625) YANLIŞ ATATÜRKÇÜLÜK
Yayin Tarihi 20 Temmuz, 2012
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ
YANLIŞ ATATÜRKÇÜLÜK
Türkiye’de uzun zamandır bir yanlışlık sürüp gitmekte ve Türk devletinin kurucusu Atatürk ile Türk ulusunun büyük çoğunluğunu meydana getiren halk kitleleri karşı karşıya getirilmektedir. Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen bu son derece çelişkili olumsuz durumun ortaya çıkmasında, Türkiye’nin özel koşullarının rolü bulunduğu gibi son dönemlerde yaşanan olaylar ve siyasal gelişmelerin de önemli ölçüde payı olduğu görülmektedir. Türk ulusuna ulusal kurtuluş savaşı sonrasında devlet kurmuş, tam bağımsız bir siyasal düzen armağan etmiş, hatta daha da ileri giderek, çağdaş bir cumhuriyet rejimi kazandırmış bir büyük öndere Türk ulusu teşekkür edeceğine, ulusun tabanını oluşturan halk kitleleri kendi bağımsız varlıklarını sürdürme çizgisinde sahip çıkacağına, bu durumun tamamen tersi bir doğrultuda kurucu öndere karşı yeni bir olumsuz halk yapılanmasının giderek tırmandırıldığı görülmektedir. Böylesine ters bir durum da cumhuriyetin kurucusuna karşı bir çizgide, cumhurun Türk devletinin kurucu önderi Atatürk ile karşı karşıya getirildiği ortaya çıkmaktadır.
Dünyadaki demokrasilerin ve cumhuriyet devletlerinin en büyüğü olan Amerika Birleşik Devletlerinde her zaman devletin kurucularına karşı büyük bir saygı ve bağlılık gösterilmekte ve her seçilen yeni başkan ilk yaptıkları konuşmalarda ABD’nin kurucu babaları adı verilen kurucu önderlere saygı ile bağlılıklarını açıklamaktadırlar. Böylece, iki yüz yılı biraz aşan bir geçmişi ile bu büyük süper gücün bugün geldiği hegemonya düzeninde kuruluş çizgisine ve tarih sahnesine çıkmış olduğu aşamadaki kurucu iradenin özüne bağlılık hem ulusun hem de ulusa bağlı olarak kurulmuş olan ulus devletin sürekliliğini sağlamakta, uluslararası alanda Amerikan devletine kuruluştan gelen bir güç kazandırmaktadır. Devletlerin tarih sahnesine çıkış aşamasındaki kuruluş çizgisi daha sonraki dönemlerde devamlılığının korunabilmesi açısından son derece önem taşımakta ve bu nedenle bütün ulus devletler tarafından kuruluş ile ilgili simge günler ulusal bayramlar olarak her yıl düzenli olarak kutlanmaktadır. Ulusal varlığın her gün tazelenmesi gereken toplumsal bir canlılık ortamı olduğu dikkate alınırsa, her ulus devletin kurucu önderleri yaptıkları ve sözleriyle kendi uluslarına yön göstermeğe devam etmekte ve böylece ulusu bir arada tutan ortak bağlar zaman zaman yenilenerek her toplumun ulusal varlığı sonsuza kadar sürdürülmeğe çalışılmaktadır.
Amerikalılar her gün kurucu babalarına saygı ile bağlılıklarını yenilerken, Türkiye’de ise bunun tamamen tersi bir doğrultuda toplumun belirli kesimleri her gün sistemli bir biçimde devletin kurucu babası Atatürk’e karşı çıkmağa, saldırmağa hatta daha da ileri giderek küfür etmeğe devam etmektedirler. Emperyalizmin güdümünde küresel ve bölgesel projelere angaje edilen Türk devleti işbirlikçi politikacılar ve onların siyasal örgütleri aracılığı ile yeni maceralara doğru sürüklenirken, kurucu baba olan Atatürk başlıca engel olarak görülmekte, her türlü haksız ve insafsız eleştiri devletin kurucu önderine yöneltilirken ağız dolusu küfürler dışarıdan gelen paralar ile beslenen basın ve yayın organları ile halk kitlelerinin beyinlerine Atatürk ile ilgili bütün olumsuz bilgiler, gerçeklere aykırı bir biçimde yerleştirilmeğe çalışılmakta ve böylece Atatürk ile Türk ulusunun büyük çoğunluğunu oluşturan halk kitleleri karşı karşıya getirilmektedir. Atatürk düşmanları ve Türkiye’yi yıkmak isteyen emperyalizm ile Siyonizm açısından normal karşılanabilecek bu olumsuz durum, Türkiye Cumhuriyeti açısından son derece olumsuz bir aşamayı göstermekte ve giderek içinden çıkılamaz bir girdabın içine doğru Atatürk Cumhuriyetini çekmektedir. Böylesine istenmeyen bir durumun gündeme gelmesinde geçmişte yaşanan olaylar ve bunların uzantısı siyasal gelişmelerin payı olduğu kadar aynı zamanda, Atatürk’ün kurmuş olduğu devletin ilgili kurumlarının ve işbaşına gelen hükümetlerin de büyük kusurları bulunmaktadır.
Atatürk ile halk kitlelerinin karşı karşıya getirilmesinde, şimdiye kadar uygulanan yanlış Atatürkçü uygulamaların ve tutumların büyük rolü bulunmaktadır. İşe önce devletten başlayarak cumhuriyet hükümetlerini bu açıdan ele alınması ve yargılanması gerekmektedir. Atatürk adına devleti yönetenler, Atatürk’ün sözleri ve yaptıklarına tamamen ters bir çizgide ülkeyi ve devleti yönetmeye kalktıklarında, gelmiş oldukları başarısız çizgide kendilerini Atatürkçüymüş gibi göstererek gerçek Atatürkçülüğün zarar görmesine neden olmuşlar ve böylece büyük halk kitleleri önünde kendilerini kurtarmak isterken Atatürk’ü yıpratmışlardır. Atatürk’ü gerçek boyutlarıyla anlayamayan, düveli muazzama denilen büyük emperyal güçlere karşı zafer elde ederek bağımsız bir devleti dünyanın tam ortasında kurma aşamasına gelen bir büyük siyasal önderin politikalarını tam olarak anlamadan iş başına gelen cumhuriyet hükümetleri, yaptıklarına meşruiyet kazandırma telaşı içinde kendilerini Atatürkçü göstererek, dış güçlerin dümen suyunda devleti yönlendirmeğe kalkışmışlar ve bu tür işbirlikçi politikalarında başarısız kaldıkça Atatürk’e sığınarak vaziyeti kurtarma ikiyüzlülüğü içinde olmuşlardır. Atatürk’ü kendi siyasal gelecekleri açısından kurtarıcı görenler, Atatürkçülük adına dışarıya hizmet ettikçe ve çeşitli emperyal senaryolara alet oldukça halk kitlelerinden büyük tepkiler görmüşler, o aşamaya gelince de Atatürk’ü kendileri için kurtarıcı görerek Atatürk’ün arkasına saklanmağa çalışmışlardır. Böylesine çıkarcı ve oportünist tutumlar eski Bizans topraklarındaki geleneklere uygun bir çizgide sürüp gittikçe, Türk halkı ile Atatürk’ün arasındaki mesafe giderek artmıştır. Batı emperyalizmi ile Türk halkının çıkarları arasına sıkışıp kalan cumhuriyet hükümetleri her zaman için dış baskıların etkisinde kalmışlar ama kendilerini kurtarmak üzere Atatürkçü görününce, yaptıkları işbirlikçi işlerin faturasını Atatürk’e çıkartarak kendilerini kurtarma noktasında devletin kurucusu ile Türk halkını karşı karşıya getirmişlerdir. Batı işbirlikçisi hükümetlerin dış yönlendirmelerle hareket etmeleri, Türklerin bağımsız devletini kuran antiemperyal önder Atatürk’ün halk kitlelerine olumsuz yansıtılmasına neden olmuştur.
Cumhuriyet hükümetlerinin görünüşte Atatürkçü ama gerçekte anti-Atatürkçü tutumlar içinde olmaları, devleti de yakından etkilemiş, bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek kurulmuş tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti batı kafalı ve batı yandaşı kadrolar yüzünden bir nevi yarı sömürge konumuna sürüklenmiştir. Hükümetlerin yanlış Atatürkçülüğü bu işbirlikçi ve mandacı kadrolar yüzünden devlete de sirayet etmiş, Avrupa ve Amerika merkezli yetiştirilen genç kadrolar devletin başına getirilerek, tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde olduğu gibi yarı sömürge devlet durumuna sürüklenmesine yol açmıştır. Atatürkçülük adına yürütülen politikalarda Batı ile işbirliği yapan bir gayrimüslim burjuvazi yaratılmış, Müslüman kesimler hor görülmüş, halk kitlelerine sürekli olarak cami cemaati muamelesi yapılarak, Türk ulusunun tabanını oluşturması gereken bu kesimler bir anlamda üvey evlat konumuna düşürülmüşlerdir. Devletin bütün olanaklarını sebep oldukları ara rejimler sayesinde ele geçiren gayrimüslim burjuva kesimleri, yabancı şirketlerle ortak olarak küreselleşmeye tam teslim olduklarında kendilerini besleyen devlete ihanet ederek hep dışarıdan yana bir tutum içerisine girmişlerdir. Büyük şirketlerin yöneticileri devlete yönetici atanınca, bu kişiler geldikleri sermaye çevrelerini gözetmek durumunda olmuşlar, anayasadaki eşitlik kuralına aykırı bir doğrultuda ayrıcalıklı bir sermaye kesimi yaratmışlardır. Atatürk’ün imtiyazsız ve sınıfsız bir ulus yaratma ideali böylece çökertilmiş, Türkiye kapitalist düzene doğru sürüklenirken işbirlikçi burjuvazi, Atatürk’ün devletini kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak geniş halk kitlelerinin ihmal edilmesinin önünü açmıştır. Böylesine olumsuz bir durumun süreklilik kazanması da bir yanlış Atatürkçülük uygulaması olarak Türk ulusu ile Türk devletinin kurucusunu karşı karşıya getirmiştir.
İşbirlikçi hükümetlerin Batının sömürgeci politikalarına esir olmaları ama kendilerini kurtarmak üzere Atatürk’e sığınmaları gibi ikiyüzlü bir tutum, mandacı kadrolar ile Türk devletine de sirayet edince, bu kez durum değişmiş ve normal koşullarda sürdürülemeyen batıcı politikaların daha iyi uygulanabilmesi için ara rejimlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu doğrultuda Batının önde gelen büyük emperyal devletlerinin gizli servisleriyle işbirliği yapılmış, ara rejimlere geçiş amacıyla terör ve anarşi açıkça dıştan destekli çeşitli senaryolar ile tırmandırılırken, terör nedeniyle binlerce insanın kaybına yol açıldığı noktada ara rejimler gene Atatürk adına gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türk ordusunun NATO’ya girmesi nedeniyle, bu Batı ittifakı kuruluşu bütün üye ülkelerde bir derin devlet örgütlenmesine girmiş ve ABD’ye bağımlı yeni bir alternatif düzen üye ülkelerde oluşturularak Soğuk Savaş döneminde doğu bloğuna karşı üstünlük sağlanmağa çalışılmıştır. NATO’ya giriş ile beraber Türkiye doğu bloğuna karşı bir uzak sınır karakolu olarak kullanılmağa başlanmış ve bu durumda Türkiye’nin Atatürkçü tam bağımsız politikalardan uzaklaşmasına yol açmıştır. Sovyetler Birliği’nin Irak ve Suriye’ye girmesi üzerine, Türkiye’de askeri darbeler birbirini izlemiş her on senede bir ara rejimler terör destekli gelirken, sosyalist dünyaya karşı ABD çıkarlarını perdelemek üzere gene Atatürkçülük kullanılmıştır. Türkiye’nin yaşadığı bütün askeri dönemler de ABD-İngiltere-İsrail üçlüsü NATO ile beraber hareket etmiş, batı bloğunun çıkarları Türkiye üzerinden merkezi alanda korunurken gene Atatürk’ün arkasına gizlenerek bütün emperyal sömürge ilişkileri Atatürkçülük adına tezgâhlanmıştır. Böylesine yanlış bir Atatürkçülüğün, Türk halkı ile Türkiye’nin kurucu önderini gene karşı karşıya getirdiği görülmekte, uluslararası konjonktür yüzünden Türk ulusu kurucu önderinden uzaklaştırılmaktadır. Böylesine çelişkili bir gidişe hiçbir politik makam ya da önder karşı çıkmayınca, yanlış Atatürkçülük devam etmekte ve bugünlere kadar gelerek Türkiye’yi içinden çıkılmaz bir bunalıma düşürmektedir.
Batı işbirlikçisi hükümetler yüzünden Türk devleti, Atatürkçülük adına Türk halkından uzak düşürülürken, böylesine olumsuz ve çelişkili bir duruma itiraz etmesi gereken Atatürk’ün partisi de yanlış ellere düşerek bir anlamda yanlış Atatürkçülük oyunlarına alet ve ortak olma noktasına sürüklenmiştir. Cumhuriyetin ikinci adamı tarihin doğal seyrinde politikadan çekilince, Büyük Orta Doğu ve İsrail politikalarına yandaş olan ama bunu gizleyerek sosyal demokrasi görünümü ile hareket eden bir Atlantikçi gazeteci partinin başına geçmiştir. Atlantikçi gazeteci CHP’yi kullanarak Türkiye’yi, Avrupa’dan uzak tutarken, işbirlikçi dini cemaatlerin gizlice önünü açmış ve Atatürk’ün partisini hızla Kemalizm’den uzaklaştırmış ve Orta Doğu’daki emperyal ve Siyonist politikalara doğru yelken çevirmiştir. NATO güdümünde bir ara rejim ilan edildiğinde, partisini terk ederek yeni bir parti kurma macerasına kalkışan Winston-Salem misafiri bu gazeteci Kemalizm’in yerine liberalizmi ve Atlantizmi getirmeğe çalışarak, yanlış Atatürkçülüğün en büyük örneklerini sergilemiştir. Atatürk ilke ve devrimlerine tam olarak sahip çıkması gereken Atatürk’ün partisinin başına daha sonraki aşamada, gene batı destekli Atlantikçi ve liberal bir siyaset bilimci getirilmiştir. Bu kişi de yazmış olduğu siyasal katılım tezinin tamamen tersi bir çizgide bu partiyi siyasal katılmama doğrultusunda liberal kafa yapısı ile yöneterek, devleti kuran bu partinin iktidardan uzak kalması sağlanmıştır. Atatürk’ten uzak siyasetçilerin Atatürk’ün partisinin başına gelmesine batılı emperyal devletler dikkat etmişler, herhangi bir aşamada bu partinin tek başına iktidara gelerek tam anlamıyla Atatürkçü bir siyasal programın uygulanmasına izin vermemişlerdir. Atatürk ilke ve devrimlerini korumakla görevli olan Atatürk’ün partisinin başına yanlış kişilerin gelmesi sağlanarak, yanlış Atatürkçülüğün ısrarlı bir biçimde sürdürülmesi batı emperyalizmi tarafından desteklenmiştir.
Kürselleşme döneminde ise, Atatürk’ün partisinin başında liberal kafa yapısı ve kadroların yetersiz kaldığını gören küresel sermaye güdümündeki batı güçleri, Soros’un çocukları denen bir neoliberal grubun bu partinin başına gelmesini sağlamışlardır. Soros’un çocukları okyanus ötesinden, Dünya Bankasından, Uluslararası Para Fonundan, TESEV ve TÜSİAD gibi küresel sermaye ortaklarından emir alarak onların çıkarları doğrultusunda neoliberal politikaları Atatürk’ün partisinde geçerli kılmağa yöneldiklerinde; partinin geçmişten gelen Kemalist kadrolarını tasfiyeye başlamışlar ve hızlarını alamayarak, liberal anlayıştaki eski yönetici kesimleri de partinin dışına doğru sürüklemeğe çalışmaktadırlar. Partinin ambleminde altı ok dururken, bu siyasal örgütü Soros’un talimatları ile neoliberal kadroların yönetmeğe kalkışması bir yanlış Atatürkçülük uygulaması olarak gündeme gelmektedir. Onbeş sene önce TÜSİAD başkanının kurduğu partide savunulan küreselci görüşler yeni demokrasi adına geliştirilen emperyalizme bağımlılık politikaları yeni parti sloganı adı altında bu partinin tabanına aktarılmağa çalışılırken, partinin tüzüğündeki ana ilkelere amblemindeki Atatürk ilkelerine bütünüyle ters düşen bir görünüm ortaya çıkmış ve bu partinin genel merkezine bir kez dahi gelmeyen, Atatürk’ün partisine hayatı boyunca oy atmayan, sürekli olarak merkez sağda kendine siyasal gelecek arayan elli kişilik bir grup küresel sermaye kontenjanından Beykoz konaklarında yapılan toplantılar ile listelere girerek ve milletvekili olarak, Atatürk’ün partisinin meclisteki grubunun üçte ikisini temsil etme yetkisi ele geçirmişlerdir. Adında halk kavramı olan bir partinin başına küresel emperyalizmi savunan bir neoliberal grubun gelmesi, halkın çıkarları yerine yabancı sermaye ve onun yerli işbirlikçilerinin çıkarlarını savunması gibi bir durum Atatürkçülük adına kabul edilemeyeceği için ortaya gene bir yanlış Atatürkçülük imajı çıkmakta, küresel sermayenin piyonlarının etkili olduğu bir partiye hem Atatürkçü taban hem de geniş halk kitleleri ters düşerek ciddi bir çıkmaz kendiliğinden gündeme gelmektedir. Tam bağımsızlık savaşı veren halkın partisinin tam bağımlılık durumuna düşürülmesi, milli devleti kuran bir partinin üst kadrolarının yabancılar tarafından belirlenmesi, neoliberal kadroların Türkiye’ye zorlanan Büyük Orta Doğu ve Büyük İsrail projelerini savunur bir noktaya gelmeleri, Atatürkçülük açısından hiçbir biçimde kabul edilemeyecek bir durum yaratmaktadır. Ne var ki, ekonomik ve siyasal baskılar ile Türk halkının tepki vermesi önlenmekte ve korku siyaseti sürdürülerek bu tür yanlış işlerin önü açılmaktadır.
Atatürk’ün partisi Atatürk karşıtı ya da batı işbirlikçisi kadroların eline geçince, Türkiye’de Atatürkçülük adına bazı siyasal gelişmeler örgütlenmek istemiş ve ülkenin önde gelen bazı Atatürkçüleri yeni siyasal partiler kurmuşlardır. Ne var ki, bazı küçük denemelerin başarısızlıkla sonuçlanması geniş halk kitlelerinde ciddi güvensizlik yaratmış ve bu güven sorunu nedeniyle de yeni kurulan partiler Atatürkçülük çizgisinde ilerleyerek etkili olamamışlardır. Atatürk’ün partisinin üçüncü lideri, devlet kuran partinin tarihte kalmasını söyleyerek istifa ettiği aşamadan sonra yeni bir parti macerasına gitmiş, Atatürkçü tabanı Büyük Orta Doğu planları doğrultusunda yönlendirmeğe çalışarak yanlış Atatürkçülüğün yeni örneklerini vermiştir. Küresel sermaye ile beraber ABD-İsrail ikilisinin kontrolü altında bulunan Türkiye’deki basın ve medya organları, TÜSİAD başkanının partisini işbaşına getirmek için yoğun çaba göstermişler ama halk kitlelerinden yüzde bir oy alamayan yeni demokrasi programını, Atlantikçi gazetecinin yeni partisi üzerinden iktidara taşıyarak istediklerini yaptırmak için çaba göstermişlerdir. Halk bu gerçeği görünce bu partiyi yüzde yirmi ikilik oy oranından yüzde bire indirerek cezalandırmıştır. Şimdi küresel sermaye ve yerli işbirlikçileri Atlantikçi gazetecinin partisine tam olarak uygulatamadıkları yeni demokrasi programını, ikinci kez Atatürk’ün partisi ile iktidara taşımağa çalışmakta ve böylece yanlış Atatürkçülüğün yeni örneklerini gözler önüne sermektedirler. Devleti kuran partinin geniş halk kitlelerini bir yana bırakarak küresel sermayenin çıkarcı politikalarına teslim olması, Türkiye’deki Atatürkçü tabanda ciddi olarak rahatsızlıklar yaratmış ve yeni arayışları da beraberinde gündeme getirmiştir. Türk halkından yüzde bir oy alamayan yeni demokrasi programının yeni dönemde, Atatürk’ün partisini de küçülterek meclis dışı bırakacağı ve tıpkı Yunanistan’da olduğu gibi merkez sağ ve sol partilerin emperyalizme teslim olduğu aşamada yeni siyasal oluşumların bu ülkede örgütlenerek meclise girdiği gibi, Türk toplumun içinden yeni alternatif partilerin ve antiemperyalist çizgide gerçek anlamda Atatürkçü yapılanmaların ortaya çıkacağı açıkça görülmektedir.
Merkez sağ partiler de tıpkı Atatürk’ün partisi gibi devletin kurucusu ile ters düşmemek üzere kendilerini Atatürkçü olarak göstermişler ve bu doğrultuda hem Atatürk’ün partisi ile hem de diğer siyasal partiler ile yarışırlarken Atatürk ilkelerine uygun davrandıklarını söylemekten çekinmemişlerdir. Ne var ki, esas itibarıyla sermayeci politikalara dayanan merkez sağ politikalar ile ayrıcalıklı bir burjuva sınıfı yaratılmağa öncelik verilirken, Atatürk’ün halkçılığı unutulmuş, belirli bir avuç zengin abad edilirken, çalışanlara ve halk kitlelerine milli gelirden gerekli olan paylar verilmemiştir. Böylesine olumsuz bir durumu sürdürebilmek için de, Atatürkçülük adına NATO ve batı ülkeleri tarafından tezgâhlanan askeri dönemler kullanılmıştır. Merkez sağ partiler bu süreçte ikiyüzlü davranmışlar, genel seçimlerde halktan oy isterken kendilerini Atatürkçü göstermişler ama okyanus ötesinden gelen talimatlara da hazır olda durarak selam çakmışlardır. Türkiye’de işbirlikçi bir sermaye kesimi yaratma noktasında askeri dönemleri batı emperyalizmi kullanmış ve bu yüzden devletin gelirleri hep gayrimüslim sermaye sahiplerine tahsis edilirken, emekçiler ve çalışan halk kitleleri askeri dönemlerde büyük davalarda yargılanarak işsiz ve güçsüz kalmağa mahkûm edilmişlerdir. Atatürkçülük adına gelen ara rejimlerde halk temsilcileri büyük davalar ile hapislere gönderilirken, sermaye partileri milli koalisyonlar oluşturarak kapitalist sistemin istendiği gibi çalışmasına çanak tutmuşlardır. Sürekli olarak burjuva sınıfının çıkarlarına öncelik veren merkez sağ politikalar Atatürk’ün halkçılık anlayışını ayaklar altında çiğnerken, sağdaki partiler nutuk meydanlarında Atatürkçülük ninnileri söyleyerek halk kitlelerini uyutmağa devam ediyorlardı. Bu yüzden, Atatürk’ün partisinde yer alan halk kitleleri toplam seçmen sayısının üçte birini cumhuriyetçi doğrultuda temsil ederek, merkez sağ partilerin Türk halkına karşı olan politikalarına alet olmuyorlardı. Türkiye’de ayrıcalıklı bir azınlık yaratılmasına neden olan merkez sağ politikalara karşı Atatürkçülük adına ciddi bir halkçı çıkış gerekirken, liberal kadrolara teslim edilen Atatürk’ün partisi böylesine ulusal bir inisiyatifi ortaya koymaktan uzak kalıyordu.
***
Atatürk’ün partisinin Atatürkçü olmayan yanlış ellerde bulunması, merkez sağ partilerde yozlaşmaya neden olduğu gibi, soldaki partilerde de birçok yanlışlığın öne çıkmasına elverişli bir ortam yaratmıştır. Soğuk Savaş döneminde Türk solunun Sovyetler Birliğinin kontrolü altına sürüklenmemesi için geliştirilen bazı ulusalcı ve solcu girişimlerde Kemalizm ve sosyalizm birlikteliği milli demokratik devrim adına savunulmuştur. Bazı sol franksiyonlar daha da ileri giderek, normal Atatürkçülüğün dışında bir yeni ideolojiyi Kemalizm adına ortaya koyarlarken, hareket noktası olarak sosyalizmi seçmişler, bu yüzden de bir sosyalizm kopyacısı çizgide kendilerine göre Kemalizm ideolojisini ortaya koymağa çalışmışlardır. Sanki Kemalizm ikinci bir sosyalizmmiş gibi lanse ederek, birçok sosyalist düşünceyi Kemalizm adına ifade etmeğe çalışmışlardır. Bu nedenle Türk solu da kendi içindeki fraksiyon kavgalarında yanlış bir Atatürkçü oluşuma esir olmuştur. Moskova merkezli Türkiye Komünist Partisine teslim olmamak üzere geliştirilen millici çizgideki sosyalist anlayışların hemen hemen hepsi, Ulusal Kurtuluş Savaşını çıkış noktası olarak kabul ettikleri için, Mustafa Kemal’i aynı zamanda sosyalist bir önder olarak göstermeğe çalışmışlardır. Ülkede sosyalizm yarışı başlayınca, Sovyetler Birliği’nin önünü kesmek üzere bir çok sol fraksiyon Batılı gizli servisler aracılığı ile desteklenmiş ve bunların da araya girmesiyle Türkiye tam anlamıyla bir terör ve kaos ortamına sürüklenerek, patronların çıkarları doğrultusunda geliştirilen askeri darbe senaryolarına sahne olmuştur. Soğuk Savaşın son döneminde Sovyetler Birliğinin önü NATO ittifakı ile kesilirken Türkiye askeri darbelere doğru çekilmiş ve batı emperyalizminin çıkarları doğrultusundaki bu oluşumlar Türkiye’de Atatürk adına işbaşına geldiği için yanlış Atatürkçülüğün uygulama aşamaları olmuşlardır. Normal koşullarda Türk halkından yana olması gereken Atatürkçülük, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda Türk ordusu üzerinden kullanıldığı için yıpratıcı olmuş, bu süreçte hem Türk Silahlı Kuvvetleri hem de Atatürkçülük ara rejimlerin halk kitlelerini ezmesi yüzünden büyük tepki görmüştür. Bütün askeri darbeler Atatürk adına yapılmış ama batı emperyalizminin çıkarlarını koruyarak Türk halkına büyük zararlar verdiği için yanlış Atatürkçülük uygulamaları olarak tarihteki yerlerini almışlardır. Bazı sol Kemalist anlayışlar sonraki aşamada devrimcilik adına açıkça darbeciliğe yöneldiğinde, yanlış Atatürkçülük uygulamaları daha da genişlemiş ve ara rejimler için elverişli ortamlar yaratmıştır.
Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bazı sol fraksiyonların eski Soğuk Savaş döneminden kalma yanlış Atatürkçülük uygulamalarına kendi siyasal çıkarları doğrultusunda devam ettikleri ve sanki Kemalizm ile sosyalizm aynı ideolojiymiş gibi aldatıcı bir görünüm yaratmağa çalıştıkları anlaşılmaktadır. Sosyalizmin işçi sınıfının ideolojisi olarak Batının kapitalist ülkelerinde ortaya çıkmasına rağmen, Kemalizm tarihsel süreç içerisinde Türk ulusunun kurtuluş hareketi ve bağımsız bir devlet yapılanmasının meydana getirmiş olduğu bir siyasal birikim olarak gündeme gelmiştir. Türk halkı ulusal bir kurtuluş savaşı vererek, kendi milli devletini kurarken uyguladığı bağımsız yolun adı kurucu önderin Mustafa Kemal olması yüzünden Kemalizm ya da Atatürkçülük olarak adlandırılmıştır. Bu doğrultuda Kemalizm halkçı ya da ulusçu yönleriyle ancak bir halkın ya da ulusun çıkarları doğrultusunda antiemperyalist bir çizgide savunulabilir ama işçi sınıfının adına Kemalizm ileri sürülemez. Hal böyle olmasına rağmen, bugün bazı sol fraksiyonlar inatla ve ısrarla sosyalist bir anlayışla Kemalizm’i savunur görünerek ve sol uçtaki partilerinin geniş halk kitlelerinden oy alabilmesi için, neoliberal yönetimin Atatürk’ün partisinden Atatürkçüleri kovmağa çalıştığı yeni aşamada Atatürkçü tabandan oy devşirerek yüzde bir oy almağa çalışmaktadırlar. Tıpkı TÜSİAD başkanının kurduğu yeni demokrasi partisi gibi halk kitlelerinden oy desteği alamayan marjinal sol anlayışlar, Atatürkçü tabandan oy alabilmek üzere kendilerini Atatürkçü göstererek, hatta daha da ileri gidip, gerçek Atatürkçülük çizgisine ters düşen bir çizgide sosyalizm içerikli yeni bir tür Kemalizm icat etmeğe kalkışmaktadırlar. Bunu da bu işleri hiç bilmeyen yeni kuşaklara kabul ettirmek üzere büyük yayın faaliyetlerine girişmişlerdir. Sol uçtaki marjinal partilerin, Kemalizm’i sosyalizm olarak göstermeğe kalkışması yanlış Atatürkçülüğün yeni bir örneği olarak ortaya çıkarken, kendi partisinden kovulma aşamasına gelmiş Atatürkçü taban üzerinde kafa karışıklığı yaratarak bazı siyasi merkezlerin, yeni siyasal senaryolar için ortam hazırlığı içinde olduğu anlaşılmaktadır. Türk halkının ulusal çıkarları hiçbir zaman uçtaki marjinal partilerin siyasal çıkarları ile denk düşmeyeceği için, gerçek Atatürkçü kesimlerin bu aşamada daha dikkatli davranarak hareket etmeleri gerekmektedir. Yeni cumhuriyet kuşaklarının biraz tarih okuyarak geçmişi iyi bilmeleri, bugün sergilenmek istenen emperyal senaryoların önlenebilmesi açısından giderek önem kazanmaktadır. Medya ve basın organları aracılığı ile yanlış yönlere doğru sürüklenen Atatürkçülerin gerçekleri görerek hareket edebilmeleri açısından yakın tarihi iyice incelemeleri gerekmektedir. Soğuk Savaş döneminden kalma eskimiş Kemalizm sosyalizm birlikteliği politikalarının, küreselleşme aşamasında hiçbir anlamının bulunmadığının anlaşılabilmesi için yakın tarih incelemeleri gerekli görünmektedir. Sol kesimin entelektüel bir yapıya sahip olması, gerçeklerin incelenmesi açısından bir şans olarak değerlendirilebilir.
Devletin temelinde var olan kurucu iradeyi temsil eden Atatürk’ün ortaya koyduğu prensiplere, Atatürk ilkeleri olarak anayasal bir yapı kazandırılmıştır. Bu çerçevede Atatürkçülük Atatürk ilkelerini savunma anlamında Türkiye’deki hukuk devletinin bir parçası olarak görünmektedir. Ne var ki, Batı emperyalizmi dünyanın merkezi coğrafyasında yeni bölgesel projelere yöneldiği bir aşamada destekleyerek işbaşına getirdiği hükümetleri bu yoldan çıkartarak var olan devlet yapısını yeni bölgesel düzen arayışı içinde kullanmağa çalışmaktadır. Yeni gelinen bu aşamada Atatürkçülük önce Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetinden çıkartılmıştır. İdeolojik devlet olmaz diyerek yapılan bu temizlik operasyonunda Atatürk ilkeleri Atatürk’ün cumhuriyetinin dışına çıkartılmıştır. NATO’ya üye olduktan sonra Türk Silahlı Kuvvetlerinin Batı ittifakı doğrultusunda hareket etmeğe başlamasıyla da Atatürkçülüğün, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın muzaffer ordusu ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olan peygamber ocağından dışlandığı anlaşılmıştır. Üçüncü aşamada Atatürk’ün partisinden de Atatürkçülük dışlanırken, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti devletini çağdaş bir siyasal örgütlenme olarak kurmuş olan Atatürk’ün ilkelerini ve devlet modelini savunmak Türk ulusuna kalmaktadır. Bu amaçla, çeyrek yüzyıl önce Türkiye’nin tanınmış elli büyük hukukçusu bir araya gelerek bir Atatürkçü dernek kurmuşlardır. Bugün üç kurumdan dışlanan Atatürk ilkelerinin bir bütün olarak normal hali ile savunulması ve korunması artık Türk ulusuna geri dönmüş ve Türkiye’nin en büyük sivil toplum kuruluşu olan bu dernek aracılığı ile savunulmağa başlanmıştır. Çeyrek yüzyılı bulan bir çalışma sonucunda, artık Atatürkçülüğün siyasal partilerin ya da batılı emperyal devletlerin çıkarları doğrultusunda bir yerlere çekilmesi dönemi sona ermekte ve gerçek Atatürkçülük bu büyük ve geniş tabanlı sivil toplum örgütü tarafından korunur bir noktaya gelmektedir. Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi ve kökleşmesi açısından çok önemli olan böylesine bir yeniden yapılanmaya eski alışkanları doğrultusunda karşı çıkarak, gene yanlış Atatürkçülük uygulamalarını siyasal merkezlerin çıkarları doğrultusunda gündeme getirmek isteyen bazı çevreler ve küçük partiler bu büyük derneğe müdahale ederek, şubelerini ele geçirerek kendi yan kuruluşları haline getirmek için çaba göstermektedirler. Gerçek Atatürkçülerin böylesine yanlış bir Atatürkçülüğe direnerek, bağımsız sivil toplum yapılanmasını korumaları cumhuriyet ve demokrasi açısından zorunlu görünmektedir. Normalleşme sürecinde Kemalistler kendi yollarına sosyalistler de kendi yollarına gitsinler, bu aşamadan sonra marjinal sol partilerin meclise girmesi için Atatürkçülerin yanlış siyasal senaryolara alet olmaları ve küçük partiler için oy deposu konumunda olmalarını beklemek hayalden öte gidemeyecektir.
Yeni dönemde halk kitleleri ile devletin kurucusu Atatürk’ü yakınlaştıracak hatta giderek bütünleştirecek yeni açılımlara şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır. Atatürk ile Türk halkını karşı karşıya getiren yanlış Atatürkçülük uygulamalarından bir an önce kurtulmadıkça, dini cemaatlerin Atatürk ile halk kitleleri arasına girerek bu karşıtlığı desteklemeleri önlenmedikçe, çıkar çevrelerinin Türkiye’de meşruiyetin ölçüsü olan Atatürkçülüğü kendi çıkarcı politikaları doğrultusunda kullanmalarının önüne geçilmedikçe, devrimcilik adına yeniden geliştirilmek istenen darbe senaryoları devre dışı bırakılmadıkça, emperyalizmin bölgesel planlarında Türkiye’nin kullanılmasına son vermedikçe, yanlış Atatürkçülük uygulamaları gene eskisi gibi devam edecek ve Türkiye Cumhuriyeti geniş halk kitleleri ile kurucu önder Atatürk’ün karşı karşıya getirildiği böylesine bir çıkmaz sürecinde dağılmak zorunda kalabilecektir. Türkiye Cumhuriyetini yanlış Atatürkçülük uygulamalarından kurtaracak düzeyde bir bilgi birikimi ve bilinç düzeyi Türk kamuoyunda etkili kılınmadıkça Atatürk ile Türk halkını yeniden bir araya getirebilmek son derece zor görünmektedir. Bugünün Atatürkçülerine ve Türk gençliğine böylesine kutsal bir görev ülkenin geleceği doğrultusunda düşmektedir. Emperyal güçlerin engellemelerine karşı antiemperyal ve ulusal çizgide geliştirilecek bir doğru Atatürkçü yaklaşım, Atatürk ile Türk ulusunu yeniden kaynaştırma doğrultusunda, bütün yanlış ve sahte Atatürkçü politikaları ve yaklaşımları ortadan kaldırarak doğru Atatürkçülük dönemini başlatmalıdır. Atatürkçülüğü başkalarının kendi çıkarları çizgisinde kullanmasını önlemek için bütün gerçek Atatürkçüler seferber olmalıdırlar. Yanlış Atatürkçülüklerin geride kalması için doğru Atatürkçülüğün gerçek Atatürkçüler tarafından ortaya konulması gerekmektedir.
ANIL ÇEÇEN
http://www.fbkg.org/yanlis-ataturkculuk.html
Yorumlar
“625) YANLIŞ ATATÜRKÇÜLÜK” yazisina 4 Yorum yapilmis
Yorum yap
BOĞAZ’DAKİ AŞİRET
Mahmut Çetin’nin 1997 yılında yayınlamış olduğu kitabında bir büyük ailenin İstanbul Boğazı kıyısındaki serüvenini anlatmaktadır. “Boğaz’daki Aşiret” isimli bu kitabında yazar Polonya göçmeni Yahudi asıllı bir yabancı ailenin, sülale boyutundaki Boğaz macerasını dile getirmektedir. Osmanlı İmparatorluğuna göç ettikten sonra Mustafa Celalettin Paşa adını alan Polonyalı Konstantin Borzecki merkezli Polonyalı Yahudi ailesinin Lehistan’dan kalkıp gelerek Osmanlı ülkesine yerleşmesi, İstanbul Boğazının kıyılarında kendilerine bir gelecek kurmaları, hem Osmanlı İmparatorluğunun hem de Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde önemli bir yere sahiptir. Bu nedenle yazar kitabına Boğaz’daki aşiret adını vermiş ve bu sülalenin her alanda çıkardığı meşhur ve önemli kişilerin hayatını kitabiyle Türk kamuoyunun dikkatlerine sunmuştur. Boğaz’daki Aşiret zaman içerisin de büyüyerek her alanda önemli insanlar yetiştirmiş ve Türk devletlerinin yaşamında önde gelen bir yere sahip olmuştur.
1848 ihtilalleri Avrupa ülkelerini yakından sarsarken Avusturya, Macaristan İmparatorluğu ile beraber Lehistan krallığında da devrimci gelişimler olmuş ama kısa süren karışıklık dönemlerinden sonra krallar tahtlarına sahip çıkınca, Fransız ihtilalini gerçekleştiren kadrolar gibi saltanat ve hükümdarlık yönetimlerine son vermek isteyen devrimci kadrolar, kendi ülkelerinde bir devrimle ulus devlete geçebilmenin kavgasını yapmışlar ama başarısız kalınca, ülkelerini terk eden Osmanlı imparatorluğuna sığınmışlardır. 1830 ihtilalleri daha çok bir ulus devlet kurmaya dönük olmasına rağmen 1848 ihtilallerinde sosyalist düzen arayışları öne çıkmıştır. Ne var ki, bu gibi devrimci girişimler sonuçsuz kalınca elebaşları Osmanlı ülkesine demir atarak canlarını kurtarmışlardır. Konstantin Borzecki ve sülalesi de bu dönemde ülke değiştirmişler ve Mustafa Celalettin Paşa sülalesi konumuna gelmişlerdir. Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki merkez bölgedeki devlet olduğu içindir ki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ve daha sonra da göç eden aileler, isim değiştiren sülaleler ve dinlerinden ya da etnik kökenlerinden dönen zengin ye aydın kesimler fazlasıyla görülmüştür. Rus işgali sonrasında Polonya’dan kaçan başka bazı aileler de Beykoz’un arkalarında Polonezköy’ü kurarak bu bölgeye yerleşmişlerdir.
Boğaz’daki Aşiret bir buçuk yüzyılı geçen zaman diliminde, Osmanlı ve Türk devlet yaşamında bir çok önemli kişiyi Türkiye’ye kazandırmıştır. Mustafa Celalettin Paşa’nın oğlu Hasan Enver Paşa, Nazım Hikmet, TKP kurucusu Zeki Baştımar, Orgeneral Turgut Sunalp, yazar Refik Erduran, Oktay Rıfat, Samih Rıfat gibi yazarlar, Orgeneral Ali Fuat Cebesoy, Mehmet Ali Aybar, Rasih Nuri İleri, Nihat Sargın, Celal Nuri İleri, Suphu Nuri İleri, Abidin Dino, Namık Kemal, Abdin Paşa, Numan ve Nermin Menemencioğlu, Halikarnas Balıkçısı, Şirin Devrim, Prof.Dr .Suna Kili, futbolcu Sabri Dino, Ali Niyazi ve benzeri bir çok tanınmış isim, Borzenski sülalesinden gelen Polonya asıllı olup, daha sonraları Boğaz’daki Aşiret üyeleri olarak Türk toplum ve siyaset yaşamında önde gelen roller oynamışlardır. İmparatorluktan, Cumhuriyete geçerken ve Batı dünyasından modernizm Türkiye’ye gelirken, bu gibi göçmen ve dönme ailelerin öncülük ve taşıyıcılık görevi üstelendikleri görülmüştür.
Boğaz’daki Aşiret, bir kitabın adı ve o kitaba adını veren bir ailenin tanımlamasıdır ama, günümüzde İstanbul Boğazının kıyılarında yaşayan beş bin aileye verilen ortak isim haline de gelmiş durumdadır. TÜSİAD’a üye olan beş yüz zengin işadamı aileleriyle beraber yaşadığı İstanbul Boğazı o kesimin akrabalarıyla birlikte zaman içerisinde yeni bir Boğaz Aşireti yaratmıştır. Boğazın kıyısını yalayan sulara kapısı açılan yalıların sahipleri ile İstanbul Boğaz’ının en güzel manzaralarına sahip o tepelerin üslerindeki villalarda yaşayanlar, günümüzün Boğaz Aşiretinin uzantılarıdır. İstanbul Boğazı gibi cennet bir bölgeyi kendi aralarında parselleyenler, Boğazların korunmasıyla ilgili mevzuatı hiçe sayarak, her geçen gün daha fazla yayılmaktalar, dönem dönem aldıkları inşaat izinleriyle, dükalıklarını pekiştirmektedirler. İstanbul’u aynı zamanda borsa ve sermaye merkezi konumuna getiren Boğazdaki yeni aşiret, İstanbul üzerinden bütün Türkiye’yi yönetebilmenin arayışı içindedir. Sahip oldukları para gücüyle önlerine çıkan her şeyi satın almaktan çekinmeyen Boğaz Aşireti, aynı zamanda bütün basın ve medya organlarını da satın alarak, özel çıkarları doğrultusunda bunları kullanmaktan çekinmemektedirler. Para gücü medya gücüne dönüşürken, aynı zamanda siyaseti yönlendirmekte ve aşiretin çıkarlarına uygun düşen yeni siyasi modeller ya da politikalar, Boğaz kıyısındaki yalılardan ortaya çıkmaktadır. Aşiret, Boğaz kıyısında rüzgarların serinliğinde, kendisini serin devlet olarak derin devletin yerine koymakta, insanın kanını donduran bir çok uçuk fikir ya da öneri, Boğaz Aşiretinin çıkarları doğrultusunda serin devletin üyeleri tarafından serin kanlıkla dile getirilerek savunulabilmektedir. Borzensky sülalesi ile başlayan bu gelenek yeni transfer edilen yeni yetme zenginlerle desteklenmekte ve giderek Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ile oynamaya kadar varan sorumsuzluklar ağı, kıyı boyunca genişlemektedir. Türk milletinin ve devletinin açıkça kaderini belirleyen kararlar Boğaz kıyısında alınmakta, daha sonra bu kararlar patronlar aracılığı ile siyaset sahnesindeki aktörlere dikte edilmektedir.
İstanbul Boğazında yaşayan beş bin zengin aile Boğazdaki Aşiret olarak, Türk milletinin ve devletinin kaderini belirleme hakkını ve yetkisini açıkça kendisinde görebilmektedir. TÜSİAD üyesi beş yüz zengin işadamının ötesinde, bunların yerli ve yabancı ortakları da devreye girmekler ve aşiret bağları para ilişkileriyle giderek genişlemektedir. Bu durum, Boğazdaki Aşiret üzerinde fazlasıyla heyecan yaratmakta ve zamanla kendilerini Bizans ya da Osmanlı İmparatorluğunun merkezinde hissettirmeye başlamaktadırlar. Emperyalizm, bu durumu fark edince hemen Yeni Bizans, Yeni Osmanlı projelerini, Boğazdaki Aşireti taşeron yerine koyarak gündeme getirmiştir. Her türlü ortaklığa razı olan aşiret mensupları, bu projelerin kendi ülkelerinin ulusal çıkarına uygun olup olmadığına dikkat etmeden, dışarıdan gelen bütün önerilere balıklama atlamakta ve yabancıların Türkiye’deki temsilciliğini hiç kimselere bırakmamaktadırlar. Para gücü ve ortaklıklar her türlü hedefi ve bu yoldaki girişimleri mubah hale getirmektedir. Bir anlamda vahşi kapitalizmin Makyavelist yol ve yöntemleri, Boğazdaki yeni yetme aşiret için geçerli olmakta, yabancıların emperyalist ya da Siyonist önerilerine bile hemen angaje olmaktadır. Boğazın iki kıyısını sarmış olan para babalarından oluşan yeni kapitalist aşiret her yönü ile mütareke İstanbul’unu günümüzde başarıyla temsil etmektedir.
Mütareke İstanbul’u teslim olan başkent demektir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz donanmasının İstanbul Boğazına girmesiyle birlikte, Boğazdaki aşiret ve benzerleri hemen teslim olmuşlar ve İngiliz ya da Amerikan mandası altında yeni bir Bizans İmparatorluğunu, Almanya ve Rus saldırılarına karşı gerçekleştirmek için çaba göstermişlerdir. Rumlar İngiliz. Ermeniler, Fransız mandası ararken, Yahudiler de geleceğin müstakbel İsrail projesini gerçekleştirebilmek üzere, Amerikan mandası peşinde koşmuşlardır. Mütareke İstanbul’u aslında; gayrimüslim kimliğinin öne çıktığı, Türklüğü ve Müslümanlığın devre dışı bırakıldığı bir işbirlikçiliğini gerçekleştirmiştir. Mütareke İstanbul’u geleneği bugün Boğaz’daki Aşiret aracılığı ile İstanbul’da devam etmektedir. Dün Ulusal Kurtuluş Savaşının önderi Mustafa Kemal’e çapulcu diyen Mütareke İstanbul’unun teslim olmuşları, bugün de Türkiye’nin çıkarlarını savunan milliyetçileri ve de ulusalcıları gericilik ya da faşistlikle suçlamakta ve böylece kendi liberal işbirlikçiliklerini mazur göstermeğe çalışmaktadırlar. Basın ve medya köşelerini sermayeye satılarak dolduran, bunların temsilcileri ekonomik çıkarlar uğruna ulusal çıkarları devre dışı bırakabilmenin yollarını aramaktadırlar.
İstanbul Boğazı’nın güzelliklerini, sahip oldukları para gücüyle satın alan Boğaz’daki Aşiret, yine para gücüyle Türkiye’yi ve Türk milletinin kaderini, uluslararası tekelci sermayenin desteği ile satın almağa çalışmaktadır. Misakı Milli sınırları içinde yaşayan Türk ulusunu tanımazlığa gelen, kozmopolit bir yapı içinde yeniden bir Bizans oluşturma özlemindeki misyoner kuruluşlarıyla ortak çalışmaları gündeme getiren Boğaz’daki gayrimüslim Aşiret’in, Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderi ile oynamağa hakkı yoktur. Türk ulusunun bir milli kurtuluş savaşı vererek kurduğu Türk devleti, Yani Bizans özlemi içindeki misyoner kuruluşlarının çalışmalarının oyun alanı değildir. Çok uluslu şirketlerin önderliğinde gündeme gelen yabancı dayatmalarının giderek Türkiye’ye egemen olmasında, Boğazdaki Aşiret fazlasıyla taşeronluk yapmaktadır. Bu durum da Türkiye’nin ulusal çıkarlarına açıkça ters düşmektedir. Bir anlamda Boğaz’daki Aşiretin çıkarları ile Türk milletinin ulusal çıkarları birbiriyle ters düşmektedir. Boğaz’daki Aşiret Türklüğü ve Türk olmayı reddetmiş ve tıpkı eskisi gibi Bizans döneminin kozmopolit yapısı içinde, gayrimüslim bir kimliğin geleceğini aramıştır. Boğaz’daki Aşiret’in, Ulusal Kurtuluş Savaşını küçük gören, Türk milletini dışlayan, Ankara’daki Türk devletini yok sayan olumsuz tutumları davam ettiği sürece, Türkiye’de yaşayan insan topluluğunun ulusal bütünleşmesini gerçekleştirmek son derece zor olacaktır.
Küreselleşme dönemiyle birlikte, Boğaz’daki Aşiret’in tarihten gelen gayrimüslim ve gayri Türk tutumu, giderek yükselme göstermiştir. Sahip oldukları para gücüyle, İstanbul basınını Bizans medyasına dönüştürmüşler ve her yönü ile Türkiye’nin ulusal kimliği ile ulus devletine saldırıyı, bir alışkanlık haline getirmişlerdir. Kendi içlerinden seçtikleri bazı temsilcileri ya da para ile satın aldıkları bazı Türk vatandaşlarını siyasete yönlendirerek onları finanse etmişler ve son dönemlerde anti ulusal siyasetinin oluşmasında, emperyalist merkezlerle birlikte Boğaz’daki Aşiret ortak hareket etmiştir. Basın ve medya ile halkı uyuşturma dönemi artık son noktasına gelmiştir. Eskisi gibi kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda halkı uyutamayacağını gören Boğaz’daki Aşiret mensupları, Türkiye’yi bir iç çatışma ortamına sürükleme senaryolarını destekleyerek, kapalı toplantılarda halkın bilinçlenmesini sağlayan demokrasiye karşı çıkarak, sermaye çevrelerinin çıkarlarını koruyacak ve onlara bekçilik yapacak bir diktatörlüğün arayışı içine girmektedir. Türk ulusu; Cumhuriyet devleti ve demokrasi rejimi ile kendi geleceğini güvenceye alma çabası içindeyken, Boğaz’daki Aşiret’in kendi zenginliklerinin peşinde koşması ve bunların korunması için bekçilik yapacak bir diktatörlüğün arayışı içine girmesi, yine Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ve Türk demokrasisine ters düşen bir durumdur. Misakı Milli sınırları içinde, Boğaz’daki Aşiret’in değil ama Türk milletinin ulusal egemenliği geçerli olmalıdır. Önümüzdeki dönemde; ya Türk milleti yeniden egemen olacak ve Boğazdaki Aişret’in çıkarları sınırlanacak ya da Boğazdaki Aşiret, küresel sermaye ile ortaklık içerisinde hegemonyasını artıracak, bunun sonunda Türk devleti ve milleti sıkıntı çekmeye devam edecektir. Türk devletinin güçlenmesi ve Türk milletinin mutlu bir düzene kavuşa bilmesi için; Boğaz’daki Aşiret’in anayasa ve yasal çerçevede denetim altına alınmalıdır
BOĞAZ’DAKİ KABİLELER ÇATIŞIR MI?
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/mobi/bogazdaki-kabileler-catisir-mi-4881yy.htm
ÜÇBİN AİLE’NİN BOĞAZ SALTANATI
Üçbin Aile denilince akla Anadolu’nun üstüne 150 yıldır çöreklenmiş Siyonist-Batıcı sermaye ve kapitalist sistemin denetimi altındaki medya ile bürokrasiye kadar saltanat kurmuş Selanik Dönmeleri ve bunların saltanatından nemalanan küçük bir “azınlık” kesim gelmektedir. Ve yine Üçbin aile deyince akla Osmanlı’dan miras ne varsa yağmalayan, kendinden öncekilerin emek ve ürünlerini “padişahlık-saltanat” diye aşağılayıp kendi saltanatlarını, kendi imparatorluklarını kuran ve her daim bu saltanatlarını sürdürmek için milletin kanı-ekmeği ve emeğine göz diken Yalı imparatorları gelmektedir.
Türkiye’nin iç pazarını sömürerek aşırı zengin konuma gelen üç bin civarındaki aile kuruldukları boğazdaki yalılardan milletin kanını emmeye, fildişi kulelerinden seyre doyamadıkları Anadolu’yu, bostan korkuluğu gibi kel-çorak bırakmaya gayret etmektedirler.
Akit gazetesinden Atilla Özdür ağabeyimiz bu üçbin ailenin serüvenine şöyle değiniyor: “Boğazdaki aşiretin kökeni Cumhuriyet`in ilk günlerine dayanır. Asyalı, Hindistanlı Müslümanların Hilafet ordusuna gönderdikleri savaş yardımının İstiklal Savaşı sonrasında elde kalan bakiyesiyle sermayesine katkıda bulunulan İş Bankası etrafında halkalanmış `iş bitirici-aferist` takımın ikinci üçüncü nesil çocuklarının toplamı, beş altı bin kişiyi ya geçer ya geçmez… Türkiye`deki hukuk, bu aşiretin yararına, çıkarına su taşıyan bir aşiret hukuku. Şimdi bu aşiret hukukunun açık kapılarından yabancılar da istifade yollarını arıyorlar, buldular ve kullanıyorlar da.”
Ara vermeden Prof. Dr. Anıl Çeçen Yankı Dergisi’nde bu üçbin aileden bahsederken ilginç bir noktaya temas ediyor, ona bakalım ve devam edelim: “TÜSİAD’a üye olan beş yüz zengin işadamı aileleriyle beraber yaşadığı İstanbul Boğazı o kesimin akrabalarıyla birlikte zaman içerisinde yeni bir Boğaz Aşireti yaratmıştır. Boğazın kıyısını yalayan sulara kapısı açılan yalıların sahipleri ile İstanbul Boğaz’ının en güzel manzaralarına sahip o tepelerin üslerindeki villalarda yaşayanlar, günümüzün Boğaz Aşiretinin uzantılarıdır.(…) Sahip oldukları para gücüyle önlerine çıkan her şeyi satın almaktan çekinmeyen Boğaz Aşireti, aynı zamanda bütün basın ve medya organlarını da satın alarak, özel çıkarları doğrultusunda bunları kullanmaktan çekinmemektedirler. Türk milletinin ve devletinin açıkça kaderini belirleyen kararlar Boğaz kıyısında alınmakta, daha sonra bu kararlar patronlar aracılığı ile siyaset sahnesindeki aktörlere dikte edilmektedir. İstanbul Boğazı’nın güzelliklerini, sahip oldukları para gücüyle satın alan Boğaz’daki Aşiret, yine para gücüyle Türkiye’yi ve Türk milletinin kaderini, uluslararası tekelci sermayenin desteği ile satın almağa çalışmaktadır.”
Hadisenin çapı oldukça geniş ve derin. Bu sebeble biz işin sadece bir yönüne, Cumhuriyetin ilk dönemlerinden başlayarak “yağmalanan tarihi yalıların” şimdi ki sahiplerine bakacağız.
“Boğaz’a nazır evlerde oturmayı tercih eden iş dünyasının isimleri, Bebek, Tarabya, Kuruçeşme, Kanlıca, Yeniköy, Çengelköy gibi semtlerde yoğun olarak yaşıyorlar. İşadamlarının oturduğu yalı ve köşklerinin değeri 10 milyon dolardan başlayıp 150 milyon dolara kadar çıkıyor. Boğaz’da en çok yalı sahibi olan aile 17 yalı ile Sabancılar. Boğaz’da beş yalısı bulunan Yalçın Sabancı, ailenin en fazla yalıya sahip üyesi. Koç ve Kibar Aileleri’nin de üçer tane yalısı bulunuyor. Yalıların yanı sıra tercihini son yıllarda yapılan ultra lüks villa ve rezidans tarzındaki evlerden yana kullanan isimlerin sayısında da artış var. İş dünyasının isimleri tatillerini ise, Bodrum, Göcek, Ayvalık gibi tatil beldelerindeki yazlıklarında geçiriyorlar.”
Boğaziçi kıyılarını süsleyen ve her biri küçük bir sarayı andıran yalılar, Türkiye’nin ünlü isimlerini barındırıyorlar. Beylerbeyi’nin en gösterişli yalılarından biri olan Hasip Paşa Yalısı, uzun yıllarNazım Kalkavan’ın ikametgahı olarak kullanıldığından Kalkavan Yalısı olarak da anılır. Yalının şu anki sahibi ise merhum iş adamı Sakıp Sabancı’nın ailesi.
Birkaç hissedara ait olan Kandilli’deki Kıbrıslı Yalısı’nın üçte birinde Alev-Halis Komili çifti, kalan diğer üçte birlik bölümlerde ise Ömer Üründül ve Dirvana Aileleri oturuyor.
Kandilli Göksu Caddesi’nde yer alan en önemli yalılardan biri Kont Ostrorog Yalısında, 1975 yılına kadar yalıda Leon Ostrorog’un ailesi oturmuş daha sonra Rahmi Koç yalıyı satın almış ve tarihten sonrada yalı ‘Rahmi Koç Yalısı’ olarak anılmaya başlamıştır.
Bir başka yalıda Marki Ahmet Necip Bey yalısı. Yalının 1978’den bu yana sahibi iş adamı Erdoğan Demirören’dir. Bir dönemin ünlü dezonformisti Cem-Ümit Boyner çifti ise Kanlıca’daki yalılarında yaşıyor
Beykoz’daki Nuri Paşa Yalısı 1895 yılında yapıldığı tahmin ediliyor. Bir dönem CHP milletvekili Muhlis Ermenin sahibi olduğu yalının son sahibi Rahmi Koç’tur. Ancak yalıda Rahmi Bey’in büyük oğlu Mustafa Koç oturmaktadır. Bülent-Oya Eczacıbaşı çifti, 1989’dan bu yana Yeniköy sahil yolunda Hollandalılar Yalısı adıyla bilinen beyaz köşkte oturuyor. Eczacıbaşı çifti zaman zaman Trabya’daki villalarında da ikamet ediyor.
Çengelköy’deki Sadullah Paşa Yalısı, 1770 yılında inşa edilmiş. Hem iç mimarisi hem süslemeleri hem de yeri göz önünde bulundurulduğunda, Boğaz’ın en kıymetli yapılarından biridir. Günümüzde Tek-Esin Vakfı’na ait olan yalı, bir dönem kiracısı bulunan Ayşegül Tecimer sayesinde çok ünlenmiştir.
Ahmet Afif Paşa Yalısı 1983 yılında Kemal Uzan’a geçen yalı, Uzan Grubu’nun borçları sebebiyle TMSF’ye geçer. Yapılan satış sonucunda Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı, yalıyı 58 milyon liraya satın aldı. Böylece Suzan Sabancı Boğaziçi’nde iki muhteşem yalının sahibi olmuş oldu. Diğer Sabancıların yalıları buna dahil değil, tıpkı Koç’lar gibi… Misal;
Yeniköy’deki Tahsin Bey Yalısı’nın yerinde önceden Sağır Ahmet Bey Yalısı varmış. Burası Abdülaziz döneminde Jön Türkler’in en önemli karargahlarından biriymiş. Son olarak Erol Aksoy’un sahibi olduğu yalı, Aksoy’un borçları yüzünden TMSF’ye devroldu. Sonra da 22 trilyon liraya Suzan Sabancı Dinçer-Haluk Dinçer çiftine satıldı.
Zarif Mustafa Paşa Yalısı, 18’inci yüzyılın başlarında yaptırılan yalı, adını 1848’de yalının sahibi olan Zarif Mustafa Paşa’dan alır. Toplam 1.921 metrekare arsası bulunan yalının bugünkü sahibi ise Demsa’nın sahibi Demet Sabancı Çetindoğan.
Rasim Ferit Talay Yalısının bilinen ilk sahibi Dr. Rasim Ferit Talay’dır. Talay, İstanbul işgal altında iken Minber Gazetesi’ni çıkarmıştır.Talay ve Atatürk’ün dostlukları ömür boyu sürmüştür. Atatürk’ün, İstanbul’a geldiğinde kimi zaman Yeniköy’deki bu yalıda kaldığı bilinir. Yalı, Talay Ailesi’nden sonra 1960 yılında Mesadet Manioğlu’na geçmiş, 1981 yılında ise Özer Uçuran Çiller veTansu Çiller çifti tarafından 10 milyon liraya satın alınmıştır.
İkiz Yalılar, İstanbul Boğazı’nın en gösterişli modern yalılarındandır.Yalıların sahibi ise Yalçın ve Kaya Sabancı’dır. Ve son olarak 19’uncu yüzyıl sonlarında yapıldığı tahmin edilen Vaniköy’deki Anadolu Kazaskeri Necmettin Efendi Yalısının sahibi ise Akfil Holding’in ortağı Ender Mermerci. Vaniköy’ü tercih edenlerden biride Murat Ülker Türkiye’nin en zengin işadamları arasında bulunan Ülker Holding’in patronu Murat Ülker, oturmak için Anadolu yakasını tercih eden işadamları arasında. Ülker’in Üsküdar Vaniköy’de yalısı, Çamlıca’da köşkü bulunuyor. Bir diğer Vaniköy sakini ise Ali Ağaoğlu, trilyonluk arabaları ile gündeme gelen Ağaoğlu’da milletin kanını emdikten sonra Vaniköy’de keyif sürenlerden.
Ferit Şahenk ise Beykoz Çubuklu’da malikânesiyle Emirgan ve Bebek’te ki köşkü arasında mekik dokuyor. Ali Ağaoğlu Vaniköy’deki yalısında otururken Ahmet Nazif Zorlu Boğaz’da Hisar üstünde restore ettirdiği eski bir köşkte yaşıyor. Ali Kibar ise Kuzguncuk’taki Madam Ağavni Muratyan Yalısı’na sığmayıp üstüne birde Rumelihisarı’ndaki Ferhan Baras Yalısı’nda keyf sürüyor. Mudo’nun sahibi Mustafa Taviloğlu, Anadoluhisarı’nda kendisiyle aynı adı taşıyan yalısında oturuyor
3 milyar doları bulan kişisel servetiyle Türkiye’nin en zengin işadamı olan Hüsnü Özyeğin’in Bodrum- Gündoğan’da lüks bir villası bulunuyor. Özyeğin’in oğlu, Fiba’nın veliahtı Murat Özyeğin eşi Edvina Özyeğin’le Bebek’te yaşıyor. Murat Özyeğin’in Çengelköy’de de evi var. Murat -Edvina Özyeğin çifti bazı zamanlar New York’taki evlerinde de kalıyor. Hüsnü Özyeğin, oğlu Murat Özyeğin için yaklaşık iki yıl önce New York’tan 6 milyon 500 bin dolar ödeyerek 3 yatak odalı ev satın almıştı.
2.6 milyar dolarlık servetiyle Türkiye’nin en zengin üçüncü ismi olan Enka’nın patronu Şarık Tara, yıllardır Bebek Ayşe Sultan Korusu’ndaki villasında oturuyor. Yeniköy Yol Yalısı’nın da sahibi olan Tara, iki çocuğundan biri olan Leyla Tara Suyabatmaz için bu yalıyı satın almıştı. Yalı iki dönüm bahçe içinde yer alıyor. Kıstak Adası’nın da sahibi olan Tara, kızı Leyla’ya doğum günü hediyesi olarak 4 milyon dolara bu adayı almıştı. Eşek veya Orak Adası olarak bilinen Kıstak Adası, 56 bin metrekare büyüklüğe sahip.
Baran Dergisi 295. Sayı
BOĞAZDAKI KABILELER ÇATIŞIR MI ?
İstanbul’daki Afrika Zirvesi’ne katılan Togolu bir diplomatın sorusu, Mahmut Çetin’in “Boğaz’daki Aşiret” kitabını hatırlattı.
Hürriyet’ten Zeynep Gürcanlı’nın haberine göre Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Çırağan Sarayı’nda heyet üyelerine Boğaz’ı gösterip, “Burası Avrupa kıtası, karşı taraf ise Asya” dedi. Afrika zirvesine katılan delegelerin pek çoğu, İstanbul’un iki kıta üzerinde kurulduğunu bilmediğinden, bu açıklamaya çok şaşırdı. Togolu bir diplomat, “Ben bunu bir nehir sanıyordum” derken, bir başkası sorduğu soruyla, Türk heyetini şoke etti:
“Karşı kıyıdaki kabile ile buradaki iyi anlaşıyorlar mı? İki yaka çok yakın, aralarında çatışma, savaş falan çıkmıyor mu?”
***
Türk heyetinin şok olmasını ben anlayamadım. Togolu diplomat, farkında olmadan GERÇEĞI söylemiş. Mahmut Çetin’in tespitlerine göre
BOĞAZ KIYILARINDA yaşayanlar,
“Konstantin’in Çocukları,
Detrois’in Çocukları,
Sotori’nin Çocukları,
Topal Osman Paşa –
Namık Kemal
kanadı” değil midir?
Özellikle Türk solu,
buradan çıkmış değil midir?
Kitapta
“Ali Fuat Cebesoy’dan
Nâzım Hikmet’e,
Oktay Rifat’tan
Refik Erduran’a,
Rasih Nuri İleri’den
Ali Ekrem Bolayır’a,
Zeki Baştımar’dan
Sabahattin Ali’ye,
Numan Menemencioğlu’ndan
Abidin Dino’ya uzanan
ilginç AKRABALIK zinciri.
POLONEZ,
HIRVAT,
ALMAN,
MACAR ve
RUM KÖKENLI
meşhurların, yerlilerle evliliklerinden oluşan
’BOĞAZ ’daki Aşiret’in,
Batılılaşma tarihinde oynadığı roller” anlatılıyor.
***
Bunların arasına sonradan girenler,
devletin
“yarattığı”
birkaç “milyoner”
ile UYUŞTURUCU zenginlerinden
ibarettir.
BOĞAZ KIYILARINI,
EGE ve
AKdeniz
sahillerindeki
OTELLERLE
birlikte düşünürseniz
“UYUŞTURUCU zenginleri”
iddiamız ortada kalmaz!
10 yıldan fazla oldu. Polisle ilgili bir yazı dizisi hazırlıyordum. Makamında görüştüğüm bir Emniyet Genel Müdür Yardımcısı,
“TURGUT ÖZAL DÖNEMINDE
yapılan
TURIZM YATIRIMLARININ
HEMEN HEMEN
TAMAMI
KARA PARAYLA,
yani
UYUŞTURUCU PARASIYLA
YAPILMIŞTIR ”
demişti.
O TURIZM YATIRIMLARINI yapanlar
NEREDE OTURUYOR
dersiniz?
Ve çok partili düzene geçildiği andan itibaren
Siyasi Partileri de
BOĞAZ’DAKI Aşiretler GÜTMÜYOR MU?
Diyeceksiniz ki
öyleyse aralarında
niçin zaman zaman kavga ediyorlar?
Ne kavgası, baksanıza birinin önü tıkandığında öbürü açıyor.
Siz bakmayın Tayyip Bey’in Kasımpaşa çocuğu olmasına! AKP’yi kurarken ilk olarak TÜSİAD’ın desteğini almadı mı? Ara sıra kavga çıkıyorsa rantı paylaşamadıklarındandır.
Şimdi
Boğaz’daki aşiret,
Türkiye’yi
YABANCI SERMAYEYE teslim ediyor.
İslâmcı denilen ve yeni oluşturulan sermayeyle aralarında bir kavga çıkabilir. İnşallah öyle olur. Çünkü AKP aşiretinin devlet ihaleleriyle zengin ettiği kişilerin kara parayla işi yok.
Her ne kadar düşüncelerinde millilikten eser kalmadıysa da
yapısal olarak milli sermaye sayılırlar!
https://www.google.com/amp/www.yenicaggazetesi.com.tr/service/amp/bogazdaki-kabileler-catisir-mi-4881yy.htm
******
P3 adı altında
yeni bir gizli ÖRGÜTLENMENIN
elebaşısı olduğu iddia ediliyor.
ÖRGÜTTE,
iş adamları,
siyasetçiler
ve
bazı yargı mensupları
bulunuyor.
Türkiye’nin
Gizli MASON LOCASI, P2’si
yok mu?
Geçmiş hükümetler döneminde de
BANKALARIN içi, sahipleri tarafından BOŞALTILMADI MI ?
Yine ÜLKENIN HOLDINGLERI,
gelirlerinin BÜYÜK kısmını kendi faaliyetlerinin DIŞINDAKI alanlardan elde ediyor.
Buna Faiz geliri diyorlar
ama
Afganistan – ABD arasındaki
UYUŞTURUCU güzergâhlarından biri
bu topraklardan geçiyor ve
$$$$$$ iki 2 TRILYON DOLARLIK $$$$$$$ PASTANIN
yüzde onu olan
$$$$$$$$ 200 milyar DOLARI $$$$$$$$
KAÇ AILENIN götürdüğü
bilinmiyor gibi davranılıyor.
Afganistan ve Irak’ı işgal altında tutan ABD ise Cundullah adlı örgütü kullanarak,
UYUŞTURUCU güzergâhını karıştırıyor!
Zaten BOMBALI eylemi yapan ÖRGÜT,
Belucistan’ın İran’dan koparılması için
CIA desteği ile çalışıyor.
Bütün bunlar bana,
sadece UYUŞTURUCU ticaretinin değil
dünya üzerindeki
BÜYÜK YOLSUZLUKLARIN da
birbiriyle BAĞLANTISI olduğunu GÖSTERIYOR.
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/mobi/turkiyenin-gizli-mason-locasi-14123yy.htm