749) “Musa Dağı’nda 40 Gün” Romanın Yazarı Ermeni Yalanlarına İnandığı İçin Utanç İçindeymiş!
Yayin Tarihi 23 Şubat, 2015
Kategori ERMENİ SORUNU, KATEGORİLENMEMİŞ
Musa Dağı’nda 40 Gün
Musa Dağı, Hatay İli’nin Samandağ İlçesi’nin kuzeyindedir. 1 000 m. yükseklikteki sarp kayalık arazi yapısı yürümeyi ve hareket etmeyi engelleyen sık çalılıklarla kaplıdır.
Hatay/ Samandağı’nın Genel Konumu
Musa Dağı
Birinci Dünya Savaşı sırasında, İtilâf Devletleri’nin İskenderun bölgesine bir çıkarma yapacağı sözleri etrafa yayılmıştı.
Bunun üzerine Samandağı’ na bağlı yedi köyde bulunan Ermeniler, bölgedeki komiteciler, kilise papazları, öğretmenler ile İngiliz ve Fransızların kışkırtmasıyla ayaklandılar..
Ermeniler nasihatlere kulak asmayıp bir de silâhla karşılık verince, İtilâf Devletleri’ne karşı bölgeyi emniyete almak isteyen Osmanlı Hükûmeti, yedi günlük bir süre vererek Ermenilerin bölgeyi terk etmelerini istedi.
Ancak, bu karara itibar etmeyen 5 000 civarındaki Ermeni, silâhları, bombaları, cephaneleri, erzak ve hayvan sürüleriyle Hatay’ın Samandağı (Süveydiye) kasabası (günümüzde ilçe) yakınlarındaki Musa Dağı’na çıktılar.
İsyancılar, İskenderun yakınlarındaki Fransız ve İngiliz gemilerine haberciler göndererek birlikte saldırıya geçmeyi teklif ettiler.
Olay üzerine, 41 nci Fırka (Tümen)‘dan iki Alay ve bir Cebel (Dağ) Takımı bölgeye sevk edildi.
Etrafı saran Türk kuvvetleri, 12 Ağustos 1915’te, Ermenilerin saklandıkları Damlat’a hareket ettiler. Ancak, erzakları tükenen ve düşmanlarla anlaşan 5 000 civarındaki Ermeni, geceleyin Fransız gemileri Victor Hugo, Henri Quatre ve bazı İngiliz gemileriyle Mısır’ın Port Said limanına kaçırıldılar.
Musa Dağı’na Çıkan Silâhlı Ermeniler
Birinci Dünya Savaşı’nda çıkan bu olayı, o zaman Halep Valisi olan General Fahrettin Türkkan şöyle anlatır:
“Birinci Dünya Harbi sırasında İtilaf devletlerinin İskenderun Bölgesi kıyılarına bir çıkarma yapacağı sözleri etrafa yayılınca Samandağ Bucağına bağlı yedi Ermeni köyü halkı, hükümete olan vergi borçlarını ödememişler, ordunun ihtiyacı için gereken yardımı yapmamışlar ve isyan etmişlerdir.
Bu isyanın hemen bastırılması için askeri kuvvetlere ihtiyaç duyulmuş; bunun üzerine bir Jandarma Alayı olay bölgesine gönderilmiştir.
Daha sonra da 4 ncü Ordu Komutanlığı tarafından bu bölgelerde yaşayan Ermenilerin başka yerlere göç ettirilmesi Başkomutanlığa önerilmiştir. Başkomutanlıktan alınan yetkiye göre asilere göç için yedi günlük süre verilmiş, fakat asiler bu sürenin sonunda göç etmeyerek Musa Dağı’na çıkmışlardır.
Hükümet emirlerine uymaları için asilere memurlar gönderilmişse de Ermeniler, bunları dinlememiş ve silâhla karşı koymuşlardır. Başka bir çıkar yol bulamayan bölge komutanı Albay Galip, Jandarma Alayı ile Musa Dağı’ndan inen yolları kontrol altına aldırmış ve bizzat kendisi Musa Dağı’na çıkarak son bir defa daha isyancılarla konuşmak istemişse de dağ üzerinde hiçbir kimsenin kalmadığını görmüştür.
Yapılan incelemede Ermenilerin denize doğru uzanan bir yamaçtan Akdeniz’e indikleri anlaşılmıştır. İzleri takip ederek deniz kıyısına kadar inen Albay Galip burada 20-30 kadar hayvan ölüsüyle karşılaşmıştır.
Yapılan araştırmada İskenderun kıyılarını gözetleyen bir Fransız harp gemisinin, Musa Dağı’ ndan verilen işaret üzerine kıyıya bir sandal göndererek buradaki Ermeni çete başlarını ve diğer isyancıları gemiye taşıdıkları anlaşılmıştır.
Daha sonra Musa dağında yapılan araştırmalarda hiçbir insan cesedine rastlanmadığı gibi; yaralı veya hasta bir kimse de bulunamamıştır.”
Ermenileri Musa Dağı’ndan Taşıyan Fransız Gemisi
Ermenilerin Gemiye Çıkışları
Musa Dağı olayı kısaca böyledir.
Fransızlar Birinci Dünya Savaşı’nda İskenderun bölgesiyle Halep ve Hatay vilayetlerinin Akdeniz’ e en önemli giriş ve çıkış kapısı olarak gördükleri Samandağ bölgesine önem vermişler; hatta bu bölgeye karşı çıkarma harekâtı yapma olanaklarını araştırmışlardır.
Bu amaçladır ki, Fransızlar, İskenderun Şehrini 6 defa bombalamışlar; bölgenin Hıristiyan halkını ayaklandırarak Osmanlı hükümetini güç bir durumda bırakmak istemişlerdir. Ancak, savaşın sonuna kadar böyle bir girişimi uygulamaya cesaret ve fırsat bulamamışlardır.
4 ncü Ordu Komutanlığı’nın Başkomutanlığa gönderdiği 14 Eylül 1915 tarihli raporun bir bölümü şöyledir:
“ Antakya İlçesi’nden uzaklaştırılacak Ermeniler, Süveydiye (Samandağ)’nin kuzeyindeki dağlarda toplanarak hükümete karşı koymaya karar vermişlerdir. Bunlardan bir- iki kişi sahilden kayıkla düşman gemilerine kaçmışlardır. İhtimal ki, bunların daveti üzerine Süveydiye bölgesinde düşmanlarımızın Victor Hugo ve Dördüncü Hanri harp gemileriyle isimleri anlaşılmayan diğer üç gemisi toplanmıştır. İsyana karşı 41 nci Tümen’in iki Alayı ile bir Dağ Topçu Takımı gönderilmişti. Fransız harp gemilerinin Kabaklı civarında kıtaların ordugâhını bombardıman etmeleri sırasında asker ve halktan sekiz kişi ölmüş, iki kişi yaralanmış, 20 hayvan ölmüş veya yaralanmıştır, Kabaklı Köyü tahrip edilmiştir.”
22 Eylül 1915 tarihli Fransız bildirisi şöyledir:
“Fransız kruvazörleri Antiyuh Limanı’nın kuzeyinde, Musa Dağı’nda bulunan ve Temmuz 1915 sonlarından beri direndikleri halde artık mühimmat ve yiyecek maddeleri kalmamış olan 5 000 Ermeni muhacirini alarak Port Said’e taşımışlardır.”
Amerika’da yayınlanan Avutlovk Gazetesi’nin 1 Aralık 1915 tarihli sayısında Zeytun ve Musa Dağı olayları hakkında Papaz Dikran Andersyan özetle şunları yazıyor:
“…Antakya Valisi, Musa Dağı bölgesinde bulunan altı köy halkının başka bölgelere gönderilmek üzere hazır olmalarını bildirdi. Biz durumu sabaha kadar konuştuk. Paytiya Protestan Kilisesi’nin Rahibi Horuton Nuhutyan, hükümetin emrine uymayı ve durumun yakında düzeleceğini söyledi. Onun köyünden 60 aile göç ettirildiler. Biz, Musa Dağı’nın yüksek tepelerine yiyeceğimizi ve götürülmesi mümkün olan her şeyi götürerek karşı koymaya karar verdik.
Bütün koyun ve keçi sürülerini ve savunma için gerekli silâhları taşıdık. Elimizde 120 adet son model tüfek, av tüfekleri, eski filintalar ve süvari tüfekleri vardı. Biz savaşırken Çanakkale önünde bulunan Türk kuvvetlerinin ezileceği ve bu suretle bütün memleketin kurtulacağını umuyorduk. Mevcudumuz 5 000 kişi kadardı. Dağda savunma için siperler yapmaya başladık. Bir savunma komitesi kurduk; dağın geçitleri tutuldu.
Hükümetin davet önerisi, 13 Temmuz 1915’te bize bildirildi. Kabul edilmemesi üzerine 21 Temmuz 1915’te Türk taarruzu başladı. Türklerin top da kullanarak yaptıkları taarruzları kırdık. Onları dağa çıkarmadık. Biz sayıca onlardan fazlaydık. Bir gece hücumu yaptık. Türkler geri çekildi, 200’den fazla Türk askeri öldürüldü ve bazı ganimetler de alındı. Yiyeceğimiz azalıyordu. Bu nedenle de denizden kaçmayı düşünmeye başladık.
Halep’teki Amerikan Konsolosu Mr. Jakson’a bizi denizden kaçırması için ricacı gönderdik. Bu şahıs kimseyi bulamadan geri döndü.
İskenderun’a gönderdiğimiz haberi daha sonra üç nüsha yazdık. Civara nöbetçiler koyarak İtilâf Devletleri harp gemilerini gözetlettirdik.
…Günler geçti, denizde hiçbir gemi görülmedi. Bunun üzerine büyük bir bez diktirerek üzerine ‘Hıristiyanları felâketten kurtarınız. İmdat !’ kelimelerini yazdırdım. Bu bezi kıyıda bir yere dikerek bir nöbetçinin muhafazasına verdim.
Türkler taarruzlarını durdurmuşlar, bize teslim olmamızı öneriyorlardı. Savunmaya geçtiğimizin 53 ncü günü Goşin adında dört bacalı Fransız harp gemisi bizi görmüş; gemi komutanının isteği üzerine durumu anlattık. Çok geçmeden Amiral Gemisi Jandark Kruvazörü ile birkaç harp gemisi ufukta göründü. Bütün eşyalarımızla gemiye geçtik. Sonra bir İngiliz Kruvazörü de geldi ve biz dört Fransız ve bir İngiliz harp gemisiyle gayet rahat olarak 14 Eylül 1915’te Port Said’e geldik.”
Belgeler, Fransızların, 1914 yılından itibaren, Ermeniler’e tarihte Kilikya ( Antik dönemde, günümüzdeki Çukurova ile Mersin arasındaki kıyı bölgesi ile bunların arkasında kalan Toros Dağları’nın güney etekleri arasında kalan bölgeye Kilikya adı verilirdi. Coğrafi bir bölgenin adıydı. Ermenilerle ilgisi yoktur. Ancak, Ermeniler, 11 nci yüzyılın sonlarında, bu bölgede 300 yıla yakın hakimiyet süren küçük bir krallık kurmuşlardı. ) olarak tanınan bölgede bir devlet kurmak için söz verdikleri ve onlarla sıkı bir işbirliği içine girdiğini göstermektedir.
Fransa’nın Ortaelçisi Defrance’tan Fransa Dışişleri Bakanı Delcasse’ye gönderdiği raporda şunları yazılı:
“…Ermeni savaşçılar 40 gün Türklere karşı direnmişlerdir. …Şefleri akıllı ve enerjik biridir. General Maxwell kabul ettikten sonra onu Intelligance Office askerlerine emanet etmiş; bunlar İskenderun bölgesinde Asi Irmağı’nın ağzıyla Toprakkale arasında yapılacak bir çıkarma operasyonundan bahsetmişler. Bahçe Tüneli’ni havaya uçurarak Halep ile Adana arasındaki bağlantıyı kesmeyi, bu bölgedeki elektrik fabrikalarını imha etmeyi hedeflediklerini bildirdiler.”
Mısır’da yayınlanan Egyptian Gazette’si 21 Ekim 1915’te, Musa Dağı’ndan çekilenlerden birinin ifadesine yer verdi:
“…Tepenin eteğindeki köylerimizi savunmanın imkânsız olduğunu düşünerek alabildiğimiz kadar yiyecek ve malzeme ile üç saat mesafedeki Musa Dağı’nın Damlacık denilen tepelerine çekildik. Altı Ermeni köyü olarak toplam 5 000 kişi idik. Hayatta kalanlar 4 yaşın altındaki bebek ve çocuklar 413, 4-14 yaş arası kızlar 505, 4-14 yaş arası oğlanlar 606, 14 yaş üstü kadınlar 1 449, 14 yaş ve üzeri erkekler 1 076 olmak üzere toplam 4 049 kişidir.”
Port- Said’deki Ermeni Çocukları
Sadece Fransızların değil, İngilizlerin de Ermeniler ile yakın temasa geçerek onları ayaklandırmaya çalıştıkları belgelerle ortadadır.
Nitekim 12 Kasım 1914 günü İngiltere’nin Kahire’deki diplomatik temsilcisi M. Chcetham, Dışişleri Bakanı’na gönderdiği telgrafta özet olarak şunları yazmıştır:
“Boghos Nubar Paşa, Türkiye ile reformlar konusunda anlaşmak için pek umudu kalmayan Kilikya Ermenileri’nin, Adana, Mersin ve İskenderun’a yapılacak bir çıkarmada Müttefiklerin safında gönüllü olarak yer alabileceklerini; bölgenin dağlık kısımlarındaki Ermenilerin de silâh ve cephane ile donatılırsa Türklere karşı isyan edebileceklerini, ifade ediyor.”
İngilizler bu bağlamda, İskenderun Körfezi’ne küçük bir birlik çıkarmış, yapılan top atışında bazı köyler isabet almış, birkaç sivil vatandaşımız hayatı kaybetmiştir.
Suriye Ordusu Komutanı Cemal Paşa, bu durumu protesto etmiş, tekrarı halinde mukabelede bulunulacağını bildirmiştir.
Fransız arşiv belgelerinde, Fransa’nın Port Said istihbaratı ve Mısır Ortaelçiliği ile Fransa Dışişleri Bakanlığı arasında, Eylül 1915 tarihlerinden itibaren 1916 Kasımına kadar, Musa Dağı Ermenileri başta olmak üzere Mısır’daki Ermenilerin çeşitli işlerde kullanılması ve gönüllü olarak ne kadar kişinin silâh altına alınabileceği, bunların eğitimi gibi konularda pek çok yazışma olduğu gözlemlenmektedir.
Fransızlar, Musa Dağı’ndan getirip Port- Said’e yerleştirdikleri 4 000 kadar Ermeniyi, kendi topraklarına yerleştirilmesi için İngiltere, İtalya, Rusya ve Cezayir’e başvurdu; hiçbiri kabul etmeyince de Fransızlar bunları Osmanlılara karşı kullanmayı düşünerek 15 Kasım 1916’da Legion d’Orient (Doğu Lejyonu) kurma kararı aldılar. Bu birliğin adı 1918’de Ermeni Lejyonu oldu.
Bu lejyonun kurulmasında büyük payı olan Fransız Albay Bremond kendi Dışişleri Bakanlığı’na verdiği raporda şunları yazmıştır;
”Musa Dağı’ndan getirdiğimiz Ermeniler için size daha önce de yazmıştım. Bunların kamp masraflarını -ayda 30.000 Frank’ın üzerinde- savaş sonunda nasıl olsa İngiltere’ye ödemek zorundayız. Hiçbir teşebbüste bulunmazsak, üstelik parasını cebimizden ödeyerek, bu Ermenilerin İngilizleşmelerine, Amerikanlaşmalarına veya Ermenileşmelerine imkân vermiş olacağız. Bunun için de, şimdiye kadar olan davranışlarımızdan derhal vazgeçip tam bir geriye dönüş yapmamız lâzımdır. Bugün süratle davranırsak bu Ermeniler her istediğimizi yapacaklardır. Bunun temini için de başlarına bir Fransız subayını kumandan tayin etmemiz ve bu subayı da doğruca Paris’e bağlamamız gereklidir. Böylece elimizin altında güvenebileceğimiz bir güç bulunacaktır. Unutmayalım ki aksi bir davranış ile bu Ermenileri kaybedeceğiz ve üstelik bunlardan faydalanacak olan İngiltere’ye de para ödeyeceğiz.”
Ermeni Lejyonu, her biri 200 kişi olan altı bölükten kuruldu. 160 Suriyeli gönüllüden de bir bölük teşkil edildi. Bu birliklerin en iyileri Osmanlı ordusunda asker olan Ermeniler ve Musa Dağı Ermenileri idi. Bu lejyondaki Ermeniler Kıbrıs’ta Magosa’nın Monarga (Boğaztepe) Ermeni Lejyoner askerî kampında eğitildiler. Ermenilerden oluşturulan üç taburluk bu lejyon kuvveti 1919 ve sonrası Fransa adına Antep, Maraş, Adana ve Urfa bölgesinde Türk İstiklâl Mücadelesine karşı savaşmıştır.
Kısacası, Musa Dağı’ndan giden Ermenilerden oluşturulan Doğu Lejyonu, 1917’de General Allenby’nin komutasında Filistin cephesinde; 1918’de Kafkaslar’da çarpışmış; 1919’da ise Fransız kuvvetleriyle Çukurova’yı işgal etmiştir.
*****
Musa Dağı’ndan çekilen Ermenilerin Mısır’a gitmesinden sonra, bölgede olaylar durulmadı.
Mondros Ateşkes Antlaşması 30 Ekim 1918’de imzalandıktan sonra, İtilaf Devletleri ateşkesin yedinci maddesine dayanarak işgallere başladılar.
Bu çerçevede, Fransızlar da; İskenderun, Dörtyol, Antep, Maraş, Urfa ve Adana’yı işgal ettiler.
Bu ortamda, bölgeden ayrılan ( Doğu Lejyonu dışındaki ) Ermeniler de akın akın doğdukları topraklara döndüler. (Eğer Türkler, Ermenilere soykırım uygulamış olsalardı, şüphesiz kimse öldürüleceği yere dönmezdi !)
Yuvalarına dönen bazı Ermeniler, huzur içinde yaşamak yerine, macera aramaya devam ettiler. Azınlık da olsa bunlar, hâlâ azınlık oldukları bölgede Kilikya Ermeni devleti kurma düşünden vazgeçmemişlerdi
Türklerin, Fransız- Ermeni işgalcilerini geriye püskürtmesinden ve Ermeni- Fransız boyunduruğunu hiçbir zaman kabul etmeyen Mersin ve Tarsus halkının yeniden kendi ülkelerinin efendileri olmalarından çok sonra, bir avuç Ermeni fanatiği Ceyhun ve Seyhun ırmakları arasındaki bölgeyi işgal ederek “özerkliklerini” ilân ettiler. Bu saçma eylemin elebaşısı Mihran Damatyan adında, Sasun ayaklanması sırasında ilk kanlı tacını giymiş bir teröristti.
Damatyan, 5 Ağustos 1920 günü, Fransız mandası altında “Bağımsız Ermeni Devleti Kilikya” yı kurduğunu ilân etti ve kendisine kayıtsız şartsız bağlı bir avuç Ermeni teröristle, Adana Vali Konağı’nı işgal etti. Kendisini de Fransız himayesi altında Ermeni Valisi atadı. Sonuçta, tüm bu komedi bir saate kalmadan son buldu.
Bölgedeki tek Ermeni köyü olan Vakıflı Köyü Muhtarı Berç Kartun’un ifadesine göre, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti yenilince, Fransızlar bölgeyi işgal ettiler. Musa Dağı olayı nedeniyle Mısır’a giden Ermenilerin büyük bir bölümü geri döndü. Ancak, Hatay Cumhuriyeti kurulunca bu Ermenilerin büyük kısmı Suriye’ye geçerek orada yaşamaya başladı. (Takvim, 8 Eylül 2009)
***
Özellikle Ermeni Diasporası (x) ve Ermeni Diasporası yanlısı yazarlar bu Musa Dağı olayını bir kahramanlık gibi naklederler.
Sonraları Franz Werfel adlı Avusturyalı roman ve oyun yazarı, 1933 yılında, ABD’de, kendisine anlatılanlardan yola çıkarak “The Forty Days of Musa Dagh” (Musa Dağı’nda 40 Gün) isimli bir roman yazdı.
Roman tüm dünyada geniş yankı buldu, daha sonraları da filme çekildi. Yanlış olarak bir tarih kitabı veya belgesel olarak algılanan roman ve film, tüm dünyada Türk aleyhtarı bir kamuoyunun oluşmasında hayli tesirli oldu.
Kitap, bir süre sonra Türkçe’ye de çevrildi.
Kitabın Türkçe Baskısı
Werfel, Viyana’da (bir din adamının asla yalan söyleyemeyeceğini düşünerek) bir Ermeni rahibin kendisine anlattıklarından yola çıkmış, kendisine verilen tamamen hayali belgeleri gerçekmiş gibi kabul ederek tamamen hayali bir kitap yazmıştı.
15 Aralık 1935 günü, İstanbul’da Pangaltı Ermeni Kilisesi’nde toplanan bir grup Ermeni , Franz Werfel’in, , “Musa Dağda Kırk Gün” adlı eserini “Türk milleti hakkında iftiralarla dolu olduğu” gerekçesiyle yaktı.
Albert Jean Amateau ( Abraham Sou Sever), Muğla’nın Milâs İlçesi’nde doğmuş, İzmir Amerikan Lisesi’nde okumuş, 1910’da Amerika’ya göç etmiş Yahudi Haham, İş Adamı, Avukattır.
Amateau (Abraham), vasiyetnamesinin bir parçası olarak, Ermenilerin soykırım iddiaları ve propaganda yöntemleri hakkında kendi kişisel görüşlerini ve deneyimlerini dile getiren bir yazı kaleme almıştır. Franz Werfel hakkında anlattıkları özellikle çok önemlidir.
Aslı, (City of Santa Rosa, Count of Sonoma in the State of California) ABD’de California eyaletinin Santa Rosa şehrinin Sonoma kasabasında Noter’de saklanan ifadenin kopyası tüm bilim kuruluşlarının hizmetine sunulmuştur.
Albert Jean’in İfadesi
Albert Jean Amateau (Abraham Sou Sever)’in Musa Dağı’ndaki olaylar ve Franz Werfel ile ilgili anlattıkları şöyledir:
“…Musa Dağı ile ilgili gerçek gün ışığına çıkarsa bu, Ermeni aldatmacasının ve isyanın en iyi kanıtı olurdu. Musa Dağı’nın tepelerinde 5 bin Ermeni toplanmıştı. Yanlarında bir ablukaya direnecek kadar malzeme ve yiyecek depolamışlardı. Buradan Osmanlı ordusu hatlarının gerisine saldırılar düzenliyorlardı. Bu saldırılardan sonra Ermeniler yeniden Musa Dağı’na çekiliyorlardı. Osmanlılar sonunda Ermenilerin kurduğu kaleyi tespit ettilerse de ne saldırabildiler, ne de burayı ele geçirebildiler. Kale 40 gün dayandı. Bu, Osmanlı hükümetinin gözü önünde ne büyük bir hazırlık yapıldığına iyi bir örnektir.
…Musa Dağı’nı tam 40 gün süreyle işgal altında tutan binlerce Ermeni, Osmanlıların dağın ön cephesini kuşatmalarını fırsat bilip, gizli bir geçitten Akdeniz’e ulaştılar.
Ermeniler, Akdeniz’de dolaşan Fransız ve İngiliz donanmalarına ışıkla sinyaller vermişler ve onlardan sinyaller almışlardı. Dağdan kaçan binlerce Ermeni, İngiliz ve Fransız gemileriyle İskenderiye’ye, Mısır’a taşındılar. Binlerce kişinin hayatlarını kaybettiğini ileri sürmenin kendi çıkarlarına olacağına olacağını düşünerek, Fransızlar ve İngilizler tarafından kurtarılışlarını gizli tuttular.
Artık aramızda olmayan çok değerli dostum Franz Werfel, ‘Musa Dağının 40 Günü’ kitabının yazarı, yazdıklarının doğru olup olmadığını araştırmak üzere hiçbir zaman bu bölgeye gitmedi.
Ermeni dostları Viyana’da ona ne anlattılarsa o da öyle yazdı. Ölmeden önce bana böyle bir kitap yazdığı için utandığını anlattı: Ermenilerin pek çok asılsız iddia ve sahte belge vererek kendisini kandırdıklarını açıkladı. Ancak bu olguyu açıkça itiraf etmekten de çekindiğini, Taşnak teröristlerince öldürülmekten korktuğunu da itiraf etti.” (Prof. Dr. Erich Feigl, Bir Terör Efsanesi, İstanbul, 1987, Sayfa 132- 133) (Jean Amateau’nun Sonoma kasabasındaki Noter’e verdiği yeminli ifadeler için Bkz: “Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Yüzüncü yıl Üniversitesi Yayını, Van, 1990, Sayfa 184- 193)
Prof. Dr. Erich Feigl’in konuyla ilgili tespiti de ilgi çekicidir:
“Aram Andonyan adlı bir Ermeni, 1920’li yılların başında bir belge koleksiyonu (aslında belgelerin fotoğraflarını) yayınlamıştı.
Franz Werfel, tabi başlangıçta gönülden inanarak, Musa Dağı’nın 40 Günü adlı olağanüstü romanını Osmanlı hükümetinin bu ‘kıyım fermanı’na (yani Aram Andonyan’ın sahte belgelerine) dayanarak yazmıştı. Bir sahtekârlığa kurban gittiğini çok geç anladı ve Ermeni baskısından korktuğundan bu hatasını açıkça kabul etmeye cesaret edemedi.”
KISACA:
Birinci Dünya Savaşı’nda, jeopolitik açıdan çok önemli bir konumda olan Hatay’ı, İngiliz ve Fransızların işgal edeceği haberi yayılınca, Hatay/Samandağı’nda bulunan bir grup Ermeni, bu durumdan yararlanmak istedi ve Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandı.
Osmanlı güvenlik güçlerinin olaya müdahale etmesi üzerine, bölgedeki Musa Dağı’na çekilen silâhlı Ermeniler, bir süre direndikten sonra,Osmanlı güvenlik güçlerinin etkili olmaya başladığını görünce, Musa Dağı’ndaki gizli geçitlerden yararlanarak deniz kıyısına indiler ve burada İngiliz ve Fransız gemilerine binerek Mısır’da Port- Said’e gittiler.
Port- Said’de eli silâh tutan Samandağlı Ermeniler’den silâhlı lejyoner birlikler oluşturuldu. Bu birlikler, savaşı ilerleyen safhasında, Fransız askerleriyle birlikte ve Fransız üniformasıyla, Osmanlı’ya yani bölgede beraber yaşadıkları komşularına karşı silâh kullanmaktan kaçınmadılar.
Birinci Dünya Savaşı sona erince, Osmanlı Devleti, tehcire tabi tutulan veya yaşadıkları toprakları terk eden Ermenilerin, tekrar geri dönmelerine izin verdi; geri dönenlere her türlü maddi kolaylığı da sağladı. Samandağı’ndan giden Ermenilerin önemli bir kısmı geri döndü. (‘Osmanlı Devleti, eğer soykırım yaptıysa, bunlar neden geri döndü ?’ diye kimse neden sormuyor?)
Ermenilerin devlete karşı ayaklanmaları unutuldu!..
Aradan yıllar geçti…Franz Werfel adlı Avusturyalı bir yazar, bir Ermeni papazın anlattıklarını gerçek ve doğru sanarak, duyduklarını roman haline getirdi ve adını “The Forty Days of Musa Dagh” (Musa Dağı’nda 40 Gün) koydu. Kitap, tüm dünyada gerçekmiş gibi algılanarak büyük yankı yarattı.
Wefel, aradan bir süre geçtikten sonra, kendisine anlatılanların doğru olmadığını anladı; yazdıklarından pişman oldu, bu düşüncelerini yakın arkadaşlarıyla paylaştı, ama iş işten geçmiş, Ermeni Diasporası’nın emellerine alet olmuştu.
SON SÖZ:
Atatürk’ün dediği gibi, “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
Tarihini iyi öğrenen Türk çocukları vatan, millet ve devlet sevgisini kazanır, fedakârlık ve milli dayanışma duygularını geliştirirler.
Genç nesillerin, milletlerinin meselelerini, ülkelerine yönelen tehditleri bilmeleri de ancak Türk tarihini iyi bilmelerine bağlıdır.
Tarihimizi bilmemiz, hem de çok iyi bilmemiz gerek.
Unutmayalım: tarihini bilmeyen milletler, köksüz bir çınara benzerler, en ufak rüzgârda devrilirler.
Diaspora : “Çok uzun bir zamandan beri bir kavim, ulus veya inanç mensuplarının ana yurtlarından koparak başka yerlerde azınlık olarak yaşamalarıdır.” Sözcük hem “kopma eylemini”, hem de “kopup azınlık olarak yaşayan kimseleri” ifade eder.
Ermeni Diasporası: Dünyanın pek çok ülkesine dağılmış olarak yaşamalarına rağmen kavimsel kimliklerini kaybetmemekte direnen Ermeniler anlamına gelir. Modern Ermeni Diasporası 1890′lı yıllarda Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermenilerin ekonomik ve siyasi nedenlerle Amerika kıtasına göç vermesiyle başlamış, 1915′ten sonra ülkelerinden ayrılan Anadolu Ermenilerinin dünyaya yayılmasıyla büyümüştür. .
KAYNAKLAR:
(NOT: Yukarıdaki araştırma metni, bu sitedeki diğer araştırma metinleri gibi, çeşitli kaynaklardan derlenerek hazırlanmıştır. Kaynaklar ve dipnotlar, görülen lüzum üzerine metne ilâve edilmemiştir. Arzu eden, şüphesiz çok daha geniş kaynak elde edebilir. )
AHMET AKYOL
http://www.ahmetakyol.net/musa-daginda-40-gun/
Yorumlar
“749) “Musa Dağı’nda 40 Gün” Romanın Yazarı Ermeni Yalanlarına İnandığı İçin Utanç İçindeymiş!” yazisina 4 Yorum yapilmis
Yorum yap
kıymetli hocam muhteşem bi bilgiyi paylaşımınızdan ötürü çok teşekkür ediyorum müsadenizle diğer önemli bilgilerinizin yanına kendi arşivime alıyorum en derin saygılarımla …
Paylaşım için teşekkür ederim, Saygılar, selamlar.
Hep okumak istediğim halde bir türlü okuyamadığım kitaplardan biridir “Musa Dağ’da Kırk Gün”
Belki de bu kitabı çok okumak isteğimin altında yatan sebeplerinden birisi de atalarımın anlattığı Ermeniler ile ilgili o güzel anıların izini sürmektir.
Kozan’da, Ermenilerle iç içe yaşamış, onların uğradığı haksızlıkların tümüne defalarca maruz kalmış Türkmen boylarından birine mensup olmam da benim için kitabı önemli kılan faktörler arasındaydı elbette.
Bu olayları birebir yaşamış atalarımın anlattıkları ile tarihi gerçekler kitabın abartısız ve politik kaygılardan uzak, belgesel nitelikte olduğunu göstermektedir.
Hatay’ın Samandağ bölgesinde bulunan Musa Dağ ve çevresinin coğrafi durumu ile dağdaki kalıntılar da kitabı doğrular niteliktedir.
Kitabın belki de en önemli tespiti “Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü Ermenilerin cesetleri üzerinde olacak” öngörüsüdür ki, evet Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü Ermenilerin cesetleri üzerinde olmuştur.
Zira Ermenilerin gitmesiyle Osmanlı, hekimlikten, cebeciliğe, demircilik, dokumacılık, marangozluk, kuyumculuk, semercilik, nalbantlık, taş isçiliğine kadar neredeyse bütün zanaat ve ticaret erbabı ile eğitimli okumuş insanını kaybetmiş oluyordu.
Osmanlı’da tahta çıkanın kardeşlerini boğdurması Fatih tarafından kanun haline getirilmişti ve 3. Mehmet tahta çıktığı gün 19 kardeşini boğdurarak bu konuda rekor kırmıştı.
600 yıl boyunca kaç şehzadenin boğdurulduğu, hamile olma ihtimaline karşı kaç şehzade cariyesinin taş bağlı çuvallara konulup, denize atıldığını bilmiyoruz fakat 600 yıl boyunca 44 sadrazamın boğdurulduğu kesin.
Hazindir ama altı bin askerin bir gecede katledildiği hadisenin adını “Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay)” koymuş bir milletiz biz Türkler.
İyi de Osmanlı öyle de Cumhuriyet’in sicili Osmanlı’dan daha mı iyi?
Keşke öyle olsa ama ne yazık ki öyle değil maalesef.
Ne yazık ki, İttihatçıların yaptığı bu zulüm, ne ilk ne de son olmuş, ne halkımız ne de siyasetçimiz bu çöküşten hiç ders çıkarmamış ve cumhuriyet döneminde de bu tarz haksızlıklar, hukuksuzlar, zulümler hep var olmuştur.
Örneğin hanedan mensupları ve 150’liklerin sürgün edilmesi veya İstiklal Mahkemelerinin estirdiği devlet terörünün Ermeni tehcirinden daha masum olduğunu iddia edebilir miyiz?
Bir hanedan mensubu bu konuda: “Biz Söğüt’ten elde kılıçla çıkıp Viyana’ya kadar gidenlerin torunuyduk. Biz hiçbir vakit Türkiye’nin fenalığını düşünmedik. Ama bu memlekete 600 sene hizmet ettikten sonra bir gece ansızın hazırlanmamıza bile müsaade edilmeden apar topar kovulduk.” Diyor.
Fırka-ı İslahiye’nin Sis’te (Kozan) 1865’te yaptığı icraatlar ve ardından gelen zorunlu iskân veya Dersim Tertelesi, İstanbul Rumlarına karşı 1955, 6-7 Eylül yağma talanı, 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat, Ergenekon – Balyoz, FETÖ davaları ve daha niceleri kendi halkımıza yaptığımız zulümler değil midir?
Maraş, Çorum, Sivas’ta kendi kanımız, canımız, ırkımızdan insanlara Ermeni, Rum vatandaşlarımıza reva gördüğümüzden daha acımasız, daha insafsız, daha utanç verici saldırı ve katliamlarda bulunmadık mı?
Türkler gibi yazmayan ve okumayan toplumların maalesef hafızaları da olmuyor.
Bu konuda Ermenilere ne kadar teşekkür etsek azdır.
Zira Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde Türklere, Müslümanlara karşı da bunun gibi sayısız tehcirler, zulümler, haksızlıklar, hukuksuzluklar olmasına rağmen, Ermeniler kendilerine karşı yapılan bu zulmü unutmadı ve unutturmadılar.
Bu arada öz be öz bir Avşar Türkü olan Dadaloğlu’nun Osmanlı ve Fırka-ı İslahiye’nin zorunlu iskân zulmüne kaşı şu haykırışıyla, Musa Dağ direnişi arasında bir fark olup olmadığı konusunu da okuyucunun takdirlerine arz etmek isterim.
(Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir
Belimizde kılıcımız Kirman’i
Taşa geçer mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
Dadaloğlu’m yarın kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koç yiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir.)
Günümüzde her yıl binlerce kişi, ezan okunan ülkelerden, “kâfir” diye andıkları, çan çalınan ülkelere kaçabilmek için can veriyorsa, artık kendimizle yüzleşmenin, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, yolsuzluğa, yağmaya talana “dur” demenin zamanı gelmedi mi?
İttihatçı kafasının “benden değilsen ölümlerden ölüm beğen” anlayışının 600 yıllık imparatorluğu nasıl on yılda paramparça ettiği gerçeği, herhalde bu kitapta anlatıldığı açıklıkta hiçbir yerde anlatılmamıştır.
Günümüzde, çevre, doğa, hukuk, adalet, hapishaneler, eğitim, sağlık, ekonomi ve yoksulluk konularına bakınca, içinde bulunduğumuz durumun sürdürülebilir olduğunu herhalde hiç kimse iddia edemez.
Kendimizle yüzleşmemiz için bu kitabın iyi bir başlangıç olması dileklerimle.
İyi okumalar.
Ben kucukken dedem (1895 dogumlu), aglayarak varto (aslinda bir ermeni kasabasi olan vartan) da, orduyla beraber yore halkinin da ermeni halkini nasil katlettigini yagmaladiklarini, kadinlarina tecavuz ettiklerini anlatirdi. Kendisi bir ermenileri saklarken yakalanmis ve olum fermani verilmis, onu cok seven bir komutan araciligiyla kurtulmus. Annemin dedesi ise cok acimasiz bir adammis, herkes anlatir zalimliklerini. Annem ve kardesleri de Kabul eder. Ermenilere oyle seyler yapilmis ki, anlatilamaz. Katledilip surulup miraslarina konulmus.
Arkadaslar, tarihten, gerceklerden kacilmaz. Atalarimizin yaptigi suca ortak olmamaliyiz. Gerceklerden kacarak hic bir sey olmaz. Gecmisle yuzlesip barisarak, ozur dilemeyi bilerek, affederek insan olunur ve ilerleme kaydedilir. Butun dunya Kabul etmis bile biz inkar etsek ne fayda, bu bizi iyice urkunc yapar.