33) ATATÜRK’LE KONUŞMA-3
Yayin Tarihi 16 Nisan, 2008
Kategori ATATÜRK
ATATÜRK’ÜN
Ruşen Eşref ve Hâkimiyet-i Milliye
Muhabirine Verdiği Mülâkatlar
Mustafa Kemâl Paşa’nın Ruşen Eşref’e verdiği mülâkat
Millî hareket bir kuvvetli ışık gibi son günlerde en uzak ve en inatçı kötümser gözleri de kamaştırmaya başladı. Anadolu yaylalarından ve dağlarından bu milletin varlığını koruması uğruna çıkan ses, içinden pazarlıklı düşmanlarca amaçsız ve kişisel bir isyan gibi görülmekte idi!
Fakat eski sözlerinin iftira olduğunu bu son davetleriyle yine kendileri ilân ediyorlar:
Gereken kararlılığın verimini görmeğe başlayan Büyük Millet Meclisi uzun çalışma ve coşkusu arasında bir ferahlama saati geçirmekte olsa gerektir. Bu ferahlama doğuran durum hakkındaki fikirlerini öğrenmek üzere reisleri Mustafa Kemal Paşa hazretlerinden bir görüşme rica ettim.
Paşa’nın şehir gürültülerinden uzak büyük ve düz mesafeler ortasında bulunan ikametgâhı sade, sâkin… İsmini ve harekâtını bütün dünyanın merak, araştırma, sevgi, hırs, çıkar, dostluk gibi zıt fakat duygularla izlediği kişiyle yazı odasında buluştum. Basit bir yazı masasının önünde, emir subayının bir konu hakkındaki izahatını dinliyordu.
“- Ne öğrenmek arzu ediyorsunuz?” diye sordu.
– Genel durumuzu nasıl görüyorsunuz efendim? dedim.
Şöyle cevap verdi:
“- İç durumumuzdaki iyilik ve sağlamlık sayesinde dünyanın genel durumu her gün daha fazla çıkarlarımız doğrultusunda gelişmektedir. Bu gelişmeden, milletimizin varlığını korumasını ve egemenliğini sağlayacak maddî sonuçların çıkarılması zamanını pek uzak görmüyorum.”
– 21 Şubatta Londra’da toplanacağını öğrendiğimiz konferans karşısında durumumuz ne olacaktır?
“- Türkiye Büyük Millet Meclisi memleketimizi parçalanmaktan, egemenliğimizi bozmaktan tamamen korunmuş ve sakınma amacını mutlaka silâhla, kan dökerek gerçekleştirmeye hevesli ve istekli değildir. Değiştirilemez olan millî amacı sağlayacak bir barış oluşturulmasını sevinçle karşılar. Buna dayanarak, İtilâf devletleri Türkiye meselesini, söz konusu Londra Konferansı’nda ciddiyet ve samimiyetle halletmek istedikleri takdirde karşılarında bütün millet ve memleketi gerçek yetkiyle temsil eden kabul edilmiş görüşmecileri bulabilmeleri için Türkiye Büyük Millet Meclisi, Londra’ya doğru bir kurul yola çıkarmak üzeredir.”
– Rusya Sovyet Cumhuriyeti’yle olan ilişkilerimiz ne durumdadır?
“- Ruslarla var olan dostluğumuz daima iyi niyetle devam etmektedir. Moskova’da toplanmak üzere olan konferansta hazır bulunacak temsilciler kurulumuzun kanısına göre Moskova’ya varmak üzeredir. Bu konferansta bütün Kafkas konularını millet ve memleketimizin çıkarlarına uygun bir şekilde kesin hal çaresine ulaştırabileceğimizi ve Rus Sovyet Cumhuriyeti’yle Türkiye arasında mevcut dostluğu maddî esaslarla güçlendireceğimizi kuvvetle ümit ediyorum.”
– Komünizm ile Rus dostluğu esasları arasında bir münasebet var mıdır?
“- Komünizm sosyal bir konudur. Memleketimizin hâli, memleketimizin sosyal şartları, dini ve millî ananelerinin kuvveti Rusya‘daki komünizmin bizce uygulanmasına uygun olmadığı kanısını doğrular bir içeriktedir. Son zamanlarda memleketimizde komünizm esasları üzerine oluşturulan siyasi partiler da bu gerçeği kendileri deneyip anlayarak çalışmalarına ara vermeleri gerektiği sonucuna varmışlardır. Hattâ bizzat Rusların müttefikleri dahi bizim için bu gerçeğin belirmesine inanmış bulunuyorlar. Buna karşın bizim Ruslarla olan ilişkilerimiz ve dostluğumuz ancak iki bağımsız devletin birleşme ve anlaşma koşullarıyla ilgilidir.”
– Londra konferansına katılımımız Moskova konferansına ne türlü etki edebilir?
“- Londra konferansına katılmadaki amaç, milli hedef ve koşullarımız dairesinde millet ve memleketimizin çıkarını barış ve dünyanın sakinliğinin yeniden kazandırılmasına hizmet etmektir.”
RUŞEN EŞREF
Hâkimiyet-i Milliye, 6 Şubat 1921
“Mustafa Kemâl Paşa’nın Hakimiyet-i Milliye Muhabirine Verdiği Mülâkat”
– Paşa hazretleri, yarın nisanın yirmi üçü… Büyük Millet Meclisi’ni geçen sene bugün açmıştınız. Bu tarihin çok büyük kıymeti var; ve bu tarih, ulusal geçmişimizin en değerli bir anısı olacak, bununla ilgili bazı sorular sormama izin verir mi!
”- Ne sormak istiyorsunuz?”
– Geçen 23 Nisan, Meclisin ilk açılış gününe ait anı ve duygularınızı sormak istiyorum, Paşa hazretleri. Bu anı ve duygular milli tarihimiz için çok kıymetlidir.
”- Peki anlatayım.”
Mustafa Kemâl Paşa koltuğuna gömüldü, birkaç dakika düşündü, sigarasından pencereye doğru giden helezonî dumanları bir müddet gözleriyle sessizce takip etti ve anılarını ağır ağır şöyle anlattı:
”- 16 Mart yürekler acısı olay üzerine artık İstanbul’a büsbütün kement vurulmuş, millet ve memleket başsız kalmıştı. Onun egemenliğini düşünmek ve kurtarmak için Ankara’da millî bir Meclis toplamak gerekiyordu. Bu karar üzerine gereken çarelere giriştik. Böylece geçen Nisan ortalarında milletvekilleri Ankara’da toplanmağa başladı. Ancak memleket geniş ve ulaşım araçları sınırlıydı. Bunun için vekillerin Ankara’ya varışı daima gecikmeye uğruyor ve bu gecikmeler beni üzüyordu.
Bu sıkıntıyla içinde bütün çalışma arkadaşlarım ile gece gündüz dinlenmeksizin çalışarak duruma ilişkin çareleri düşünüp uygulamaya uğraşıyordum. O sırada içeride halkın fikirlerini zehirlemek ve dışarıda dünya kamuoyu fikirlerini karıştırmak amacıyla çalışanların kullandıkları araçlardan birisi de doğrudan doğruya benim kişiliğimdi. Memleketimizdeki millî heyecanı, hakkı ve egemenliğini koruma uğrunda gösterdiği yaşama gücünü yadsımak için bu kimseler, bütün hücumlarını bana yöneltiyorlardı. Gerek millete ve gerek İstanbul’daki hükümete resmen diyorlardı ki: ”Mustafa Kemâl’i tanımayınız; Mustafa Kemâl’e güvenip ve inanmayınız. İtilâf devletlerinin Türkiye’ye karşı gösterdiği şiddet, onun yüzündendir.” Onlar böyle söylüyorlar.
Ve ben dışlanacak olursam, millet ve memleketin dışarıdan her türlü dostluğu ve iyiliği göreceğini ileri sürüyorlar, düşünceleri bu yolla yanıltmaya çalışıyorlardı. Ben, bu girişimde ne kadar zehirli, fakat ustalıklı bir kasıt olduğunu bütün açıklığı ile görüyordum. Ancak milletimin üstündeki baskı ve esaret yükünün benim yüzümden ileri geldiği kuruntusundan kurtarmak için, o güne kadar oluşturulan tarihi durumu ve bu durumun o günden sonraki evrelerine ait sorumluluğu diğer bir arkadaşa yükleyerek unutulma köşesi ve yalnızlığa çekilmenin uygun olacağını düşündüm ve bu fikrimi o zamanlar temasımda bulunan çalışma arkadaşlarımın tamamına açık ve kesin bir dille bildirdim. Fakat arkadaşlarım, böyle bir hareketin düşmanın niyetleri ve isteklerini kabul etmekten başka sonuç vermeyeceğini ileri sürdüler.
İçerideki isyan ateşi Ankara kapılarına kadar yaklaşmaktaydı. Durumun kötülüğü sorumluluğun büyüklüğü dehşet verici bir yapıdaydı. Bu durum karşısında şöyle düşündüm: Meydana gelen durumdan her ne düşünceye dayanırsa dayansın çekilmek iki şekilde anlaşılabilirdi. Birincisi tutulan işte umutsuzluğa düşmüş olmak, ikincisi tutulan işin sorumluluk yüküne dayanamamak. Gerçi bu gibi yanlış sanılar hem kutsal amaçta gedik açabilir, hem de bu amaç etrafında toplanan kuvvetleri dağılmaya uğratırdı.
Böylece arkadaşlarımın samimiyetine, milletimin azim ve imanına ve düşmanlarımızı önce ve sonra bir şey yapamayacaklarını itirafa zorlayacağı hakkındaki kesin kararıma ve Allah’ın durdurmasına dayanarak geçmişte olduğu gibi sonuna kadar milli mücadelemizi şahsıma yüklediği, görevin namus ve vicdan anlamı taşıyan Tanrısal görev olduğuna karar verdim. Ve artık genel hareketin bir kanun şeklinde idaresine başlamak gününün daha fazla gecikmeye de zamanı kalmadığından 336 (1920) yılının Nisan 23’üncü günü Meclisin açılışı uygun görüldü.
İşte 23 Nisan cuma günü, öğleden sonra tahmini saat ikide Meclis binasının kapısından girerken, günlerden ve gecelerden beri bütün varlığımı işgal eden bu fikir ve karmaşayla meclis salonunu dolduran milletvekillerinin önem veren ve güvenli bakışlarla bana yönelmiş olduklarını gördüğüm zaman girişimimizin milletin emellerine tamamen uygunluğunu bir kere daha anladım. Ve artık benimle fikir ve amaçta ortak milletin fikir ve emelini tamamen temsil eden bu kadar arkadaşla beraber çalışacağımdan ötürü, büyük bir mutluluk hissettim.”
– Paşa hazretleri, Türk milletinin bütün âleme gösterdiği bu temiz ve soylu direniş fikri, zât-ı devletlerine nasıl belirdi, parıldadı? Direnişe ait ilk düşüncelerinizi sormama izin verilir mi?
”- Bağımsızlık ve egemenlik benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük atalarımın en değerli miraslarından olan bağımsızlık aşkıyla dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî ve özel ve resmî hayatımın her evresine yakından tanık olanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın oluşup ve sürebilmesi mutlaka o milletin bağımsızlık ve egemenlik sahip olmasıyla olanaklıdır. Ben şahsen bu saydığım değerlere çok önem veririm ve bu değerlerin kendimde bulunduğunu iddia edebilmek için milletin de aynı içerikle nitelenmiş olmasını esas şart bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple millî egemenlik bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin çıkarları gerektirdiği takdirde insanlığı oluşturan milletlerden her biriyle uygarlık gereğince olan dostluk, siyaset ilişkisini büyük bir duyarlılık oluştururum. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım.
Örneğin: Dünya Savaşı patladığı zaman coğrafi durum, tarihi olaylar ve siyasi dengelerin zorlamaları karşısında tarafsızlığı korumanın olanaksızlığı yüzünden Almanların bulunduğu gruba katıldık. Almanlarla dost olduk. Almanlar memleketimize, ordumuza ve hükûmetimize kadar girdiler. Bunların hepsini hoş gördük. Fakat Almanlardan bazıları duyarlılık ve egemenliğimizi bozucu olumsuz tavır almağa başladıkları dakikada en önce ve hemen hiçbir kayıt ve şarta bakmaksızın ruhen ve hattâ fiilen baş kaldırdım. Bu isyanım yüzünden idi ki Dünya Savaşının akışı içinde bir yıla yakın bir zaman bu hareketimin taraftarı olmayanlarla karşıt ve düşman durumunda kaldım. Sonrasında gerektiği için tekrar Suriye‘de kabul ettiğim kumanda, harbin son günlerine rastladı. Harbin sürdürülmesine taraftar olmadığım gibi harbin her fırsattan yararlanılarak sona erdirilmesi gerektiğine inanıyordum ve bu inancımı özel ve resmî açıklamadan uzak kalmamıştım. Savaş sonucunun bizim için kederli olacağı kanısındaydım. Fakat İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların bizim için keder verici olan bu sonucu, memleketimizi parçalamak ve milletimize zarar vererek ve onurunu kırarak vahşi hayvanlar sürüsü haline sokmaya çalışacak kadar ileri götüreceklerini düşünemiyordum. Her halde yenilirsek cezasız ve zararsız bırakılmayacağımıza şüphe etmiyordum. Fakat insanlık, uygarlık ve adalet kurallarının savunucusu olmakla tanınan bu milletlerin hükûmet adamları, ne zihniyet ve yaradılışta olurlarsa olsunlar her halde Türkiye’nin ve Türkiye halkının tarihini, saygınlığını ve varlığını egemenliğini yıkmak gibi boş bir girişimde bulunmayacaklarını umuyordum.
Ateşkes nedeniyle Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı olarak bulunduğum Adana’dan ayrılıp İstanbul’a geldiğim zaman silah bırakma uygulaması ve onu izleyecek barışın kurallarına ilişkin düşüncelerimde etkin ve etken olan fikir ve inançlar böyle idi. İstanbul’da İngiliz, Fransız ve İtalyan siyasi üst görevlileri ve askeriyesinden bazılarıyla gerçekleşen ilişki ve görüşmelerimde de daima samimiyetle bu fikirleri söylüyor ve diyordum ki:
”Harbe girmek ve harbe girdikten sonra bağlaşıklar topluluğuna katılmak bizim için zorunlu idi. Çünkü tarafsız bırakmazdınız. Çar Rusya‘sı sizin tarafta idi. Yenilgisinden doğan gerekler elbette söz konusu olur. Fakat milleti egemenliğinden yoksun bırakarak yok etmek, hiç bir zaman bu gereklerden sayılamaz.”
Bütün bu temaslar, bende şaşkınlık ve tuhaf bulma ile bir gerçeğini ortaya çıkartıyordu. Dinlediğim samimiyetsiz sözlerde gizlenen bu gerçek, düşmanların bizi zaman geçirmeksizin yok etmeye karar vermiş olmaları idi. Anlaşma devletleri memurlarının, subaylarının, askerlerinin İstanbul’da en büyük kurum ve kuruluşlarından sokaklara kadar, her yerdeki tavır ve hareketleri, saldırıları, kışkırtmaları dahi keşfettiğim bu gerçeği kuvvetlendiren bir delil oluyordu. Bu hakikate, herkesin gözü önünde ortaya çıkan bu saldırı ve kışkırtmalara karşı koca İstanbul içinde Padişahından, hükümet büyüklerinden, kumandanlarından, subaylardan en son neferine ve ferdine kadar bir buçuk milyon can; toplu, tüfekli, zırhlı, kırılması zor ve kalın zincirlerle sımsıkı bağlandıklarını anlamaksızın, şaşkınlık içinde ve kadere boyun eğmiş duruyordu. Ben de bu zincirlerle çevrili ve kendime dert ortağı aramakla uğraşıyordum. O şaşkın ve oluruna bırakmış kütleler içinde zaman zaman girişken görünen insanlar fark ediyordum. Bunlar fenalığı genel olarak hissediyorlar ve ona çare bulmak istiyorlardı. Fakat dayanma noktalarını yine İstanbul sur kafilesinin içindeki kütlede aradıklarını görüyordum. Sayısız programlar ve bu programların etrafında esaret zincirine bağlanmış olduklarının farkında olmayan yine o insanlar, topluluklar, fırkalar, cemiyetler, gruplar…
Bütün bu oluşumların yönü benim ruhumdaki oluşanla tamamen zıtlık oluşturuyordu. Çünkü bu oluşumların hiçbirinde söz konusu olan davanın gerçek içeriğini kavramış olma uygunluğunu göremiyordum. En aydın sayılan insanların manda tutkunluğu ile milletin bağımsızlık ruhunu yıkmak için aymaz bir sürekli çaba içinde çırpındıklarını hayretle görüyordum. Ben artık şu noktalarını gayet açık değerlendirebiliyordum: Düşmanlar istiklâlimizi imhaya karar vermişlerdir. Bu hakikati millet, henüz tamamıyla fark etmemiştir. Çünkü, İstanbul karanlık sisler içinde boğulmuştur. Oradaki zekâlar, oradaki vicdanlar bir taraftan doğrudan doğruya düşman baskısı diğer taraftan aracılık ile, düşman aldatmasıyla bunalmış ve bunaklaşmış bir halde idi. Hiçbir kudret bu çevre içinde, gerçek duruma göre doğru hedef göstermekte başarılı olamaz ve milli hedefi yönlendirmek için kuvvetli bir dayanma zemini bulamazdı. Her halde hareket noktası İstanbul’un dışında idi. Bu noktayı bulmak ve oradan bütün milleti gerçek hedefe yönlendirmek gerekiyordu. Bunun üzerine günlerce düşündüm, belirli bazı arkadaşlarımdan fikir danıştım. Onlar da benimle hemfikir oldu. Ben önce herhangi bir nedenle Anadolu’ya geçmek ve orada milletin fikir ve duygularını bir defa daha yoklamak ve ülkenin kaynaklarını izlemek istiyordum. İstanbul’dan ayrılışım bir sorundu. Bunun somut çözümünü düşündüğüm bir sırada Anadolu’da yetkileri oldukça geniş ordu müfettişliğini kabul edip etmeyeceğim fikrim yoklandı. Duraksamadan kabul ettim. Ve Anadolu’ya bu şartlar altında geçtiğim takdirde fazla hiçbir inceleme ve araştırmaya gerek kalmaksızın düşüncelerimin en uygun bir uygulama alanı bulabileceğine emin idim. Hemen hareket günü idi ki İzmir’i haydutçasına işgal etmek koşuluyla millete büyük bir suikast örneği vermiş oldular. Artık sarsılmaz bir şekilde kararımı vermiştim: Anadolu’ya gideceğim; derhal bütün yetki ve araçlarımla milleti gerçek durumdan haberdar edeceğim. Ve ulusumuzun bağımsızlığına vurulmak istenen darbeye karşı dayanma sebepleri ve savunmayı hazırlamaya çalışacağım.
Erkânı Harbiye-i Umumiyede vicdanlarına emin olduğum reislere amacımı anlattım ve çalışmalarımın zorluğa uğratılmaması için olabilecek olan yardımlarını rica etim. Vapura binmeden evvel Bâb-ı âliye uğradığım zaman Yunanlıların bu tecavüzün aymazlık içinde haber alan Vekiller Kurulu toplandı durumunda bulunuyordu. Benim gelişimden haberdar oldukları zaman görüşmelerini tatil ederek bir kısmı yanıma geldi:
”Ne yapalım?” dediler.
”Yiğitlik gösteriniz!” dedim.
”Bunu burada nasıl yapabiliriz?” diyenlerine:
”Burada yapabildiğiniz kadarını yaptıktan sonra devam edebilmek için benim yanıma gelirsiniz.” cevabını vererek ayrıldım.
Samsun’a ayak bastıktan sonra derhal memleket ve milleti yokladım, gördüm ki memleketin ve milletin eğilimi, bağımsızlık savunmasında kararsızlık edenleri utandıracak düzeyde bırakabilecek bir yüce niteliktedir. Gerçi iki seneden beri bütün dünyanın şahit olduğu haberler ve olaylar düşüncelerimde isabet ve milletin azim ve imanında gerçekten sağlamlık olduğunu kesinleştirdi. Bundan ötürü övünüyorum.”
Hâkimiyet-i Milliye 24 Nisan 1921
HEDDAM
Yorumlar
“33) ATATÜRK’LE KONUŞMA-3” yazisina 2 Yorum yapilmis
Yorum yap
Yüce Türk Milleti Atasına boşuna ATATÜRK demiyor. Türk Ve Ata Böyle olunur…
Selamlarımla
güzel