415) Çağcıl değilmişiz peki çağdaş mıyız?

Yayin Tarihi 17 Temmuz, 2024 
Kategori KÜLTÜREL, SOSYAL

Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk “Türk eğitim ve öğretim dizgesi (sistem) üzerinde kafa yoranlar, hangi çağda yaşamaktadırlar?” sorusu üzerinden değerlendirmelerde bulunuyor.

Kitap Kalem Küre Ile Okul Arka Planına Yeşil Karatahta Arka — Stok Foto © volody100@ukr.net #363016366

Önce soralım: Türkiye ve Türk toplumu, şimdilerde bu dünyanın hangi çağını yaşamaktadır?

Yine soralım: Türk eğitim ve öğretim dizgesi (sistem) üzerinde kafa yoranlar, hangi çağda yaşamaktadırlar?

Yine ilkin dünlere bakalım.

Daha önce de yazmıştım.

Gerilemeye yüz tutsa da, askerlik açısından Osmanlı’nın yine de güçlü sayıldığı bir dönemindeyiz.

Yıl, 1773’tür ve yaşanan olay, şudur: İstanbul’da bulunan François Baron de Tott’un (17331793) tavsiyesiyle Padişah Üçüncü Mustafa, matematik okulu (riyaziye mektebi) açılmasını buyurur. Okulun başına da Baron de Tott’un geçmesi düşünülmektedir. Kimi hendeseciler, geometriyi ve matematiği iyi bildikleri iddiasıyla bu öneriye karşı çıkarlar. Bunun üzerine bütün mühendishane müderrislerinin (profesörler) de katıldıkları bir toplantı yapılır. Baron de Tott, üçgenin açılarının toplamını sorar, onlara. Müderrisler, bahriye subayları, ilkin kendi aralarında tartışmak için, neyi tartışacaklarsa, izin isterler ve daha sonra şu yanıtı verirler: “Üçgenine göre değişir.” (Baron de Tott, Mémoires sur les turcs et les tartares, Paris, 1784, cilt III, s. 212215).

Oturumda padişah yoktur, ancak o anda iki hükümet yetkilisi de orada bulunmaktadır.

Avrupa’nın Aydınlanmayı yaşadığı yüzyılda geçen bu olay, gerçekten dehşet verici, bir o kadar da düşündürücü ve çok üzücüdür. Çünkü olay, Thales’ten ve Pisagor’dan yaklaşık 2.250, üçgenin açılarının toplamını Pascal’dan önce bulan Eukleídēs’ten 2.060 yıl, ilk üç Viyana kuşatmasından neredeyse 245, son kuşatmadan 119 yıl, 1770’te Rusların Osmanlı donanmasını yakmasından üç yıl, 1688 İngiliz Devriminden 85 yıl sonra, 1776 Amerikan Bağımsızlık Savaşından üç ve 1789 Fransız Devriminden 16 yıl önce yaşanmıştır.

Böyle bir olay “geçmişte yaşanmıştır” denilerek asla göz yumulamaz ve unutulamaz. Unutulmamalı, geçiştirilmemelidir de. Nitekim vaktiyle William Faulkner, “Geçmiş, demişti, asla yok olmaz. Çünkü o, geçmiş değildir.”

Gerçekten de hiç geçmiyor. Olayı öğrenen bizler de üzülüp duruyoruz.

Bu olayın bizler açısından asıl önemli ve acı anlamı nedir bilir misiniz?

Matematik ve akla dayandığını göstermek için Akademisinin kapısına “Geometri bilmeyen buraya giremez!” (Ageometretos medeis eisito!) diye yazdıran ve M.Ö. 347’de ölen Platon’dan 2221 yıl sonra bile Osmanlı müderrislerinin hâlâ o kapıdan içeri girmelerinin yasak olması!?

Üstelik 1730’larda Fransız Comte de Bonneval (Humbaracı Ahmet Paşa 1675-1747), aslında daha önceleri müderrislere matematik dersleri de vermiştir. Ancak durum hiç mi hiç değişmemiştir. Buna karşılık Batıda on yedinci yüzyılda Descartes’ın “bireyden yola çıkan” (Braudel, Fernand, [Mehmet Ali Kılıçbay], Uygarlıkların Grameri, Ankara, 2001, s. 368) akıl çağı ürünlerini çoktan vermeye başlamış; Avrupa, Aydınlanma yüzyılını geride bırakarak sanayi devrimine doğru yol almıştır.

Aydınlanma yüzyılında ise, bilindiği üzere, bilime, felsefeye değer veren iki büyük önder devlet adamı vardır: Büyük Frederich ve İkinci Katerina.

İkisi de, dönemin büyük düşünürlerinden yararlanmaktadır. Büyük Friedrich, Voltaire’leri ülkesine çağırmakta; İkinci Katerina, Diderot’yu bir yıl boyunca Kışlık Sarayı’nda ağırlamakta, Beccaria’yı bir ceza yasası yapması için yine ülkesine çağırmaktadır.

Buna karşılık akıl çağı öncesini yaşayan, ülkesini, söylencelerle (mitoloji), masallarla, yıldız falcılarıyla yönetmeye çabalayan Osmanlı Sultanı III. Mustafa, Büyük Friedrich’ten imparatorluğunu kurtarmak için üç müneccim istemektedir.

İşte, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kalan mirasın özeti.

Gelelim bugünlere.

Ülkemiz ve halkımız, adı bilimle özdeşleşen Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumun (TÜBİTAK) “Bu deney, Allah’a şirk koşmaktır!” diyerek bazı bilimsel deneyleri yasakladığı, Siirt Valiliğinin yangınları söndürmek için insanlarımızı “cinleri kovan din adamları”na başvurmaları için İstanbul’lara gönderdiği çağ hangi çağsa, hiç kuşkusuz ancak o çağda yaşamaktadır.

İşte o çağı doğru belirleyebilmek için tarihin yirmi birinci yüzyılında, Cumhuriyetimiz yüzüncü yaşını doldururken basına yansıyan bazı haberleri ve çok şaşılası üzücü örnekleri de vermekte yarar vardır.

Bu ülkede bilimlerin odağı olarak kurulan TÜBİTAK’la başlayalım yine. Evet, TÜBİTAK’mız, Tillo evliyalarının kerametlerini, bir şeyhin aynı anda iki yerde görülmesini “bilimsel” olarak nitelendirmiş ve asıl şaşırtıcı olanı da, bunları bilim fuarında sergilemiştir (17.4.2016).

Hacettepe Üniversitesi Doku Bilimi (Histoloji) ve Dölütbilim (Embriyoloji) Anabilim Dalı öğretim üyesi bir profesör, trenlere mescit yapılmasını istemiş, bu isteği Devlet Demiryollarınca incelenmiş, ancak dönemeçlerde kıbleye denk düşürülemeyeceği için bunun yapılmasından vazgeçilmiştir (4.12.2006).

İstanbul Teknik Üniversitesi ve Karadeniz Teknik Üniversitesinin mühendislik fakültelerinde öğretim üyeliği yapan bir profesör, düşünde bir tarikat şeyhi görmüş, bu düşte tarikat şeyhinin “YÖK yanlış yapıyor” demesi üzerine şeyhin bu türden düşüncelerini dilekçeye dökmüş, dilekçesini de “kader dostum” dediği Cumhurbaşkanına göndermiş, orası da incelediği dilekçeyi gereğinin yapılması için Milli Eğitim Bakanlığına, Bakanlık ise, yine gereğinin yapılması için YÖK’e göndermiştir (9.10.2015).

Dumlupınar Üniversitesi Fen Fakültesi botanik bölümü öğretim üyesi bir doçent, evini dergâha çevirmiş; kendisini “kadın peygamber” olarak duyuran eşi ise, kafasına kraliçe tacı takarak müritlerine çıplak ayaklarını öptürmüştür (14.12.2006).

Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü bir profesör, teknoloji panelinde “islami bisiklet” üretilebileceğini söylemiştir (9.10.2015).

TBMM’de dağıtılan imam hatip mezunlarının dergisinde, plajlarımızdaki boğulma olaylarını önlemek için “bilimsel” öneri olarak “bir kişi denizde boğulmak üzereyken, içtenlikle dua ederse kurtulur” denilmiştir (1.2.2017).

Adı “Abdülhamid” olarak değiştirilen GATA’nın Yüksek Bilim Komisyonu üyesi olan bir profesör, şizofreni hastalığının cin çarpması neticesinde oluştuğunu, insan beynine yerleşen cinlerin şizofreniye yol açtığını, tedavi için dini şifacılar ile üfürükçülerin yararlı olabileceğini belirtmiştir (27.8.2016).

TÜBİTAK başkan yardımcılığı da yapan YÖK başkanı bir profesör, akademik yılı açılış konuşmasında, “Domatesin içine öyle bir mekanizma yerleştirirler ki, milletimiz yok olabilir” demiş (9.10.2015); bir başka profesör, “Ben, bu ülkede bilgisiz, cahil (öğrenim görmemiş) kesimin ferasetine (sezgi) güveniyorum.

Ülkeyi ayakta tutacak olanlar, cahil halktır. En tehlikeli olanlar ise, başta profesörler olmak üzere üniversite mensuplarıdır. Bu yüzden okuma oranı arttıkça beni hafakanlar basıyor” kara cehalete, bilgisizliğe, bilinçsizliğe övgüler düzdükten bir süre sonra YÖK’e yönetici yapılmıştır (11.9. 2019).

Kimya profesörü bir rektör, “Yabancı kadınla tokalaşmak ateş tutmaktan daha korkunçtur. Yine bir kadınla bir erkeğin nikâhsız olarak ellerinin birbirine değmesi caiz değildir” (21.10.2018); bir bilim insanı, “Sevişirken elbiselerinizi çıkarmayın, cinsel ilişki sırasında affedersiniz eşeklerin yaptığı gibi tamamen soyunmayın, odada melekler vardır, siz soyunursanız melekler dışarıya çıkar, şeytan odada tek kalır, doğan çocuk da şeytanın nasibi olur” (28.6.2019); bir başka bilim insanı, “Deve sidiği şifalıdır” (21.7.2017); Uzay Bilimleri Fakültesi dekanı, Mars’a araçların gönderildiği bir çağda, “Kadınlar çalışmamalı, kadınlara oy hakkı tanınmamalı” (20.1.2020) demiştir, diyebilmiştir.

Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Bölümü Başkanı bir başka profesör, “Dekolte giyen kadınların tecavüzü göze almaları gerektiği”ni söyledikten sonra, “Kadının evden çıkması caiz değildir.

Parfüm haramdır, kadının topuklu ayakkabı giymesi ayete aykırıdır, saç boyamak caiz değildir; ancak kadının çok söz söylemeden konuşmasında bir sakınca yoktur” (17.2.2011); sürekli sarıkla dolaşan Artuklu Üniversitesi rektörü ise, “Akademisyenler için kep değil, sarık daha uygundur”demiştir (20.3.2018)

Bilim insanları arasında bilgisinden kuşkulanarak hiçbir araştırmak yapmaksızın “1924’te camiler kapatıldı, Çanakkale ve Bursa’da genelev olarak kullanılan camiler vardı” (28.2.2018); “Hazreti Nuh’un cep telefonu vardı, gemisi nükleer enerjiyle çalışıyordu, drone kullanıyordu” (21.10.2018) diyenler bile var.

Evet, şimdilerde “Böyle bir düzey, hangi yüzyılı çağrıştırıyor?” diye bir sorulduğu zaman acaba ne yanıt vereceğiz?

Her şeyden önce bu düzey, Yavuz Selim’in 1515’te basım aygıtını (matbaa) yasakladığı dönem bile değildir, elbette. Yine on yedinci yüzyılda doğa bilimlerinin yasaklandığı ya da on sekizinci yüzyılda, 1773’te müderrislerin üçgenin açılarını bilmedikleri yüzyıl da değildir.

Artık ülkemizde kitaplar basılıyor, doğa bilimleri ele alınıyor, üçgenin açılarının toplamını ilkokulun üçüncü sınıfındaki öğrenciler bile biliyor.

Bütün bunları gözeterek “Oh, ne güzel! Çağı yakalamışız. Orta çağı çoktan geride bırakmışız” diyebilecek miyiz?

Eğer diyebileceksek yukarıdaki görüşleri nasıl değerlendirecek, hangi yüzyıla sokacağız!?

Ortaçağa dönüp baktığımızda, on ikinci yüzyıl Avrupa’sında dünyanın günümüzde de ünlü beş üniversitesinin açıldığını, matematiğin, geometrinin çok geliştiğini kanıtlayacak biçimde beş büyük katedralin yapıldığının görüyoruz.

Evet, ülkemizde de üniversite sayısı çoktan yüzü aşmış.

Peki ama, bu bilim yuvalarında sergilenen yukarıdaki görüşleri nasıl açıklayacağız?

On yedinci yüzyılda bilimin ve bilimsel felsefenin yükselişiyle birlikte Güneş odaklı evren anlayışı benimsenmeye başlanmış, ancak bu anlayış, Roma Katolik Kilisesi’nce Kitab-ı Mukaddes’e karşı bir başkaldırı olarak görüldüğü için Galileo Galilei (15641642) yargılanmış, Giordano Bruno ise, yargılanıp yakılmış, bilim çevreleri ve düşünürler büyük bir suskunluğa gömülmüştü.

Gerçekten Galilei, 1633 yılının ilkbaharında yargılanmış ve en sonunda Papa VIII. Urban’ın “ağır sapkınlık kuşkusu altında” bulunduğu yargısına göre, 22 Haziran’da aşağıdaki andı içmek zorunda kalmıştı: “Sizler, sayın kardinaller ve inançlı bütün Hıristiyanların hakkımdaki haklı kuşkularını ortadan kaldırmak amacıyla geçmişteki bütün yanlış ve aykırı düşüncelerimden dolayı kendimi lanetliyorum.

Bundan sonra kutsal öğretiye aykırı hiçbir görüş taşımayacağım. Bu konuda önünüzde diz çöküyor, Kutsal Kitap’a el basarak ant içiyorum” demeye zorlanmış; bundan rahatsız olan dünya da, sözüm ona onun mahkemeden çıkarken sözde “Dünya, yine de dönüyor” (E pur si muove) dediğini duyurmuştur.

Bilindiği gibi, dünyanın en büyük bilim insanlarından biri olan Galilei, yaşamının son günlerini Floransa yakınlarında Arcetri’deki villasında, bir tür ev hapsinde geçirmiştir.

Ne var ki, tarihin bu yüz karası dönemi, Batı’da çoktan aşılmıştır, aşılmasına. Ancak bizde, üstelik bilimsel çevrelerde yukarıda sergilenenler karşısında aynı şeyleri söyleyebilir miyiz?

Evet, bizde bir engizisyon yaşanmamıştır. Bir Galilei yargılanmamıştır.

Ancak Galilei’nin yargılanmasından dört yüz yıl sonra yukarıdaki insanı hem utandıran, hem de düşündüren görüşler, dünya âleme sergilenmiştir.

Peki, bilimsel düzeyimiz ve aklımız, yukarıdaki sergilenenler düşünülünce hangi yüzyılı yaşamaktayız, bizler!?

Çağımızı yaşamadığımız kesin.

Peki, sekizinci yüzyılda mı ya da onuncu, on ikinci, on altıncı, on sekizinci, on dokuzuncu ya da yirminci yüzyılda mı yaşamaktayız?

Belki.

Ancak takvime göre yirmi birinci yüzyılda yaşamadığımız kesin; yaşananlarsa bazan sekizinci, bazan da on birinci yüzyılı anımsatmaktadır.

Çok, ama çok acıdır bu durum, dahası tüyler ürperticidir de!?

SAMİ SELÇUK

https://www.karar.com/gorusler/cagcil-degilmisiz-peki-cagdas-miyiz-1875981

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap