53) KÜLTÜR VE MEDENİYET FARKI-1
Yayin Tarihi 8 Temmuz, 2008
Kategori KÜLTÜREL
Kültür ve Medeniyet Farkı
Kültür sözü biraz daha hususîleştirilerek şu tâbirlerde de kullanılmaktadır: İptidaî kültür, ileri kültür, beşerî kültür, teknik kültür, yerleşik kültür, aşiret kültürü, kültür kavim-leri-tabiat kavimleri vb… Fakat bu deyimlerde de “kültür”ün mânası, gereği kadar açık değildir. Başta sosyologlar ve sosyal psikologlar olmak üzere, umumiyetle kültür tarihçilerince “kültür” kelimesinin ilmî yönden ifade ettiği kavram aşağıdaki şekillerde belirlenmeğe çalışılmıştır:
-Bilgiyi, îmanı, san’atı, ahlâkı, hukuku, örf-âdeti ve insanın cemiyetin bir üyesi olması dolayısıyla kazandığı diğer bütün maharet ve itiyatları ihtiva eden mürekkep bir bütün. (E. B. Taylor)
-Bir topluluğun yaşama tarzı. (C. Wiesler)
-Atalardan gelen maddî-manevî değerler yekûnu. (E. Sapir)
-İnsanın tabiatı ve kendini idare etme yolu ile bizzat meydana getirdiği eser. (A. Young)
-Bir toplulukta örf ve âdetlerden, davranış tarzlarından, teşkilât ve tesislerden kurulu ahenkli bütün. (R. Thurnwald) [1.]
-Umûmî olarak inançlar, değer hükümleri, örf ve âdetler, zevkler, kısaca insan tarafından yapılmış ve yaratılmış herşey. (A. K. Kohen)
-Bir millet fertlerinin iştirak hâlinde bulunduğu manevî hayat. (F. A. Wolf)[2.]
A.Vierkand şöyle der: “Bir yabancı, bir kabilenin hudutlarını âdet ve yaşayış şekillerinin değişmesi ile kavrar; giyinmenin ve süslenmenin başka bir tarzı, ev eşyalarının ayrılıkları, başka silâhlar, yeni şarkılar, danslar vb… Diğer taraftan bütün bunlar aynı kabilenin kültüründe değişmez” [3.].
Görüldüğü üzere, bu tariflerde dikkati çeken ortak noktalardan biri “kültür”ün daha ziyâde her topluluğun kendine mahsus yaşayış ve davranış tarzı olmasıdır. Kültürün bu mânası Z. Gökalp tarafından yapılan tarifte daha da açık olarak belirmektedir: “Kültür (hars), bir milletin dinî, ahlâkî, hukukî, muakalevî (intellectuel), bediî (estetique), lisanî, iktisadî, fennî (thecni-que) hayatlarının ahenkli mecmuasıdır” [4.].
Demek ki, belirli bir topluluğa âit sosyal davranış ve teknik kuruluşlar “kültür”ü meydana getirmektedir.
Medeniyet ise başka bir mâna taşır. Medeniyet milletlerarası ortak değerler seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vasıtaları bütünüdür[5.]. Bu ortak değerlerin kaynağı kültürlerdir. Meselâ “Batı medeniyeti” denildiği zaman, din bakımından Hıristiyan toplulukların manevî-sosyal değerleri ile, müsbet ilme dayalı teknik anlaşılır. Halbuki Batı medeniyetine bağlı milletlerden her biri ayrı bir kültür topluluğudur: Müsbet ilim sahasında benzer anlayış içinde olmalarına, “teknik”i ortaya koyma ve kullanmada birbirlerine yakın yollar takip etmelerine rağmen, bu milletler başka başka diller konuşurlar; âdetleri, gelenekleri, ahlâk telâkkileri, edebiyatı (şiiri, mecazı, hattâ latifeleri), masalları, destanları, güzel san’atları, folkloru ve hattâ giyinişleri bir değildir. Hattâ, hepsi de Hıristiyan inancı içinde bulunmakla beraber din karşısındaki tutumları da farklıdır. İşte bu ayrı ayrı inanış, eğilim, düşünce, kullanış ve davranış tarzları her milletin kültür unsurlarını teşkil eder. O halde her topluluk bir kültür sahibidir; diğer bir deyişle, her kültür ayrı bir topluluğu temsil etmektedir. Türk milleti de dili, töresi, dini, hukuku, düşüncesi ve hadiseler karşısındaki husûsî davranışları ile asırlardan beri yaşamakta olduğuna göre bir millî Türk kültürü mevcut demektir.
Buraya kadar yazdıklarımızdan şu neticeleri çıkarmak mümkündür:
1. Kültür, karakter bakımından “husûsî”, medeniyet “umûmî” dir.
2. Medeniyet, kültürlerden doğar.
3. Bir kültürün varlığı bir milletin mevcudiyetini veya bir topluluğun varlığı bir kültürün mevcudiyetini gösterir.
Kültürün doğuşunda, aşağıda görüleceği gibi coğrafî durum ve insan unsuru başlıca rol oynadığından ve topluluklar ancak yaşadıkları bölge şartlarının etkisi altında kendi kültürlerini kurabileceklerinden, çeşitli kültürler arasında ilerdik, yükseklik vb. gibi, ayırımlar yapmak, bazılarını üstün, bazılarını ibtidaî saymak ilmî anlayışa uygun düşmez. Bu gibi hükümlere, ancak, tek bir kültürün tarih içinde seyrinde müşahede edilen gelişmeler açısından, yâni aynı kültürün çeşitli devreleri birbiri ile karşılaştırılırken gidilebilir. Zira kültürler de, temsil ettikleri cemiyetle birlikte, zaman ve çevre icaplarına uyarak, bizzat sosyal değerler ortaya koyma veya dış tesir yolu ile gelişirler. Şu şartla ki, her kültür öz vasfını kaybetmez. “Ana-kültür kalıbı” belirli bir karakter halinde devam edip gider.
Bu tarihî-sosyal gelişmeyi gözden kaçıran bir kısım Avrupa fikir adamı ve bilgini bazı yanlış “sınıflandırma”lar yapmışlar, kendi kültürlerini yüksek ve üstün, diğerlerini geri ve ilkel sayarak; işi, kültür ile medeniyeti aynı şey kabul edecek kadar ileri götürmüşlerdir. Onlara göre, gerçek kültür Batı medeniyetinden ibarettir ki, bunun da esası “köylü kültürü”, yâni tarıma dayalı “yerleşik” hayattır. Nitekim aşağıdaki teoriler bu temele oturtulmuştur.
Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu
Türk Milli Kültürü
Dipnotlar
1 – Tafsilat için bk. M. Turhan, Kültür Değişmeleri, s. 27-36; M. Eröz, İktisat Sosyolojisine Başlangıç, s.83 vd.
2 – M İzzet, Milliyetçilik Nazariyeleri, s. 144,
3 – Bk. Sosyoloji Dergisi, III, s. 174
4 – Z. Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 30; aynı görüşü paylaşan B. Malinowski, .b…’nin düşüncesi için bk. M. Eröz, ayn. esr., s. 86-90.
5 – Arapça’da aslen şehir mânasındaki “medine” sözünden üretilmiş olan “medeniyet” tâbiri, lügat manasıyla “şehirlilik” demektir ve “bedevi” (çöl halkı, göçebe)’nin zıddı olarak kullanılmıştır. Böylece de, -herbiri kendi kabile hayatını sürdüren çöl halkına karşılık-, çeşitli soy, dil, din ve gele-noklere sahip kütlelerin doldurduğu şehirde gelişen yaşayış birliğini ifade etmiştir. Dolayısiyle sosyal gerçeğe uygun bir deyimdir.
Medeniyetlerin Menşei Hakkında Nazariyeler-2
A. EVOLUTİON” (GELİŞME, TEKÂMÜL) NAZARİYESİ
Bu teoride medeniyetin, vahşet devirlerinden zamanımıza kadar devamlı ilerleme kaydeden insan kültürünün mahsûlü olduğu, ilerlemenin de basitten karmaşığa doğru düz bir çizgi hâlinde, birbiri ile tutarlı merhaleler aşılmak suretiyle vukua geldiği iddia edilmiştir. Buna göre, gelişmeye ayak uyduramadıkları için iki bin yıl öncesi seviyede kalan günümüzdeki ibtidaî kavimlerin kültüründe, ilk merhalelerin canlı izlerini görmek mümkündür. Yâni bunların teşkilâtında, örf-âdetlerinde, inanç ve san’atlarında kadîm medeniyetin ön hatıraları hâlâ mevcut bulunmaktadır[1]. Evolution teorisi, insan ruhunun her yerde bir ve aynı olduğu düşüncesine dayanmaktadır, dola-yısiyle çeşitli topluluklar eşit şartlar altında aynı şeyleri vücuda getirmeğe, birbirine paralel şekilde düşünmeğe ve aynı mahiyette keşifler ve icatlar yapmağa muktedirler. Bu sebeple “paralelci”ler de denilen evolution nazariyesi taraftarlarınca her kavimde ayrı ayrı meydana çıkan medeniyetler, paralel şekilde, kendiliklerinden gelişip giderler.
Fakat bu görüş tenkitlere uğramıştır: Birçok sahalarda kültürel ve sosyal ilerleme bir çizgi hâlinde ve aynı yönde gelişme göstermemektedir; zaman zaman değişmeler, duraklamalar dikkati çekecek kadar açıktır. Nazariyenin en zayıf tarafı, insanlık tarihinde tek bir kültür türünün kabul edilmesidir. Halbuki aynı kültür dünyanın her yerinde mevcut değildir; birçok kültürleri vardır. Aralarındaki farklar bilhassa teknik âletlerde, din, san’at, sosyal dayanışma gibi manevî alanlarda görünür. Bu itibarla “evolution”cuların karmaşık kültür olgularını basitleştirmeleri doğru bulunmamıştır [2].
B. DİFFUSİON (YAYILMA, İNTİŞAR) NAZARİYESİ
Bu teori insanlar arasındaki sosyal münasebet temeline dayanır. Gei çekten en ibtidaî kavimlerin bile birbirleri ile daima temas hâlinde okluklarına şüphe yoktur. Böylece medeniyet “yayılma” imkânına kavuşmuştur, “Diffusion”cular da, esasta kültürde “gelişme”yi kabul etmektedir, fakat bu “gelişme” sebebini, toplulukların karşılıklı tesirlerine bağlamaktadırlar. Böylece bir kültürden ötekine sirayet eden kültür unsurlarının kaynaklarını tâyin etmek üzere tarihe başvurulduğu için bu nazariyeye “tarihçi ekof adı da verilir. Alman bilgini A. Bastian ile başlayıp (1881), tanınmış etnolog, coğrafyacı ve jeopolitikçi F. Ratzel’in “Völkerkunde” (I-III, 1885-1888) adlı esen ile temeli atılan bu teorinin hareket noktası da insanların taklit eğilimleri dir. “Diffusion”culara göre, insan her yerde başkalarında gördüğünü kolayca alabilmekte, keşif ve icat gayretleri ikinci plânda gelmektedir.
“Tarihçi ekol” mensupları iki gruba ayrılmışlardır: İngiliz Diffusioncuları ve Viyana Diffusioncuları.
1. İngiliz Diffusioncuları
İngiliz grubunun başında yer alan G. Elliot Smith (ölm. 1937)’e göre dünya medeniyetinin beşiği Mısır kıt’asıdır. Medeniyet yeryüzüne oradan yayılmıştır. İddiaya göre, yüksek bir kültürün meydana gelmesi için, buna el verişli bir çevreye ihtiyaç vardır; her yerde “elverişli çevre” mevcut olmadığı için de”paralel” kültürler ortaya koymak mümkün değildir; halbuki Mısır, medeniyetin yaratılmasına en uygun imkânlara sahip bulunuyordu; nitekim medeniyet, bu kıt’aya uzaklıklarına göre çeşitli bölgelerde gittikçe zayıfla maktadır vb…
İlk devirlerde insanların kültür adına ne varsa hepsinden mahrum bil hâlde, âdeta maymundan farksız bir hayat sürdüğü düşüncesinden hareke) eden G. E. Smith, medeniyetin ilk ışığını Nü nehrinde tesbit ettiği kanaatin dedir: Bu nehir yılın belirli mevsiminde muntazaman taşar ve mecrama çe kilirken verimli kil tabakası bırakır. Burada kendiliğinden yabanî arpa yed şir. Nehrin taşması eski Mısırlı’ya sulama tertibatının kurulması lüzumunu duyurmuş, arpanın zuhuru da ziraat yapma fikrini vermiştir. Diğer taraftan, taşarı nehir sularının kurak günler için muhafazası, çanak, çömlek yapımını ve depolar inşâmı hatıra getirmiş, bu da bina ihtiyacını ortaya koymuştur. Dolayısiyle ilk defa Mısır’da sabit meskenlerde oturan çiftçi bir halk kütleli görünmüştür. Ayrıca, Nil’in hep aynı mevsimde taşması da Mısırlıda zaman ve takvim fikrini uyandırmış, antropoloji ve astronomi bu yolla ilerlemiş, bundan da, inanç sistemi olarak Güneş kültü teşekkül etmiştir. Nil’in taşma zamanının yaklaştığını ilân ederek halkı uyaran Firavun, halkın gözünde ölümsüzlüğe yükselmiş, hâkimiyet telâkkisi böylece belirmiş ve hükümdarın ebedîliği düşüncesi mumyaların, tapınak inşâmın, ölü gömme törenlerinin ve bununla ilgili olarak musikinin meydana gelmesine yol açmıştır[3].
G. E. Smith’den başka, W. J. Perry ve W. H. R. Rivers vb. gibi taraftarlar[4] ve diğer kültür tarihçilerince medeniyeti “Mısırhlaştırma” (“Egyptioni-siiııtc”) veya”Pan-Egyptologiste” teorisi diye ad takılan bu nazariyenin elbet ki birçok eksik ve yanlış tarafları vardır. Önce, zikredilen medeniyet belirtilerinin Mısır’da ne zaman ortaya çıktığı ve hangi tarihlerde, nerelere kadar yayıldığı tesbit edilememiştir. İkincisi, aslında megalitik (büyük taş) eserler inşâı üzerine kurulu ve Güneş kültürüne dayalı bu “hanedan medeniyeti”nin bütün Ön-Asya’yı, İndonezya adalarını ve Okyanus’u aşıp Amerika’ya kadar uzandığı ve oradaki Mexico-Andien medeniyetine temel olduğu iddiaları teori üzerinde şüpheler uyandırmıştır. Üstelik arkeolojik keşiflerle de hayli yıpranan bu teori Mısır’da benzeri bulunmayan Sümer çivi yazısı ile Fenike yazısını izah edememektedir[5]. Nihayet Mısır medeniyetinin oldukça geç bir devre âit olduğu, yâni yeryüzünde ondan da eski “kültür çevreleri”nin bulunduğu beyan edilmiştir[6].
2. Viyana Diffusion’cuları (aşağıda görülecektir)
C. “YÜKSEK KÜLTÜR” NAZARİYESİ
Bu teoride topluluklardaki kültür ve tarih ortaklığı esas alınmakta ve aralarında siyasî bağlantı ile dil birliği bulunan yerleşik kütlelerin, aynı zamanda”medeniyet” kavramını ifade eden “yüksek kültü”ü ortaya koydukları ileri sürülmektedir. Meselâ eski Mısırlılar; Çinliler; Asur, Babil, Fenike, Kaide grubu bu suretle “kültür ve tarih ortaklığına” dayanan tipte medeniyetler kurmuş topluluklardır. Teorinin başlıca temsilcilerinden olan tanınmış Rus Pan-İslâvist’i N.Y. Danilevsky (ölm.1885)[7] bu medeniyetin; parçaları birbirine ve bütüne, bütünün de parçalarına bağlı bir “organizm” teşkil ettiğini, organizm (canlı uzviyet) kadar sıkı şekilde bütünlük gösterdiğini söylemiş, medeniyet unsurlarının da, tıpkı organizm gibi, doğup, büyüyüp, olgunlaşıp, nihayet öldüklerini iddia etmiştir. “Yüksek kültür” nazariyesinde, belirli topluluklar arasındaki tarih ortaklığı ve kültür birliği (veya benzerliği) hâlinin medeniyetlerin karakterini yansıttığı ve bu sebeple meselâ eski Grek medeniyetinin estetik, Hind medeniyetinin dinî, Batı medeniyetinin meka-nik-teknik vasıf taşıdığının tesbit edilebildiği ileri sürülmüştür. Buna göre de, medeniyet ile sosyal sistem âdeta ayrılmaz bir çift gibi düşünülmekte, diğer bir deyişle, her medeniyet bir sosyo-kültürel bütün sayılmaktadır.
Bu teoriyi işleyenler arasında önemli yeri olan O. Spengler (ölm. 1936)[8]”yüksek kültür” tipi medeniyetleri birbirinden açık şekilde ayırt eden bir takım”ana sembol”ler tesbitine çalışmıştır. Dediğine göre, her medeniyet onun sahibi olan topluluk ile alâkalıdır, hattâ bahis konusu sosyal grup (millet) ile ortaya koyduğu “yüksek kültür” arasında tam bir aynîlik görmek bile mümkündür. Bu medeniyetleri sembollerle ifadelendirmek gerekirse, Antik-çağ (Eski Yunan-Roma) medeniyetine Apolloncu, Ortaçağ medeniyetine Büyücü, zamanımız Batı medeniyetine Faustcu demek doğru olur: Apolloncu medeniyeti “hisli insan vücudu”, Faustcu medeniyeti ise “saf bir feza ile iradecilik” karakterize eder. Spengler, bu “ana sembol”lerin her yüksek kültürde çekirdek teşkil ettiği ve medeniyetin gelişmesinde birinci derecede rol oynayan çekirdek muhtevasının bütün o medeniyet unsurlarında mevcut olduğu iddiasındadır; dolayısiyle her yüksek kültürde yer alan unsurlarla bütün arasında “manalı” bağlılık vardır. Ancak, medeniyetlere birer başlangıç, oluş ve ölüm sınırları çizen ve herbiri için bir yaşama süreci tâyinine çalışan Spengler’e göre, böyle “yüksek kültür”ler daha ziyâde “devlet kisvesi”ne bürünmüş milletlerde ortaya çıkar ve o devlet tarafından temsil edilir.
Çağımızın şöhretli tarih felsefecisi A. J. Toynbee[9](ölm. 1974)’nin düşünceleri de yukarıdakilere yakındır. Avrupa’da Batı medeniyetinden başka bir medeniyet tanımayan yaygın görüşe haklı olarak karşı çıkan ve “medeniyeti Mısırlılaştırma” taraftarlarını da tenkid eden Toynbee, bazı kuruluş ve tekniklerin cemiyetten cemiyete intikalini tabiî saymakla beraber, çeşitli toplulukların, zaman içinde yokluğunu hissettikleri bazı ihtiyaç madde ve âletlerini kendi fikrî faaliyetleri neticesinde keşf etmeye, aynı maksada yö¬nelik buluşlar ortaya koymaya muktedir olduklarını, dolayısiyle tek bir merkeze bağlı kalmaksızın benzer kültür değerlerinin meydana çıktığını belirtmiştir[10]. Ancak, esasta “yüksek kültür” teorisi izinde yürüyen Toynbee, medeniyet ile sosyal grup (topluluk, millet) arasında ayrılmazlık, aynîlik kabul ederek ve incelemeğe çalıştığı bütün insanlık tarihini bu açıdan değerlendirerek başlı başına birer “bütün” gibi gördüğü 20’den fazla “medeniyet” tesbit etmiştir. Bilhassa din unsurunu başlıca kültür faktörü olarak aldığı sezilen Toynbee, medeniyeti “Bütün sosyal, siyasî, iktisadî faaliyetler ve manevî unsurların tek bir sosyal bütün içinde koordine edilmiş olma durumu”diye tarif ettiği hâlde, tarihte, yerleşik ve “devlet kisvesi”ne bürünmüş hissini uyandıran, din cephesi çok belirli topluluklar dışındakileri “yüksek kültür”e lâyık görmemiştir.
Anlaşılmaktadır ki, bu teori taraftarları:
1. Yüksek kültür veya medeniyet dedikleri şeyi gerçek bir bütün olarak kabul etmektedirler.
2. Belirli karakter taşıdığını ileri sürdükleri yüksek kültür veya medeniyetleri belirli sosyal gruplara bağlamaktadırlar.
3. Medeniyetleri belirli “sosyal gruplar”la kaaim saydıklarından,”yüksek kültür”lerin de ilgili topluluklarla birlikte nihayet bulduğunu düşünmektedirler.
Bundan dolayı “yüksek küllin” nazariyesine “kapalı medeniyet” teorisi ile denilmektedir[11].
Ç. “ANA KÜLTÜR KALIBI” NAZARİYESİ
Buna “kültür-proto-tipleri” teorisi adı da verilir. Çünkü, buna göre, tarihin her çağında herhangi bir topluluk veya millet belirli bir kültür ilk tipinin veya anakültür kalıbının taşıyıcısı olabilir. Ancak kültür prototipi, taşıyıcısı ile mâhiyet aynılığı içinde olmayıp, ondan başka bir varlık hâlinde mevcudiyetini muhafaza eder. Belirli bir anakültür kalıbının tarih boyunca çeşitli sosyal gruplarla birleşmiş olması da bunu gösterir. Meselâ eski Yunan ve Roma cemiyetleri nihayete ermiş, fakat onların kültür sistemi birçok unsur lan ile, “kültür değerleri” olarak yaşamağa devam etmiştir: Felsefe, resim, heykel, mimarî, müzik vb. Demek ki,”ana kültür kahbı”nın veya kültür prototipinin değerleri, daha sonra, başka toplulukların iç âhenkleri ile uyuşarak gelişebilmekte ve farklı kültür sistemleri içine sirayet ederek “sosyal ve manevî gerçeklere oturma” esnekliği ölçüsünde yeni kültürün unsurları ile tu (arlılık kazanmakta ve yaşamaktadırlar. Böylece, belirli medeniyetleri belirli sosyal gruplara bağlamayan, kültür bütünlerinin topluluklardan mültl kil olduklarını ileri süren bu görüşe “açık medeniyet teorisi” de denir. Açık medeniyet teorisinin tesbit ettiği esaslardan biri de “medeniyet” adını verdiğimiz sosyal belirtinin “vahdetli bir bütün olmayıp”, birbirinden farklı birçok kültür değerlerinin, ahenk içinde, bir araya gelmesinden doğduğu düşünce sidir[12] ki, kültürlerin gelişmesi ve medeniyetlerin kuruluşuna dâir baş taraftı verdiğimiz izahata uyar.
Medeniyetin mâhiyeti konusunda elde edilen yukarıdaki sonuçlar en iyi şekilde çağdaş sosyolog P. A. Sorokin tarafından pekiştirilmiş görünmektedir. “Yüksek kültür” veya “kapalı medeniyet” teorisini şiddetle tenkid ederek, medeniyetler” vahdef”li sistemler midir, yoksa kültür yığınları mı? sorusunu cevaplandırırken, bizzat Danilevsky, Spengler ve Toynbee’nin verdikleri tarihî örnekleri ele alan; biraz daha ayrıntıya inerek, Antikçağ medeniyetinden başka, Asur, Bâbil kültürlerinin bile türlü kültür unsurlarını ihtiva ettiğini, bunların hiçbiri için”vahdef”in bahis konusu olamayacağını belirten ve zamanımız Batı medeniyetindeki bazı felsefî, fikrî, estetik, teknik unsurların ve davranışların Antik-çağdaki köklerini şahit göstererek ebedî kültür değerlerinin daima canlı kaldıklarını; bu itibarla medeniyetlerin bu ölümsüzlüğü karşısında, “kapalı medeniyet” müdafaacısı yukarıdaki üç düşünürü “medeniyet mezarcıları”olarak vasıflandırmakta haklı bulunduğunu söyleyen Sorokin, kendi nazariyesini; 1. kültür yığını, 2. kültür yarıyığını, 3. millî birlik, 4. mânalı millî birlik şekillerine dayalı “süper sistem”ler olarak kurmuştur[13]. Oldukça güç anlaşılmakla ve pek tabiî bazı itirazları davet etmekle beraber[14] Sorokin, kültür anlayışı ve medeniyet olgusunun tahlilinde tarihî ve sosyal gerçeklere parmak basmış görünmektedir.
Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu
DİPNOTLAR:
1– Bk. Bu nazariyenin başlıca temsilcisi: A. L. F. Pitt-Rivers, The Evolution ofCulture, Oxford 1916
2 – Tafsilen bk. M. Turhan, ayn.esr., s. 4 vd.
3 – Tafsilen bk. G.E. Smith, İn the Beginning The Origin of Civilisation; ayn. müell., Human History, s. 181, 267-297; M. Turhan, ayn. esr., s. 7 vd.
4 – İngiliz Diffusioncuları için bk. R. H. Lowie, The History of Etnological Theory, s. 156-176.
5 – Buna başta “run” tipi yazı olmak üzere diğerleri de ilâve edilebilir.
6 – Bk. aş. “Viyana ekolü”. Bununla beraber, medeniyetin tek bir bölgeden cihana yayıldığı tarzındaki Diffusioncu görüşün müdafaacıları henüz vardır. Ancak medeniyetin çıkış noktası değiştirilmiş, Mısır yerine Mezopotamya konulmuştur. Buna göre, ilk tarıma geçen topluluk Sümerlerdir ki, yerleşme sahaları olan Dicle-Fırat nehirleri arasında taşkınlara karşı yapılan sedler ve sulama kanalları vb. dolayısiyle, yerleşik nüfus arasında beliren bir nev’i iş-bölümü ilk medeniyet ışığı olmuştur. Bu medeniyet, Nil, İndus vb. gibi nehir bölgelerine ve sonra dünyaya yayılmıştır. İddiaya göre, birçok yerlerde medeniyetin çeşitli türlerde görünmesi, bölgenin ve halkın kendi özel du-ı ulularından ileri gelmektedir (Tafsilen bk. W. H. Mc Neill,>1 World History, New York 1967. Sümerlerden çok daha eski devirlerde “medeniyef’in 4 merkezinden biri: Yakın-Doğu, bk. P. L. Zambotti, Les origines et la diffusion defa civilisation, Paris 1949). Ancak nehir kıyılarını ve büyük vAdıleıi temel alan bu görüşe de karşı çıkılmış ve haklı olarak, eski çağlarda, meselâ Mısır ve Mezopotamya ile aynı iklim şartlarındaki Rio Grande, Colorado River bölgelerinde (Birleşik Amerika’da), yine Akdiniz adaları ile benzer çevreye sahip meselâ Japon adalarında neden medeniyetlerin görünmediği sorulmuştur. (Bk A. Toynbee,A. Study of History (Abridged), s. 57 vd.).
7 – N. Y. Danilevsky (Eseri “Rusya ve Avrupa” 1869) daha ziyade, kendi zamanında siyâsî ve kültürel dağınıklık içinde yaşayan İslâv kavimlerini,Rusya’nın liderliği altında toplayıp birleştirmek mak-Hdim hizmet eden bu “teori”si ile Pan-İslavizm (İslâv birliği).hareketinin fikriyatını besleyen çok tesirli düşünürlerden biri olmuştur (Tafsilen bk. A. N. Kurat, Panslavizm, s. 265-278).
8 – Başlıca eseri, Der untergang des Abendlandes, Heidelberg 1922.
9 – En mühim eseri olan, A Stıtdy of Histoıy (I-X, 1934-1954) adlı kitabın bir cilt hâlinde kısaltılmış şekli: A. J. Toynbee, A Study of Histoıy / Abridged idition / London 1962. ” A 15
10 – Study of History, Abridged, s. 40 d.
11 – Tafsilen bk. Sorokin – Toynbee, Sosyal Değişmeler Üzerine Denemeler, s. 2-6; M. Eröz, ayn. esr., s, 90-94. Bunların kanaatine göre bir medeniyetin hayatı, temsil ettiği topluluğun dağılması veya siyâsî istiklâlin sona ermesi ile kapanır; başka bir medeniyet ise, diğer bir topluluğun tarih sahne sinde görünmesi ile başlar. Nitekim Toynbee, dünya tarihinde tesbit ettiği medeniyetlerden İd lıı nesinin “ölmüş” olduğu, geri kalan 5’inin de Batı medeniyeti tarafından yok edilme tehlikelim düştüğü, hattâ Batı medeniyetinin bile buhranlı bir devreye girdiği görüşündedir (A. Tonybee, ayn. esr., s. 15-35). Bu endişesinden dolayı Toynbee, birçok yerlerde, bu arada memleketimizde verdiği konferanslarda Batı’nın kurtarılması için dine (Hıristiyanlık) önem verilmesi gm-klip.ıııı belirtmigtir. Bu bakımdan Danilevsky’nin Batı Avrupa’nın can çekiştiği (onun vazifesini İslâv dünyalının üzerine alması gerektiği) iddiası ile Spengler’in eserinin “Batının Çöküşü” adını lıifi ması, manalıdır.
12 – Sehubart, Schwcitzer, Northrop, Kroeber ve Sorokin taraflarından temsil edilen bu görüş için tafsilen bk. Sosyal Değişmeler, s. 4 vd.
13 – P, A. Sorokin, Sociotogical Theories of Today, 1966; ayrıca bk. Sosyal Değişmeler, s. 1-19
14 – 20 vd. M
Yorumlar
Yorum yap