417) YENİDEN TÜRKLEŞMEK-2

Yayin Tarihi 6 Ekim, 2009 
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ

YENİDEN TÜRKLEŞMEK

image00110.jpg

Yeni Osmanlılık Değil; Yeniden Türkleşmek

Osmanlı ismi “etnik” bir cevherin değil devleti yöneten elitin adıydı ve Osmanlı sıfatı da, devlete “teba” sıfatı ile bağlı bulunan herkesin adıydı ve din, mezhep ve menşe farkı gözetmeksizin herkesi kucaklıyordu. Bu sağlam mantığın Devlet-i Aliye’yi mukadder akıbetinden kurtaramaması, fikrin çürüklüğünden değil, konjonktürel heyecanların aksine kürek çekmesinden oldu, Yeni Osmanlılık bu fikri temel üzerine oturtulmuştu. Bu akımın “Türkiye’nin 1940’lardan beri süregelen korkaklığını, içe  kapalılığını, dünyanın taşrası olmayı kendisine yakıştırmayı artık silkip atmanın zamanının geldiğini ifade eder. “Yeni Osmanlılık” ruhu Türkiye’nin uluslararası arenada güçlü, ses veren, sesi merak edilen bir ülke olmaya aday olduğunu ifade eder. “Yeni Osmanlılık” olarak nitelendirilen akım mütevazı bir Türkiye fikrine “yeter artık” diyenlerin bu çok geniş boyutlu milli istikamete bazılarının verdiği isimdir,

Son derece iyi niyetle ortaya sürülen bu ve benzeri görüşlerin arkasında etnik bir korkunun bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu korku: aman Türk kelimesi “etnik” köken ifade eder onu kullanmayalım, sonra başkaları da kendi etnik unsurlarını ileri sürer fobisidir. Yüz yıllardır Türk’e kimliğini kendisine saklamasını önerenler sonunda “gelişip, güçlendiklerinde” yapacağı her şeyi yaptılar. Eski Osmanlılığın bize nelere mal olduğu henüz hafızalarda dururken, Osmanlılığın yeni versiyonunun da sağlayacağı hiçbir başarı olamaz. Eski Osmanlılık fikrinin çok sağlam fikri temellerinin olduğunu söylemek için de aşırı iyimser olmak gerek. Mütevazı Türkiye’ye, sessiz Türkiye’ye, güçsüz Türkiye’ye hayır derken bunun aynı zamanda yeniden Türkleşmekle mümkün olabileceğini düşünmek gerek. Bir millet birincisinden büyük zararlar gördüğü bir düşünceyi ikinci defa denemesi için ancak cinnet geçirmiş olması lazımdır. Türk kelimesi kimseyi korkutmamalı; çünkü onun içinde Osmanlı tecrübesi, Selçuklu tecrübesi, Göktürk tecrübesi gibi çok zengin bir doku vardır. Kimlik saklayarak hainin, şerefsizin, eşkıyanın şerrinden azat olunamaz!
 

Ulus ötesi ya da çok uluslu devlet de çağdaş devlet değildir. Geçmişteki hemen hemen bütün imparatorluklar ulus ötesi bir karakterde teşekkül etmiş olup “milli devlet”e ulus ötesi devletten geçilmiştir. O halde milli devlete karşı ulus ötesi devletin savunulması da esasında çağdaş değildir.

“Kökü Mazide Olan Ati”

Bugün Türk dünyasında eksik olan şey; kendi toplumsal ve kültürel repertuarını gerçek bir ayıklamaya ve revizyona tabi tutarak fikir zembereğini zamanın önüne koyacak entellektüel dokudan yoksun olmasıdır. Yüksek fikirler ve asil duygular etrafında birleşme aşkını, estetik heyecanını kaybetmiş, dağınık, avare, umutsuz, sorumsuz, tüy kabası bir yığın olarak kuvvetinin ve bütünlüğünün farkında olmayan kitleleri ayağa kaldırmak gerekir. Bu “mazi-hal-ati” arasında kurulan bir köprü ile mümkün olabilir. Türk toplumunu Ortaasya’da Çinlileşmeden, Kafkas’larda Ruslaşmadan, Önasya’da Avrupalılaşmadan kendisi olarak yaşatacak ilke ve ideallerine kavuşturmak gerekmektedir.

Niçin Yeniden Türkleşmek?

Yenilgiden kurumlarını, geri kalmaktan inançlarını, başarısızlıktan düşmanlarını sorumlu tutan bir anlayış sorunu kendi dışındaki unsurlara yükleyerek vicdani sorumluluktan kurtulmaya çalışmıştır. İddiasını yüzyıllar önce kaybetmiş bir toplumun, göz kamaştırıcı teknolojik ve sosyal gelişmeler arasında bocalaması doğaldır.

Ayakta kalmayı ve var olmayı batıya, doğuya, Amerika’ya ya da Japonya’ya bağlayanlar elbette topluma kalkınma ve var olma heyecanı veremezlerdi.
 

Osmanlının son dönemlerinde “Rus ceketi, Belçika silahı, Türk külahı, Macar eğeri, İngiliz kılıcı ile donatılan ve çeşitli uluslardan gelen eğiticiler tarafından Fransız düzenine uygun olarak yetiştirilen yeni ordu” ile birlikte yeni bir nesil de yaratılmış oldu. Kurtuluşunu yabancıya ve yabancılaşmaya bağlayan bir nesil! Buna İngiliz ırkından çiftçileri Orta Anadolu’ya yerleştirmek suretiyle Osmanlının kalkınacağını savunan alim ve yöneticiler eklendi. Kurtuluşu mandaya, din değiştirmeye, soyunu inkar etmeye endeksleyenler de çıkmadı değil…
 

Bunda oryantalist aydınlar kadar ideolojik aydınların da rolü büyük olmuştur. 1998’lerin Türkiye’sinde kökünü İyon’a dayandığını vurgulamak amacıyla Anadolu’nun bağrında İyon derneği kurmanın başka bir anlamı olamaz. Zaten Türkiyeli Marksistler kendilerini sosyokültürel anlamda “Türk” hissetmenin dışında “biraz Ermeni, biraz Yahudi, biraz Süryani, biraz Lidyalı ve Frigyalı olmayı yeğleyen” bir kişiliğin sürekli olarak ön plana çıkarmalarının bir nedeni de budur.

Türkiye’de bir anlamda soysuzlukla eş anlama gelecek bir batılılaşma kavramı içine herkes kendi irinini boşaltarak rahatlama yolunu seçiyordu. Gençlik düğüne gider gibi batının şu veya bu akımı için yıllarca ölüme koştu. Bilmiyorlardı ki.
 

1. Hiçbir düşünce bir ülkeden ötekine olduğu gibi aktarılamaz.
2. İnsan düşünce için değil, düşünce insan içindir.
3. Batan bir ülkeyi bir anda kurtaracak hiçbir sihirli formül, yani “izm” yoktur.
4. Avrupa ile aramızda aşılmaz bir duvar var. Doğu, kapitalist için de, sosyalist için de sömürülecek bir alandır. Doğulu ise, bir yarı insan, şüpheli bir yandaş, tek kelimeyle düşmandır.
5. Zilletten kurtulmanın yolu haysiyetimizi ispattır. Haysiyet, şuur ve fedakarlık demektir. Şuur hiçbir kiliseye bağlanmamak, her vesayeti reddetmek, kapılarını her ışığa açmak demektir. Fedakarlık ise inandığı değerler uğruna her çileyi göze almak, hatta ölümü bile. Saygıya layık insan kendi kafası ile düşünen ve düşüncesini haykırmaktan çekinmeyendir.

 

Bu mantığı kavrayamayan egemen odakların yönetiminde Türk milletinin ahlâkî ve kültürel değerleri; Greklerin, Alman’ların, Frenk’lerin, Rus’ların emperyalist emelleri için silindir altında ezilmiş, itilmiş ve adeta preslenmiştir Kendi kökü, yeri ve değerleri ile kalkınan gelişen, hangi ülke olmuşsa Türkiye’yi yönetenler hala devam eden bir irrasyonellikle hemen o ülkenin uygulamalarını, yöntemlerini, eğlence biçimlerini, aile anlayışlarını, dilini, modasını ve hatta dini figürlerini baş tacı etmişlerdir. Batı akılcı mı? Bilimsel bilgiye egemen mi? Teknolojik üstünlüğe sahip mi? Bu sorulara “evet” cevabını veren egemen güçler; akılcılık, bilimsellik , çalışkanlık, iş disiplini, teknolojik yöntemler üzerinde kafa yoracak yerde yüzde yüz bir taklit ile sorunu çözeceklerini sanmışlardır. Bunun Türkçe’si bir milleti bir başka millet, bir kültürü bir başka kültür, bir değerler manzumesini başka bir değerler manzumesi ile aynı görmektir. Bu Türk’ü Fransız gibi, İslam’ı Hristiyan gibi, Türkçe’yi İngilizce gibi düşünmekten başka bir şey değildir. Bu dönemi bir milletin kendisini başka bir millet sanma hastalığına tutulduğu dönem olarak ifade etmek daha uygun olur.
 

Geleneksel biçimiyle başta aile olmak üzere, erkeklik, kadınlık, mertlik, namus, iffet, erdem, vefa gibi insanlığın binlerce yıllık kazanımları olan değerlerin, dayanışmanın ve yaşantıların sonu gelmiş gibi görünmektedir. Fizyolojik olarak cinsiyet, yaratılış itibariyle doğallık, örgütlenme biçimi olarak da Türk toplumu büyük bir krizle karşı karşıya gelmiştir. Teknolojik, estetik ve mekanik değerler ahlâki ve insani değerlerin yerine geçmiştir. Görüntü gerçeği tutsak almıştır. Çağ, zalimlerin eline kadını daha çok sömürme, ezme ve yıpratma imkanı verirken, insanlar insan haklarına, demokrasiye ya da kılıfına uydurularak alınıp-satılmaya daha fazla konu olmuşlardır. Bugün batılı ülkelerin üstünlüklerini yansıtan teknolojinin de geri kalmış ülkelere aktarılan biçiminde “çoğunlukla toplumsal sorunları çözmeye değil, özel tüketimi körüklemeye yönelik ” olduğunu yine kendileri itiraf etmektedirler. Genelde Türk toplumu özelde ise Türk gençliği bu evrensel tuzağa düşmüştür. İdeali olmayan, imanını tüketmiş, yalnızca maddeden yana tavır alan, zevkini ya da derisinin içini kutsallaştıran, kendi kültüründen başka her kültüre açık bir dünya insanı ile karşı karşıyayız. Şimdi Türk Milleti kendini sorgulamalıdır “İlli millet idim, ilim var ama gücüm hani? Kime il kazanıyorum? Kağanlı millet idim, kağanım hani? Hangi kağana işimi gücümü vereceğim? Töreli millet idim, törem hani? Kimin töresine uymaktayım? Soylu erkek oğularımın bazıları neden kadınlaşıyor, genç kızlarımın bazıları neden erkekleşiyor? Bazı Türk beğleri Türk adını, Türk töresini bırakıp neden önce Sovyet, şimdi ABD başkanına hizmet ediyorlar?”
 

Yirminci yüzyılın son çeyreği devlet dahi her türlü otoriteyi reddeden; “nihilist anarşist ve sosyalistlerin dünyayı cennet haline getirme ideallerinin sona erdiği bir zaman dilimidir. Çağdaş kapitalist uygulamalar ise bütün özgürlükleri yalnız güçleri ve seçkinleri esas alarak örgütlediği için; dünya nüfusunun %20’lik bir azınlığı, aynı dünyadaki diğer nüfusun %80’lik çoğunluğunun mutsuzluğu üzerine varlıklarını bina etmeleri gibi bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Türk insanı iflas etmiş ya da etmesi mukadder ideoloji, sistem ya da öğretiler ile tahmin edilemeyecek kadar fazla zaman kaybetmiştir.
 

Farklı dilleri, dinleri, soyları ve simgeleri yönetme becerisiyle evrensellik arasında oldukça yakın bir ilişki vardır. Bu ölçüt dikkate alındığında “Ortadoğu” ve “Balkanlar”ı barış içinde yaşatabilen yönetimler, uygulamalar ve sistemlerin evrensel nitelik ve yetenekleri tartışılmamalıdır. Dünyanın bu yöresinde dört yüz yıl süreyle Türklerin koyduğu bu nizamdan daha evrenseli olmamıştır. Fr. Grenard’ın ifadesiyle “Osmanlı İmparatorluğu hiçbir zaman milliyetler tezadına, din ve mezhep mücadelelerine fırsat vermemiştir.”
 

Türklerin İslam’ı yeryüzünde temsil ettiği yılların toplamı bütün İslam tarihinin üçte ikisine tekabül etmektedir. Diğer yandan İslam’ı evrensel boyutu içerisinde en iyi anlayan ve ilahi söylemine en uygun uygulamalarından birisini gerçekleştiren Türk’lerdir. Ethem Nejat’ın “Türklük Nedir ve Terbiye Yolları” adlı eserinde mütefekkir Sati Beyefendi’nin 8 Mart 1329 tarihli konferansına atıf yaparak şunları yazar: “Sati Beyefendi “Bizim sükutumuz, bütün şarkın sükutu demektir” diye söylemiştir. Bu bizi çok düşündürüyor. “Türklüğün sükutu da, alem-i İslamiyetin sükutu” demektir! Doğunun kurtulmasını ve yükselmesini istersek de kuşkusuz İslam dünyasını daha öncelikli olarak düşünürüz. İslamiyeti elim ve acı bir sükuttan kurtaracak Türk kıymetli bir unsur olmalıdır. Türklerin ilmen, fikren, unsuran ve sosyal yönden kuvvetlenmesi, zindeleşmesi, İslamiyetin kurtuluşuna hizmettir. Zindeleşen, unsurunun bütün seciyelerini, meziyetlerini kazadan Türk’ün şarkta oynayacağı roller vardır .” Günümüzde Türk’ün ve Türklüğün medeniyetinin yeniden yükselişine bütün insanlığın ihtiyacının olduğu kuşkusuzdur. Çünkü Türkler dünyada evrensel olabilmiş ve değişik coğrafya, kültür, din ve ulusları başarıyı yüzlerce yıl yönetmiş çok az milletlerden birisidir. Siyasi, sosyal, ilmi ve kültürel dokunun zenginliği bakımından Türk’lerin gerek tarihleri ve gerekse temasta bulundukları kültürler konusunda çok derin bir tecrübeleri vardır. Tarihte bir çok Hristiyan ve Musevi topluluğunu yüzlerce yıl başarılı bir biçimde yönetenin Türkler olduğu da düşünülecek olursa konu daha iyi anlaşılır.
 

İşte içinde doğduğumuz yurdu, siyasi bütünlük bakımından en ileri seviyeye ulaştırmak, gözümüzü içinde açtığımız coğrafyayı örnek bir vatan haline sokmak; konuştuğumuz dili en ileri bir iletişim vasıtası derecesine yükseltmek, bizi saran ekonomik sistemi kendi topluluğumuz ve insanlık için en yararlı, en hayırlı bir işleyişe kavuşturmak, eğitim yolumuzu bizi şu dünyada yük ve parazit değil yaratıcı ve verici olgunluğuna eriştirmek; ailemizi en uygun millet, medeniyet şartlarıyla donatmak; tarihimizi hem örnek surette yazmak, hem onun gidişinden millet hayatımız, siyasetimiz için en elverişli dersleri ve sonuçları çıkarmak Türklüğümüzün milletlerarası dünyayı daha fazla etkilemesini sağlayacak değerler manzumelerini doğuracaktır.
 

Yeniden kendi olmasına karar vererek kendine dönen Türk münevveri de, millet olma şartı olarak, milli ülkü ve kültürün yükselmesini milli irade ve arzularının gerçekleşmesi için birinci derecede bir amil saydığı demokrasinin de kendi varlığı ve gayesine hizmet ettiğinin farkına varacaktır.
 

Yeniden Türkleşmek; bireysel ve toplumsal ölçüde fikri ve fiziki bilumum kirliliklerden ayıklanmayı içerdiğinden; ilmi, milli ve insani bir kimliğinin olduğuna, milli ülkü ile insanlık ideali arasında bir tezat değil aksine ahengin bulunduğuna, hatta birinci olmayınca, ikincisinin mümkün olamayacağına ve milletlerin birbirlerinin hak ve ideallerine karşılıklı saygı göstermek suretiyle tekamüllerinin insanlığın mutluluğu için zaruri kıldığını savunur.
 

Yeniden Türkleşmek derken yeni bir icatta bulunuyor değiliz. Var olan ancak şu veya bu sebeple üstü küllenen, itilen-kakılan, aşağılanan, görmezlikten gelinen, küçümsenen, terk edilen, takas edilen, reddedilen; ancak geçmişte “bizi biz yapan ve biz olduğumuz sürece de parlak bir maziye ulaştıran” değerleri yeniden düşünmek gerektiğini söylüyoruz. Neredeyse sıfırdan Osmanlı gibi zamanının en şaheser devlet örgütünü kuran; şiddetin, zorbalığın, cinayetin cinnete dönüştüğü bir zamanda Mevlana gibi “ne olursan ol! Gel” diyen bir insan sevdalısı bilgeyi çıkartan, “yetmiş iki millete bir gözle” bakan, “yaratılanı yaratandan dolayı hoş gören” bir milletin, kendi kültürel köklerini yeniden gözden geçirmesi gerektiğini söylüyoruz. Türk’ün kültürünün yeniden parlak bir yıldız gibi yirmibirinci asra doğması Yunan’laşmayla değil, Türk’leşmeyle mümkün olacağını düşünüyoruz. Batı denilen milletler bin beş yüz yıl sonra kendi köklerine dönerek yeniden doğmasını becerebildiklerine göre geçmişte parlak bir medeniyet kurmuş bütün uluslar gibi Türklerin de aynı başarıyı gösterebileceğine inanıyoruz.
 

Danişmend’in şu tespitinin altını kalın çizgilerle çizilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
 

Biz “Batı’lı” mıyız? Gülünç olmayı göze almadan böyle bir iddiada bulunabilir miyiz? Orta Asyadan kalkıp yakın Doğu’ya gelmiş şarklı bir millet değil miyiz?
 

Coğrafyayı inkar etmeden Avrupalı olduğumuzu nasıl iddia edebiliriz? Büyük Asya’dan Küçük Asya’ya gelip yerleşmiş ve yerlileşmiş bir kütle değil miyiz?
 

Atalarımızın “Frenk” dedikleri Avrupa ırklarından mıyız? Tabii değiliz! Biz Asya’nın bütün dillerine destan olmuş muhteşem Türk ırkına mensubuz.
 

“Batı” dediğimiz Avrupa Hristiyan Avrupa’dır. Biz Hristiyan mıyız? Tabii değiliz! Bin yıldır Müslümanız ve İslamın başına geçip onu hem müdafaa eden, hem genişleten iki büyük milletten birisiyiz.
 

Bu duruma göre biz cihet itibariyle “doğulu”, kıta itibariyle “Asya’lı”, ırk itibariyle “Türk” ve din itibariyle “Müslüman” bir millet olduğumuzu nasıl unutabilir ve yahut inkar edebiliriz?
 

Bu namus anlayışına sahip bir münevverin isyan çığlığı herkes tarafından çok iyi anlaşılması gerekir. Cevabı kendi içinde olan soruların taşıdığı anlamı ışığı gören her gözün, sesi duyan her kulağın hissetmesi ve anlaması gerekir. İşte o zaman, Türk medeniyetinin yeniden dirilişi tarihin akışını değiştirecek nitelikte kültürel, ideolojik ve sosyal bir sığınak olabileceği görülebilecektir. Bu yalnız Türk Dünyasına yönelik olarak değil bütün insanlığın kapitalizmin zulmünden, ya da komünizmin sefaletine karşı alternatif bir diriliş olarak ortaya çıkabilir.

Zira Türklüğün geleneğinde ilmin, fennin, her hangi bir tekniğin, uygulamanın ya da yöntemin milleti ve tekeli olmadığı vardır. Her güzel olan yerde Türk vardır. Her Türk’ün olduğu yerde de güzellik olmalıdır. Akli, ilmi, insani, çağdaş, klasik, modern, ahlaki olan her şey Türklüğe ve Türk’e uygundur. Demokrasi, insan hakları, çevrenin ve mazlumun korunması her kültürden çok Türk kültüründe ana damarını bulabilecek yaklaşımlardır.

Yunan, Germen, Roma, Anglosakson ve Amerikanın uygulamalarını dünya gördü, yaşadı ve sonuçlarını iliklerine kadar hissetti. Bugünkü dünyadaki bir kısım gelişme ve ilerlemeler kadar gerileme, çökme, çürüme ve kokuşmalar da Batının eseri, Faraday, Goethe, Thomas Paine, James Watt, Newton, Marconi onların olduğu kadar kapitalizm, sosyalizm, ırkçılık, Gobineau, Stalin, haçlı seferleri, Hitlercilik ve iki adet büyük dünya savaşı da onların eseridir. Batı iyi bir analizden geçirilirse insanlığa katkılarından daha çok insanlıktan alıp-götürdüklerinin olduğu görülür. Yevgeni Zamyetin’in Biz isimli eserinde 26. Yüzyılda geçeceğini tahmin ettiği uygulamalar Amerika ve Rus uygulaması ile günümüzde yaşandığını söylemek aşırı abartı olmamalı. Zamyetin, İnsanın; kendisini doğadan ve benliğinden kopardığı, “Bizleşerek teknolojiye ve bürokratik devlete teslim olduğunu ve kişiselliğinin öldüğünü, insanların adlarının bir anlam ifade etmediğini, bireylerin numaralan indirgenen bir kemiyet halini aldıklarını, yazar. Buhran ve kriz içinde yüzen dramatik insanlık büyük ölçüde batının ve onların uygulamalarının ürünüdür. “Batı, artık ne coğrafi ne de tarihsel olarak Avrupa’dır; artık gezegende konup göçen bir insan kümesinin paylaştığı inançlar bütünü bile değildir; Batı’nın her türlü kişisel özellikten yoksun, ruhsuz ve bundan böyle efendisiz, insanlığı kendi hizmetinde kullanan bir makine olarak görülmesini ” öneren düşünür hiç de haksız değildir. Ancak bu noktada şu tespidi açık seçik ortaya koymak gerekir: “Batı’nın bir coğrafi zatiyetle, yani Avrupa’yla; bir dinle, yani Hristiyanlıkla; bir felsefeyle, yani Aydınlanma’yla, bir ırkla, yani Beyaz ırkla; bir ekonomik sistemle, yani kapitalizmle ilgili olduğunu ama yine de bu olgulardan hiçbirisiyle özdeşleşmediğini” kavramak gerekir.
 

Batı kendi temellerini oluşturan Hıristiyanlık dininin zulmünden kurtulmak için yüzyıllar süren inanılmaz bedeller ödedi. Bilimin kilise ile süren mücadelesi bütün batı tarihi içinde en önemli olgudur. Sonunda bilim galip geldi. Ancak bu defa da ruhu ve merhameti olmayan bir canavar ile insanlık karşı karşıya kaldı. İnsanlar eskiden zalim derebeylerden, kiliseye sığınarak kurtuluyordu. Artık teknolojinin zalimliğinden insanı kurtaracak kilise de yoktu. Böylece insanlar bilimin şerrinden kurtulmak için yerin altına sığınaklar yapmaya başladılar. Batı medeniyeti hem Allah’ı hem de insanlığı öldürdü. Cemil Meriç bu dönüşümü şu çarpıcı cümlelerle anlatır: “Hristiyanlık kölelerin isyan çığlığıydı, adalete susamış insanların çığlığı. Kilise ezilenler adına konuşuyordu. Sonra, Sezar’ın emrine girdi. Yığınları uyuşturmak, ayaklanmaları önlemek, imtiyazları meşrulaştırmak için yalan söyledi Tanrı’ya, O cihanşümul din, ortaçağ’da bir avuç derebeyinin fetvacısıdır. Bir dünya görüşünden çok, miskin bir ideoloji; varlıklar, ameller, değerler, biçim ve kişiler, değişmez bir mertebeler dizisi içinde donduruldu. Zirvede Tanrı, sonra Sezar, sonra kilise…”
 

İşte batı dediğimiz medeniyetin ürettiği sosyal manzaralar “Her türden yabancı sosyal olguları yaymaktadır; psikolojik kiliselerden özgür üniversitelere, kuzey kutbundaki bilim kentlerinden California’daki eşlerin değiş tokuş edildiği kulüplere kadar. Artık 12 yaşındaki çocuklar yaşlarının gerektiği gibi davranmıyorlar 50 yaşındaki büyükler ise 12 yaşındaki çocuklar gibi davranıyorlar. “Yoksul gibi davranan zenginler, LSD almadıkça kafası çalışmayan bilgisayar programcıları çevremizde. Kirli gömlekleri içinde anarşistlik taslayan tutucular, kurulu düzen yandaşı görünümleri altında yaşayan anarşistler var. Evlenmiş rahipler, Tanrı tanımaz papazlar, “Yahudi zen budistler alabildiğine… Pop var.. Öp var, playboy klüplerini, homoseksüel filmlerini gösteren sinemaları unutmayalım. Aphetamineler teskin edici ilaçlar… kızgınlık, kan ve unutulma. Daha çok unutulma.
 

İnsanlığını kaybetmiş bir topluluğun elinde dünyanın en ileri teknolojik oyuncakları olsa da hiçbir işe yaramayacaktır. “Erkekle erkeğin, kadınla kadının” evlenmesine müsaade eden bir dinin ya da uygarlığın çağdaşlık vasfının da artık tartışılması gerektiğini düşünüyoruz. Kuşkusuz Yevgeni’nin dediği gibi; “dünü bugün gibi, bugünü de dün gibi yaşamanın” son derece imkansız olduğunu da unutmadan. Batı insanı doğasına, insanlık ahlâkına aykırı bir kimlik içinde şekillenen medeniyetini daha uzun süre sürdürmeyecektir!
İşte bu noktada Türklüğün unutulmuş büyük medeni niteliği ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ve parlaması ile, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğabilecek potansiyelde olduğunu düşünüyoruz. Atatürk’ün koyduğu meşhur hedef olan “çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkmak” ideali, batı ülkelerinin şu veya bu yöndeki yüzde yüzlük bir taklitle mümkün olmayacağını bilmek gerekir. Ne kadar taklit edilirse edilsin, hiçbir taklitçi taklit ettiği şeyin sahibi olan ulusu ya da teknolojiyi icat eden, üretenden daha üstün bir sonuç elde edemez. O halde çağdaş milletlerin seviyesinin aşılması her sahada mutlaka onların bilmediği., yapamadığı ya da eksik bıraktığı daha farklı bir şeyler ortaya koymakla mümkün olabilir. Bunun yolu da taklitten değil orijinal olmaktan geçer.
 

Osman Turan “manevi hayatımızda gözüken zafiyet ve sarsıntılara rağmen Türk Milleti yükselme yolunu bulacak ve hatta, ilmi bir program ve şuurla, hareket ettiğimiz takdirde, yeni bir medeniyet kurma imkanlarına bile sahip olacaktır.”
Mealindeki yaklaşık otuz yıl önce söylenen bu sözleri bugün için biraz daha fazla gerçekçi bir temennidir.
 

Türk Çağdaşlaşması adıyla yayınlanan kitabının giriş bölümünü Türk medeniyeti olarak belirleyen düşünürün mesajı da oldukça anlamlıdır. “Kendi kültürümüzü tanımamız gerekiyor. İslam’ı, tarihi geçmişimizi; Türklük’le İslam’ın temel özelliklerini bilmemiz gerekiyor.. Batıdan öncelikle vazife şuurunu ve sorumluluk duygusunu almalıyız. Hem Türk hem Müslüman hem de çağdaş olmak; bunların sentezini çok iyi yapmak gerekiyor. Çünkü istikbali ancak bu şekilde yakalayabiliriz.”
 

Prof. Nur Vergin’in bir mülakatında ileri sürdüğü görüşler bu konuda çarpıcı, etkileyici ve düşündürücüdür.
 

Türkiye’nin yeni dünya düzeni çerçevesinde tarihi statüsüne uygun ve demografisi, jeopolitik konumu ve ekonomik potansiyeli gibi nesnel gerçeklikler uyarınca alması gereken yeri alması, tuhaftır ki, ciddi bir biçimde tahrik edilmeye, cesaretlendirilmeye ihtiyaç duyuyor gibi hali var. Sanki ne olduğunun farkında olmayan ürkek ve çekingen bir Türkiye ile karşı karşıyayız. Aynı zamanda da kuşkucu, öküzün altında buzağı arayan bir Türkiye…..

Türkiye’nin ayağa kalkmaktan, yürüyüp koşmaktan çekinir bir hali var. En iyisi yattığım yerde sadece kıpırdamakla yetmeyim der gibi…. Türkiye’nin bu çekingenliği üzerinden atması lazımdır… Çünkü Türkiye, nesnel koşullan dikkate aldığımızda, görüyoruz ki, hem ayağa kalkacak, hem dev adımlarla koşacak bir enerjiyi biriktirmiştir ve çok büyük, ama çok büyük, kendisinin tasavvurunun ötesinde bir siyasi ve ekonomik potansiyele sahiptir. Ama Türkiye hala Atatürk’ü kendi çapsızlığının hacmine hapseden ve bu doğrultudaki değerlendirmesine her nedense Atatürkçülük adını koyan bir Üçüncü Dünyacı görüş sahiplerinin kımıldamazlık reçetelerinin etkisi altında… Genç kuşaklar Türkiye’yi silikleştirici, sıradanlaştırıcı bu fobik reçetelere pek itibar etmiyorlar. Bu reçetelerin üzerinde “Bize yedirmezler”, dış güçler izin vermez”, “Düveli Muazzama Mani olur”, “Bizim kimsenin çöplüğünde evet, (düşünün hele, çöplüğünde diyebiliyorlar!!!) gözümüz yok” gibi kendi kendini inkar eden ve bir milletin topyekün maneviyatını mahvedici ve genellikle savaş halinde düşman kuvvetleri tarafından psikolojik etkilemek amacıyla kullanılan ibareler yazılı.
 

Arkasından da şunları ilave ediyor: “Türkiye, kendi kendine koyduğu zihinsel sınırları;  aşsın ne suya ne sabuna dokunmayan makyajını silsin ve doğasında olanın yoluna düşsün.
 

Yine bütün dünyanın Türk milletinin geçmişte olduğu gibi gelecek yüzyıllarda da bilim, din ve insanlık ideallerini buluşturacak yaklaşımlarıyla yeni bir ufuk açabileceğini iddia etmek aşırı bir iddia değil bu olsa olsa tutarlı bir öngörüdür. Bunun da her türlü insani, ahi; iki ve ilmi unsurları kapsayan “yemden bir var olma bilincine” ulaşmakla mümkün olabileceğini savunuyoruz. İnsanlığın yeniden doğuşunun da “Yeniden Türkleşmek” ile mümkün olabileceğini ifade ediyoruz. (Devamı Var…)

Prof. Dr. ÖZCAN YENİÇERİ

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap