji geliştirdiler. Bu stratejinin bir parçası da Selanik-Kahire iletişim hattını denizaltı saldırılarından korumaktı. Bu anlamda stratejik öneme sahip İzmir limanı İngilizlerin odaklanacakları bölge olarak seçildi. İngilizler bu bölgeyi havadan ve denizden bombardımana tutarken casusluk şebekelerini geliştirmeyi de ihmal etmediler67.

l.Dünya Savaşı boyunca İngilizler ağırlığı Kahire’de bulunan askerî istihbarat servisine verdiler. Bu servis Suriye ve Filistin kıyılarındaki istihbarattan sorumlu idi. Çanakkale Savaşlarındaki mağlubiyetin ardından Yunanistan’ın önemi azaldığından 1916 yılı başlarından itibaren askerî servis Kahire’den İskenderiye’ye nakledilerek gizli servise dönüştürüldü. Bu arada Yunanistan’da Almanya’ya yakın, ancak tarafsızlık yanlısı Kral Constantine tahttan çekilmiş yerine oğlu Alexander Kral olurken, İngiliz yanlısı Venizelos ikinci hükûmetini kurmuştu. Bunun ardından İngilizler Selanik’te Doğu Akdeniz Özel İstihbarat Şubesi adı altında ikincil derecede de olsa faaliyetlerine devam edeceklerdi. Bir diğer istihbarat merkezi ise Kıbrıs idi. İngilizler başlangıçta Kıbrıs üzerinden Mersin-Adana demiryolu hattındaki köprüleri tahrip ederek Süveyş Kanalı’na bir askerî harekât düzenlemeyi plânlayan Osmanlı ordusunu sekteye uğratmayı düşünüyorlardı. Ancak bu plân hayata geçirilemedi. Bunun üzerine İngilizler Mersin-Adana-İskenderun kıyılarına çıkarttıkları casuslar aracılığıyla Osmanlı ordusunun harekâtı hakkında bilgi toplamaya çalışacaklardı. 1916 yılı başlarında Ortadoğu’yu paylaşma konusunda uzlaşmaya varan İngiltere ve Fransa tarafından Kıbrıs üzerinden ortak istihbarat çalışmaları yürütülecekti68.

İngilizlerin genel hatlarıyla bahsetmeye çalıştığımız Yakındoğu’daki istihbarat merkezleri I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı topraklarında yürütülen casusluk faaliyetlerine yön vereceklerdi.

 6. Suriye ve Çevresinde Casusluk Faaliyetleri

Yukarıda ana hatlarıyla değindiğimiz üzere; Mısır’ı işgal eden İngilizler Suriye ve çevresini de ele geçirmek amacıyla fizibilite çalışmalarına başlamışlardı. Bölgeye gönderilen casuslar tarafından hazırlanan raporlar İngilizlerin Suriye’ye yönelik siyasî projelerini hazırlamalarında temel argüman olarak kullanılıyordu. I. Dünya Savaşı başladığında İngilizlerin İskenderun üzerinden Suriye’yi ele geçirmeyi düşündüklerini ancak daha sonra Çanakkale cephesini açmaya karar verdiklerini hatırlatmakta fayda vardır. Buna karşın Osmanlı Hükûmeti I. Dünya Savaşı başlarında Suriye üzerinden bir harekât düzenleyerek İngilizler tarafından işgal edilen Mısır’ı yeniden kendi topraklarına katmayı plânlıyordu. Bu plânın merkez üssü Suriye olacaktı. Bölgede bulunan İngilizler elbette böyle bir ihtimali göz önünde bulundurarak bir takım tedbirler almışlardı. Önceleri Suriye’de bir cephe açılması için faaliyette bulunan İngiliz casusları artık bir yandan Osmanlı ordularının Mısır’a yapacakları harekâta dair bilgiler elde etmek için uğraşacaklar diğer yandan Arap milliyetçiliğini Osmanlı aleyhine harekete geçirmeye çalışacaklardı.

Şam’da bulunan IV. Ordu Kumandanı Cemal Paşa casusluğu ortadan kaldırabilmek amacıyla Suriye’nin dışarıyla temasını kesmeyi düşünmüş bu maksatla limanlara hiçbir geminin girmemesi için vilayetlere tebligatta bulunmuştu. 13 Aralık 1914 tarihinde Cemal Paşa aldığı kararın ticaret ve savaş gemilerine bildirilmesini talep etti. Paşa, bölgede bulunan ve henüz I. Dünya Savaşı’na katılmayarak tarafsızlıklarını ilân eden İtalyan ve Amerikan savaş gemilerinin de bölgeden uzaklaştırılmaları için ilgili elçiliklere ihtar verilmesini istemekteydi69.

Cemal Paşa Suriye’nin büyük bir kısmının düşman devletlere mensup vatandaşlardan mürekkep casuslarla dolu olduğuna dair istihbarat aldığından bu vatandaşların ne memleketi terk etmelerinden ne de memleket dâhilinde serbest dolaşmalarından yanaydı. Bu nedenle Cemal Paşa Şam ve Halep’te kapatılan eğitim müesseselerinde çalışanları, misyonerleri ve ruhbanları bir askerî mütalâa gereği Urfa’da toplamayı uygun görmüştü. Cemal Paşa bu tutumunu şu şekilde açıklamaktaydı; düşman devletler tarafından uluslararası hukuk esaslarına aykırı olarak Osmanlı vatandaşlarının haklarına tecavüz edilmesi halinde; rehin hükmünde kontrol altında tutulacak olan düşman devlet vatandaşlarına da aynı şekilde mukabele edilecektir. Başkumandanlığın emirleri doğrultusunda Cemal Paşa, Suriye sahillerinden hiç bir ferdin müsaade almaksızın dışarıya gitmemesine yönelik bir düzenleme yapmıştı. Bu arada Osmanlı topraklarından ayrılmak isteyecekler için Mersin, İskenderun, Trablusşam, Beyrut, Hayfa limanları dönüş kapı mahalli olarak belirlenmişti. Adı geçen limanlardan hareket edecek yolcuların ancak İstanbul yoluyla memleketlerine dönmelerine izin verilmekteydi. Sadece bir defaya mahsus olmak üzere bütün rahibelerin Hayfa, Beyrut, Trablusşam, İskenderun ve Mersin limanlarına toplanarak rahip ve misyonerlerden de yetmiş yaşını aşan ve çok hasta olanların bir iki vapurla Osmanlı Devleti dışına çıkarılmaları uygun bulunmuştu. Cemal Paşa insiyatif kullanarak aldığı bu kararların Başkumandanlık Vekâleti ve Dâhiliye Nezareti tarafından onaylanmasını istirham etmişti. Ancak bu konuda Cemal Paşa ile İstanbul arasında bir anlaşmazlık söz konusu idi. Başkumandanlık Vekâleti 6 69 IV. Aralık 1914 tarihinde sadece düşman devlet vatandaşlarının değil hiç bir yolcunun Suriye’den dışarıya çıkarılmaması amacıyla getirdiği yasağı, 13 Aralık 1914 tarihli bir emirle ortadan kaldırdı. Mısır harekâtı için Osmanlı kuvvetlerini toplanma mıntıkasına doğru sevk etmeye başlayan Cemal Paşa; “Böyle bir zamanda Suriye’den dışarıya hiç bir zat çıkmasın ki, ne yaptığımı İngilizler haber almasınlar”70 şeklindeki sözleriyle alınan kararı, askerî harekâtın tamamı hakkında düşmana malumat vermekle eşdeğer görüyordu. Elbette İngilizlerin haber alma kaynakları sadece Suriye dışına çıkacak yolcularla sınırlı olmadığı için yönetimle Cemal Paşa fikir ayrılığına düşmüştü.

Jeopolitik konumundan dolayı Beyrut da sürekli olarak İngiliz ve Fransızların hedefinde olan bir şehirdi. I. Dünya Savaşı, Beyrut’a daha da önem kazandırmıştı. Hükûmetin, düşman devlet vatandaşlarından durumu şüpheli görülenlerin iç bölgelere sevk edilmesine, diğerlerinin ise sahil ve demiryolu güzergâhı olmayan yerlere nakline dair kararı karşısında Beyrut Valisi İstanbul’dan izahat istedi71. Henüz savaşa girmemiş olsa da bu dönemde Beyrut’ta bulunan Amerikan Konsolosu, İngiliz ve Fransızların haklarını savunmaktaydı. Hatta Amerikan Konsolosu, aslı olmadığı halde kadın ve çocuklar dâhil bütün İngiliz ve Fransızların dâhile sevki için Beyrut Valisi’ne emir verildiğini ve bunun kısa bir süre içerisinde tatbik edileceğini ileri sürüyordu72. Ancak İstanbul’da alınan karar gayet açıktı; sadece casusluk yapacakları düşünülenler iç bölgelere sevk edilecek, bunun dışındakiler yerlerinde bırakılacaklardı73.

Cemal Paşa düşman devletlere mensup olup tabiiyet değiştirerek bulundukları bölgede kalmayı hedefleyenler dâhil herkesin gönderilmesini Beyrut valisine emretmişti. Bu aşamada bölgedeki konsolosundan aldığı bilgiye dayanan Amerikan Elçiliği devreye girerek Beyrut’ta kadın ve çocuklar dâhil bütün İngiliz ve Fransızların iki gün içerisinde dâhile sevk edileceklerini ileri sürdü. Ancak Dâhiliye Nezareti sadece “casusluk yapacağı düşünülen zararlı şahısların” sevk edileceğini geri kalanların bulundukları mahallerde kalmalarına müsaade edildiğini bildirdi74. Bu ortamda Beyrut valisi yapılacak muamele hakkında Dâhiliye Nezareti’ne müracaatta bulunmuştu. Çünkü valinin Cemal Paşa’dan aldığı talimatlarla merkezden aldıkları arasında çelişkiler bulunmaktaydı. Bu durum aynı zamanda Bahriye Nazırı olan Cemal Paşa ile Dâhiliye Nazırı Talat Bey’i karşı karşıya getirecekti75. Beklendiği gibi Cemal Paşa’nın icraat ve uyarıları Dâhiliye Nazırı ile arasında bir gerilim yaşanmasına neden oldu. Cemal Paşa’nın İstanbul’a yazdığı mektuplarda adeta azarlarmışçasına bir üslûp kullanmasından rahatsız olan Dâhiliye Nazırı, bir defaya mahsus olmak üzere bunu kabul edebileceğini vurgulayarak aynı tutumun bir daha tekrar etmemesi konusunda Cemal Paşa’yı uyardı. Bütün bunlara rağmen Cemal Paşa’nın uyarılarının dikkatini çektiğini itiraf eden Dâhiliye Nazırı Talat Bey; “sefirleri çıkarıp papazları alıkoymak, eğer sırların muhafazası için ise maksadı temin etmez. Rehin için ise elinizde yeterli miktarda tebaa vardır” şeklindeki açıklamalarından sonra papazların memleketten ihracının “daha hayırlı olacağını” ve savaş hali dolayısıyla yapılan hareketin Hıristiyanlığa karşı düşmanlık şeklinde de algılanmayacağını savunmaktaydı.

Açıklamalarından sonra Dâhiliye Nazırı, yine de son kararı Cemal Paşa’ya bırakmış, sadece almış olduğu kararda bir değişiklik yapması halinde yabancı elçileri bilgilendirmek maksadıyla kendisine malumat verilmesini istemişti76. Yaşanan tartışmalar bir yana Talat Bey, uygulanacak olan yöntemi Karargah-ı Umumî’nin tasvibine bırakmış ve yabancı vatandaşlara zerre kadar zarar verilmemesi amacıyla uyarıda bulunmayı ihmal etmemişti77.

Hakikaten de Cemal Paşa güvenlik gerekçesiyle Suriye ve çevresinden dışarıya tek bir ferdin çıkmasını dahi sakıncalı görmekteydi. Dâhiliye Nezareti’nin, Beyrut’ta bulunan Romanya ticaret memuru ve Rus konsoloshanesi kâtibinin zevcesinin Suriye’den ayrılması için verdiği izne78 karşı Cemal Paşa, dışarıya yolcu çıkarılmamasının Başkumandanlık Vekâleti’nin emri gereği olduğunu ifade ettiği gibi, verilen izinden yola çıkarak Dâhiliye Nezareti’nin, Başkumandanlık tarafından verilen emirden haberdar olmadığını zannettiğini de ayrıca vurguladı. Cemal Paşa ısrarla bu yasak kalkmadıkça kimsenin denizden ayrılmasına izin vermeyeceğini de sözlerine ekledi. Bu arada Paşa, birbirleri ile çelişen kararlar verilmemesi için alınan kararların zamanında ilgililere tebliğini de Başkumandanlık Vekâleti’nden rica etti79. Yaşanan hadiseler sıkıyönetimin olduğu bir dönemde dahi Osmanlı Nezaretleri arasında bir iletişim eksikliği yaşandığını ortaya çıkarmıştı. Bu eksiklik devletin güvenliğini yakından ilgilendiren hayatî bir meselede dahi koordinasyonsuzluğa, gerginliğe ve zaman kaybına neden olmaktaydı.

23 Aralık 1914 tarihinde Cemal Paşa, dışarıdan öteberi eşya getirmeleri için İtalyan vapurlarının Suriye’ye uğramalarına müsaade etti. “Suriyeli bazı hainlerin İngilizlere casusluk etmelerini önlemek amacıyla hiç kimsenin limanlardan dışarı çıkmamasını tembih” eden Cemal Paşa, Suriye’de fazla İtalyan bulunmadığından, onların idare edilebileceğini düşünüyordu. 10 Ocak 1915 tarihinden itibaren ise İtalya ile birlikte Amerika vapurlarının da Suriye limanlarına uğramalarına müsaade edildi80.

24 Aralık 1914 tarihinde Suriye’den deniz yoluyla ayrılacak yolcular hakkındaki yasak kaldırıldı. Bu kararı da Suriye şartlarına göre uyarlayan Cemal Paşa, düşman devlet tebaasından olup memleketi terk edecekler hakkında önce 28 Aralık 1914 tarihine kadar, daha sonra da 2 Ocak 1915 tarihine kadar süre tanıdı. Bu tarihe kadar düşman devlet vatandaşlarından on sekiz yaşından büyük erkekler dışındaki diğer bütün yolcuların deniz yoluyla ayrılmalarına müsaade edilecekti. Yine düşman devlet tebaasından olan bütün ruhbanlar ve rahibeler memleketten çıkarılacaklardı. Bahsedilen tarihten sonra düşman devletler tebaasından hiç kimse dışarı çıkarılmayacak, sadece İtalyan ve Amerikan konsoloslarının “namus ve iffetlerine dair garanti verdikleri şahısların” ayrılmalarına müsaade edilecekti81.

15 Eylül 1915 tarihinde Başkumandan Vekili Enver Paşa, düşman devletlerin beyanname ile abluka altına aldıklarını ilân ettikleri Osmanlı sahillerine tarafsız devlet harp ve ticaret gemilerinin girmesine izin verilemeyeceğini vurgulayarak buna karşı hareket edenlerin üzerine ateş açılacağını açıkladı82. Doğrudan tehdit altındaki Osmanlı Devleti, bundan böyle düşman devlet gemilerine uyguladığı prosedürü tarafsız devletlere de uygulayacak ve en üst seviyede güvenlik tedbiri almaya çalışacaktı.

Şam’da bulunan Fransız kilise, manastır ve mektepleri Fransa Hükûmeti himayesinde bulunan müesseselere dâhil oldukları halde I. Dünya Savaşı sırasında Fransızlar bu müesseselerde İspanyol, Alman ve Avusturya gibi tarafsız ve müttefik devletlere mensup din adamlarını istihdam etmişlerdi. Dolayısıyla Osmanlı Devleti bu müesseselere ya da din adamlarına karşı bir tedbir almaya kalkıştığında özellikle Almanya ve Avusturya Konsolosları devamlı surette müracaatta bulunarak bu tedbirlerin, bahsedilen müessese ve şahıslar için uygulanmamasını talep ediyorlardı83. Din hizmetleri ve misyonerlik faaliyetleri konusunda İttifak Devletleri ile İtilâf Devletlerinin uzlaşma hatta zaman zaman işbirliği içerisinde hareket ettikleri açıkça anlaşılıyordu. Osmanlı Devleti karşısında müttefiklerinin de bulunduğu ortak bir cephe ile karşı karşıya kaldığından ara bir çözüme giderek düşman devlet tebaasından olmayan rahip ve rahibelerin mektep muallimliği yapmamak kaydıyla kalmalarına müsaade etti84.

Alınmak istenen tedbirler bir yana kriminal vakalar casusluk faaliyetlerinin Şam ve Beyrut eksenli olarak geliştiğini kanıtlamaktaydı. Şam’da kurulan Divân-ı Harb’e sevk edilen zanlıların sayısı diğer bölgelere oranla oldukça fazlaydı85. Casusluğu önlemeye yönelik tedbirler ilk zamanlarda kısmen de olsa işe yarıyordu. Nitekim düşman gemileri tarafından Suriye ve çevresindeki Osmanlı sahillerine çıkarılan casuslar yakalanıyor, yargılanıyor ve cezalandırılıyorlardı86. Ancak 1916 yılı başlarından itibaren bu tedbirler de fayda sağlayamayacaktı.

7. Rusya Üzerinden Casusluk Faaliyetleri

Osmanlı Devleti ile Rusya’nın nüfuz alanlarının kesişmesi taraflar arasında ciddi sorunlara yol açmış, iki devlet arasındaki ilişkilere yüzyıllarca güvensizlik hâkim olmuştu. 20. yüzyılın başlarında uluslararası ilişkilerde yaşanan kutuplaşmalar Osmanlı-Rus münasebetlerinde güvensizliği daha da belirgin hale getirdi. Son tahlilde Rusya topraklarında yaşayan Müslümanlardan, Osmanlı Devleti ise Hristiyan-Ortodokslardan dolayı temkinli ve tedbirli davranmak zorundaydı.

l.Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı haber alma kaynakları, Rusya’ya bağlı Kafkasya Umumi Valiliği’nin faaliyetlerini yakından takip ediyorlardı. 6 Mayıs 1914 tarihinde alınan istihbarata göre Doğu Anadolu’da bulunan Kürtlerden ve Rumlardan bazılarının Kafkasya Umumi Valisi’ne hizmet ettikleri anlaşılmıştı87.

Yine 11 Haziran 1914 tarihinde Osmanlı Devleti’nin Rusya Şehbenderi, Osmanlı-İran sınırının belirlenmesinden sorumlu komisyonda yer alacak olan Rus heyetinde tercüman olarak istihdam edilen Ağapetros’un aynı zamanda casusluk yapacağını, Rusların maiyetinde dolaşarak bilhassa Nasturi ahaliyi devlete karşı kışkırtacağını ve bölgede düzeni bozabileceğini bildirerek uyarıda bulunmuştu. Bu uyarılar doğrultusunda adı geçen şahsın komisyon memurları arasına sokulmaya yeltenmesi halinde hemen Osmanlı topraklarından uzaklaştırılarak Rusya’ya dönmeye mecbur edilmesine ve meselenin yabancı delegelere münasip bir şekilde bildirilmesine karar verildi88. I. Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce yaşanan bu hadiseler, Rusların sadece Ermenilerle değil Osmanlı topraklarındaki Kürt ve Nasturilerle de irtibat halinde olduklarını göstermişti. Osmanlı yöneticileri I. Dünya Savaşı sırasında bu hakikati akıllarından çıkarmamak zorundaydılar.

l.Dünya Savaşı sırasında Rusların Osmanlı topraklarına yönelik casusluk faaliyetleri açısından Kirmanşah önemli bir yere sahiptir. Savaştan önce Bağdat Rusya Konsolosu olan Kirsanof, savaş ilânından sonra Kirmanşah’a giderek casusluk hazırlıklarını buradan yürütmeye başladı. Fakat bu hazırlıklar Osmanlı haber alma kaynaklarının gözünden kaçmadı ve Kirmanşah’da kurularak Bağdat, Kerkük, Süleymaniye taraflarına kadar teşkilatlanan bir casus örgütü ortaya çıkarıldı. Örgüt üyeleri tutuklanarak Bağdat Divân-ı Harbi’ne sevk edildiler89. Bu meselenin ilginç tarafı sözkonusu şahıslar tarafından kurulan casus örgütünün Bağdat İtalyan Konsolosu’nun tavassutuyla teşkil edilmesi ve ele geçirilen bir mektup muhteviyatından konsolosun bu meselede iştirakinin ispat edilmesi idi. Mektup, Bağdat İtalya Konsolosu tarafından Kirsanof’a yazılmış olup Osmanlı Devleti’nin dâhilî, siyasî ve askerî durumu hakkında bilgiler vermekteydi. Bağdat Divân-ı Harbi tarafından yapılan muhakeme neticesinde bu durum tespit edilmiş ve örgüt üyelerinden tüccar Şükrü Aziz Şamas Cercis, kardeşi Selim ve Mardinli Kamil’in idamlarına karar verilmiş ve bu karar padişah tarafından onaylanmıştı. Buna rağmen Sadaret, olayla ilgisi bulunan İtalyan konsolosu hakkında hiç bir işlem yapılmadan ve ona bir şey sezdirilmeden alınan kararın uygulanmasını emretmişti90. Bağdat Valisi Süleyman Nazif Bey, ilk izlenimlere göre İtalya konsolosunun bunu sırf para için yaptığını vurgulayarak “siyasî vaziyetin uygun görülmesi halinde hem vazifesine son verilmesini hem de nezdinde bulunduğu devletin hukukuna tecavüz etmiş olan bu siyasî memurun Divân-ı Harbi Örfî’ye sevkini” talep etti. Süleyman Nazif Bey, konsolosun yaptıklarından dolayı “İtalyanların bile yüzleri kızarmak, kararmak icap eder” şeklindeki sözleri ile konsolosun cezalandırılmayı hak ettiğini anlatmaya çalışmaktaydı91. Bu hadisenin gerçekleştiği sırada henüz İtalya I. Dünya Savaşı’na katılmamıştı. Sadrazam büyük ihtimalle diplomatik bir krize yol açmamak ve İtalya gibi güçlü bir devletle karşı karşıya gelmemek maksadıyla meselenin bu şekilde kapatılmasını tercih etmişti. Ancak olayın gerçek boyutunun anlaşılması yeni tedbirleri gündeme getirdi. Bu arada Süleyman Nazif Bey, İtalyan Konsolosu’nun görevden alınması konusundaki ısrarlarını sürdürüyordu92. Sonunda güç de olsa konsolosun Bağdat’tan kaldırılması sağlanabildi93.

Sarıkamış Harekâtı’nın başarısız olmasından sonra Anadolu’da ilerleyen Rus kuvvetlerine malumat vererek casusluk yaptıkları tespit edilen şahıslar da Divân-ı Harblerde yargılanarak çeşitli cezalara çarptırıldılar94. Karadeniz kıyılarından da Rus gemilerine fenerlerle işaret vermek suretiyle casusluk yaptıkları tespit edilen şahıslar yakalanarak yargılandılar95.

 8. Çanakkale Savaşlarında Casusluk Faaliyetleri

l. Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’de bir cephe açılacağının anlaşılması üzerine Dâhiliye Nazırı Talat Bey 5 Kasım 1914 tarihinde Edirne Vilâyeti’ne ve Gelibolu mutasarrıflığına bir şifre göndererek savaş alanı içerisinde kalacak Rumların iç bölgelere sevk edilmesini istedi96. Çanakkale Savaşları başladığında İtilâf Devletlerinin Boğazlar bölgesini iyi tanıyan Rum ve Ermenileri casus ve kılavuz olarak istihdam ettikleri gözlemlendi. Bunun üzerine hükûmet, savaş bölgesinde bulunan Rumların, düşman devletlere casusluk, yardım ve yataklık yapabilecekleri endişesiyle iç bölgelere sevk ve iskân işlemlerini hızlandırdı97. Önce Gelibolu ve Edirne’de daha sonra Ege, Akdeniz ve Karadeniz sahillerinde bulunan Rumlar, Balıkesir, Bursa ve İzmir’in iç bölgelerine sevk edildiler. Ayrıca Boğazlar çevresinde bulunan gayr-i Müslim ve yabancı tebaanın tamamı ve hatta bu bölgelerde kalmalarında sakınca görülen Müslümanlar dahi iç bölgelere gönderileceklerdi98.

Rumlar iç bölgelere sevk edilirken Enver Paşa, Osmanlı donanmasının güvenliği açısından bir tedbir olmak üzere sahilde ve bilhassa Boğazlar bölgesinde bulunan düşman devlet vatandaşlarının dâhile sevklerinin zarurî olduğunu bildirerek gereğinin yapılmasını istedi99. Bu arada Çanakkale’de bulunan düşman devlet vatandaşlarının büyük bir kısmı İstanbul’a nakledilmişti100. Hâlihazırda İstanbul’daki düşman devlet vatandaşlarının sayısı dört bini aşkındı. Bu sayının daha da artmaması ve güvenlik tehlikesine yol açmaması için İstanbul’a sevk edilen düşman devlet vatandaşları peyderpey iç bölgelere gönderildiler101.

Düşman devletlere ait diplomatik temsilciliklerin kapatılması kapsamında Çanakkale’deki düşman devlet konsoloslukları kapatılmış, hatta burada bulunan Rus Konsolosu Osmanlı ordusu hakkındaki gizli bilgilere ulaştığı gerekçesiyle Divân-ı Harb’e verilmişti. Bütün bu tedbirler savaş ortamında olağan sayılırdı. Olağandışı görünen 11 Aralık 1914 tarihinde Enver Paşa’nın Çanakkale’de bulunan Almanya ve Avusturya konsolosluklarının kapatıldığını bildirerek 15 Aralık 1914 tarihinde Amerika Konsolosluğu’nun kapatılmasını istemesiydi102. Dost ve müttefik devletlerin konsolosluklarını kapatmaları henüz tarafsız Amerika’nın tepkilerini engellemek maksadıyla alınan önleyici bir tedbir olsa gerektir.

Çanakkale Savaşları sırasında alınan tedbirlerin ne kadar mantıklı olduğu zamanla daha iyi anlaşıldı. Savaş esnasında bazı deniz taşıtlarının, Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Marmara’ya girmeyi başaran düşman denizaltılarına levazım verdikleri tespit edildi. Bu nedenle Başkumandanlık Vekâleti, Marmara Denizi dâhilinde seyredecek bütün buharlı ve yelkenli gemilerle mavna ve sandal gibi bütün taşıtların hareket edecekleri iskelelerin en büyük mülkî ve askerî yetkilisinden bir vesika almalarını şart koştu. Aksi takdirde savaş gemileri, karşılaşacakları vesikasız vapurları en yakın limana çekecekler ve süvarileri tutuklayacaklardı103. Bu talimatın bir kaç gün ardından Erdek civarında Rum Ayayani Manastırı’ndan ayrılan bir kayığın bir düşman denizaltısına yanaştığının Erdek Jandarma Kumandanlığı tarafından bildirilmesi104, Ganos, Hora ve Uçmakdere sahillerinden de düşman denizaltılarına fenerlerle parola verildiğinin105 rapor edilmesi üzerine güvenlik tedbirleri daha da artırıldı. Dâhiliye Nezareti özellikle denize nazır mahallerde casusluk yapabilecek şahıslarla106 gözetlemeye müsait manastır ya da kiliseleri takibe aldı107.

5 Haziran 1915 tarihinde Dâhiliye Nezareti denizaltılara yardım ettikleri ve Osmanlı kuvvetlerinin sevkiyatını engelleyebilecekleri düşüncesiyle başta İmralı ve Marmara adaları olmak üzere tüm Marmara adaları ahalisinin iç bölgelere sevkine karar verdi108.

9. Yunanistan Üzerinden Casusluk Faaliyetleri

Yunanistan I. Dünya Savaşı’na girmeden önce de casusluk faaliyetleri ile Osmanlı makamlarının dikkatini çekmişti. 1914 yılı Nisan ayı ortalarında Mersin’de yirmi kişiden oluşan ve hemen hemen tamamı memur olan gizli bir cemiyet keşfedilmiş, ondan önce de yine Mersin’de mevcut askerî kuvvetlerin miktarını içeren bir takım evrak Yunanistan’a gönderilmek üzere iken bir gayr-i Müslim vatandaşın elinde yakalanmıştı109. Yine 3 Ağustos 1914 tarihinde Dâhiliye Nezareti, “hâl ve hareketleri daima şüpheli olup cidden casusluk vesaire gibi fiiller yapma ihtimalleri olan ve memlekette bulunmaları daima mahzurlu görülen Yunan vatandaşlarının ya da Osmanlı Rumlarının” isim ve hüviyetlerini gösteren bir defter hazırlanmasını istedi. Hazırlanacak defterler doğrultusunda bu şahıslar hakkında gerekli muamele yapılacaktı110.

Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’na katıldığı andan itibaren, Yunanistan vatandaşlarının gerek kendi ülkeleri adına ve gerekse başta İngiltere olmak üzere İtilâf Devletleri111 menfaatleri doğrultusunda casusluk yapma ihtimalini her zaman göz önünde bulundurmak zorundaydı112.

Yunanistan’ın I. Dünya Savaşı’na katılmasından önce Osmanlı Devleti, diplomatik bir krize yol açmamak adına bu ülke üzerinden düşmana casusluk yapabileceklerinden şüphe duyulan bazı şahısların, memleket dâhiline girmelerini önlemeye çalıştı113.

Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na katılacağını hisseden İtilâf Devletleri 1914 yılı Eylül ve Ekim aylarından itibaren Ege Denizi’nde Yunanistan’ın elinde bulunan adalara yerleşerek Osmanlı Devleti’ni denetim altında tutmaya çalıştılar. Bu arada gerek Yunanistan gerekse Osmanlı topraklarında İtilâf Devletlerinin emellerine hizmet edecek ve Osmanlı Devleti’nin aldığı güvenlik tedbirlerini etkisiz hale getirecek casusluk teşkilatları kuruldu. Osmanlı topraklarında Batı Anadolu, Akdeniz, Marmara ve Karadeniz kıyılarında bulunan Rumların bu teşkilatlara meylettikleri gözlemlenmekteydi. Ahali içerisinde başta bakkal, makinist, kondüktör ve işçiler olmak üzere bazı Rumlar, Osmanlı kuvvetlerinin harekâtını İtilâf Devletlerine iletiyorlar, onlara yardım ve yataklık yapıyorlardı. İtilâf Devletlerinin casus ağı içerisinde İzmir önemli bir yer işgal etmekteydi. Öyle ki, Limon Von Sanders, casus yatağı olmasından dolayı Enver Paşa’nın Urla’daki Rumları tahliye etmeyi düşündüğünü, Yunanlı yazar Georgios Nacracas da Urla’ya bağlı Gülbahçe köyünde Rumların 2,500 kişiyi bulan geniş bir casusluk ağı kurduklarını ifade etmektedir. Akdeniz sahillerinde Muğla, Antalya, Mersin, Adana, İskenderun ve Karadeniz sahillerinde bazı Rumların İtilâf Devletleri yararına faaliyette bulundukları tespit edilmişti. Yine Heybeliada Rum Ticaret Mektebinde casuslukta kullanılan telsiz ve telgraf aletleri ele geçirilirken, Şile’de Rumların Boğazları bombardımana tutan Ruslara yardım ettikleri anlaşılmıştı114.

Ayvalık Rumlarının da İtilâf Devletlerine bilgi verdikleri biliniyordu. 5 Aralık 1915 tarihinde Çanakkale Savaşları devam ederken nüfusu tamamen Rum olan Ayvalık Cunda Adası (Ali Bey) ahalisi isyan çıkarmış ve Midilli’den gelen Rumlarla birleşerek Osmanlı askerlerine saldırmış, Osmanlı askerlerinin çekilmesinden sonra resmî binaları tahrip etmişler neticede 305 Rum hane Midilli’ye kaçmıştı115.

Savaşın ilk yıllarında Yunan yetkililerden aldıkları talimatlar doğrultusunda Osmanlı Devleti’nin iç işleri ve askerî durumu hakkında Yunan Hükûmeti’ne malumat verdikleri tespit edilen Rumlar, Osmanlı Divân-ı Harpleri tarafından cezalandırıldılar116.

Zaman zaman devlet hassasiyetinin ağır bastığını, şüpheli ancak haklarında tam delil bulunamayan Rumların da yurt içerisinde muayyen bölgelere gönderilerek gözetim altında tutulduklarını söylemekte sakınca yoktur. Bu tür kararların Yunanistan’da kötü bir tesire neden olduğunun altını çizen Yunanistan Elçiliği, yaşanan hadiseler hakkında gayr-i resmî şikâyette bulunmuştu117. Venizelos bizzat Yunanistan Elçiliği’ne bir telgraf göndererek bu tür hadiselere maruz kalan Rumların kendilerini fazlasıyla meşgul ettiğini, işi gücüyle meşgul olan Rumlara insanî ilkeler doğrultusunda muamele yapılması gerektiğini, aksi takdirde yaşananların Yunanistan’da ciddi bir galeyana neden olabileceğini bildirmiş ve bu düşüncelerinin Talat Bey’e iletilmesini istemişti118.

Malum olduğu üzere Bulgaristan’ın I. Dünya Savaşı’na katılması Osmanlı Devleti ile Almanya arasında doğrudan ulaşıma olanak sağlamıştı. Bundan rahatsız olan İngilizlerin, Sofya ile İstanbul arasındaki demiryolu hattını ve vagonları tahrip ettirmek üzere Atina’da Karamanlı Rum muhacirlerinden ve Ermenilerden çeteler kurmaya çalıştıkları istihbar alındı. Atina’daki Bulgaristan Elçisi, İngilizlerin bu çetecileri bir savaş gemisi ile İnös (Enez)-Dedeağaç yahut Kavala civarına çıkarmayı plânladıklarını haber almıştı. Bu ve benzeri istihbarat, Osmanlı sınır güvenlik birimlerinin alarm seviyesini bir üst düzeye çıkarmalarına yol açmaktaydı119.

10. Osmanlı Devleti ile Bulgaristan Arasında İstihbarat Paylaşımı

İtilâf Devletleri, I. Dünya Savaşı’nda henüz tarafsız olduğu dönemlerde Bulgaristan üzerinden Osmanlı topraklarında casusluk eylemleri yapmayı hedeflemişlerdir120. İttifak Devletleri saflarına katılmasından itibaren Bulgaristan ile Osmanlı Devleti’nin elde ettikleri bilgileri birbirleriyle paylaştıklarına dair verilere ulaşmak mümkündür. I. Dünya Savaşı’na katılmasının ardından Bulgaristan’ın Selanik’te bulunan konsolosu Dışişleri Bakanlığı’na bir rapor sunarak Baalbekli Arab Tevfik ve Davidian adlı bir Ermeni’nin riyaseti altında beş altı kişiden mürekkep bir Ermeni çetesinin Edirne civarında Maraş köprüsüyle Uzunköprü ve diğer bazı köprüleri tahrip etmek maksadıyla harekete geçtiklerini bildirmişti. Bulgarlar bu bilgiyi Osmanlı Devleti’nin Karaağaç Mutasarrıfı’na ilettiler121. Karargâh-ı Umumî İstihbarat Şubesi Müdürü’nün emriyle Erkân-ı Harbiye Binbaşısı Ali Seydi Bey’in Selanik’teki Osmanlı Şehbenderi ile temasa geçmesi neticesinde söz konusu teşebbüs hakkında bilgi ve belgeler elde edilmiş ve olayın ciddiyeti anlaşılmıştı122. Elde edilen bilgi ve belgeler incelendiğinde Arap Tevfik’in İngilizlere casusluk ettiği ve bunun daha önce İstanbul’a bildirildiği ortaya çıkmıştı. Söz konusu belgeler arasında Arap Tevfik’in Dedeağaç İngiliz Başkonsolosu Morgan ile yaptığı yazışmalar ile birlikte yaptığı masrafları gösteren bir hesap pusulası bulunmaktaydı123. Savaşın ilerleyen dönemlerinde istihbarat paylaşımı artarak devam etti.

Sofya Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti elde ettiği bazı delil ve emarelerden yola çıkarak 27 Kasım 1915 tarihli trenle Sofya’dan İstanbul’a hareket eden ve Osmanlı pasaportu taşıyan Mina Salamoviç adlı kadının Rus casusu olabileceğini Osmanlı Şehbenderi’ne ihbar etti ve bu sayede gerekli tedbirler alınabildi124.

Bulgaristan Hükûmet kaynakları, Osmanlı kara ve deniz kuvvetlerinin harekâtıyla, istihkâmlarının vaziyetini Ruslara ihbar etmek üzere kurulan bir teşkilatı da deşifre ettiler. Yapılan tahkikat neticesinde adı geçen teşkilat üyeleri derhâl yakalanarak Divân-ı Harb’e verildi. Üyeler üzerinde İstanbul Boğazı ile Varna ve Burgaz limanlarındaki müstahkem mevkilere ait plânlar ele geçirilmişti. Ele geçirilen telgraflardan bu teşkilatın İstanbul’la irtibatını Beyoğlu’ndan Epistrofi? adlı bir şahsın sağladığından şüphe ediliyordu125. Zamanında yapılan uyarılarla bu tür hadiseler asgari seviyeye indirilebildi.

11. Osmanlı Vatandaşlarının Casusluk Faaliyetlerine Karşı Uygulamalar

Osmanlı Hükûmeti’nin, I. Dünya Savaşı’nın ilk günlerinden itibaren düşman devletlerle ve gizli komitelerle temasa geçebilecekleri düşüncesiyle kamuda görev yapan şahıslara, bilhassa şüphe duyulan gayr-i Müslim vatandaşlara karşı son derece ihtiyatlı yaklaştığı dikkatlerden kaçmamaktadır126.

Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, konsoloshanelerde tercümanlık vs. yapan gayr-i Müslimler yakından takip ediliyor, bunlardan casusluk yaptıkları belirlenenler derhâl Divân-ı Harbe veriliyorlardı127. Silâhlı olarak düşman kuvvetlerine katılarak kılavuzluk ve casusluk yapan gayr-i Müslimler de tespit edildiklerinde ağır cezalara çarptırılıyorlardı128. Orduda istihdam edilen gayr-i Müslimlerin işledikleri başlıca suçlar arasında askerî sırları ifşa etmek dikkat çekiyordu129. Ermeni komitelerine casusluk yapmak üzereyken yakalanan casuslar tedirginliği daha da artırıyordu130. I. Dünya Savaşı başladığında bu ve benzeri vakalar öngörülerek gayr-i Müslimlerin amele taburlarına sevk edilmeleri kararlaştırılmıştı. II. Meşrutiyetle birlikte mecburi askerliğe tabi tutulan gayr-i Müslimlerin I. Dünya Savaşı başladığında cepheye sevklerinde mahzur görüldüğünden Osmanlı Devleti gayr-i Müslimleri geri hizmetlerde kullanmaya karar vermiş bu maksatla yol, tarım, maden, inşaat ve fabrikalarla tren hatlarının yapım ve bakımı gibi işlerle meşgul olmak üzere amele taburları kurulmuştu131. Zürcher, amele taburlarını daha çok Ermeni meselesi özelinde ele alarak bu taburlarda yaşanan kayıpların Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu askerî, siyasî, ekonomik ve sosyal şartlar dikkate alınarak değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekmektedir132.

1915 yılı ortalarından itibaren casusluk faaliyetleri Osmanlı Devleti’nin hem iç hem de dış güvenliğini tehdit eder bir boyuta ulaşmıştı. Savaş öncesinde yaşanan sorunlardan dolayı Ermenilerin yaptıkları yazışmalar yakın takibe alındı. Takibat neticesinde bazı Ermenilerin yurtdışı ile yaptıkları yazışmalarında; “bizim damat gidecektir”, “enişte Aragil Efendi’nin yanına hizmetkâr tâyin olundu” gibi şifreli cümlelerle dışarıya çeşitli bilgiler aktardıkları tespit edildi. Bundan dolayı Ermeni Patrikhanesi’nin yurt dışı ile yaptığı yazışmalar da mercek altına alındı. I. Dünya Savaşı nedeniyle Osmanlı Devleti’nin Rusya ile ilişkileri kesildiğinden, İstanbul Ermeni Patrikhanesi henüz tarafsız olan İtalya’nın İstanbul Elçiliği aracılığıyla Eçmiyazin (Erivan) Katagigosluğu ile muhaberede bulunuyordu. Emniyet istihbarat şubesi haklı olarak, ülkenin askerî durumu dâhil muhtelif konuları içeren bu yazışmaların Osmanlı Devleti ile savaş halinde olan Rusya’ya iletilebileceği endişesini taşımaktaydı. Bundan dolayı yapılan yazışmaların kontrolü için gerekli önlemlerin alınması yetkililere tebliğ edildi133.

Düşman devletlerin, gerek Osmanlı topraklarını iyi tanımaları ve gerekse yabancı dil bilmelerinden dolayı casusluk faaliyetlerinde yoğun olarak Ermenilerden yararlanmaları askerî ve mülkî yetkililerin dikkatini çekmekteydi. Sevk ve İskân Kanunu’nun 2. maddesinde askerî yetkililere, “casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri” köy ve kasabaların ahalisini tek veya toplu olarak diğer mahallere sevk ve iskân ettirebilme yetkisi verilmesinin temel sebebi de bu olsa gerektir.

Beklenenin aksine Sevk ve İskan Kanunu da casusluk faaliyetlerini önleyemedi. 15 Aralık 1915 tarihli irâde ile Osmanlı topraklarının bir kısmını hükûmet idaresinden çıkararak bağımsız bir Ermenistan teşkili amacıyla gizlice kurulan bir komisyon azasından oldukları, silâh tedarik ederek ahaliye dağıttıkları, askerleri firara teşvik ettikleri, firarilere himaye sağladıkları ve onları şekâvete sevk ettikleri mahkeme kararı ile sabit olan 15 Ermeni vatandaşının idamlarına, 4 Ermeni vatandaşının ise 15’er sene küreğe konulmalarına karar verilmişti134.

Hükûmet yalnız tecziye yoluyla suçla mücadele etmiyordu. Önceden haber alınması halinde şüpheli olup farklı mekânlara giderek sorun çıkarmak isteyen şahısların seyahatlerine de engel olunuyordu135.

Osmanlı makamları düşman devletlere tabi olup şüphe duyulan din adamlarının da I. Dünya Savaşı’nda casusluk faaliyetlerine katılma ihtimallerini de göz önünde bulundurmuş, din adamlarının yazışmaları denetim altında tutulmuştur136.

Divân-ı Harb kararıyla idam cezasına çarptırılıp haklarında kesin delil bulunamayan ancak şüpheli hâlleri görülen şahıslar hakkındaki kararlar ise hafifletilmekteydi137.

Savaş döneminde Osmanlı makamları Müslüman-gayr-i Müslim ayrımı yapmaksızın casusluk yaptıklarından şüphe duyulan şahıslar hakkında gerekli muameleleri yapmaya gayret ediyorlardı. Başkent İstanbul138 dışında casusluk faaliyetlerinin yoğun olarak yürütüldüğü bölgeler çalışmamızda izah etmeye çalıştığımız üzere askerî harekât bölgeleri, cepheler ya da cephelere yakın olan mıntıkalardı. Bu manada Irak, Kafkasya, Çanakkale, İzmir ve bilhassa Suriye adeta casus yatağı haline gelmişti. Sonradan Arap dünyasının büyük bir kısmını Osmanlı Devleti karşı karşıya getirecek olan olayların hazırlık ya da provalarının Suriye ve çevresinde gerçekleştirildiği gayet net bir şekilde anlaşılmaktadır.

Sonuç

19. yüzyıldan itibaren çevresel koşullardan kolaylıkla etkilenen Osmanlı Devleti’nde mutlakıyetten meşrutiyete geçiş süreci temel yapı taşlarının yerinden oynamasına ve iç dinamiklerde çok yönlü bir hareketlenmeye neden oldu. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin klasik güvenlik stratejisinin yeniden yapılandırılmasını ve önleyici güvenlik tedbirlerinin artırılmasını gerektirmekteydi. Trablusgarp ve Balkanlarda maruz kaldığı saldırılar ve I. Dünya Savaşı öncesinde yaşanan siyasî gelişmeler karşısında Osmanlı yöneticileri güvenlik alanında da yeni arayışlar içerisine girdiler. Güvenlik algısında yaşanan değişimin doğal bir neticesi olmak üzere I. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında önleyici tedbirler alındı.

Süreç içerisinde İttifak Devletleri saflarında I. Dünya Savaşı’na katılan Osmanlı Devleti savaş ilân ettiği İtilâf Devletleri ile köprüleri atmış, yıllarca kendini bağlayan zincirlerden kurtulabilmişti. Ancak devlet hâlâ hassas ve kırılgan bir içyapıya sahipti. Savaş devam ettiği sürece içeride eşgüdüm sağlanmalı, izlenecek güvenlik stratejisinde hata ya da sapma meydana gelmemeliydi. Zaten hassas ve kırılgan olan dengelerin casuslar aracılığıyla bozulması devleti telafisi mümkün olmayan sorun ya da durumlarla karşı karşıya bırakabilirdi.

Devlet casuslukta kullanılabilecekleri düşüncesiyle posta güvercinlerini itlaf ettirecek dereceye varan bir güvenlik paranoyasına kapılmıştı ki, tarihi perspektiften bakıldığında bu algı biçiminin yadırganacak bir tarafı da yoktu. Savaş mefhumunun ne anlama geldiğini bilen hatta bilmeyen her yönetici, tüm aygıt ve donanımlarıyla devletin sürekli teyakkuz halinde ve tetikte beklemek zorunda olduğunun farkındaydı.

Profesyonel istihbarat alanında yeterli tecrübeye sahip olmayan Osmanlı yöneticileri ve bürokratları I. Dünya Savaşı’nın ilk dönemlerinden itibaren öncelikle kanunî düzenlemelerle casusluğu önleyici tedbirler almaya çalıştılar. Osmanlı haber alma kaynakları, düşman devletlerle işbirliği yapabilecek ya da onlara hizmet edebilecek potansiyele sahip gurup ve şahısları takibe aldılar. Objektif bir yaklaşımla daha çok Osmanlı topraklarında yaşayan düşman devlet vatandaşlarına ve gayr-i Müslimlere karşı önleyici tedbirler alındığını söyleyebiliriz ki, savaş ortamında bu durumun gayet normal karşılanması gerekir. Son tahlilde düşman devlet vatandaşlarıyla gayr-i Müslimlerin stratejik önemi haiz bölgelerden ve savaş sahalarından alınarak yurt içinde güvenli olduğu düşünülen bölgelere sevk edilmeleri kararlaştırıldı. Bu gelişmelerle eşzamanlı olarak imkânlar seferber edilerek casusluk teşebbüsleri ile mücadeleye başlandı. Elbette bu noktada seferberlik ve olağanüstü hâl ilân edilmiş olması avantaj sağlayabilirdi ancak sahada yapılacak hatalar ya da atılacak yanlış adımlar hem güvenlik hem de savaş stratejisinde tartışmalara yol açacak sapmalara neden olabilirdi. I. Dünya Savaşı esnasında önleyici tedbirler kapsamında çıkarılan Sevk ve İskân Kanunu’nun yüzyıla yakın bir süredir tartışılagelmesinin nedenlerinden bir tanesi de bu olsa gerektir.

Abdurrahman Bozkurt

Yrd. Doç. Dr.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi,

e-mail: [email protected]

http://dergiler.ankara.edu.tr/

Dip notlar ve kaynakça yazının aslında dosya(pdf) halinde sunulmuştur: 20607 Casusluk faaliyetleri

 

Düzenleyen: Yılmaz Karahan

Paylaş:

Yorumlar

“891) I. Dünya Savaşı Başlarında Osmanlı Devleti’nde Casusluk Faaliyetleri ve Güvenlik Algısı (1914-1915)” yazisina 1 Yorum yapilmis

  1. SAMET ACAROĞLU yorum tarihi 20 Kasım, 2015 15:19

    SELAMLAR YILMAZ BEY,TARİHİ ÇALIŞMALIRINIZI TAKDİR EDİYORUM.

Yorum yap