627) MEHMET AKİF NASRULLAH KÜRSÜSÜNDE-1
Yayin Tarihi 19 Eylül, 2012
Kategori TÜRK DÜNYASI
Mehmet Akif Nasrullah Kürsüsünde
Mehmet Akif, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1919 yılında Samsun’da başlattığı Milli Mücadele hareketine fiilen katılmış, bir kısım aydınlar mandacılığı tartışırken O Anadolu’ya milletinin yanına koşmuştur. Özellikle camilerde yaptığı konuşmalarla halkı birliğe, beraberliğe, milli uyanışa davet etmiştir.
Akif bu konuşmaların en önemlilerinden birini Kastamonu’da tarihi Nasrullah camiinde 19 Kasım 1920 tarihinde yapmıştır.
Sebilü’r-Reşad dergisinin 25 Kasım 1920 tarihli 464. sayısında yayınlanan bu tarihi konuşmanın tam metni:
Bismi’IIahi’r-Rahmani’r-Rahim
“Ey iman etmiş Olanlar, ey Müslümanlar, içinizden olmayanlardan, size yabancı milletlerden dost edinmeyiniz”. (AI-i İmran suresi, 118. ayet)
Ayet-i Celiledeki “bitane” içli-dışlı görüşülen, kendisine her türlü esrar tevdi edilen samimi dost, yar u can, arkadaş, sırdaş manalarınadır. Öyle “bitane” ki, “ sizlere karşı zarar vermekten, aranıza fitneler, fesatlar sokmaktan hiçbir vakit geri durmazlar. Ellerinden gelen fenalıkların hiçbirini sizden esirgemezler”. “Sizin sıkıntılara, musibetlere, felaketlere uğramanızı isterler”. “Görmüyor musunuz, hakkınızda besledikleri düşmanlık ağızlarından taşıp dökülüyor”. “Bununla beraber yüreklerinde, sinelerinde gizlemekte oldukları kinler garazlar, husumetler, o bir türlü zapt edemeyip de ağızlarından kaçırmakta oldukları nefret ve düşmanlıktan çok büyüktür, çok şiddetlidir”.“Bizler, size her biri hikmetin kendisi, tam manasıyla ibret olan ayetlerimizi böyle sarih bir surette bildirdik. Eğer sizler akı karadan, iyiyi kötüden seçer; hayrını, şerrini düşünür, aklı başında adamlarsanız bu hikmetlerin, bu ibretlerin gereğince hareket ederek hem dünyada, hem ahirette felah bulursunuz.”
Ey Müslümanlar. Sizin için bu Ayet-i Celileye uymaktan başka selamet yolu yoktur. Takib edilecek davranış, siyaset kuralı tamamıyla bu Ayet-i Celilenin içindedir. Bundan dolayı yüce manasını bir kerede toplayıp ifade edelim. Cenabı Hak buyuruyor ki: “Ey mü’minler, size ellerinden gelen fenalığı yapmaktan çekinmeyen, bu hususta hiç bir fırsatı kaçırmayan, dininize yabancı milletleri kendinize sırdaş, dost, arkadaş olarak kabul etmeyiniz. Bunların sureti haktan görünerek size güler yüz, göstermelerine, hayrınızı ister gibi tavırlar takınmalarına. asla kapılmayınız. Onların, gece-gündüz isteyip durdukları sizin felaketinizden, yok olmanızdan, esaretinizden başka bir şey değildir. Baksanıza size karşı kalplerinde besledikleri düşmanlık, o.kadar dehşetli ki, bir türlü zapt edemiyorlar da ağızlarından kaçırıyorlar. Hâlbuki yüreklerinde kök salmış olan husumeti, ağızlarından taşan ile kıyaslamak mümkün değildir; ondan çok fazladır, çok şiddetlidir. İşte bütün gerçekleri Ayet-i Celilemizle sizlere açıktan açığa tebliğ ediyoruz, bildiriyoruz. Eğer aklı başında insanlarsanız, eğer dünyada ve ahirette aşağılık olmak, hüsranda kalmak istemezseniz bizim Ayet-i Celilemiz gereğince hareket ederek felah bulursunuz. Bu Ayet-i Celile Al-i İmran suresindedir. Tevbe suresinde de: Meali Celili: “Ey Müslümanlar, Cenabı Hak içinizden, Hak yolunda savaşanları, Allah ile O’nun Resul-i Muhtereminden, bir de müminlerden başkasını kendisine dost kabul etmeyenleri görmedikçe sizler öyle başıboş bırakılacak mısınız, zannediyorsunuz?” (Tevbe süresi, 16. ayet)
Bu iki Ayet-i Celileden başka: Tevbe suresi, 73.ayet, Tevbe suresi, 123. ayet, Bakara suresi, 120. ayet, Maide suresi, 54 ayet gibi diğer Ayet-i Kerimeler daha vardır ki aynı ruhtadır.Ey cemaati müslimin! İnsan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı, hakikati söylemek lazımdır. Ben de bir zamanlar Kitabullah’ı okurken bu gibi Ayet-i Celileye geldikçe acaba diğer milletlere karşı biraz şiddetli davranılmıyor mu? Müslüman olmayan milletler hakkında daha merhametkar olmak icap etmez miydi gibi düşüncelere dalardım. Gerçi bu hatıraların sırf şeytani vesveselerden başka bir şey olmadığını biliyordum. Lakin velev şeytani olsun, o düşünceleri içimden söküp atıncaya kadar, hayli uğraşmalara mecbur kalırdım. Acaba bu vesvesenin kaynağı ne idi?
Burasını araştıracak olursak işi biraz tabii görürüz. Öyle ya, gözümüzü açtık Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa kamuoyu nakaratından başka bir şey işitmedik. İngiliz adaleti, Fransız hamiyeti, Alman dehası, İtalyan terakkiyatı, kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele ediplerinin ahlaki, insani, içtimai mevzuları pek hoşumuza gitti. Yazarlarının ahlak ve insanlık değerlerini eserleriyle ölçmeye kalkıştık. İşte bu mukayeseden itibaren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye başladık. Bu adamların sözleriyle özleri arasında asla münasebet, benzeyiş olamayacağını bir türlü düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna bulaşan bu sapma, bu hata bir zamanlar hana da musallat oldu. Bereket versin ki, yaşım ilerledi; tecrübem arttı, özellikle Avrupa’yı, .Asya’yı, Afrika’yı dolaşarak Avrupalı dediğimiz milletlerin esaret altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadri, hakareti gözümle görünce artık aklımı başıma aldım. Demin söylediğim şeytani vesveselere kapılmış olduğumdan dolayı Cenabı Hakk’a tevbeler ettim.
Dünyada, Avrupalıları hakkıyla anlayan ve anladığını da iki cümle ile hülasa edebilen bir Müslüman varsa, o da millet büyüklerinden fazıl, mağfur Hersekli Hoca Kadri Efendi merhumdur. İslam Âleminin en fedakâr, en faziletli erkânından Mısır’lı Prens Abbas Halim paşa bir gün sohbet esnasında demişti ki:
“Hoca Kadri Efendiyi zaten Mısır’dan tanırım. İrfanına, yüce büyüklüğüne hayran olurdum. Bir aralık Fransa’ya uğramıştım. Paris’te ilk işim bu muhterem Müslümanı ziyaret etmek oldu. Kendisiyle biraz hoş beşten sonra dedim ki; “Hocam! Senelerden beri burada oturuyorsun. Doğunun, Batının ilmine fennine cidden vakıf ender yaratılışlı bir kişisin. Yakinen gördüğün şeyler tabidir ki tecrübeni, görgünü artırmıştır. Öğrenmek isterim; Avrupalıları nasıl buldun?”
Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır. Evet, pek çok güzel şeyleri vardır. Lakin şunu bilmelidir ki o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır.
Hakikat, Hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini, kendilerinin maddiyattaki şu terakkileri ile ölçmek katiyyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır. Bunların bütün insanlara, bilhassa Müslümanlara karşı öyle kinleri, öyle husumetleri vardır ki, hiçbir suretle teskin edilmek imkânı yoktur. Görünüşte dinsiz geçinirler. Hürriyet, vicdan diye kâinatı aldatıp duruyorlar. Hele, biz Müslümanları, biz doğuluları taassupla itham ederler, dururlar! Heyhat! Dünyada bir mutaassıp millet varsa Avrupalılardır. Gerçek, Avrupalılardan daha mutaassıp bir cemaat vardır ki, o da Amerikalılardır. Taassuptan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o da bizleriz.
Ey cemaati müslimin!
Bilirim ki, bu sözlerim sizin, senelerden beri avutulmuş, uyutulmuş fikirlerinize biraz aykırı gelecektir. Onun için bir, iki misal getirmek icap ediyor.
Bilirsiniz ki, bizim 1. Cihan Savaşına girmemizden en çok faydalanmış olan bir millet varsa o da Almanlardı. Şunu ihtar edeyim ki, ben, bu kürsüde 1. Dünya Savaşına girmek mi lazımdı, girmemek mi daha iyi idi, girmeden durabilir miydik, biraz daha geç mi girmemiz uygun olurdu gibi meselelerin hiç birini konu edecek değilim. O, benim konumun, salahiyetimin haricindedir. Ortada bir vak’a var ki, biz, Almanlarla birlikte olarak harbe girdik. Yüz binlerce şehit verdik. Yüz binlerce ocak söndü. Milyonlarca servet kaynadı gitti. Şimdi Almanlar için ne lazım geliyordu? Ne yapacaklardı? Şüphesiz bütün dünyanın bütün dünyadaki milletlerin, kendilerine harb ilan ettikleri bir zamanda böyle yegâne müttefikleri olan bizleri sinelerine basacaklar, bütün gazeteleriyle, bütün kitaplarıyla, bütün edipleriyle, bütün yazarlarıyla bizi alkış, teşekkür tufanları içinde boğacaklardı. Heyhat bu 1. Dünya Savaşının ilk senesinde ben mühim bir vazife ile Berlin’e gitmiştim. O aralık Alman hükümeti bize dedi ki:
— Bizim millet meclisindeki, bilhassa Katolik mebuslar kıyamet koparıyorlar: Almanlar gibi medeni, fende ileri bir millet nasıl oluyor da Müslümanlar gibi, Türkler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu, bizim için zül değil midir? Diyorlar. Aman, makaleler yazınız, eserler yazınız, biz, onları Almancaya tercüme ettirelim. Ta ki, Müslümanlığın da bir din, Müslümanların da insan olduğu bunların nazarında belli olsun.
Almanya hükümeti haklıydı. Çünkü Alman milleti nazarında Müslümanlık, vahşetten, Müslümanlarsa vahşilerden başka bir şey değildi. Onların gazetecileri, romancıları, hele müsteşrik (şarkiyatçı) denilip de doğu lisanlarına, doğu ilim ve fennine, doğu ahlak ve âdetine vakıf geçinen adamları, mensup oldukları milletin fikirlerini asırlardan beri bizim aleyhimize o kadar müthiş bir surette zehirlemişlerdi ki, arada bir anlaşma, bir barışma husulüne imkân yoktu. Biz, o sırada kendimizi onlara tanıtmak için tabii elden geldiği kadar çalıştık. Lakin tamamıyla başarılı olduğumuzu asla iddia edemem. Heriflerin taassubu yaman! Kökleşmiş bir takım kanaatler, hakkı görmelerine mani oluyor.
Harb esnasında bilirsiniz ki, Almanya imparatoru İstanbul’a gelmişti. Biz, gönülleri temiz Müslümanlar, İslam Halifesinin müttefiki sıfatıyla o misafire karşı nasıl hürmette, nasıl ikramda bulunacağımızı şaşırdık. Bu şaşkınlıkta o kadar ileri gittik ki, hükümet merkezinin, yani İstanbul’un minarelerini kandil gecesiymiş gibi kandillerle donattık. Alman dostluk yurdu binası kurulacak denildi, bol keseden bir kaç camimizi heriflere peşkeş çektik. Ha! Gelelim bizim bu gibi fedakârlıklarımıza karşı gördüğümüz karşılığa. Kudüs-i Şerifi bizim elimizden gasb ettikleri zaman bu felaket 1. Dünya Savaşı üzerine büyük bir tesir yapmıştı. Yani Filistin cephesinin bozulması savaş terazisini düşmanlarımızın tarafına iyice ağdırmıştı. Bununla beraber müttefikimiz olan Almanlarla yine Alman’dan başka bir şey olmayan Avusturyalıların bu işten bizim kadar müteessir olmaları icap ederdi.
Ey cemaati Müslimin!
İşe bakın ki, “Kudüs velev ki İngilizlerin eline geçmiş olsun, velev ki bu memleketin düşman eline geçmesi, bu cephenin bozulması yüzünden savaş, bizim hesabımıza kaybolsun, tek Müslümanların elinde, Türklerin elinde kalmasın da, hasmımız da olsa dindaşımız olan İngilizlerin eline geçsin” diyerek Viyanalılar şehir ayini yaptılar. Evlerini donattılar. Bu maskaralığı engelleyip yakılan elektrik fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükümetinin göbeği çatladı. Artık taassubun hangi tarafta, hürriyetin, müsamahakârlığın hangi tarafta olduğunu bu misallerle de anlamazsanız kıyamete kadar anlayacağınız yoktur.
Avrupalıları, Amerikalıları dinsiz derler. Size bir hakikat daha söyleyeyim mi? Dünyada din ile en az mukayyet olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün cuma olduğu halde, Kastamonu‘nun en şerefli bir camisinde görüyorsunuz ya kaç saflık cemaat bulunuyor!
Dünyanın en mamur, en ilerlemiş, en yeni memleketi olan Berlin’de pazar günü, büyük kiliseler hıncahınç doludur. Hem kiliseleri dolduran cemaati halktan ibaret zannetmeyin. Bütün kibarlar, zenginler, milletin münevver dediğimiz tabakasına mensup adamlar, temiz temiz giyinmiş. Halk bu cemaati teşkil eder. İngiltere’ye gidiniz. Şayet cumartesi gününden etinizi, ekmeğinizi tedarik etmezseniz pazar günü aç kalırsınız. Çünkü kıyamet kopsa, dini bir gün olan pazar günlerinde hiç bir dükkânı açtıramazsınız. İngilizler duasız sofraya oturmazlar, duasız sofradan kalkmazlar.
Rumeli zenginlerinden bir adam tanırım ki, ziraat tahsili için yetişmiş bir oğlunu Amerika’ya göndermişti. Çocuğun kendi ağzından işittim. Diyordu ki:
— Memleketin acemisiyim. Lisanlarını layıkıyla bilmiyorum. Newyork’ta bir otelde bulunuyordum. Gece canım sıkıldı. Oturduğum odada bir piyano vardı. Azıcık şunu tıngırdatayım dedim. Sazın perdeleri üzerinde parmaklarımı hafifçe gezdiriyordum. Aradan iki-üç dakika henüz geçmemişti ki, odanın kapısına yumruklar inmeye başladı. N e oluyoruz diye kapıyı açtım. Bir de baktım ki, otelcinin karısı hiddetinden ateş kesilmiş, bana alabildiğine sövüyordu. Karı, benim ne barbarlığımı, ne saygısızlığımı, ne ahlaksızlığımı, kısacası hiç tutar bir yerimi bırakmadı. Meğer o gece Hıristiyanların ulularından, yani velilerinden birisinin gecesiymiş. O geceyi, o veliye hürmeten ibadetle geçirmek icap edermiş! Piyano çalmak, Allah saklasın küfür derecesinde günahmış!
Arttık karıya memleketin acemisi olduğumu, bu hatanın benden, kastım olmaksızın meydana geldiğini, anlatıncaya kadar akla karayı seçtim.
Yorumlar
Yorum yap