323) ER-SOGOTOX DESTANI

Yayin Tarihi 21 Kasım, 2008 
Kategori TÜRK DÜNYASI, TÜRK VE DÜNYA DESTANLARI

ER-SOGOTOX DESTANI

attila9yttg6.jpg

Dokuz kat göğün dokuzunu delip indiğini mi, yoksa yer altını yarıp çıktığını mı bilmeyen Ereydeex-Buruydaax Er-Sogotox (Saha Türklerinin atası olan kahraman) adlı bir yiğit yaşamıştır.Bu Er-Sogotox’un görünüşü şöyledir: On büyük karış boyunda, dört karış eninde, beş karış omuzlu, üç karış belli, kalın meles ağacı gibi baldırlı, nehirdeki köknar gibi bacaklı, kurumuş kayın ağacı gibi sağlam bilekli, atın gemindeki dizginler kadar gözlü, kalça kemiği kadar iri burunlu, çok iyi isabet ettiren elli, yanılmayan baş parmaklı, şaşmaz işaret parmaklı, düzgün dudaklı ve dişlidir.

O kadar güçlüydü ki; donmuş ağaçları tuttuğunda kırar; kayın ağacını yakaladığında ikiye ayırır; dikili ağaca dokunduğunda ağaç kökü ile birlikte yıkılır; ağacı sarstığı zaman feryad eder; söğüt ağacını ittiği zaman söğüt acıdan çığlıklar atar; bastığı yer göçer, durduğu yer paramparça olur, gezdiği yerler kuru toprak gibi çatlar; koştuğu yerler zangır zangır titrer; sesi gök gürültüsü gibidir; nefesi fırtına gibidir; konuşması Yada taşı gibi büyüleyici, bakışı yıldırım gibidir.

O’nun yaşadığı yer tasavvur edilemeyecek kadar zengin ve güzeldir. Şöyle ki; kalay tarlalı, altın ovalı, yağ vadili, xartaha (atın karın  bölgesindeki yağlı ve lezzetli et) bahçeli, gümüş yamaçlı, tereyağı tepeli, et kıyılı, xartaha kayalı, gürleyen deli ormanlı, hışırtılı kuru ormanlı, av hayvanlı kara ormanlı, eğlenmelik şen ormanlı, dinlenmelik küçük tepeli, serinlemelik burunlu, gezinmelik çayırlı, saf süt gibi göllü, yıkanmak için akıntılı nehirli, sonsuz mavi derin denizlidir.

O’nun denizi kara gümüş kayalı, küçücük çakıl taşlı, boncuk kolye kumlu, beyaz küçük kabarcıklı, yağ dalgalı, değerli ağaçlardan kıyılı, avlanmalık kalkan balıklı, gümüş pullu bolca balıklıdır. O’nun zengin orman arslanlı, vahşi ayılı, mavi kurtlu, budaklı boynuz gerdanlı, ren geyikli, çizgili samurlu, benekli vaşaklı, kara sincaplı, kahverengi tilkilidir.

Kışı olmayan geniş, büyük ülkesinde kartallar çığlık atar, beyaz turna  dans eder, şakrak kuşu öter, bülbül şarkı söyler, çayır kuşu nağmeler mırıldanır, serçe havalanır, makas kanatlı kuşlar inip kalkarlar, geniş kanatlılar toplanırlar, tavus kuşları kanat çırparlar, boynuz gagalı kuşlar birikirler, tırnaklı kuşlar toplanırlar, dişli hayvanlar dururlar, boynuzlu hayvanlar gezinirler, ibikli hayvanlar toplanırlar, mahmuzlu hayvanlar tepişirler, guguk kuşu hiç durmadan öter, bitkileri sararmaz, iğne yaprakları dökülmez, kozalağı düşmez.

Aklı-karalı hayvanları serbestçe yaşayıp dolaştıkları için, eğer bir yolcu buradan geçmek isterse, atının böğrü bu hayvanlara sürtünmekten yara olurdu.

O’nun çadırı sallanmasın diye elli direkli, otuz kirişli, dört kat duvarlı, yağmur girmesin diye üç kat gümüş tavanlı, nem olmasın diye dört kat altın döşemelidir.

Çadırının en ortasında sanki üç kadın yan yana duruyormuş gibi üç bacaklı büyük ocağı vardır.

Çadırı bez bezekli somyalı, on işlemeli karyolalı, kılıç asmak için kancalı, kımız fıçısı asmak için askılı, altı kişi zorlasa bile açamayacağı kadar sıkı altın dış kapılı, üç yaşındaki öküzün, yatmasına benzer demir eşikli, atın oynayacağı kadar geniş salonlu, sekiz kişinin açamayacağı kadar altın iç kapılıdır. Evin en güzel odası guguk kuşlu, sağ tarafı arslanlı, sol tarafı kaplanlı, holün başında kuzgunlu, gümüş raflı, kalay dolaplı, taş sundurmalı, dört ayaklı masalı, kıymetli ağaçtan sandalyeli, küçük göl kadar taş çanaklı, büyük bir ova kadar ağaç tabaklı, beyaz gümüş çatallı, kızıl gümüş kaşıklı, çelik demir bıçaklı, dokuz bezekli kutsal ayaklı (en büyük kımız bardağı) büyük kımız kadehli, on işlemeli mataarcaklı (bir milli kap), üç işlemeli küçük çoroonlu (bir ya da üç ayaklı kımız bardağı), yedi öküz derisinden dikilmiş tulumludur.

Evinin etrafı üç günlük yol gidecek kadar beyaz gümüş çitli, geniş duvarlı,    gezinecek kadar geniş ağıllı, ayna gibi parlak avlulu, mücevherat koymak  için dokuz demir kilerli, otlar için altın ambarlı tay için kalay tavlalı, çiftlik hayvanları için kurşun kümesli, kalın meles ağacının kabuğundan yapılmış arslan burçlu, dokuz bezekli büyük sergeli (at direği), kumru burçlu orta sergeli, şakrak kuşu burçlu küçük sergelidir.

Çadırın doğuda bulunan kapısından dışarıya bakmak için çıktığında geniş yeşil alanın ortasında tahmin edilemeyecek kadar kutsal ağacı görür. Bu ağaç, yerin dört kat altına kadar girmiş köklü, dokuz kat göğün dokuzuna varan dallı, yedi kulaç yapraklı, dokuz kulaç kozalaklıdır. Onun kökünün altından kutsal bengü suyu kaynar. Onun kozalağından çıkan koyu reçine toplanıp küçük bir dere gibi akar, ihtiyarlamış, aç kalmış, zayıflamış beyaz hayvanlar, kuşlar, vahşi hayvanlar, o reçinenin tadına baktıkları, yaladıkları zaman, eski genç ve diri görünüşlerine kavuşurlar.

Güney tarafını görmek için çıkınca büyük tepenin üstünde bakire kızların güzel elbiselerini giyinip fısıldaşarak ayakta durduğu gibi bir grup kayın ağacını görür.

Kayın ağaçlarının arka tarafında ihtiyarlamaya başlamış kadınların kışlık kalpaklarını çarpıkça giyinip saçlarını dağıtarak “E, ne olursa olsun” diyerek ayakta durdukları gibi karışık çam ormanı vardır.

Batı tarafını görmek için çıkınca, genç erkeklerin bayrama gitmek için iyi elbiselerini giyinip sıralandıkları gibi kara melez ormanını görür.

Onların da biraz uzağında yaşlanmaya başlamış zengin adamların tükürerek kibirli bir şekilde ayakta durdukları gibi karanlık köknar ormanını görür.

Kuzey tarafını görmek için çıkınca şaman kadınların büyüleyici elbiselerini giyinip şaman dansına yeni başladıkları gibi titrek yapraklı kavak ormanını görür. Bunlarında ilerisinde salyaları akmış, dişleri dökülmüş ihtiyar kadınların sırtlarına dal parçalarını yükleyerek kamburca yürürken çizmelerinin bağlarının sırtlarını dövdükleri gibi, alçak söğüt ağaçlarını görür.

Bu söğütlerin kenarında rengarenk paltolu, işlemeli çizmeli Tunguz çocuklarının dans edip konuşmalarına benzeyen sık çalılık ormanı vardır.

O’nun giyim-kuşamı ise; içi kıymetli samur kürk paltolu, mavi kurt kürkü  abalı, obur kunduz kürkü şapkalı, güderi pantalonlu, ipekli kalçalıklı, gümüş kenarlı, süslü çizmeli, işlemeli çoraplı, gümüş kayışlı, ipek kuşaklı, Çin atlası çantalı, çuha tütünü keseli, kolyeli, çakmak taşlı ve kavlı, pençesiyle, başıyla yumuşak vaşak derisi tüyünden yataklı, kara tüyünden yorganlı, kuğu tüyü yastıklıdır.

O’nun silahları ise; altı kişinin açamayacağı boynuz yaylı, balıkçının ağaç evi kadar büyük oklu, Suottu’nun (Yakutistan’da bir yer adı) ustasını vuran çatal oklu, Baatılı’nın (Yakutistan’da bir yer adı) ustasını vuran düz oklu, üç yüz kilo ağırlığında süngülü, beş yüz kilo ağırlığında mızraklı, dokuz yüz kilo ağırlığında demir gürzlüdür.

Koşum atları ise; yorulmayan kara renkli, tırıs giden boz renkli, hızlı giden ala renkli, yarış eden beyaz renkli, avlamak için kahve renkli, gezmek için alacalı, uzak yola gitmek için yedi kulaç yeleli, kıvırcık perçemli, gümüş tırnaklı, uzun koyu kuyruklu, sarı renklidir.

Güneş batınca gece oldu diyerek büsbütün soyunup kalın samur kürklü  yatağına-yorganına sarılıp uyuyarak; güneş doğunca uyanmak zamanı geldi deyip fırlayarak, en iyi elbisesini giyinip atın yağlı kazısını ( atın karın bölgesinde bulunan yağlı kısım) yiyen Er-Sogotox belirli bir zaman eğlenmek için kullandığı atına binerek beyaz-kara atlarına bakar, güder. Bazen de, av atına binerek koyu ormanına varıp, kara kürklü hayvanları çokça öldürdü. Yeşil otlaklarına giderek, makas kanatlı kuşlarından çokça öldürüp heybesine koyup evine getirerek iştahla yiyerek yaşıyordu. O, hiçbir kederi-üzüntüyü bilmeyerek, korku ile görüşmeyerek, ürküntü ile tanışmayarak, kimden doğduğunu, nereden geldiğini bilmeyerek yaşıyordu.

O, ondokuz yaşını doldurduğu zaman genç yüreğinin tıpırdadığını, zaman zaman kanının kaynamaya başladığını hissetti. Düz alnı düşünceden kırışmaya başlamış, resim gibi kaşı çatılmış, eskiden bilmediği bir fikir aklını karıştırmış ve yalnızlık düşüncesi kafasını bulandırmıştı:

Eyvah çocuk! Tecrübenle gördün ki herkes çifttir, vahşi hayvanlar çift olarak yaşar; kuşlar, böcekler de çift olarak yaşarlar. Tanrı sadece beni mi tek yaratmış? Hayır! Bana benzeyen bir kişi herhangi bir yerde muhakkak yaşıyordur.”

Bu fikir aklına düştüğünde çokça uyuduğu uykusundan, yediği yemeğinden, yaşadığı hayatından kesilmeye başladı. Bir akşam hiç duygulanmamış yüreği çokça duygulandı, ağlamayan gözü ağlayarak bütün gece hiç uyuyamadı. Güneş doğmadan kalkıp kara hastalık bulaşmasın diye kara denizin suyuyla, yeşil hastalık bulaşmasın diye yeşil denizin suyuyla tümüyle temizlenerek güzel elbisesini giyip eğilerek güneşi üç defa selamlamış ve arazisinin ortasında bulunan kutsal ağacın yanına zengin, büyük bir insan tavrıyla gitmiş.

Ağacın altına gelip üç defa eğilerek selamlamış, kalpağını yana yatırarak şöyle demiş: Kutsal ağacımın kadın ruhu! Kainatın ebe ruhu! Ben yetimi sen beslemişsin, küçükken büyütmüşsün, beyaz atlarımı yetiştirmişsin, kara atlarıma bakmışsın, kuşlarımı hayvanlarımı çoğaltmışsın, kara denizin balığını bir araya toplamışsın. Beni dinle! Aklımı-fikrimi büyücü mü karıştırdı bilmem. Uzun zamandır uyuduğum uyku, uyku olmadı; yaşadığım hayat, hayat olmadı; gücüm kuvvetim azaldı, güçlü vücudum zayıfladı, düşündüğüm düşüncem kalmadı, bilen aklım bilmez oldu. Bana geleceğimi söyle! Hayatımı gösteriver! Ebem! Öz anam ol! Saygı duyduğumu gör! Benim sözlerimi dinle!”

O an gök gürültüyle gürlemiş, sağanak yağmur başlamış, uçan beyaz bulutlar görünmüş, yıldırımlar düşmüş, şimşekler çakmış, fırtına çıkmış, toprak hareketlenerek yer deprem olmuş gibi titremeye başlamış, nehrin suyu kabarmış, denizin suyu dalgalanmış. Bundan sonra kutsal ağaç gıcır gıcır gıcırdayarak küçük bir kütük olmuş, gövdesinden kar gibi saçlı, keklik gibi beyaz etli, iki kımız fışısı kadar memeli yaratıcı ihtiyar kadın beline kadar çıkarak: Ben senin neden üzüldüğünü, ne istediğini ve her şeyi bilerek yaşıyorum. Dinle! Senin baban Aar Toyon (Tanrı’nın adı), annen ise Kübey-Xotun (Tanrı’nın adı)’dur. Onlar yaratıcı Tanrı emriyle seni üçüncü gök katında doğurup bu topraklarda soy-sop sahibi ve nesillerinin atası ol diye yeryüzüne indirdiler. Şimdi zamanı geldi. Sen çabucak atlan ve güneye uzaklara git, senin yolun çetin olacak. Dayan! Ümidini kesme! Eşini bulacaksın. Elveda! Mutluluk ve başarıyla gidip gel.” dedi.

Bu hayır duasını ederek ağacın kökünden ebedi suyu alıp onun deri matarasına boşalttı ve Bunu koltuğunun altına bağla, zor gününde sana yararlı olacak.dedi. Kendisi de tekrar gıcır gıcır gıcırdıyarak büyüye büyüye eskiden olduğu gibi kutsal ağaç haline geldi.

Er-Sogotox evine gitmeden önce otlağına vararak uzak yola gidecek sarı  atının üstüne binerek ahıra uğramış, ak-kara atlarından bir karış kazı etli, bir tutam yağlı yedi tane kısrağı ayırmış, üç yıllık semiz yedi öküzü seçerek evine getirmiş, bu hayvanları hemen kesip göl kadar büyük kazanında pişirip geniş bir heybeye koyarak atının sağ kulağına yerleştirmiş, atına yular takmış, dizginini bağlamış, gümüş gem takımıyla gem vurmuş, dört eyer kumaşını sererek Xan-Tanara (Tanrı’nın adı) eyeri ile eyerlenmiş, mızrağını sadağını takınıp silahları alıp, memleketindeki kutsal ağacına dua ederek atının üstüne atmaca gibi atlayarak güneye doğru ok gibi uçmuş.

Bir adımda altı kös (10 km lik uzunluk birimi) aşarak tırıs gidişte yedi kös giderek yüz kös koşarak, kışı kırağı ile, yazı yağmur ile bilip tepesi göğü delen taş dağa gelmiş. Atından inmeden boynuz yayını kurmuş, hızlıca okunu yerleştirip bir ay boyunca iyice gerdiği yayı kirişinden bırakıvermiş. Ok dağda saman yığını genişliğinde bir delik açarak çıkmış. O da açılan yoldan çıkarak dağı çabucak geçmiş.

Sonra dalları buluta varan demir ağaçlı ormana gelip önceden olduğu gibi okuyla delerek aylar ayı, yıllar yılı gidip, ateşli alevli kan nehrine gelmiş.

Bu engele geldiğinde onun sarı atı Sahibim! Sen benim üstümden in, ben biraz dinleneyim. Sonra sen benim dizginimi, kolanımı sıkıca tut, sağlamca bin, ben uçup seni geçireyim dedi.

Yerin kıyısının at kuyruğu gibi bittiği, göğün kıyısının yosun gibi bittiği ve birbirleriyle buluştuğu yerde, güneş ışığının kuvvetlice parladığı ay ışığının şiddetle ışıldadığı yerde üç yüzyıl yaşamış, dördüncü asrını yaşayan, uzun saadetli geniş gelecekli, Ulu-Toyon’un (Tanrı’nın adı) akrabası Xan-Tanara’nın torunu Xaraxxan Toyon (Kahramanın adı) birlikte yaşlandığı hanımı, on oğlu, dokuz kızı, sayısız insanları, çokça hayvanları (ile birlikte) bir destan ülkesinde oturup yaşamaktadır.

Ailesinin içinde herkesten çok sevdiği Xotuuna (kız adı) adlı küçük kızı güneşin ışığı gibi görünüşlü, beyaz gümüş yüzlü, kırmızı yanaklı, kara gümüş kaşlı, yedi kulaç uzunluğunda saç örgülü, hafif yemekli, taze içeceklidir. Elbisesinin içinden eti görünür, etinin içinden kemiği görünür, kemiğinin içinden iliği görünür. Yürüdüğü yer kaz eti olur, yattığı yer yağ olur, koştuğu yer semiz et olur, onu gören kişi sevinir, dokunan kişi doyar. Uzattığı eliyle saadet verir. O’nun güzelliğini tasvir etmeye kelimeler yetmez.

Xaraxxan ile birlikte ihtiyarlayan evin ruhu olmuş ikinci anne gibi görünen iki kepçe kadar  irinli gözlü, salyası akan, geleceği gören şaşmaz önsezili bilge ihtiyar kadın bir sabah efendisinin huzuruna gelerek kızarmış gözleriyle, yıpranmış ayaklarını birbirine çatarak Korkunç düş gördüm, dehşetli geleceği gördüm; bela yaklaştı, hayatımız bedbaht oldu, korunmak gerek, hazırlanın! dedi.

Güneş batıp karanlık başladığında aileden yüz kişi yemeklerini yedikten sonra ihtiyar kadının düşü hakkında oturup konuşmaya başlamışlar. O anda dışarıda evin arka tarafından bir atlı kişi, keskin mızrağın sesi gibi hızla gelerek evin sıvasını düşürecek, doksan direği sarsacak kadar bir hızla kapıya vurmuş. Çadırdaki bütün insanlar korkularından, ürküntülerinden sözleri boğazlarına tıkanmış gibi ağızlarını açarak kaskatı kalmışlar, yanız bilge ihtiyar kadın sessizce seğirterek çıkıp bakmış. Dışarıda derisiz, üç ayaklı, demir kara atına yan binmiş, büyük don ağacı kadar boylu, büyük kazan kadar başlı, alnının en ortasında çukur kadar açık tek gözlü, kazma kadar büyük sincap dişli, göğsünün en ortasından çıkan tek kürek kadar parmaksız kulaç kollu, uyluğundan çıkan direk kadar topaç bacaklı, başından ayağına kadar demir elbiseli, demir yaylı, taş oklu, altın mızraklı şeytanla insan arasında bir kişi vardı.

İhtiyar bilge kadını bulanık bir şekilde görerek atından inmeden şöyle dedi: “Benim adım Üller-Etin oğlu Bura-Doxun (kötü ruhun adı)’dur. Dört ülke uzaktanım, kara is ülkesindenim, kızıl kömürle (korla) evliyim. Ateşten de sıcak yazlıyım, kızaran taş yemekliyim, ateş ve alev içecekliyim, ölmez kişiyim, yanmaz etliyim, kolsuz bacaksız, keskin boynuzlu, sivri kuyruklu pek çok demir halklıyım. İşim ise, adam öldürmek, kötülük, felaket getirmektir. Xaraxxan’ın sevgili kızıyla evlenmek için geldim. O taş burunun üstünde dokuz gün oturup, sözlerini bekleyeceğim. Söyle (kızı) vermezlerse zorla alacağım, evlerini yıkacağım, ateşlerini söndüreceğim, yerlerini kara is yerlerine çevireceğim, hayvanlarını yakacağım, onları sersefil bırakacağım.”

Bunu söyledikten sonra yüz kulaç uzaktaki taş dağın burnuna korkuluk gibi gitti. Bilge ihtiyar kadının korkudan dili göğsüne düşerek gözü ters dönmüş vaziyette, ayağı ile gideceğine elleri üzerinde evine vararak aklı başından çıkıp kuş gibi nefes nefese kalmış.

Üç (kös) boyunca otuz kova buzlu suyu üstüne boşaltarak onun gördüklerini ve işittiklerini dinlemişler. Xaraxxan ailesiyle birlikte ağlamış, çokça üzülmüş, çokça dövünmüş, sinirleri bozulmuş.

Ereydeex-Buruydaax Er-Sogotox doksan engeli, sayısız kötülüğü geçerek Xaraxxan ülkesine gelip geniş ormanın içine girdiği zaman tay derisinden abalı, ayak derisinden dikilmiş çizmeli, baş derisinden dikilmiş şapkalı, tüyleri dökülmüş bir taya ters binmiş ve tayın kuyruğunu dizgin gibi tutmuş öksüz çocuk ile karşılaştı. Bu çocuk tanımadığı şahsın gözüne bakınca hiç görmediği bu kişinin iyi huylu olduğunu fark ederek kaçmamış ve Xaraxxan’ın hayatını, zenginliğini, güzel kızını ve bu kızı kötü Bura-Doxsun’un istediği gibi haklarında bildiği her şeyi anlatmış ve taş burunun yolunu göstermiş.

Burunun yakınına geldikleri zaman Buura-Doxsun’un uzanarak beş-on kısrağı, sekiz-dokuz öküzü kuyruklarından çekerek ağzına attığını görmüşler. Onların geldiklerini görüp çabucak ayağa kalkan Bura-Doxsun “Şimdiye kadar hiç tanımadığım bir kişi geldi. Ben onunla ölümüne dövüşeceğim.” dedi.

İkisi de hiçbir şey söylemeden yaylarını germişler ve atışarak birbirlerini vuramamışlar. Sonunda okları bitince demir gürzleriyle vuruşmuşlar. Demir gürzleri çarpışmaktan düzleşince uzun mızraklarını çıkarmışlar. Mızrakları da çarpışmaktan kırılmış, sonra kılıçlarıyla döğüşürken kılıçları körelmiş. Bunun üzerine Buura-Doxsun nara atınca Er-Sogotox irkilmiş. O irkilince de Bura-Doxsun kılıcını kalbine sokmuş. Yaralanan Er-Sogotox koltuğunun altında bağlı bulunan bengü su kesesini hemen keserek yarasının üstüne damlatmış. Er-Sogotox bir anda iyileşerek eski halinden on kat daha güçlü olmuş.

Er-Sogotox, güçlendiğini anlayıp bağırarak Bura-Doxsun’u belinden yakalamış ve yedi kulaç yeri titretecek kuvvetle yere çarpmış. Sonra başını kesmiş ve çelik bıçakla karnını yararak içinden yüreğini ve karaciğerini alıp küçük küçük parçalara ayırarak her tarafa savurmuş. Ancak yüreğinin bir ucu kalmış ve kara kuzgun olup “Ben her zaman sana engel olacağım” diyerek yerin altına girip kaybolmuş.

Xaraxxan’ın toplanan adamları hayvan sürüsünün buzlu suyu içip titrediği gibi titreyerek Er-Sogotox’u alkışlamışlar, koşup gelmişler ve büyük bir ateş yakarak ölen Bura-Doxsun’u bu ateşe koymuşlar, külünü de her yere saçmışlar.

Xaraxxan Toyon yetmiş kişiyle gelerek Er-Sogotox’u evine davet etmiş, beyaz kilimin üstünde yürütmüş, vaşak derisinin üstünde oturtup samur derisine yatırmış, güzel yemeklerini yedirmiş, tatlılar ikram etmiş, sevgili kızını vermiş, yanlarına yüz kişiyi de katarak memleketine göndermiş.

Xaraxxan korku ve ürküntüsü geçtiği zaman hayvanlarını hesaplamış ki, her üç hayvanından birisini Buura-Doxsun yiyip bitirmiş.

Er-Sogotox ülkesine dönüp geldiğinde ak-kara atlarının iki kat arttığını, kuşlarının-hayvanlarının da iki katına çıktığını görmüş. Birlikte getirdiği adamlarına ev-ocak düzenlemiş, çocuk sahibi yapmış. Saha’nın en büyük ataları bugünkü zamana kadar yiyip-içip yaşamaktadır. Ama Bura-Doxsun’un yüreğinin ucunun kuzgun olup söylediği gibi, Er-Sogotox’un torunları-halkı, beyaz kara atları, kuşları-hayvanları zaman zaman salgın hastalıklarla telef olarak veya dala asılarak bazen de ağaçlara takılarak bu zamana kadar ölümlü olmuşlardır

KAYNAK:

A.Y Uvarovsky tarafından Saha Türklerinden derlenen Er-Sogotox Olonho’su (destanı), Doç. Dr. Yuriy Vasilyev ve Yrd. Doç. Dr. Fatih Kirişçioğlu tarafından da Türkiye Türkçesi’ne aktarılmıştır.

Paylaş:

Yorumlar

“323) ER-SOGOTOX DESTANI” yazisina 2 Yorum yapilmis

  1. Ertuğrul Kapusuzoğlu yorum tarihi 21 Kasım, 2008 05:25

    Bugün çok zenginim.
    Bu destanı hiç duymamıştım, bilmiyordum.
    Getirenler, götürenler, derleyenler,
    yazanlar, çevirenler, bize ulaştıranlar
    sağolsunlar.

  2. sevgi ödlek yorum tarihi 23 Kasım, 2008 01:21

    *VAY!HANGİ ANA DOGURABİLMİS BÖYLE BİR İNSAN ÜSTÜ,
    YİGİDİ…CADIRINI VEDE DENİZİNİ,AGACLARINI,CANTASINI,ABASINI PEK MERAK ETTİM.TEMSİLİ RESİM OLSAYDI KESKE..
    -BUNU İLK DUYDUM!
    ACABA BU KADARMI BU DESTAN.

Yorum yap