748) Jeo-Politik bir tez olarak “Avrasyacılığa” tenkidi bir yaklaşım

Yayin Tarihi 18 Şubat, 2015 
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ

Jeo-Politik bir tez olarak “Avrasyacılığa” tenkidi bir yaklaşım

image001

Uluslararası emperyalizmin dünya hükümranlığını öngören özellikle Doğuya yönelik başlatmış olduğu seferberlik, I. Dünya paylaşım savaşı sonunda klâsik imparatorlukların tasfiyesiyle sonuçlanmış, mücadele savaş sonunda bu defa da amip gibi bölünen ulus devletler üzerinden devam ettirilmiştir. Bu arada bir hesap hatası mı demek gerekir- sonucu bu mücadele Sovyet-Rus devrimiyle (1917) bir müddet (1990’a kadar) ertelenmek zorunda kalmıştır. Tarihî bir vakanın oluşumu için çokta fazla bir süre sayılmayacak olan 70 yıllık Sovyet dönemi, dünya tarihi içinde adına “soğuk savaş” denilen son derece göreceli “çift kutuplu” dünya, bir  “denge politikasıyla” kısmî bir soluklanma dönemi yaratmıştır.

Ne var ki göreceli bu barış dönemi, gerçekte barış dönemi olmamış, sözde “millî bağımsızlık savaşları” adı altında orta Afrika’dan, Güney Asya’ya, Ortadoğu’dan, Güney Amerika’ya kadar kimi zaman ulusal sınır savaşlarıyla, kimi zaman bu ülkelerde karşıt güç odakları yaratılarak, değişik yoğunlukta iç çatışmalarla genel emperyalist saldırılar sürekli canlı tutulmuştur. Kaldı ki, bu savaşın mimarlarının bizzat kendileri olan Avrupa’daki barış süreci bile, 2. Dünya Savaşı hatırlandığında toplam yetmiş yılı bulmamıştır. Bu anlamda “çift kutuplu dünya” konjoktüre bağlı, geçici “barış ortamı” bile, oldukça ağır hasarlı bir süredir.[1]

1990’larda Sovyet yolunun sonuna gelen Rusyanın zorunlu olarak birlikte oldukları “Doğu Blokunun” dağılmasıyla I. Dünya savaşının ağır sonuçlarıyla ertelenen dünya egemenliğine yönelik emperyalist saldırılar kaldığı yerden yeniden atağa geçmiştir. I. Dünya savaşı öncesi doktrinini klâsik imparatorlukların tasfiyesi noktasında “ulusal devletler” üzerine inşa eden emperyalist sistem, bu defa yeni söylemini, kendi projesi olan “ulus devletleri” tasfiye edip, genel dünya sistemine dahil etme yolunda “demokrasi ve insan haklarının korunması” üzerine kuracaktır. Değişmeyen yegane saldırı hedefi ise, pek tabii ki Doğu’dur. Bu Doğu, salt maddeye sahip olma kadar, insan cinsi arasında eşitsizliği, dolayısıyla –köle-efendi ilişkisinde- her türlü katliamı ve zulmü meşru gören Batı karşısında evreni, böceğinden, bitkisine, toprağından, suyuna, havasına kadar bir bütün olarak gören (çeşitli farklılıklara rağmen) vahdaniyet anlayışına dayanan apayrı bir dünya olan Doğu’dur. Bunun karşısında ise, meşruiyetini, Roma Katolikliğinin (ve bunun türevleriyle) aklileştirilmiş nev zuhur modern Tanrı inancıyla, eylemlerini  güce dayanan “deniz eşkiyalığından (korsanlık) alan Batının 11. yy.’dan beri şaşmaz hedefi Doğu olmuştur. Klâsik imparatorluklar çağında bu hedefe ulaşmada en büyük engel olan bozkırlı Türk hakimiyet çağının (Osmanlı Barışı) son bulmasıyla, Batı için Doğu’nun işgal yolu açılmış oluyordu. Fiili olarak 17. yy.’ın sonlarıyla 18. yy.’ın başlarından itibaren zorlanmaya başlayan bu yol, sistemli bir işgal ameliyesiyle 1853 Kırım Savaşı ve 1876 Balkan bozgunuyla icra safhasına geçecektir.

Başlangıçta bu fiili durumdan vazife çıkararak, Batılı güçlerle ittifak etmekten çekinmeyen Rusya, emperyalist paylaşımın gerekliliğini ispat etme yolunda, daha sonra amansız düşmanı olacakları Batılıların adeta “gerekçeli karar hükmü” niteliğinde, emperyalist tarih ve siyaset literatürüne “Le question d’oriente” (Doğu Meselesini) armağan edeceklerdir. Bu durum aslında Rusların 16. yy.’dan 20. yy.’a kadarki genel Avrupalı Rus tarihi içinde Batılılar karşısında düştükleri iki önemli ağır yanılgıdır. Bunlardan birincisi (Rusların, günümüzde Kartacalı denizcilerin selefleri olduklarını iddia ettikleri) Atlantikçi saldırganların Doğu’ya yönelik bitmez tükenmez iştihalarına Orta Avrupa ve Kuzey Afrika’dan yolunu keserek yüzyıllarca Doğu’nun işgali önünde kalkan rolünü üstlenen Osmanlı Devletiyle bitip tükenmez bir mücadeleye girerek, Atlantikçi blokun hamiliğini üstlenmeleridir. Oysa, son Viyana seferi (1683) aslında tam anlamıyla Atlantikçi bloğun ebediyyen sesinin kesileceği tarihi bir dönüm noktası olacaktı. Atlantikçiler bir yandan ‘’Osmanlı Barışına’’ karşı Rusları koçbaşı olarak kullanıp Türkleri, diğer yandan sürekli teyakkuz haliyle Rusları da Batı cephesinden Osmanlı sayesinde uzak tutmuş oluyorlardı. Rusların ikinci yanılgı noktası ise, yukarıda zikredildiği üzere I. Paylaşım savaşı öncesi Osmanlı Devletinin parçalanarak pay alma mücadelesinde Atlantikçilere “Doğu Meselesi” adını taşıyan ünlü “yol haritasını” sunmuş olmalarıdır.

Oysa, Çar Petro ve Katerina’nın reformlarıyla Batılılaşma ve Batıyla bütünleşme hamlesine rağmen, Rusya’nın yerinin Batı olmadığı, Batılının Napolyon seferleri ve Hitler’in ağır saldırılarıyla müteaddit defalar hatırlatılacak ve Rusya ister istemez yönünü Doğu’ya dönmesine sebeb olacaktır. Bu dönüş, “Rus kimliğinin tanımlanması” veya “yerinin neresi olduğunun” tesbit edilmesi  adıyla ortaya çıkan bu arayış, aslında tabii bir tepki hareketinden başka bir şey değildir. Bu tepki hemen hemen çoğu Doğu toplumlarında örneğine rastlanan Batının ahlâk dışı aşırı kötülüğünün doğurduğu tabii ilk tepki hareketidir. Tarihte bu tür normal dışı davranışların ortaya çıkması, sözkonusu tepkinin özünden kaynaklanan korkuya dayalı aşırı bir temkinlilik veya özgüveni aşan bir “patron-efendi olma” şeklinde tezahür etmesi her zaman mümkündür[2]. Rusların tepkisi anlaşılacağı üzere, tarihi olguların ikincisine has bir gelişme göstererek, onları “emperyal” devlet olmaya itmiştir ki, elbette bu anlayışın kökleşip gelişmesinde uzun Türk-Kıpçak ve Moğol devlet geleneğinin genetik mirası vardır. Ancak yine de Rus tarihinde, geçmişteki bozkır hakimiyetindeki esaret çağları kadar, Rusları bu noktaya iten, Batı karşısında ötelenmenin, hırpalanmanın fiziki ve psikolojik emarelerini görmek mümkündür. Nitekim bu emareler, Rus imparatorluğunun oluşumunda (yayılma ve imparatorluk kurulduktan sonra) Batıdan (gayri ihtiyari de olsa) aldıkları bilimum felsefî, sosyal (sınıfsal yapı), iktisadî, idarî ve kültürel kipler, işgal ettikleri topraklarda ve Doğulu haklar üzerinde Batılı işgalci ve sömürgecileri aratmayacak biçimde yansımaktadır. Her ne kadar Rusya tarihine ilişkin tahlillerde bu durum göz ardı edilerek durumu “Doğu despotizmi”[3] ile açıklamaya çalışılsa da, eğer bu bir “çarpıtma” değilse, açık bir yanılgıdır. Bu bağlamda, Rus tarihinin sosyo-politik yönü baştan sona Doğu ile Batı arasında kalmak kadar, bu iki dünya arasında kendine yer bulmak, kendini tanımlamak(!) çabasını içerir. Sözün gelişi Çar Petro’nun reformlarıyla, Lenin’in Sovyet Devriminin bütün iktisadî,siyasi ve içtimaî kodları, Batı menşeli olması bir tesadüften ziyade, açık bir tercihtir. Bu sebeple Rusya hiçbir zaman Doğulu ol(a)mamış ama, Atlantikçilerin sürekli tazyikleri sonucu, zorunluluk gereği hep “Doğu”da kalmaya mahkûm olmuş vu bu mahkûmiyetin kabulü, zaman içinde Rusların “jeo-politik” (mekân felsefesi) kaderi haline gelmiştir. İşte asıl Rusların “Doğu” dedikleri “Rusya” bu ‘’mahkumiyet’’tir. Ne varki bu Rusyayı (sınırları Karelya’dan-Kamçatka ve Harbine kadar uzanan büyük Asyanın hayat sahasında) başı kalpaklı, sırtı kürklü, ayağı çizmeli ama, zihni haritası; elindeki metreyle toprakları ölçen, sınırları çizen, tabiatı israf oranında hesapsızca kullanan, beyaz adamla-köle ilişkisini devam ettiren, Katoliklikten devşirme Ortodoks “seçilmiş ve kurtarıcı” rolünü kendine görev edinen bir “Sir”, bir “Kont” veya bir “Prens” şeklinde görmek mümkündür. Bu sebeble Rus düşünce tarihinde ‘’izolasyoncular’’ adıyla anılan  “Asyacılar” hariç tutulursa, pan-slavistlerden, Avrasyacılara kadar (Rusların Doğulu kimliğine vurgu yapan) entelijansiyanın hemen bütün sosyo-politik ve kültürel arayışların entellektüel cevherini “Atlantikçi” Batı düşüncesi teşkil eder. Bütün buna rağmen,  Avrasyacı tezin çok önemli referanslarından biri olan Türk ve Moğol devlet geleneği, Avrasyacılığın gerçekten tarih zeminini oluştururken, diğer yandan Rus-jeopolitiğinin Asyalı toplumlar nazarında meşruiyet kazanması yolunda “entellektüel” gerçekliğin üstüne çıkarak, Asya ya da Doğu meselesi reel-politike feda edilir. İşte bu anlamda Rus düşünce tarihinde sofistik bir “Doğu” problematiği yerine, tıpkı I. Paylaşım savaşı öncesi haliyle, çözülmesi gereken, iktisadi, içtimai ve siyasi bir “Doğu Meselesi” vardır ve Rus aktüalitesini işgal eden mesele kadim Turan coğrafyasında cerayan eden hayat sahası mücadelesidir.

İlk olarak I. Dünya savaşı öncesi, günümüzde ise Sovyet-Rus İmparatorluğunun dağılmasıyla, Rus sosyo-politik hayatında meydana gelen “bunalım” sonucunda Rus entelijansiyası tarafından bunalıma çözüm bulma arayışlarının ifadesi olarak kavramsallaştırılan “Asyacılık”, bu tezi savunanların açık ifadelerinden de anlaşılacağı üzere “Doğuyu” merkez alan bir “medeniyet tasarımı” adı altında doğrudan doğruya Batının karşısında Doğuda kalan “Rusya”nın nasıl ve ne şekilde konumlanacağı meselesini oluşturur. Bu durumda Rusya’nın coğrafi Doğu’da yer işgal etmesi, Rusya’yı Doğulu yapmaya yetmeyeceği gibi, anti-Batıcı yahut Atlantik karşıtlığı da onu Doğulu yapmayacaktır. Burada asıl sözkonusu olan mesele, “Doğulular” için, “Doğu”nun ne olup, ne olmadığıdır. Ne yazık ki burada konuyla ilgilenenleri yanıltan husus, anti-Atlantikçiliğin uzun menzilli saldırıları karşısında, Rusya’nın birinci noktada kendini korumak için bir emniyet çemberi, ikinci noktada ise, bu emniyet çemberini kendi hinterlandında “post-modern emperyal” adını verdiği yeni bir “Rus İmparatorluğunun” ihya çabası arayışında olmasıdır. Bu anlamda “Avrasyacılık”; “Doğuculuk” demek değildir. Ancak, bu yanlış anlamlandırma veya anlama rağmen Rus Avrasyacıların ironik bir biçimde de olsa, Atlantikçilerin saldırılarına maruz kalan Orta Avrupadan, Orta Asyaya kadar pek çok ülkeyi Avrasyacılık adı altında kendilerini yeniden tanımlamayı, siyasî olarak da yeniden konumlandırmaya doğru itmesi, hemen hemen Batıyla benzer problemler yaşayan Türkiye’yi de hesapları yeniden gözden geçirmeye yöneltmiştir. Fakat ortaya çıkan bu akım, Türkiye’de Rusya örneğinde de görülen ve tartışmaya açılan “Doğulu” olarak, “Doğuya içten bir bakış” geliştirmekten ziyade, “anti-Amerikancılığa” dayanan, çoğu geçen yüzyılda örneklerine rastlanan bölgesel (CENTO) veya biraz daha geniş ölçekte bölgelerarası (Balkan Paktı, Bandoung Konferansı, Bağlantısızlar v.b. gibi) işbirliğine yönelik geçici itifak arayışları olarak anlaşılmıştır. Siyasî, iktisadî ve kültürel blok oluşturma yönüyle Rusya, burada diğerlerinden ayrılmaktadır.

Oysa meselenin dış kaynağı Batı olmakla birlikte, iç kaynağı “Doğu”nun kendi kaynaklarından kopmanın, kendi varlık alanından ayrılma problemiyle yakından alakalı olup, Doğu ile Batı arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi ifade etmektedir. Bu çelişkinin göstermiş olduğu tepkimeyi biz, elan bu iki dünya (Doğu ile Batı) arasında süregiden karşılıklı çatışmalar biçiminde takib edebiliyoruz. Bu iki âlemin “barışması” yönünde harcanan çabalar, yapılan diyalog çağrıları hiç kuşkusuz devam edecek ama, son tahlilde Kipling’in ünlü deyimiyle “Doğu, doğu olarak, Batı da batı olarak” kalarak, bu iki medeniyetin çatışması ilânihiye devam edecektir. Bu sebeple hayat kaynakları, dünyayı ve eşyayı kavrayış biçimleri farklı bu iki ayrı dünyayı tek payda altında toplamaya çalışmadan önce, bunları anlamak çok daha önemlidir. Burada konu, Doğu ile Batı arasındaki ezeli çatışmayı bir defa daha dile getirmekten ziyade, Doğunun kendi içinde taşıdığı çelişkilere, son yıllarda “Doğu” üzerinden geliştirilmeye çalışılan “Avrasyacılık” üzerine bazı tenkidi mülâhazalar ve mübaheselerde bulunmaktır. Bu konuda kavramların kapsam alanlarıyla, işaret ettikleri anlamlara verdiğimiz veya vereceğimiz özel önemin “mevzunun” özünü izah etmesi yönünden son derece hususiyet taşıdığı kuşkusuz önemlidir. Bu sebeple sokağın ağzında vulgarize[4]olan “eleştiri ve tartışma” yerine, bilerek “münazara ve mübahese”den bahsetmek zorundayız(5). Batının son 300 yılık aralıksız, Doğu’ya karşı giriştiği saldırılarla, müstemlekecilik faaliyetleri, emperyalizmin “post-modern” dönem adıyla harekete geçmesi, emperyalizme yeni bir ivme kazandırırken, bu ivme ister istemez dünyayı yeni bir “buhran” çağının eşiğine getirmiştir. Genel dünya buhranının yanında, Batı sistematiğinin edilgenliğinden bir türlü kopamayan Doğu için bu durum, iki kere ağırlaştırılmış bir sosyo-politik yükü taşımak zorunda oluşu, Batı karşısında, ya teslimiyeti, ya da yeni arayışlara itmesi eşyanın tabiatı gereğidir. İşte böylesine bir durumda ilk tepki, tıpkı 1920’lerde olduğu gibi günümüzde de Rusya’dan gelmiştir.

Hatırlanacağı üzere Çar Petro’nun Batılılaşma yolunda başlattığı ıslahat hareketlerine rağmen, 19. yy. sonlarında Rusların askerî yenilgileriyle, ıslahat hareketinin bozduğu Rus içtimaî hayatı, Rusya’da sosyo-politik bir buhran yaratmış, bu bunalıma çözüm arayışları sonucu ortaya “Avrasyacılar” adıyla bilinen seçkin bir grup tarafından “Avrasyacılık” fikir hareketi ortaya çıkmıştı. Son derece haklı gerekçelere dayanan bu fikri hareket, bilindiği gibi seçkin Rus aristokratlarından başta Kont Turbentskiy başta olmak üzere bir grup sosyal bilimcinin[5] çalışmalarıyla (Sovyet devrimiyle bir dönem yavaşlamış olsa da) devam etmiş, son klâsik Avrasyacı L. Gumiliyev tarafından derinleştirilerek, günümüzde “yeni-Avrasyacılar” adı altında Rus jeo-politikçi A. Dugin ve çevresi tarafından dikkatleri üzerine toplamıştır. Her ne kadar “Avrasya” gibi tuhaf bir kavramla ifade edilse de, bir şekilde “Doğunun” yeniden gündeme gelmesi açısından önem arzeden bu hareket, “kendi kendimizle” yani “bizbize” Doğu meselesine yeniden eğilmek, oryantalizmin dışında yeni bir münazara zemini geliştirmek yönünden bir dönüm noktası teşkil ettiği kanaatinde ve  bu dönüm noktasının, “Doğu”nun yeniden tanımlanması yönünde ciddi bir sebep olur ümidindeyim.

Son asır Türk tefekkür tarihinin ünlü ismi rahmetli Cemil Meriç, birbirine ezeli rakip Doğu ve Batıyı, “Doğu tefekkürün, Batı aklın vatanı” olarak tasnif ettikten sonra devamında “… Biz, din itibarıyla Doğulu, ırk itibarıyla Asyalıyız” derken bu ezeli kavgada her şeyi olması gereken yere koyuyordu. Elbette bunun bir medeniyet idrâki ve entellektüel bir mesuliyet duygusu olduğunu anlamak için Doğunun büyük yıldızı İbni Haldun başta olmak üzere M. İkbali, Tolstoy’u Turbentskiy ve tilmizleriyle, L. Gumilev’i dinlememiz gerekiyordu.

Doğu ile Batı arasındaki derin ayrılığın bir din ve inanç meselesi olmayıp, bir dünya algısı olduğunu Ruslar, Türklerden epeyce önce Napolyon seferleri ve 1853 Kırım Harbi sebebiyle farkına varacaklardı. Bir dünya görüşü ki, ideolojinin “imanlaştığı” ve adeta “inanç” sistemi haline geldiği bu algı, Rus entelijansiyasının literatüründe “Kartacalı” denizcilerle özdeşleştirilip, ilk  “Atlantiçilik” olarak ifade edilecektir.

Rusların kendilerine dönme gerekçesi olan Kırım harbinde Türkler, Batının iki önemli aktöründen İngiltere ve Fransa ile ittifak halindedir. Rusları Batı karşısında yeni arayışlara iten ve daima teyakkuz durmuna geçiren bu halin, ezeli Doğu-Batı mücadelesi olduğunu anlamaktan uzak Türkler için bu savaş, müttefikan Rusyaya karşı tersinden bir ‘’Haçlı seferi’’ olduğu yanılgısından kendisini kurtaramamanın müşahhas haliydi. Oysa, Türklerin bu haçlı müttefiklerin dünyası, manevi hayatın tamamen sekülerleşip, aklileştirildiği, ressam fırçasından, heykeltıraş kalemiyle maddeleştirilerek, duvara asılan tablodan, kaideye oturtulan heykelle, entelektüel zeka ve cehd, dünyaya sahip olma ve hükmetme uğruna feda edilmiş modern Batının sistematize ettiği yeni uygarlığın(!) adıydı. Kaldıki bu ‘’uygarlık’’ bu gün kullandığımız anlamda bir “uygarlık” (medeniyet)  isimlendirmesinden ve sıfatından  bile uzaktı. Çünkü “uygarlık” ne tedavülde vardı, ne de terminoloji de adı geçiyordu.[6] Ne var ki Pascal’da ifadesini bulan ve genel olarak Batı uygarlığının adı olan Yunan-Roma ve Rönesans menşeli menşeli tek tip ve önyargıya dayalı bu uygarlık, aslında günümüz neo-Avrasyacılarının hükümranlık, işgal ve sömürü kelimeleriyle dile getirilen “Atlantikçiliğin” temelini oluşturmaktadır. Ancak Batı uygarlığını haklı gerekçelerle “Kartacanın ruhunu” taşıyan “deniz korsanlığıyla” özdeşleştiren neo-Avrasyacı Rus meslektaşlarımızın, kalpgâh (Heartland) kabûl ettikleri “Üçüncü Roma” dedikleri Rus-Avrasyacılığını Roma üzerine yerleştirmeleri burada kendilerini tenakuza düşürmektedir. Kaldı ki, her halükârda “Tanrının kelamını” va’z etmek için yola çıkan Cizvit papazlarının günümüzün “demokrasi” misyonerliğini üstlenen ABD ve işbirlikçilerinin (Atlantikçiler) Roma’nın “uygarlaştırıcı” kutsal misyonuna dayandıkları ise apaçık bir gerçektir.

Bilindiği üzere Avrasyacılık üç temal miras üzerine inşa edilir. Bunlar; Roma (Bizans), Cengiz İmparatorluğu ve Ortodoks inancının genetik olarak Rus kimliğiyle, “Büyük Rusya” (Veliki Rosiya) da tecessüm etmiş hali olarak kabulüne dayanır.[7] Oysa tarih disiplini, her çağda birbirinden bağımsız, hatta farklı yönlerde gelişen medeniyetler olmakla, bazılarının gerilediğini, bazılarının ani bir felâketle yok olduğunu, bazılarının yeniden doğduğunu göstermenin yanında, yeni uygarlıkların da her zaman eski uygarlıkların mirasçısı olmadığını da göstermektedir.[8] Kuşkusuz tarihte bazı toplumların içtimaî gelişme yeteneğinin gelişmiş olması, hattâ hükümranlığı altında yaşadıkları devleti bir müddet sonra ele geçirdikleri veya yıkılan devletin mirası üzerine yeni bir devlet inşa ettikleri bilinen bir gerçektir. Fakat burada sözkonusu olan Rusya’nın burada yıkılan bir veya iki uygarlığın tabii mirasçısı olup olmaması değil, -Atlantikçileri tenkid ettiğimiz hususlarda görüleceği üzere- Rus Avrasyacılarının nasıl olupta, bir yanda topyekün Doğunun kurtuluşuna seslenirken, diğer yanda Roma’nın mirasına sahip çıkan Atlantikçiler gibi “kurtarıcılığı” kendilerinde tabi bir hak olarak gördükleridir. O halde burada bizi yanılgıya düşürecek olan “Avrasyacılığın” vuzuha kavuşturulması gerekir. Bu anlamda “Avrasyacılık” kavramı olarak açık bir tezadı bünyesinde taşımaktadır. Tam açılımı Avrupa ve Asyanın birlikteliği veya (sanki) yarım Avrupa, yarım Asyanın toplamı gibi garip bir sentez oluşturmaktadır ki, bu durum Atlantikçiliğin bütün değerlerine karşı cephe alan “Avrasyacılar” için açık bir çelişkidir.[9] Bu durumun tek bir izahı kalıyor ki o da, Doğunun dışında Rusya’ya özgü bir Rus ideolojisinin tanımlanmasıdır Avrasyacılık. Gerçi bu noktada geçmişi Batıyla harmanlanmış Rusya için bu durum çokta tuhaf değildir. Bu sebeple burada göz önüne alacağımız husus,“Avrasyacılığın” bir tez mi, yoksa anti-tez mi olduğudur. Rusya’yı haklı olarak burada tarih felsefesi yönünden bağlayıcı olan yön, İbni Haldun’un tesbitiyle “tarihi hadiseleri hâle bağlayan, devlet, toplum ve siyaset sahasındaki anane, örf ve adetlerin sürekli değiştiği, bir devletin yıkılmasıyla yerine yeni birinin kurulması, bazı içtimai müesseselerin ve geleneklerin devamlı bir değişme vetiresi içine girmesi, her şeyin bir inkılâp ve tekamül geçirdiği” gerçeği de bunun böyle olması gerçeğini teyid etmektedir.[10] Nitekim, Dugin bu gerçeği “Rus halkının özel bir medeniyet taşıyıcısı olduğuna vurgu yaptıktan sonra, devamında; “Rus milleti ve Rus halkı tarihte çeşitli devlet biçimlerini tecrübe ederek, kendi eşsiz misyonunun özgüllüğünü (şartlara bağlı olarak) muhtelif şekillerde göstermiş; bir değil, bir çok Batı Slavları, knezlikler mozayiğinden, Moskova Rusluğuna, Petro’nun İmparatorluğundan, Sovyet Blokuna devletin teşekkülünde eksen rolünü oynayan bir medeniyet sabitesidir”  biçiminde ifade etmektedir.[11] Pek tabi olarak bundan hareketle, bir şekilde geçmişte imparatorluk kurmuş her millet için kendine göre bir dünya tasarımında bulunmak için önünde bir engel yoktur. Dahası bu anlayış, genel bir dünya barışından ziyade, Slav halk gelenekleriyle, Asyalı Turanî hakların devlet tecrübesi üzerine kurulu, Rus emperyal sınırları içinde ortak bir tarihin karakteristiğini barındırır.

Burada, yukarıda biraz önce sorduğumuz soruya yeniden dönecek olursak; Avrasyacılık bir tez midir? sorusuna yeniden soralım. Avrasyacılık tezini müdafaa edenler için temel olgu, haklı olarak, tarihi  ve jeopolitik boyutta “denizin küresel zaferi” karşısında “karanın mağlubiyetine” dayanmaktadır. Bu açık ve anlaşılır düalizm en azından şimdiki (tashihsiz haliyle) haliyle bir “medeniyet ibdası” iddiasından ziyade, bir karşı duruş, bir tepki hareketi olarak görülmekte ve öyle anlaşılmaktadır. Tarihselci modernitenin ağır taarruzları karşısında kimsenin münferit bir mücadeleden başarılı çıkamayacağından hareketle, ezilmekten kurtulmanın tek yolunun Avrasyacılık ortak paydası altında birleşmek olduğu vurgulanmaktadır. Bu birleşmenin kapsam alanını, Batı Avrupa’nın okyanus sahillerinden, pasifike kadar uzatan neo-Avrasyacılığın oluşumu yönünde pek çok haklı gerekçesi olmasına rağmen, felsefi yönden dikte ettirici söylemler taşıdığını da burada bildirmek zorundayız. Sözün gelişi; Rus Avrasyacıları, Rusya’yı “tarihin ekseni” olarak almak ama, aynı zamanda Rusya’yı “hem Doğu, hem de Batı” arasında kıtasal entegrasyon sürecinin azami siyasî ve ekonomik otokrasisinin gerçekleştirilmesinde[12] mesiyanik (kurtarıcı) bir misyon yüklemek, “Atlantikçi” azgın iştahlı Batı uygarlığına direnebilme gücünü Rus kalpgâhına biat etmekten geçeceğini varsaymaktadırlar.

Tarihin oluşumunda, iktisattan, dine, milliyetten, coğrafyaya, iklimden, kültüre, müdafaa halinden, saldırı ve sömürgecilik gayesi taşıyan savaşlara kadar pek çok olgunun tarih tenkidinin unsurları olduğunu biliyoruz. Bu anlamda da, en azından bilebildiğimiz kadarıyla son üç yüz yıldan beri amansız ve acımasızca Doğu dünyası ve halkları üzerindeki bu saldırının daha acımasız ve daha ağır olduğu görülmüş şey değildir. Ancak bütün bu eşitsiz (şimdi buna asimetrik adı veriliyor) saldırılar karşısında eğer daha âdil ve yaşanabilir bir dünya tasarımı sunmak iddiasında isek bu, soğuk savaş yıllarının çoğu ezilmiş halklarının aklı selimden ziyade şizofreniyi andıran “ezilenlerin, ezenlerden intikamlarını alacakları” bir sistemin adı olamaz. Atlantikçi “korsan uygarlığı” ile (ki, gerçekte bu korsan uygarlık Kartaca değil, Romadır) hikmetin, bilgeliğin, adaletin ve merhametin vatanı Doğunun oğulları olarak aramızdaki en önemli fark budur. Bu fark, biz Doğulular ve Asyalıları meşruiyet zemininde imtiyazlı kılmaktadır. Bu imtiyaz bize bir şeyin anti-tezi olmayı değil, tez’i o şeyin öznesi olmayı gerektirmektedir. Atlantikçiliğin katı acımasızlığını sonuna kadar duyan ve hisseden çağdaş Avrasyacılardan L. Gumiliyev, onların bu durumunu izah ederken “…  Her bir Avrupalının gizli arzusu, dünyada bütün halkların kimliksizleştirilmesi ve bütün özgün kültürlerin (sadece Avrupa kültürü hariç) yıkılmasıdır. Bu kültür, evrensellik iddiasında olup, diğer bütün kültürlerin ikinci sınıf durumuna sokmaktadır. Bu anlayış her bir Avrupalının bilincine ta çocukluğundan, bunun da ötesinde çağdaş Avrupa halklarının oluşumunun ilk evresinden, yani 11. yy.’dan itibaren kazınmış bulunuyor. Kendi üstünlüklerinden emin olan Haçlılar, Filistin’e, Baltık kıyılarına, İstanbul’a ve Bulgaristan’a yürüyorlardı. Daha sonra Kızılderelilerin ülkesini yağmalamak için Amerika’ya, köle getirmek için Afrika’ya Hindistan’a, Java’ya hatta Hindistan afyonunun iyi pazar bulduğu Çin’e kadar yayıldılar ve bu “uygarlaştırıcı” harekette hiçbir vicdan azabını duymadılar; zira “vahşilerin” uygarlığa katılmasını bir kahramanlık, “beyaz insanın görevi” olarak algılıyorlardı” dedikten sonra, bütün buna rağmen şöyle devam edecektir: “Avrasyacı tez, sadece düşman değil, dost aramak zorundadır”[13]. Bu hususta dünya barışını tehdit eden ve bozan Atlantikçi anlayışın en uç örneği ABD’nin Fuller, Fukuyamalar, Brezinskiler üzerinden bütün insanlığa empoze etmeye çalıştığı “Medeniyetler Çatışması”, “Tarihin Sonu”nu getirecek nihai cevap, Doğu medeniyetinin yeniden ihyasıdır. Bu anlamda Avrasyacılığın insanlığın selâmeti bakımından en güvenilir kalelerinden biri olacağına inanıyorum.

Ancak bütün bunlara rağmen, gözden kaçırmamız gereken çok önemli bir hususa da değinmeden geçemiyeceğiz. Biz konuyu baştan itibaren “Doğu için Doğu” meselesi olarak ele alıp, Rusya’da neşvü nema bulan “Avrasyacılığa” da bu zaviyeden bakmaya çalıştık. Bu konuda hiç şüphesiz referanslarımız meselâ çağdaş Rus tarihçilerinden Natalya Naroçnitskaya’ın “Latin-Katolik kilisesinin misyoner tabiatına[14] yönelik atıflardan,  Avrasyacılığın babası sayılan Turbetskiy’de ifadesini bulan şu ibarelere dayanıyordu. Turbetskiy diyordu ki: “… Devletin topraklarında tek efendinin Rus halkı olduğu Rusya, artık tarihte kalmıştır. Bugünden itibaren Rus halkı, bu devletin toprakları üzerinde yaşayan ve yönetime iştirak eden eşit haklara sahip halklardan sadece bir tanesidir. Şimdi ise, Rus halkının yaşadığı devlet, artık onun mülkü değildir; “ayrıcalıklı” Rus milliyetçiliği, devleti oluşturan parçaların bütününü bozmakta, dolayısıyla devletin bütünlüğünü tehdit etmektedir”[15]. Eğer bugünkü yeni-Avrasyacılar, klâsik Avrasyacıları bir halef, kendilerini de selef olduklarını kabul ediyorlarsa, mevzuyu “Rus kimlik arayışı” ve “Rus jeopolitiği” üzerine değil, özgül tarihi sürecin yarattığı Asya bozkır (Turan) kültür coğrafyası üzerine kurmak zorundalar. Çünkü mesele olan, bir Rus veya Rusya meselesi değil, iki ayrı dünyanın ezeli mücadelesinde yok olma tehdidiyle karşı karşlıya kalan “Doğu meselesidir”. Kaldı ki, Avrasyacıların tamamı dünya tarihinin kanlı sayfalarının Batılı saldırganların hatıraları ve olaylarıyla dolu olduğu konusunda hemfikirdirler. Ne var ki, burada asıl konu klâsik Avrasyacılarda bile görüleceği üzere, yeni Avrasyacılarda göz ardı edilerek büyük “Doğu”nun, Rusya’nın bekasına feda edilmesidir. Bunun bir tenkid değil, tesbit maksadı taşıdığını da burada bildirmeliyim. Sözün gelişi; Avrasyacılıkta “Rusya’yı tarihin ekseni” olarak kabûlden hareketle yola çıkan yeni Avrasyacılardan Dugin için Rus halkı; “… diğer bir çok halktan farklı olarak, özel bir medeniyet taşıyıcısı niteliğinde teşekkül etmiş” adeta “seçilmiş” mesiyanik[16] bir halk olurken, Rus devletine biçilen rol; birinci aşamada “post-emperyal mirasın” Sovyet sonrası mekânda prensiplerin cari olduğu, ikinci aşamada ise kenar-kuşak-merkez arasındaki ittifaklarla dünya imparatorluğunu öngörmesidir. Nitekim geçiş dönemine dair yaptığı değerlendirmede Dugin şöyle demektedir. “Rusya’nın jeopolitik ve stratejik ve aynı zamanda sosyo-ekonomik menfaatlerinin buna dayanarak ortaya konulması gerekir. Rus halkı bugün de, bir Rusya’dır”[17]. Bu konuda pek çok alıntıyı zikretmek mümkündür. Avrasyacıların deyimiyle “eskatalojik ve evrensel belirlenmeye göre geçerli olan büyük mekânlarla, kozmik hissiyatın kaynaştığı ideallere”[18] dayanarak, Atlantikçi Almanya’nın; Roma-Cermen, ABD’nin Evangelist, Anglo-Sakson, Türkiye’nin Osmanlı ideali üzerine post-emperyal yeni imparatorluk iddialarında bulunmamaları için hiç bir engel görülmüyor. Kaldı ki, en tarafgir tarihçilerin bile hakkı teslim etmede “Pax-Ottoman” demekten kendilerini alamadıkları “Osmanlı asırları” hayâlin sınırlarını aşmış, gerçek bir medeniyet ve tarih ekseni olmuş bir medeniyettir. Ne var ki, Rus, Avrasyacı düşünür ve teorisyenlerin çalışmalarında bu medeniyet nedense bugüne kadar yer almamakla, birkaç cümle ile geçiştirilerek, (Batının hediyesi mi demeli, yoksa ucubesi mi demeli) hiçbir iddia peşinde olmayan konu cumhuriyet Türkiyesinin ulus devletine bağlanıvermektedir.

Hülasa edersek, bidayetinde Rus entelektüelleri tarafından Batı saldırılarına karşı bir yol arama, yordam bulma çabasının ürünü olarak ortaya çıkan Avrasyacılık tezi, Rusya tarihinin tabii seyri içinde entellektüel cephenin mevzilerinde Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar kalmış, Birliğin dağılması ve Atlantikçi ABD emperyalizminin tek güç olarak atağa geçmesiyle, yine Rus entelijansiyası tarafından mevziden muharebe alanına çıkmıştır. Ne var ki bu defaki tehdit, klâsik savaş teknik, strateji ve taktiklerinden oldukça farklı, sadece bir bölgenin veya bir ülkenin insanını değil, topyekün mekânı ve bütün insanlığı köleleştirme, topyekün imha etme üzerine kurulu ultra-modern bir deniz eşkiyalığı biçiminde sistemleştirilmiştir. Bu durum karşısında emperyalizmin açık saldırı alanı haline gelen özellikle Doğu dünyası, bir yandan bu “küresel saldırılar” karşısında alacağı tavır, bir yanda kendi “Doğulu” kimliğini sorgulama noktasında bir iç gerilim süreci yaşamaktadır. Orta Avrupa ovalarından, Orta Asya’ya, Kuzey Afrika kıyılarından Ortadoğu’ya oradan Uzak Asyaya kadar uzanan büyük Doğu dünyası son derece sancılı ve buhranlı bu iç gerilimi Atlantikçi saldırılarla birlikte paylaşmaktadır.

İşte tam da bu aşamada Rus menşeli “neo-Avrasyacılık” hareketinin çıkışına şahit oluruz. Ancak yukarıda tamamına değil, kısmen değindiğimiz üzere bu tez, salt karşı çıkmak değil, kapsam alanından, teorik yapısına kadar yer yer kendiyle çelişkiler taşıyan, zorlayıcı ve temenniye dayanan, hayali sınırlar öngören, çoğu tarih oluşum sürecinin unsurlarını ve yasalarını göz ardı eden ama sonuç olarak Doğu’nun acınası yalnızlığı karşısında “neden olmasın” ümidini va’z eden yeni bir “yol” olarak görüyorum.

Ancak bu yolun entellektüel bir fantezi olarak kalmayıp, gerçekten “Doğu medeniyetinin yeniden ihyası ve inşaası” için ircaa safhasına geçirilmesinde konunun muhatabı olanlar tarafından bu tezin münazara edilmesi, felsefî, tarihi ve siyasi zeminin doldurulması gerektiği kanaatinteyim.

Herşeye rağmen, Doğu dünyasına ümit verme yönünde Rus meslektaşlarıma buradan bir Asyalı olarak teşekkür etmeyi borç bilir, bütün kalbimle bir defa daha Romalı şair Katon’un dilinde ifadesini bulan “Carthago delenda est” deyişini tersinden okuyarak ‘’Roma mutlaka yok edilmelidir’’ diyerek saygılarımı sunuyorum.

Not: Bu metin Sakarya Üniversitesinin 15,10,2008 tarihinde tertip etmiş olduğu ‘’Uluslararası Mavi Karadeniz’’ isimli sempozyuma tarafımızdan bildiri olarak sunulmuş, dergide yayımlanma aşamasında yeni ilaveler ve düzeltmelerle güncellenmiştir.

PhD (Dr.) Erol Cihangir

1 Batının, dünyayı bu şekilde algılama biçimi üzerine Guénon şu tesbiti yapacaktır. “Bu anlamda “Hayat ve eylem tam bağdaşıktırlar; birinin alanı aynı zamanda öbürünün alanıdır ve bütün Batı uygarlığı da günümüzde her zamankinden daha fazla olmak üzere bu sınırlı alanda sıkışıp kalmıştır.” (s. 79) derken, yine Batılıların, Dğu tahlillerinde bir nokta hatta “gericilik” olarak gördükleri “statüko” (istikrar) unsuru konusunda şöyle demekteir: “Batının durağan gördüğü Doğuya özgü” bu istikrar, aslında her çeşit değişikliği reddettiği yargısına varmak abartılı olup, bu isikrar, değişikliğin içinde bulunan uyumla sınırlıdır. Böylece ilkelere hiçbir zarar gelmez… Bu sayededir ki, ilkelerin bilgisi olrak kendi kendine yeten metafizikten başka, kurumlar dahil, bütün varlıkları kucaklayan, bütün “geleneksel bilimler” varlık bulabilmektedir. R. Guénor. Doğu ve Batı, s, 69.
2 Bu tür tepkinin en çarpıcı örneklerinde patronluk hususu İngiliz, Fransız, Alman ve Ruslarda, aşırı temkinlilik ve ‘’düşman  yaratma” biçimi ise, yeni uluslaşma süreci yaşayan etnoslarla, ulus devletlerde rastlanır.
3 Konu hakkında daha teferruatlı malûmat için, Bknz., K. Marks, Doğu Despotizmi.
4 Burada özellikle “halk için” (vulgarisation) deyimini kullandık. Modern Batı uygarlığına özgü bu deyim, propaganda maksadıyla halkın diline indirme anlamı taşıyor ki, bu indirgeme ancak gerçeğin aleyhine olarak gerçekleşebilir. Çünkü “gerçeği herkesin” anlayabileceği iddiasında bulunmak, doğası gereği, onu bozmk ve gerçekten uzaklaştırmaktır. Bknz., René Guénon, Doğu ve Batı, s, 57.
5 Münazara: “karşılıklı konuşmak, ilmi ve kaideye uygun olarak yapılan konuşma”, mübahese ise: “Bir şeye dair iki veya daha çok kimse arasında bir şeyin bahsini gerektiren konuşma” demektir ki, bu da, bünyesinde “insaf ve merhamet” kavramlarını barındırır. İnsaf ise; merhamet ve âdalet dairesinden hareketle, hakikâti kabûl ve itirafı gerektirir. Bu şahsi bir bakış veya tercih meselesi değil, bir dünyanın insana, tabiata ve eşyayı kavrayış tarzıdır.
6 Turbetskiy başta olmak üzere, müzikolog P. Suvçinski, coğrafyacı ve iktisatçıP. Savitski, hukukçulardan V. İlin ve N. Alekseyev, filozof G. Filorovski, tarihçiler G. Vernandski, M. Şahmatov, L. Karsanin tarafından başlatılan hareket, 1920’lerde Bulgaristan’da başlayıp, daha sonra Prag ve Paris’te çıkan yayın organlarıyla devam etmiştir. Daha geniş malumât için Bknz., Marléne Laruelle, Mythe aryen et rêve impérial dans la Russie du XIX. siécle, Paris, 2005.
7 “Uygarlık” kelimesinin literatürde yer alma tarihinin oldukça yakın bir zamanı içerdiğini belirten Guénon konu hakkında şu bilgiyi vermektedir. “Uygarlık” (civilisation), ancak Fransız Devriminin öncesinde iktisatçılarda görülür. Littré, bu konuda Turgot’tan aldığı bir tek örnek gösterir. Bütün Fransız edebiyatını tarayan Littré, bu konuda daha gerilere gidememiştir. Demekki “uygarlık” kelimesinin yaşı bir buçuk yüzyıldan fazla değildir. Académi’nin sözlüğüne de ancak 1853’te girebilmiştir. R. Guénon, a.g.e., s. 22.Bu tarih ilginç bir şekilde tam da ünlü 1853 Kırım savaşının başlama tarihine tesadüf etmektedir.
8 Teori Derg, “Avrasyacalık üzerine”, Arif Aculoğlu, s. 105, Ekim, 1998.
9 R. Guénon, a.g.e., s. 26. Bunun böyle olduğu hakkında ünlü Arap tarihçisi Mesudî, Mürucu Zeheb’de  ve keza konunun üstatlarından olan L. Gumiliyev özellikle yeni süper etnoslarla, devletlerin oluşumunda devleti kuran ve devam ettiren etnosun, ilk etnosla çoğu zaman hiçbir ilgisi kalmadığını, fakat, çoğu zaman ilk etnosun kimliğini taşıdığına vurgu yapar. Bknz., Etnogenez, 1999, İst.
10 Avrasyacılığın kavram yönünden ilk tenkitlerinden biri  tarafımızdan 90’lı yıllarda yapılmış, konu hakkında özellikle Avrupa merkezli ‘’Avrasyacılık’’ Ankara çevrelerinde gelişen yeni bir sol hareketin yayın organı olan  bir dergide makale olarak yayımlanmıştır. Bu tenkide dair daha teferruatlı malûmat için Bknz., Ulusal Sol Dergisi, S. 4, (Güz, 1997), Ankara
11 İbni Haldun Mukaddime, s C.I,, 243.
12 A. Dugin, Rus Jeopolitiği, s, 27.
13 A. Dugin, a.g.e., s, 6.
14 L.N. Gumilev’den aktaran, N. Kireyev, Türkiye ve Rusya, “Rusya’da Avrasya Tezi’nin Biçimlenişi”, s, 25
15 N. Naroçnitskaya’dan aktaran, N. Kireyev, a.g.m., s, 25-26
16 Turbetskiy, İstoriya Kultura, s, 216.
17 A. Dugin, a.g.e., s, 27.
18 A.Dugin, a.g.e., s, 28.
19 A.Dugin, a.g.e., s, 95.

 

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap