323) CAN’IN BELGESELİ (YORUMSUZ)
Yayin Tarihi 11 Aralık, 2008
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ
CAN’IN BELGESELİ (YORUMSUZ)
Turgut Özal tarafından yurtdışına gönderilen gazetecilerin ilk kafilesinde yeralan Hulki Cevizoğlu’nun 1987 yılında yazdığı MİSYON adlı bir kitabı vardır. (hiç aramayın piyasada bulamazsınız).
Hulki Cevizoğlu nedense artık esamesi okunmayan bu kitabında kendilerine yüklenen bir misyonla yurtdışına gönderildiklerini ama sonra nasıl işin skandala dönüştüğünü anlatır.
Kafilede Lale Sarıibrahimoğlu, Belgin Akaltan, Deniz Dülgerler, Berrin Tuncel, Derya Sazak, Hulki Cevizoğlu ve Can Dündar vardır. Yani 4 kadın 3 erkek.
Örtülü ödenekten Londra’ya gönderilen gazeteci kafilesinin içindeki erkeklerden biri bıyıklarını kestirip, küpe taktırır ve Gay Club’a üye olur.
Hulki Cevizoğlu bu gelişmeyi Misyon kitabının 81 ve 82. Sayfalarında şöyle anlatır:
“Ne deli ne depdeli kulağı küpeli.
Londra, 11 Haziran 1986, Çarşamba
Pronounce (telaffuz) dersine girdim. Biz yaşlarda bayan hocamız Jo, radyo haberlerini kaydettiği kaseti dört kişiye verdi. Yandaki küçük odaya geçtik. Tam kaseti dinlemeye başlamıştık ki, arkamdan birisi Türkçe ‘merhaba’ diye seslendi. Gelen X idi. Döndüm. Aa! Bıyıkları yoktu. Kesti mi, kaza mı oldu gibi sorgularcasına bakarken, sağ kulağındaki küpeyi farkettim.
Mercimek büyüklüğünde, gümüşe benzer, beyaz bir küpeydi kulağındaki.
“Ne zaman yaptın? Nerede deldirdin?” diye sordum. Oturdu gülerek yanıtladı:
“Gay dükkanında yaptırdım”
Gay, İngilizcede “ibne”, “homoseksüel” anlamına geliyordu. Pek çok ıngiliz genci, fraksiyonları na göre sağ ya da sol kulaklarına böyle küpe takıyordu. Bizim X de, bir süredir, kulağını deldireceğini söylüyordu ama, espri yapıyor diye alıyordum.
“Niçin böyle yaptın?” dediğimde, şu yanıtı aldım:
“Gay Kulübe üye oldum. Artık akşamları arkadaşsız kalmayacağım”
NOT: Bu Bilgi [email protected] adresinden temin edilmiştir.
EKTE PİYASADAN SİLİNEN KİTAP ve CAN’IN BIYIKLI VE BIYIKSIZ LONDRA RESİMLERİ VAR
Yorumlar
“323) CAN’IN BELGESELİ (YORUMSUZ)” yazisina 7 Yorum yapilmis
Yorum yap
Sayın Karahan “Yorumsuz” sunabilir.
Ama okur olarak yorum bizim hakkımız.
…
Piyasada olmayan kitabın yazarına katılmıyorum.
Bıyık Can’ın değil mi, istediği gibi kestirir.
Kulak onun değil mi, istediği gibi, istediği yerde ve istediğine deldirir.
Şaşkınlığım şudur ki, dört sene önce, o yazardan bu yazardan apararak yazdığı “Sarı Zeybek” ile ün yapan ve para kazanan Can, bugün tam tersini yedi.
Dün, tamamına yakını aparma sayfalarla da olsa, Sarı Zeybek’i yazanın, Mustafa’yı çekmesi için, bir yerlerinde bir tersliklerinin olması gerektiğini düşünüyor, bir türlü bulamıyordum.
Sayın Cevizoğluna ve bu bilgiyi bize ileten Sayın Karahan’a teşekkür ederim ki, kafamdaki sorular cevaplandı.
Mustafa filminde bir sürü cehalet.
Bir sürü art niyet.
Bir sürü ihanet.
Bir sürü namussuzluk.
Bunu yapanın, kulağını gey kulübünde deldiren birinin olması, aradığım sorunun cevabını vermiştir.
Bir sürü haddini bilmez, “Linç etmek, hainlikle suçlamak” gibi suçlamalarla, Can Dündür’ı tersini savunuyorlar; ama mızrak çuvala sığmıyor.
Kişi sadece sevdiğiyle değil, savunduğuyla da beraberdir.
Can Dündar, beyinlerdeki irinleri ortaya sermekle aslında iyi bir halt yapmıştır.
Bıyık onun değil mi, istediği yerde kestirir.
Mal onun değil mi, (yani kulak) istediği yerde deldirir.
Ne canmış ama.
şoyle bır serzenıs sunmak ıstıyorum ılk once
‘en buyuk tehlıke ıcımızde olup bızden gıbı gorunenlerdır’bu sekıl kendını arastırmacı yazar dıye topluma lanse ettırenler e para yı verırsen bugun mıllıyetcılık ıcın yazar amacı baskadır yarın da baska amaclar ıcın onemlı olan paranın mıktarıdır.bızım gerceklerı gorup genclıgımızı egıtmemız dır onemlı olan.
Değerli arkadaşlarım, kesinlikle aynı fikirdeyim.hemen hemen tüm televizyon kanallarında,basın ve çeşitli yayın organları alet edilerek rant uğruna,politik kaygılarla,gençlerimizin beynine sokulmaya çalışılan saçma sapan hikayelerle,gerçekler saptırılmaya çalışılmaktadır.can dündar,mustafa erdoğan ve daha sayabileceğim bir çok gösteri meraklısıda sayemizde bulundukları yerdedirler.(yani konuştukları herşey belli kesimler tarafından dinlenilebilir hale gelmiştir)bunları para verip izleyerek bizler bulundukları yere getirmedikmi?bence bunlarıda düşünmemiz gerekir.şu kişinin konseri,şu şahsın gösterisi,bu şahsın sinema filmi!yavaş yavaş kanımıza şırınga ettiler,usul usul bizleri nelere alıştırdılar!bunlara sebep bunlar değilmi?bizler zor şartlar altında kazandığımız üç kuruşu bunlara verip bu adamları bulundukları yere getirmedikmi? (en buyuk tehlıke ıcımızde olup bızden gıbı gorunenlerdır)bu söze kesinlikle katılıyorum ve son derece tehlikeli bir durum diye düşünüyorum.ekip biçtiğiniz bir tarla düşünün,eğer bakmazsanız,aradada olsa,ayrık otlarını temizlemezseniz tüm ektiklerinize zarar verir.Zaman içerisindede tüm tarlayı sarar.Bu nedenlede evlatlarımıza bilinçli ve doğru eğitimi vermek gerekir.
Hiç birşey yapmasakda,en azından kendi çocuklarımızdan sorumluyuz.Yarınlarda onların, Vatan topraklarında rahat ve huzur içerisinde yaşayabilmeleri için,doğru olanı onlara göstermeliyiz.yarınlardada onlar kendi evlatlarına öğreteceklerdir.(aslında bir tiyatrocu,komedi adı altında gerçekleri söyledi ama bizler kahkahalar atıp güldük, halada aklımıza geldikçe gülüyoruz.)aslında söylenen söz komik değil,kesinlikle doğru bir cümleydi.EĞİTİM ŞART.))
BAHSI GECEN BERRIN TUNCEL, ANADOLU HABER AJANSI’NDAN OLAN GAZETECI BERRIN TUNCEL BIRER’DIR.
Can Dündar’dan terörist propagandası
Teröristten bir “sevgi kelebeği” yaratmak
http://skyturkvngenc.wordpress.com/2010/01/27/can-dundardan-terorist-propagandasi/
GAZETECİLİK DEĞİL, CASUSLUK!
Her devletin bir “arşivi” vardır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de bir arşivi vardır.
Her devletin arşivinde “gizli” belgeler de bulunur.
T.C. devletinin de arşivinde gizli belgeler bulunmaktadır.
Gizli belgelerin üzerinde, konunun önemine göre, “90 yıl açılmayacak”, “50 yıl açılmayacak”, “25 yıl açılmayacak” damgaları bulunur. Bu süreler bitince gizli belgeler açılır, araştırmacıların incelemesine sunulur.
Bir devletin bir gizli belgesini ele geçirip gizlilik süresi dolmadan medyada yayınlamak gazetecilik değildir, basın özgürlüğü ve demokrasiyle hiçbir ilgisi yoktur.
Üzerindeki gizlilik süresi dolmadan, bir devletin gizli bir belgesini herhangi bir yolla ele geçirip açıklamak, “casusluk” sayılır.
…
Her devlet, casusları yakalayıp cezalandırır.
Her devletin bir gizli istihbarat servisi vardır.
ABD’nin CIA, İngilizlerin MI5 ve MI6, Rusların FSB, Almanların BND, Siyonist İsrail’in Mossad…
T.C. devletinin gizli istihbarat servisi, MİT’dir.
Bir devlet kurumu olan MİT, doğrudan başbakanlığa bağlıdır.
Dünyadaki tüm istihbarat servisleri, “kapalı” yani gizli operasyonlar da yaparlar.
Bu gizli operasyonların, ülkenin yararına mı zararına mı olduğu sonradan belli olur. Ülke yararına yapılmış bir gizli operasyonun övgü ve ödülü, operasyon emrini vermiş olan hükümete yazılır. Eğer gizli operasyon sonucu ülke zarar görmüşse bunun bedelini de operasyon kararı vermiş olan hükümet öder.
Bir devletin gizli istihbarat servisinin düzenlediği gizli bir operasyonu herhangi bir yolla öğrenip açığa çıkartmak, medyada yayınlamak casusluk sayılır.
Tüm devletler casusları yakalayıp yargılarlar, cezalandırırlar.
…
Cumhuriyet gazetesi yazarı Can Dündar’ın MİT TIR’larıyla ilgili yayınının basın özgürlüğü ile hiçbir ilgisi yoktur.
Can Dündar, MİT’in düzenlediği bir “gizli” operasyonu açığa çıkartmış, medyada yayınlayarak tüm dünyaya duyurmuştur.
Can Dündar yargılanmalı, kimler adına casusluk yapmış olduğu ortaya çıkarılmalı ve cezalandırılmalıdır.
…
5 Haziran 2015 tarihinde, Hürriyet gazetesinde “400 Aydından Cumhuriyet’e Destek” başlıklı bir haber okudum.
Bu habere göre:
MİT TIR’larıyla ilgili yayın nedeniyle soruşturma açılan Cumhuriyet gazetesi ve Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar’a destek vermek için 400 akademisyen, hukukçu, yazar, sanatçı ve insan hakları aktivisti, “Biz Yurttaşlar” başlıklı bir bildiri yayınlamışlar.
Aralarında Prof. Dr. Ali Nesin, Prof. Dr. Gençay Gürsoy, Prof. Dr. İlhan Tekeli, Osman Kavala ve Prof. Dr. Nermin Abadan Unat gibi ünlülerin bulunduğu 400 kişi, yayınladıkları bildirinin son bölümünde şöyle demektedirler: “Cumhurbaşkanını, anayasa güvencesi altında olan basın özgürlüğüne yönelik baskı ve tehditlere son vermeye, savcıları ve yargıçları hukukun gereklerine uyarak baskılarına direnmeye çağırıyoruz.”
…
Bu bildiriden açıkça şu görülmektedir:
400 aydının hedefindeki kişi aslında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Recep Tayyip Erdoğan’ı basın özgürlüğünü baskı altında tutmak ve tehdit etmekle suçlamaktadırlar.
Hiç kuşkusuz, herkes gibi Recep Tayyip Erdoğan da eleştirilebilir.
Hiç kuşkusuz, 400 aydının da Recep Tayyip Erdoğan’ı en ağır biçimde eleştiri hakları vardır.
Ancak, Recep Tayyip Erdoğan’ı eleştirmek ayrı, açıkça casusluk yapmış Can Dündar’ı savunmak ise çok daha farklı yaklaşımlardır.
400 aydın, Recep Tayyip Erdoğan’ı eleştirmek adına, devlete karşı casusluk yapmış bir kişiyi sahiplenmekte, destek vermektedirler.
Bir casusa destek vermek, eylemini basın özgürlüğü gibi gösterip övmek de ayrı bir suç oluşturmuyor mu? 5 Temmuz 2015,Pazar
0532 233 3152
ATATURK :
CAN DUNDAR
VE
KARALAMA KAMPANYASI
Yanlis tutum bilgisizlikten kaynaklanir ve hata olarak nitelenerek af kapsamina sokulabilir. Hatanin tekrari ise bilgisizligin disinda inata dayali bir israr olarak nitelenir ki eseklik olarak tanimlanir. Ayni yanlisin birden fazla kere tekrarlanmasi ise kasittir. Kasitli olarak hatali tutum sergileyenlerlerin tavri dusmanlik olarak tanimlanir ve yarattiklari dusmanca etki nedeni ile dusmanca tepki gorurler. Vamik Volkan ve “avaneleri” kasitli olarak dusmanca tutum sergilemeye devam ettikleri surece, karsiliginda dusmanca tepki gordukleri zaman, bulunulan “tepkiden” oturu sikayetci olmak yerine, “biz nerede hata yaptik” diye oturup dusunmelidirler. Hatalar tabii ki af edilebilir fakat kasitli olarak hatalarini surdurmek israrinda bulunanlarin af kapsamina girmeyeceklerini saygiyla hatirlatalim. Gusan Yedic
Can Dündar’ın belgeseli Atatürk’ün kişiliğine ve O’nun kişiliğinde var olmuş Türk milletine karşı girişilen en kapsamlı psikolojik saldırı örneğidir. Bu nedenle belgeselin yarattığı asıl tahribatın da bu psikolojik cepheden geleceğini görmemiz gerekiyor. Ama nasıl? Can Dündar’ın siyasi referansının tümüyle Şeriatçılar olduğunu görmüştük.
Can’ın psikoloji referansı ise Vamık Volkan adlı bir psikiyatrist.
Nitekim Can Dündar Hürriyet’ten Ayşe Arman’a verdiği röportajda Vamık Volkan’dan etkilendiğini itiraf ediyor.
İtiraf ettiği etkilenmenin kaynağı bir kitap.
Adı: “Ölümsüz Atatürk”
Kitap 1984’te ABD’de “Immortal Atatürk” adıyla yayınlanıyor.
On yıl sonra Türkiye’de yayınlanıyor ve yasaklanıyor.
Fakat 1998’de serbestçe satılmaya başlanıyor.
Adından anlaşılabilecek bir kitap değil, çünkü kitap Atatürk’ün ölümsüzlüğünü vurgulamıyor.
Kitabın temel tezi Atatürk’ün ne kadar sıradan bir insan olduğunu göstermek.
Yani tıpkı Can gibi Atatürk’ün “insani” yanlarını vurgulamak.
Ve onun “büyüklüğünü” böyle göstermek!
Ancak psikiyatrist, Atatürk’ü sıradan bir hastası gibi incelemeye koyuluyor ve Atatürk’ün ne kadar sıradan bir ruh hastası olduğunu ispatlıyor!
..
Pavlov’un köpekleri ve Milli refleksin kırılması
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri bölümü profesörü Mehmet Kerem Doksat şöyle açıklıyor:
“Bilirsiniz, ünlü Rus fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken bir yandan zil çalınca ve bunu defalarca yapınca, bir süre sonra eti görmeden de zil sesini işitince hayvanın salyası akmaya başlar. Bu şartlı reflekstir: Hayvanın tabiatında olmayan bir uyaran (zil sesi), onu tabiatında olan eti görmüş gibi heyecanlandırmaktadır. Ama eğer sürekli olarak zil çalıp hiç et göstermezseniz, bir süre sonra bu şartlı refleks söner; devamının tesisi için arada et de gösterilerek pekiştirilmelidir.
Hiçbirimiz dünyaya Türk, Meksikalı, Sünnî veya Katolik olarak gelmeyiz; bunlar bize öğretilen değerler, yâni şartlı reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezlerse, zamanla sönerler.
Bir gün Pavlov’un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boğulur bir kısmı da günlerce terörize olur çünkü ölümden zor kurtulmuşlardır. Kurtarılabilenler tekrar enstitüye toplanır. Pavlov zil çalar, köpeklerde tık yok! Şu müthiş sonuca varır: Ağır travmalar, şartlı refleksleri ortadan kaldırır. İnsanı veya hayvanı en doğal, en ilkel hâline geri döndürür.
Bir yandan her gün 15–20 şehit, “kanları yerde kalmayacak” denip sürekli kanlarının yerde kalması, bir yandan Ergenekon bilmem ne deyip büyük bir çoğunluğunun suçsuz olduğuna herkesin emin olduğu, hâttâ tek suçu Atatürk’ü ve onun ilkelerini sevmek olan insanların sabaha karşı evlerinden alınarak hapse atılmaları… Bir yandan orada burada araba yakarak, polise taş atarak etnik kalkışmalar… Hepsini toplarsanız, temel güvenlik duygusu ortadan kalkıyor.
Pavlov’un köpeklerindeki gibi, bu kadar ağır travmalarla şartlı reflekslerimiz (millî duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor.
Volkan’a göre Atatürk babasını küçük yaşta kaybedip ilk bunalıma giriyor. Ondan sonra annesi başka bir adamla evleniyor ve eve gelen bu adamla birlikte bunalım kökleşiyor. Bunun temelinde ise Mustafa’nın annesine olan “odipal bağlılığı” var! Aslında Can’ın belgeselindeki temel ve örtük mesaj da bu.
Atatürk denilen adam sözde bizim atamız, yani bir anlamda hepimizin babası ama aslında onun babası yok!
Nitekim Can’ın belgeselinde ikide bir Mustafa’dan “yetim” olarak sözediliyor!
Ve yine Mustafa’nın annesine darılması anlatılıyor belgeselde, çünkü Atatürk’ün anası, yani bizim o başörtülü gülümseyen fotoğrafından hatırladığımız Zübeyde Hanım, “eve başka bir erkek getiriyor”!
Evet, belgeselde anlatılan dil aynen böyle, ortada Zübeyde Hanım’ın “yeniden evlenmesi”ne değil “eve yeni bir erkek getirmesi”ne vurgu var!
Farkındaysanız tez Vamık Volkan’dan aktarılma olduğu gibi.
…
Peki Can buradan nereye varmaya çalışıyor?
Atatürk’ün aslında çocukluğundan itibaren sorunlu biri olduğuna.
Nitekim belgesel boyunca Atatürk, mutsuz, yalnız, bunalımlı bir tip olarak çizilmiş.
Ancak bunlar anlık ya da dönemsel melankoliklikler değil. Atatürk çocukluğundan ölümüne derin bir melankoli içinde gösteriliyor.
Atatürk’ün sürekli içki ve sigaraya olan düşkünlüğü de örtük başka bir mesajı veriyor: Mustafa sadece annesine karşı odipal bir bağlılık içinde değildir aynı zamanda oral bir kişiliğe sahiptir!
Şimdi bu iki kavrama bakalım.
Birincisi Freud’un “odipus kompleksi” olarak bilinen ve çocuğun anneye olan bağlılığını cinsel bağlılıkla açıklayan teori.
İkincisi ise yine Freud’un çocukluk evrelerini ayırdığı ilk evre olan “oral evre”, yani ağız bağlılığı.
Mesela çocukların iki yaşına kadar anne memesine olan bağlılık dönemi..
İşimiz elbette psikoloji tartışmasına girmek değil, Freud’un kavramlarını tartışmak da değil. Ama bu kavramlar Atatürk için neden kullanılıyor onu tartışmak.
Her iki kavram da Vamık Volkan’ın kitabında Atatürk’ün kişiliği olarak konuluyor.
Şöyle ki:
Atatürk annesine olan aşkının yerine vatanı koyuyor.
Nitekim “büyük validemiz” diye söz ettiği vatana olan aşkı aslında anasına olan aşkıdır!
Yine ana memesine olan hasretini de rakı kadehi ve sigara ile gidermektedir!
Can, belgeselinde bunları çok açıktan dillendirmemiş ama anlaşılan o aşama için vakit henüz erken diye düşünmüş. Yine de Can, Vamık Volkan’dan esinlendiğini iddia ettiğine göre çok yakında o meselelere de geleceği kesin.
..
Aslında Can’ın geveleyip de söyleyemediği şeyin ne olduğunu az çok anlayabiliyoruz: Herhalde Mustafa’dan sonra sırada Zübeyde belgeseli var.
O zaman tabularla mücadele eden Can Dündar’dan bir dahaki belgeselinde yine Şeriatçıların Zübeyde Hanım hakkındaki yalanlarını gerçekmiş gibi sunmasını bekleyebiliriz.
Şeriatçılar ne derler Atatürk için?
Veled-i zina!
Yani piç!
En son Refah Partisi’nin bir milletvekili bu lafı etmiş sonra da yurtdışına kaçmıştı.
Ama Can Dündar’ın belgeselinde faydalandığı Şeriatçıların temel tezidir bu.
Onlar Atatürk’ün annesinin aslında bir fahişe olduğunu ve Selanik genelevinde çalıştığını yayarlar.
Hatta uydurma bir de belge basar dururlar.
Peki böyle bir gerçek var mıdır?
Elbette bütünüyle uydurmadır ama insanları bir yalana inandırmak da mümkündür.
Zaten Can’ın misyonu da budur.
Belgesel boyunca Şeriatçı yalanları gerçekmiş ve hatta belgeymiş gibi sunmamış mıdır?
…
Hasan Tahsin ve milli refleks
Vaktiyle yalnızca Mustafa Kemal de terörist sayılmamıştı. Çok az bilinen bir örnek de, Osman Nevres Recep’tir (bildiğimiz adıyla ise Hasan Tahsin). Meslek olarak gazeteci olan Nevres’i her zamanki gibi terörist ilan eden güçler yine Batılılardır.
Birinci Dünya savaşı öncesi Batılı ülkeler her zamanki gibi Türkleri Orta Asya’ya gönderme düşleri kurmaktadır. 1911 yılında İtalyanlar hiçbir siyasal ya da hukuksal neden ortada yokken Trablusgarb’ı işgal ederler. Osman Nevres de o sırada Fransa’da eğitim görmektedir. Bir Fransız sinemasının (Olimpia) reklam vitrininde Trablusgarb ile ilgili afiş görür ve içeri girer.
Film baştan sonuna kadar Türklere hakaret ve iftira ile doludur. İtalyan propagandası en üst düzeydedir. Türkler barbar ve uygarlıktan payını almamış bir topluluk olarak tanıtılmaktadır. Osman Nevres daha fazla dayanamaz ve her zaman belinde taşıdığı silahını ateşleyerek sinema perdesini delik deşik eder.
Ertesi gün Fransız gazetelerinde şu haber çıkar: “Terörist Türk dehşet saçtı…” Hemen bu “anarşist” Türk’ün Fransa toprakları dışına atılması için kampanya başlatılır. Ve başarılı olunur da.
Kısacası uyanık olmak gerekmektedir ve bu belgesel türü saldırıların sonunun nerelere kadar gideceğini iyi öngörmek gerekir. Aslında mesele son derece basittir. Batılı emperyalistler yok etmek istedikleri uluslara saldırırken o ulusların önderlerinden başlarlar işe. Çünkü ulusal bütünlüğü sağlayan ulusal önderdir.
Bunu gayet iyi bilen emperyalistler bu noktada psikoloji bilimini de yardıma çağırırlar.
İşte Vamık Volkan bu tür bir psikiyatristtir.
Kendisi Kıbrıs Türküdür ama Amerika’nın hizmetindedir.
Çok uzun yıllardır ABD başkanlarının psikiyatri danışmanlığını yapmaktadır.
CIA için çalışmaktadır.
Görevi ise aslında bilimsel bir çalışmadır.
Vamık Volkan, ABD’nin bölmek, parçalamak ve yutmak istediği coğrafyalarda yaşayan uluslarla ilgilenir.
O ulusların psikolojisini inceler.
Ve “uluslar nasıl birbirini boğazlamaz”ın teorisini geliştirir.
Yani görünürdeki amaç etnik kinleri, nefretleri incelemek, onları ortadan kaldırmaktır
Mesela Ermenilerle Türkler arasında ulusal bir düşmanlık mı var, orada Vamık girer devreye ve bu düşmanlığın kökenlerini inceler.
Peki inceleme dediğimiz şey nedir?
Burada izlenen yol ulusal ya da etnik düşmanlıkların ortadan kaldırılması değil, ABD’nin tehdit olarak gördüğü ulusların ulusal bilinçlerinin, tarihlerinin ve benliklerinin sorgulanması, aşındırılmasıdır.
Kısacası milli duygunun yok edilmesidir etnik psikiyatrinin görevi.
….
İşte bizi ilgilendiren şey de budur.
Bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve refleksini nasıl yok edersiniz?
Bunun denenmiş, sınanmış bir yöntemi vardır, o ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız.
Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız.
Mesela Türkler kendilerini kahraman bir ulus olarak mı görüyorlar?
O zaman onlara ne kadar korkak bir ulus olduklarını göstermek gerekmektedir!
Ya da Türkler atalarını, yani Atatürk’ü çok mu yüceltiyorlar?
O zaman onlara Atatürk’ün ne kadar sıradan biri olduğunu gösterin.
…
Farkındaysanız son on yıldır tam da böylesi bir dönemden geçiyoruz.
Sözde demokratlık, tartışma kültürü adına neyi tartışıyoruz ve bizden neyi kabul etmemiz isteniyor?
Diyorlar ki siz soykırımcı bir milletsiniz!
Ermenilere soykırım uyguladınız.
Biz diyoruz ki hayır uygulamadık!
O zaman uyanık emperyalist diyor ki: Tamam madem uygulamadınız, bunu hemen reddetmeyin, tartışalım, öyle bir sonuca varalım.
Size mantıklı geliyor, nasılsa biz suçsuzuz, tartışmadan galip ayrılırız diyorsunuz.
Ama tartışma masası kurulduğunda hiç de ortada eşit bir tartışma şansı olmadığını görüyorsunuz.
Bir bakıyorsunuz, tüm televizyonlar, gazeteler, aydınlar sizin Ermenileri katlettiğinizi yaymaya başlıyor.
Kanıtları var mı?
Elbette yok!
Ama yalan bir kez yayıldı mı ve yalanı söyleyenlerin sayısı çok oldu mu, gerçeğin sesi çıkmaz oluyor.
Hayır diyorsunuz, gerçekleri bir de biz anlatalım.
Ama anlatamıyorsunuz, çünkü tüm propaganda kanalları size kapatılmış.
İşte o zaman anlıyorsunuz tartışmaya açmak denilen tuzağı.
Çünkü bu sürecin sonunda, ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile “acaba” demeye başlıyor!
Acaba gerçekten Ermenileri biz mi katlettik?
Yani ulusal benlikte ilk kırılma yaşanıyor…
….
Psikolojik harbin etkisi çok büyük bir hızla bu şekilde yayılıyor.
Sonra sıra Kürtlere geliyor!
Sizden tartışmanızı istiyorlar.
Tartışma başlıyor ve yine kaybediyorsunuz…
…
Bir düşünelim son dönemde neleri tartışmaya açtırdık ve neredeyiz.
Bugün Misak-ı Milli’yi pek önemsemiyoruz.
Kırmızı çizgileri umursamıyoruz.
Türk dilinin önemi kalmamış.
Bu ülkede federasyon da olabilir.
Ermenilerden özür dileyebiliriz.
Kürtlere biraz toprak verebiliriz..
Kısacası ulusal varlığımıza ait hayati her alanda ve konuda kaybetmiş durumdayız.
…
Peki sıra neye geldi?
Sıra Atatürk’e geldi.
Çünkü önemli olan ulusal önderi yok etmektir.
O halde tüm önderlere yapılanı Atatürk’e de yapalım.
O’nun ne kadar zalim bir diktatör olduğunu tartışalım.
O’nun aslında zaafları olduğunu tartışalım.
Hatta O’nun anasını bile tartışalım.
Evet, emperyalistlerin gündeminde bu vardır.
Tartışın diyorlar biz sizin atanızın anasını tartışmak istiyoruz!
Sonra?
Sonra da sıra sizin ananıza gelecek!
Hepinizinkine gelecek!
….
Ondan sonra Can Dündar çıkıyor ağlamaklı, diyor ki tamam tartışın benim belgeselimi ama biraz insaflı olun, önce izleyin sonra eleştirin!
Acıyacaksınız nerdeyse adama.
Sonra dört bir koldan saldırıyorlar; korkacak ne var ki, izleyin önce, inanmazsanız inanmazsınız!
İsterseniz eleştirin!
…
İşte asıl psikolojik harp cephesi de burada kuruluyor!
Yıllar öncesine gidiyorsunuz…
Mondros imzalanmış.
Sonra düşman askerleri İstanbul’a çıkartma yapmaya başlıyor.
Milyonlarca Türk sadece izliyor!
Demek ki önemli olan ilk adım, işgali izlettirebilmekmiş!
Ama aynı zamanda bir de masa!
Tartışacaksınız.
Tartışma masasında bizim sadrazam emperyalistlere yalvarıyor, biraz acıyın diye.
Peki izleyerek, tartışarak nereye varabilirsiniz?
…
Emperyalistler aslında şu anda beyinlerimize ve yüreklerimize yüzyılın çıkartmasını yapıyor.
Mehmet Akif, Çanakkale için ne diyordu
“Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.”
Ya şu Can’ın belgeseli?
Sizce daha büyük bir çıkartma değil mi?
…
Çıkartma sürerken iki tavır var alınacak.
Biri İstanbul’da işgalcileri karşılayan ve onlardan tokat yiyen bir Osmanlı paşası olabilirsiniz.
Ya da Dolmabahçe’den çıkartmayı izleyen bir padişah.
Belki de evinin perdesini kapatan sıradan ve suskun bir Türk…
Ama aslında hepsi aynı kapıya ve aynı kişiliğe çıkar.
İzlersiniz!
Her şeyi!
Ya da ilk kurşunu atan Hasan Tahsin olursunuz.
Hasan Tahsin’e kadar bu ülkede düşmana hiç kurşun atılmadığını bilmek ne kadar utanç verici aslında!
Peki Hasan Tahsin’i ne kadar tanıyoruz?
Hasan Tahsin’i Hasan Tahsin yapan nedir?
“İlk kurşun”dan önce de kurşun atmıştır Hasan Tahsin.
Tarihin garip cilvesi Hasan Tahsin Avrupa’dadır ve bir filme gider.
Filmde Türkler aşağılanmaktadır.
Hasan Tahsin bu filmi izlemez.
“Önce izleyeyim sonra eleştireyim” demez.
Ya ne der?
Türk’e küfredenin canına okurum der!
Ve çıkarır silahını ateş eder beyaz perdeye!
Film orada biter!
…
Hasan Tahsin’in insani ve sıradan yanıdır bu.
Hiçbir insan kendisine, anasına, babasına, atasına, milletine, bayrağına küfrettirmez.
En basit insan gerçeğidir.
İlkokulda bir çocuğun anasına küfretmeye kalkarsanız, sizinle anasının durumunu tartışmaz, bunun cevabı suratınıza yiyeceğiniz yumruktur.
Neden?
Çünkü çocuğun en insani ve sıradan yanıdır bu!
İşte Can’ın insani denilen belgeselinin bam teli de burası.
Diyor ki Can ben sizin atanıza küfredeceğim ve siz de izleyeceksiniz!
Medeni bir şekilde izleyeceksiniz!
Çıtınız çıkmayacak.
Sinemaya girecek ve orada size gösterilen yerde oturacak ve izleyeceksiniz.
Çıtınız çıkmasın, sinemadasınız!
Çıkınca fikrinizi söyleyin.