315) IRAK DRAMI: MUSUL’U NASIL KAYBETTİK?
Yayin Tarihi 3 Kasım, 2008
Kategori TÜRK DÜNYASI
TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA MUSUL SORUNU
Dicle’nin sağ kıyısında kurulmuş olan Musul şehri, Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran zaferinden (1514) sonra Osmanlı hakimiyet sahasına girmiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın Bağdat seferinden (1534-1535) sonra bu hakimiyet kesinleşmiştir. Osmanlı idari taksimatında Musul, altı sancaktan müteşekkil bir eyalet merkezi olarak yerini almıştır.(1) (1330) 1914 yılı salnamesine göre Musul vilayeti Kerkük, Süleymaniye ve Musul sancaklarından meydana geliyordu. Bu tarihteki idari bölünmeye göre Musul sancağı; Musul, İmadiye, Dahuk, Akfa, Zakho ve Sincar; Kerkük sancağı; Kerkük, Revandiz, Kuşnuk, Köş, Raniye, Selahiye ve Erbil; Süleymaniye sancağı ise, Merkez, Kalaınbriya, Şehr-i zor, Muhammerah ve Bozyan kazalarını kapsıyordu.(2)
Asırlarca Osmanlı yönetiminde kalan Musul vilayeti, 19. yüzyılın son çeyreğinde Batı emperyalizminin ilgi odağı haline gelmiştir. Bölgenin ekonomik ve stratejik önemi, Almanya ve İngiltere’nin kıyasıya bir mücadeleye girmelerine sebep olmuştur. Arap yarımadası ve Doğu Akdeniz ülkelerini Ortadoğu ve Uzakdoğu’ya bağlayan yolların üzerinde yer alması Mezopotamya’ya Hindistan’a yöneltilecek bir saldırı için ilk adımın atılacağı bir bölge olduğu gibi Basra Körfezi yoluyla da güneye yönelecek bir askeri harekatın başlangıç noktası olma özelliği kazandırmıştır. Böyle bir harekatı yapacak ordunun, stratejik harekat için geniş bir ikmal üssü ve emniyet sahası olan Mezopotamya’yı ele geçirmesi gerekir(3). Mezopotamya tarih boyunca Ortadoğu’yu besleyen tahıl ambarlarından biri olmuştur. Avrupa tekstil sanayiinin ihtiyaç duyduğu pamuk üretimine elverişli mümbit topraklara sahiptir. 19. Yüzyılın sonlarında insanoğlu yeni bir stratejik madde keşfeder. Bu maddenin adı petroldür. Petrolün ilk bulunduğu yerlerden biri de Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Musul yöresidir. Bu yeni buluş, emperyal devletlerin Mezopotamya’ya olan ilgisini daha da artırır.( 4)
Mezopotamya ve Musul, 19. asrın sonlarına doğru büyük güçlerin petrol arama ve imtiyaz kapma yarışına giriştikleri bir bölge olmuştur. 1871’de bölgede araştırma yapan Alman uzmanlar heyetinin Mezopotamya’nın zengin petrol kaynaklarına sahip olduğunu Osmanlı Devleti’ne bildirmesinden sonra II.Abdülhamit bölgedeki sondaj çalışmalarına hız verdirtmiş, 1898’de yayınladığı iki fermanla Musul ve Bağdat vilayetlerindeki petrol sahalarını Hazine-i Hassa’ya bağlamıştır (5).
Bölgede bulunan petrolün varlığı derhal büyük güçlerin dikkatini çekmiştir. Berlin-Bağdat Demiryolu’nun yapımını üstlenen Almanların ağırlıkla temsil edildiği Anadolu Demiryolu Şirketi daha 1888’de aldığı imtiyazla demiryolu hattının geçtiği topraklarda bulunabilecek hammadde kaynaklarını çıkartma ve işletme hakkını Osmanlı Devleti’nden almıştı. Musul’da petrol varlığının anlaşılması ve Almanların elde ettiği imtiyaz, İngilizleri de harekete geçirmiştir. Alman nüfuzunda inşa edilmeye başlanan Bağdat Demiryolu’nun Hindistan’daki İngiliz varlığını tehdit edebileceği korkusu ve Mezopotamya’da zengin petrol yataklarının mevcudiyeti, İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne karşı izlediği politikayı yönlendiren etkenler olmuştur. 1901’de İran’da petrol imtiyazını elde eden William Knox D’arcy İngiltere’nin İstanbul büyükelçisinin teşvik ve desteği ile Babıali ile görüşmelere başlar. 1907’den itibaren Shell ve Royal-Dutch şirketi de katılır. Fakat bu görüşmeler 1908’de Meşrutiyet’in ilanını takiben Mezopotamya’da ki Padişaha ait petrol alanlarının Hazine-i Hassa’dan alınıp Maliye Nezareti’ne bağlanmasıyla bir çıkmaza girecektir.(6) Ancak buna rağmen Shell ve Royal-Dutch şirketi yılmayacak ve bir yan kuruluşu olan Anglo-Saxon Oil Company vasıtasıyla Babıali ile görüşmeleri devam ettirecektir. Bu arada. Amerikalılar da Musul petrollerine ilgi duyacaklar ve Amiral Chester vasıtasıyla demiryolu ve petrol imtiyazı elde etmek için yarışa katılacaklardır. (7)
Amerikalıların imtiyaz yarışına katılmasından sonra petrol pazarlıkları iyice kızışır. 1912’de bir İngiliz bankacısı olan Sir Ernest Cassel tarafından kurulan Turkish Petroleum Company 19 Mart 1914’te Osmanlıların da imzaladığı bir anlaşma ile D’Arcy grubunun %50, Deutsche Bank’ın ve Anglo-Saxon Company’nın %25’er paya sahip oldukları bir ortaklık haline gelir. Bu anlaşmanın daha mürekkebi kurumadan İstanbul’da bulunan Alman ve İngiliz büyükelçileri Babıali’ye başvurarak Turkish Petroleum Company’ye Musul’da petrol imtiyazı verilmesini istediler. İstenilen bu imtiyaz Sadrazam Said Paşa’nın 28 Haziran 1914 tarihli yazılı cevabı ile verildi. Fakat Dünya Savaşı’nın başlaması, Turkish Petroleum Company’nin imtiyazı kullanma işini sürüncemede bıraktı.(8)
Mezopotamya’nın ekonomik ve stratejik değeri, daha Türklerin Odessa’yı bombalamasından (29 Ekim 1914) önce İngiltere’yi harekete geçirmişti. 15 Ekim’de hareketlenen Hindistan İstila Gücü “D” 23 Ekim’de Bahreyn’e ulaşmıştı. Arap şeyhlerini elde eden İngilizler, bu gücü savaş ilanı öncesi Bahreyn’e çıkartmaktan çekinmemişlerdir. 5 Kasım’da Osmanlı Devleti’ne savaş ilan eden İngilizler Basra’yı işgal ederek Mezopotamya’ya doğru yetmiş kilometre yaklaştılar. Bölgede bulunan Türk kuvvetleri, savaşın başında bir varlık gösteremediler, 29 Eylül 1915’te Kut düşmana teslim edildi. Ancak bu yenilgi sonrası takviye edilen Türk kuvvetleri Halil Paşa kumandasında İngilizleri önce Selman-ı Pak’ta yenilgiye uğrattılar ve yıl sonunda da Kut’u geri aldılar. Bu arada Rusya’nın İran üzerinden Mezopotamya’ya yönelik girişimleri de Ali İhsan Paşa’nın gayretleriyle önlendi. Böylece Irak’ta yeniden Türk hakimiyeti sağlandı. Ne var ki, 1916 Haziran’ında başlayan Arap isyanı bölgede güç dengesini İngiltere lehine değiştirdi. İleri harekata başlayan İngilizler 10 Şubat 1917’de Kut’u, 11 Mart’ta Bağdat’ı ele geçirdiler. Artık İngilizlere Musul yolu açılmıştı.
Devam eden savaş İngiltere’nin petrol ihtiyacını hat safhaya çıkarmıştı. Churchill’in deyimiyle “bir damla petrol, bir damla kandan daha değerli” hale gelmişti. 30 Haziran 1915’te Sir Maurice Bunsen başkanlığında kurulan “Asya Türkiye’sini İnceleme Komisyonu”‘nun hazırladığı raporda, Musul’daki petrol ve tüm ekonomik imtiyazlara sahip çıkmanın İngiltere açısından vazgeçilmez bir hedef olduğu vurgulanıyordu. Ancak savaş içerisinde 1916’da imzalanan Sykes-Picot Antlaşması’yla Mezopotamya’nın önemli bölümünü İngiltere alırken Musul ve yöresi Fransızlar’a bırakılmıştır. Müttefikler arası ahengi koruma düşüncesi İngilizleri böyle bir taviz vermeye zorlamıştır.(9)
İngiltere, Musul’u kağıt üzerinde Fransa’ya bırakmasına karşılık bu zengin ve stratejik bölgeden vazgeçmiş değildi. İngiliz ajanlarının Londra’ya gönderdikleri raporlarda, petrol, kömür, tütün ve tahıl zenginlikleriyle Musul’un potansiyel değerine dikkat çekiyordu. Bir taraftan da İngiliz ajanları bölgede halkı İngiliz yönetimine hazırlamak için propaganda faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Mütareke öncesi İngiliz Genelkurmayı Musul’u ele geçirmek amacıyla bölgeye bir askeri güç yollamaya karar vermiş ve 17 Ekim 1918’de General Marshall, Musul’a doğru harekete geçmiştir. Bölgeye İngiliz saldırıları sürerken 23 Ekim’de İngiltere Fransa’ya Sykes-Picot Antlaşması’nın, yöre şartlarının değiştiği için uygulanamayacağını bildirdi. Fransa’nın 1916 antlaşmasının uygulanmasında ısrarlı tutumu; İngiliz hükümetini Musul’un mukadderatı hakkındaki tasavvurlarını zaman içinde Fransızları rahatsız etmeden uygulamaya yöneltmiştir. Dışişleri Bakanlığı, Bağdat’taki İngiliz komiserine Fransız çıkartmasıyla çatışacak bir duruma sebebiyet verilmemesi ve yörenin askeri yönetim altında tutulması talimatını göndermiştir.(10)
Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada İngiliz kuvvetleri Musul’un otuz kilometre güneyinde bulunuyorlardı. Mütarekeye rağmen İngilizler, Musul’un hakimi olmak istiyorlardı. Hatta, müttefikleri olan Fransızları bile bu bölgeye sokmak niyetinde değillerdi. Bir an önce Musul ve yöresini işgal edip barış masasına güçlü bir şekilde oturmak istiyorlardı. (11)
Mütarekenin üzerinden daha 24 saat geçmeden İngiliz öncü kuvvetleri komutanı General A.Cassels, 6. Ordu Kumandanı, Ali İhsan Paşa’ya gönderdiği bir mektupla Musul’u işgal emrini aldığını bildiriyor ve hemen Türk kuvvetlerinin şehrin beş kilometre gerisine çekilmesini istiyordu.(12) Bölgede bulunan İngiliz komutanlarına Mezopotamya’nın Musul’u da ihtiva ettiği ve mütareke hükümlerince işgal edilmesi emri verilmişti. General Cassels’i harekete geçiren Londra’dan gelen işgal talimatıydı. (13)
Ali İhsan Paşa İngilizlerin bu isteğini Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya ileterek talimat istedi. İstanbul’dan gelen talimatta “Mutareke metninde Musul’un boşaltılmasını ve teslimini öngören herhangi bir madde olmadığını, düşman işgal isteğinde ısrar edip saldırıda bulunursa, karşılık vermeden kuzeye çekilmesi” bildiriliyordu.(14) 2 Kasım günü General Cassel şehri kuşatarak mütareke hükümlerince Türk garnizonunun teslimini istedi. Ali İhsan Paşa Musul’daki Türk birliklerini “garnizon” oluşturmadıklarını ileri sürüp şehrin teslimi teklifini reddetti. Ali İhsan Paşa’nın direnmekte ısrarlı olduğunu gören İngiliz Kuvvetleri Başkomutanı General Marshall devreye girdi. Taraflar arasında karşılıklı yazışmalar başladı. Marshall durumu İstanbul’daki Amiral Colthorpe’a telgrafla bildirerek meseleyi çözmelerini istedi. Marshall zamanın Türkler lehine işlediğini düşünüyor, devletler arası hukuk kurallarına göre bir süre aşımından sonra İngiliz işgalinin geçersiz sayılmasından korkuyordu. Colthorpe’in diplomatik girişimlerinin sonucunu beklemeyen Marshall sorunu kendisi çözmeye karar verdi. Şehirde bulunan Ermenilerin Türkler tarafından katledildiğini ileri sürdü (15); Ali İhsan Paşa’nın bunu yalanlaması üzerine tehdit yoluna başvurdu. 7 Kasım’da, 15 Kasım günü öğleye kadar şehir boşaltılmadığı takdirde dökülecek kanın sorumlusunun Ali İhsan Paşa olacağını söyledi.(16) Tehdit ve Colthorpe’ın diplomatik girişimi işe yaradı ve Türk birlikleri 8 Kasım günü şehri boşaltmaya başladılar. Aynı gün Musul valiliğine İngiliz bayrağı çekildi. Ali İhsan Paşa 9 Kasım’da İstanbul’a gönderdiği telgrafta General Marshall’in bütün silah ve teçhizatın teslimini istediğini her türlü mali kaynak ve levazımlara el konulduğunu, bunun Musul’un teslimi demek olduğunu İstanbul’a Harbiye Nezareti’ne bildirdi.(17) Nezaret Ali İhsan Paşa’nın bu telgrafını cevapsız bıraktı. İngilizler 11 Kasım’da Musul’da bulunan Türk mülki erkanının görevine son verdiler. Bir taraftan da şehri Türklerden arındırmak için, yoğun bir baskı uygulamaya başladılar:(18)
Bu gelişmeler karşısında Ali İhsan Paşa 26 Kasım’da General Fonshaw’a bir telgraf çekerek artık İngiliz isteklerini yerine getirmeyeceğini bildirdi.(19)
Fakat artık iş işten geçmişti. Zira 15 Kasım gününden itibaren Musul tamimiyle İngiliz işgali altına düşmüştü. Böylece mütareke hükümlerine aykırı olarak Musul şehrini ele geçiren İngilizler, bununla da yetinmeyerek işgallerini Musul vilayetinin tamamını kapsayacak şekilde genişletmeye başladılar; hatta bazı yerler de Diyarbakır vilayeti sınırına tecavüz ettiler.(20)
Musul’dan çekilen 6. 0rdu’nun karargahı Nusaybin’e taşındı. İngilizlerin esas niyetinin Ermenilerin göz koyduğu altı şark vilayetini işgal etmek ve kendi himayelerinde muhtariyet vermek olduğunu tahmin eden Ali İhsan Paşa ordunun menzil ambarlarında bulunan silah ve cephaneyi süratle Anadolu’nun içlerine naklettirmiş ve derhal yöre valileri ile yazışarak Güneydoğu Anadolu’da “Müdafa-i Hukuk” cemiyetleriyle yerel milis teşkilatları kurulmasını sağlamıştır. Ancak İngilizler Paşa’nın bu faaliyetlerinden hiç de hoşnut değillerdir. O’nun merkeze alınması için İstanbul’a baskı yaptılar. Bu baskılar kısa sürede semeresini verdi ve Paşa 6. Ordu Komutanlığı’ndan alındı. İstanbul’a dönmek üzere bindiği tren daha Haydarpaşa’ya girer girmez İngilizlerce tutuklanan Ali İhsan Paşa, Malta adasına sürgün edildi.(21)
Musul’un kaybında, İngilizlerin mütarekeyi çiğnemek pahasına bu zengin ve stratejik bölgeyi ele geçirmek kararlılığını göstermeleri ve Osmanlı Hükümeti’nin gereğinden fazla korkak davranması önemli rol oynamıştır.
Mezopotamya’nın zengin potansiyeli, 1916 tarihli Sykes-Picot anlaşmasıyla Musul’un Fransız nüfuzuna bırakılmasına rağmen İngilizler için bir ilgi odağı olma özelliğini muhafaza etmişti. 1917-1918 yıllarında yaşanan petrol krizi, Musul’u İngiltere açısından vazgeçilmez bir bölge haline getirmişti. Mütareke öncesi, Irak’ın önemli bir bölümünü ele geçiren İngilizler en yüksek petrol potansiyeline sahip Musul’un işgalini İngiltere açısından hayati bir mesele olarak görmüş (22) ve bölgeyi ele geçirmek için kararlı bir tutum sergilemiştir. Osmanlı Hükümeti ve Musul’da bulunan Ali İhsan Paşa ise, İngiliz baskısı karşısında çok zayıf bir direniş gösterebilmiştir. İşgali yaşayan General Wilson hatıratında, “Ali İhsan Paşa, Marshall’ın blöfünü görseydi, Marshall ilerleyemezdi.., ayrıca İstanbul ile Londra arasındaki müzakereler zaman alabilir, belki bir süre sonra -ara açıldığı için- İngiltere ilerleme emrini veremezdi, hele Türk erkanı, hatta Türk birlikleri kendilerine jandarma süsü vererek şehirde kalmakta diretselerdi; İngilizler, onları şehirden çıkartamazlardı” (23) diyerek bölgede bulunan İngiliz kuvvetlerinin Musul’u ele geçirebilecek güçten yoksun oldukları gerçeğini vurgulamaktadır. Ahmet İzzet Paşa Kabinesi’nin İngilizler karşısındaki izlediği teslimiyetçi politika da Musul’un işgalini kolaylaştıran önemli bir faktör olmuştur.
İşgal Sonrası Gelişmeler ve Ankara’nın Musul Siyaseti
(1918-1922)
İşgalden sonra İngilizler, Musul’un siyasi geleceği hakkında karar vermekte tereddüte düştüler. Musul konusunda İngiliz bakanlıkları arasında bir fikir birliği yoktu. Bölgede bulunan İngiliz Ajanları Londra’ya gönderdikleri raporlarda iki ayrı öneride bulunuyorlardı. Bazıları Irak’ın geleceği ve İngiliz çıkarları açısından Musul’u Irak’a bırakmayı önerirken, bölgenin etnik yapısını göz önünde bulunduran ajanları ise kurulacak Kürt Konfederasyonunun sınırlarına dahil etmek gerektiğini savunuyorlardı. Bu sırada Türk toprakları üzerinde bir Ermeni Devleti kurulması fikrinin arkasında İngilizlerin olduğu haberleri, bölgede bulunan aşiretleri İngiltere’den soğutmuş ve Türklerle birlikte hareket etme yollarını aramaya sevk etmiştir. Nitekim bu tepkinin sonucu olarak 22 Mayıs 1919’da, Şeyh Mahmut ani bir baskında Süleymaniye’ye girmiş, yönetime el koyduktan sonra bölgedeki İngiliz subaylarının tamamını hapse attırmıştı. Fakat Kerkük’ten harekete geçen İngiliz kuvvetleri 17 Haziran’da Süleymaniye’yi geri alıp Şeyh Mahmut’u esir ettiler.(24) Türkiye ile birleşmek amacıyla başlatılan bu ilk ayaklanma, bölgede bir Kürt Konfederasyonu kurmak fikrini zayıflatırken Musul’un Irak’la birleştirilmesi ihtimalini güçlendirdi. İngilizler bu olay sonrasında sembolik dahi olsa Musul’da Türk nüfuzu bırakmamaya karar verdiler.
Musul’da bunlar yaşanırken Samsun’a ayak basan Mustafa Kemal milli kurtuluş hareketini başlatmıştı. TBMM’nin açılışından sekiz gün sonra 1 Mayıs’ta Mecliste yaptığı konuşmada Mustafa Kemal şöyle diyordu: “…hudud-ı millimiz İskenderun’dan geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u Kerkük’ü, Süleymaniye’yi içine alır. İşte hudud-ı millimiz budur!” (25) Bu sözlerle açıkça ifade edildiği gibi daha Milli Mücadelenin başlamasında Mustafa Kemal, Musul’un Türk vatanın bir parçası olduğunu ilan ediyordu. Mustafa Kemal, Musul’un misak-ı milli sınırları içerisinde yer aldığını ileri sürerken İstanbul Hükümeti 10 Ağustos 1920’de imzaladığı Sevr Antlaşması ile bir çok Türk toprağı gibi Musul’u da İngilizlere bırakıyordu. Antlaşmanın 69., maddesine göre, “Müttefik Devletler Musul Vilayeti’ndeki Kürtlerin, (bağımsız olduğu takdirde)…kuzeyde kurulacak Kürt Devleti’ne katılmak istemeleri halinde bunu kabul edeceklerdi.”(26)
Bu arada. San Remo Konferansı sırasında İngiltere ile Fransa arasında imzalanan 24 Nisan 1920 tarihli antlaşmayla, Sykes-Picot Antlaşması’na göre Fransız nüfuz alanı olarak kabul edilen Musul, İngiltere’ye bırakıldı. Musul’un İngilizlere terkine karşılık olmak üzere Musul petrollerinin işletme payının % 25’i Fransızlara veriliyordu. Ayrıca İngiltere, Ruhr bölgesi üzerindeki Fransız iddialarını destekleyecekti.(27)
Fransa’nın devreden çıkmasından sonra İngiltere, Mezopotamya’da Irak devletinin kuruluşunu gerçekleştirdi. Sözde yapılan bir halk oylaması sonucu Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal Irak krallığına getirildi. (23 Ağustos 1921) (28)
Güneyde Irak krallığı kurulurken Musul bölgesinde Türk istihbaratçılarının etkin rol oynadıkları görülüyordu. İngiliz boyunduruğundan kurtulup kaderlerini Türkiye ile birleştirmek isteyen aşiretler İngilizlere karşı peş peşe ayaklanıyorlardı. İngiliz hava kuvvetleri isyanları bastırmak için bomba yağdırmasına rağmen olayların arkası kesilmiyordu.(29) 1921 ve 1922 yıllarında taraflar arasında Musul için sürmekte olan mücadele kızıştı. 1 Şubat 1922’de Mustafa Kemal Türkiye lehine gelişen uygun şartları göz önüne alarak, Musul’a bir miktar kuvvet gönderilmesi için Milli Müdafaa Vekaleti’ne emir verdi. Gönderilecek Türk kuvvetlerinin komutası Suriye ve Antep cephesinde önemli görevler almış olan Kaymakam Özdemir Bey’e (Şefik Özdemir) verildi. Özdemir Bey bir binbaşı, altı üsteğmen, dokuz teğmen, altı asteğmen ve bir subay namzedi ile bir hesap memurundan oluşan kadro teşkil etti. Aşiretlerden topladığı milislerle Fransız ordusundan kaçan Tunuslu ve Cezayirli askerlerin oluşturduğu yüz kişilik bir müfreze kuvvetiyle 15 Mayıs’ta Diyarbakır’dan yola çıkan Özdemir Bey, 22 Haziran’da Revandiz’e vardı. Bölgenin en büyük aşiretlerini yanına alan Özdemir Bey, 31 Ağustos’ta İngilizlere karşı saldırıya geçti. Derbent Muharebesi ile İngilizlere karşı kesin bir zafer kazandı. İngilizlerin durumu gittikçe daha vahim bir hal alıyordu. 18 Eylül’de Şaklara ilçesine giren Özdemir Bey, Musul ile irtibatı sağlamıştı.
Musul’daki askeri durum gün geçtikçe İngilizler aleyhine kötüleşiyordu, İngilizler buradaki birlikleri ya takviye etmeleri ya da çekilmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Kısa sürede takviye güç göndermeleri mümkün görünmüyordu. Eldeki kuvvetlerle Musul’u Türklere karşı savunmaları da imkansızdı. Bu sebeple ortada geri çekilmekten başka seçenek kalmıyordu. İngilizler belli etmeden kademeli olarak çekilme kararı aldılar. Nitekim bir süre sonra İngilizler Süleymaniye’yi boşalttılar. Süleymaniye Türklerin eline geçti. Aşiretler halkın sevinç gösterileri arasında şehre girdiler. İngiliz Savaş Bakanlığı hükümete sunduğu bir muhtırada ne Irak ordusunun ne de bölgede bulunan İngiliz kuvvetlerinin Türkler tarafından desteklenen aşiretleri durdurabileceğini belirtiyordu.(30)
Son gelişmeleri değerlendiren İngilizler Musul’u kuvvet yoluyla elde tutamayacaklarını anlayınca, Türklerle Kürt aşiretlerin arasını açmak gayesiyle Hindistan’da sürgünde bulunan Şeyh Mahmud’u 12 Eylül 1922’de Bağdat’a çağırarak Süleymaniye’ye gönderdi.(31) Mahmut’un Süleymaniye’ye gelerek liderliğinde bir devlet kurulduğunu ilan etmesi (32) aşiretleri ve Türkleri rahatsız ederken İngilizlere rahat bir nefes aldırdı. Hiç kimse onun kurduğunu söylediği devletin hakimiyetinde kalmak istemiyordu. Bölge halkı İngiliz ve Araplardan da nefret ediyorlardı. Artık Musul Türkleri bekliyordu. Mustafa Kemal Anadolu’da. kazandığı başarıları ile kısa sürede Musul halkının gözbebeği ve mahalli bir kahramanı haline gelmişti(33) Bu sırada; Özdemir Bey, Yüzbaşı Fevzi’yi Şeyh Mahmut ile temas kurmak amacıyla Süleymaniye’ye gönderdi. Bu görüşmede Şeyh Mahmut, İngilizlere karşı birlikte saldırıya geçmeyi önerdi. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için bölgeye takviye Türk kuvvetleri sevk etmek gerekiyordu. Özdemir Bey bu görüşmeyi Doğu Cephesi Kumandanlığına rapor etti. Kumandanlıkta Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’ne (Genel Kurmay Başkanlığı) bildirdi. Bunun hemen arkasından.vakit kaybetmek istemeyen Özdemir Bey, İran üzerinden Caf aşiretinin yaşadığı topraklardan geçerek Süleymaniye’ye yürümek için Doğu Cephesi Kumandanlığı’na bir öneride bulundu. Fakat bu öneri, Doğu Cephesi Kumandanlığı’nca uygun bulunmadı. Bölgede bulunan kuvvetlerin Revandiz’de toplanarak Elcezire Cephesinin başlatacağı harekata kadar savunmada kalınması emredildi.(34)
Şeyh Mahmut’a rağmen işin kötüye gittiğini gören İngilizler, aşiretleri menfaat karşılığı yanlarına çekmeyi denemeye karar verdiler. Süleymaniye’ye gönderilen Noel, bazı aşiret reisleriyle Bağdat’a döndü. Ancak gelen aşiretler zaten İngilizlerle işbirliği yapmış olanlardı. Üstelik şimdi bölgeye bağımsızlık verilmesini ve Şeyh Mahmut’un devletin başı olmasını istiyorlardı. Ne var ki, İngiliz Yüksek Komiserliği Mahmut’a ve onu destekleyen aşiretlere de artık güvenmiyordu. Zira Bağdat’a ulaşan bilgilere göre Mahmut Türklerle anlaşma yolları arıyordu. Ona güvenmenin bir hata. olacağını düşünen İngilizler, yine Hindistan’da sürgünde bulunan Seyyid Taha’yı devreye sokmaya karar verdiler. Seyyid Taha aşiretleri yanına çekeceğine inanıyordu. Kendisine hava desteği verildiği takdirde Özdemir Bey’in emrindeki kuvvetleri Revandiz’den püskürtebileceğini ileri sürüyordu.(35)
İngiliz Hükümeti gelişmeleri değerlendirmek ve Musul’daki içine düşülen duruma bir çözüm yolu bulmak amacıyla 8 Aralık’ta “Irak Komitesi” adını taşıyan bir heyeti Londra’da topladı. Bu toplantıda petrol bulunmayan Musul nehrinin kuzeyindeki toprakların Türklere bırakılabileceği görüşü ağırlık kazandı. Komite sorunun çözümünde inisiyatifi Lozan’da bulunan Curzon’a bırakma kararı aldı.(36)
Özdemir Bey’in kazandığı başarılar Ankara’da Musul’un kurtarılabileceği kanaatini uyandırmıştı. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, 7 Eylül 1922’de Musul’un silahla kurtarılması emrini Milli Savunma Bakanlığı ile Doğu ve Elcezire kumandanlıklarına bildirdi. Bu emre göre, “Elcezire Cephesi bütün kuvveti ile Dicle’nin iki tarafından Musul yönünde taarruz edecektir. Doğu Cephesi ise; Van, Hakkari ve Iğdır sınır kıtalarından teşkil edilen dağ bataryaları ile takviye edilen bir piyade tümeni, bir süvari tugayı, aşiret süvari tümenleri ve yerli halk ile takviye edilerek Özdemir Bey Müfrezesiyle birlikte İmadiye, Süleymaniye hattı üzerinden Musul-Kerkük hattına taarruzla görevlendirilecektir.” Genel Kurmay Başkanlığı’nca Elcezire Cephesi kıtalarının 10 Kasım 1922’ye kadar Siirt-Diyarbakır-Mardin-Cizre çevresinde toplanması ve Doğu Cephesinden gönderilecek kuvvetler gelince harekata geçmesi emredildi. 25 Aralık 1922 tarihli bir başka emirle toplanma bölgesi Şırnak, Cizre, Midyat olarak değiştirildi. Bu hazırlıklar yapıldığı sırada Lozan’da devam eden barış görüşmelerinin kesilmesi ihtimali belirdiğinden, Batı Anadolu ve Boğazlar bölgesinde güçlü bulunulması zarureti doğmuştu. Bu sebeple Elcezire Cephesi emrine gönderilecek uçak bölüğü Genel Kurmay Başkanlığı’nın 23 Aralık tarihli emriyle Batı Cephesi emrine verildi. (37) Genelkurmay Başkanlığı’nın emirlerinden anlaşıldığı gibi Lozan Konferansı başlamadan önce Türkiye, Musul’u savaşarak kurtarmak istiyordu. Fakat, konferansın başlamasıyla bir süre için askeri yöntemlerden vazgeçilip, diplomatik usullerle meselenin çözülmesi, Ankara’da daha uygun görülmüş olmalı ki, tüm hazırlıklar yapılmasına rağmen Musul’a beklenen Türk harekatı yapılmamıştır.
Türk Ordusunun Musul’a girmekten vazgeçmesinden sonra beklediği yardımcı kuvvetlerin gelmemesi; Özdemir Bey’in bölgedeki otoritesini sarsmış; yörenin en büyük aşiretlerinden olan Barzan ve Balik aşiretlerinin İngilizlerle, anlaşmaları da kuvvet dengesinin Türkler aleyhine dönmesine sebep olmuştu.
Cephane sıkıntısına düşen ve kuvvetleri azalan Özdemir Bey, İngilizlerle giriştiği mücadeleyi kaybederek İran’a sığındı. Silahları alınan Özdemir Bey ve müfrezesi, meşakkatli bir yolculuktan sonra 10 Mayıs 1923’te Van’ın Özalp ilçesine gelebildiler.
Lozan’da Musul Sorunu
1922 Eylül’ünde Yunan işgal kuvvetlerini Anadolu’dan tamamen atan Türkiye, 20 Kasım 1922’de Lozan’da nihai barış için düşmanlarıyla masaya oturdu. İngilizler konferans öncesi Musul’un Irak’ın bir parçası olması gerektiği tezini savunmaya başlamışlardı. Konferansta da aynı tezi savunacakları anlaşılıyordu. Musul konusunun konferansın açılışından bir hafta sonra yani 22 Kasım’da ele alınması kararlaştırılmıştı. Ancak İsmet Paşa, 26 Kasım akşamı Lord Curzon’a bu sorunun aleni görüşülmesinden vazgeçilmesini ve özel görüşmelerle halledilmesini önerdi. Bu önerinin kabul edilmesiyle başlayan ikili görüşmelerde taraflar arasında bir. anlaşmaya varılamadı. Türk tarafının Musul’un Türkiye’nin bir parçası olduğu ve Türkiye’ye iade edilmesi şeklindeki isteği, İngilizlerce bölge halkının çoğunluğunun Türk olmadığı ve Faysal ile yapılan anlaşma gereğince buranın Irak’ın toprağı olduğunu ileri sürerek kabul etmedi. Özel görüşmelerden bir sonuç alınamayınca Curzon Musul meselesini genel oturuma getirmeye karar verdi.(38)
Musul sorunu, konferansın 23 Ocak tarihli oturumunda gündeme geldi. İsmet Paşa, etnoğrafik, siyasi, tarihi, coğrafi, ekonomik ve askeri açılardan Musul’un Türkiye’nin bir parçası olduğunu ve İngilizlerin iddialarının ise ne kadar yersiz olduğunu uzun bir açıklama ile ortaya koydu. Paşa önce Musul vilayetinin nüfus çoğunluğunu Türklerle, Kürtlerin oluşturduğunu, ikinci olarak da Kürtlerin Turan kökenli ya da Türklerle aynı soydan geldiklerini Encyclopeadia Britannica’ya dayanarak ileri sürdü. Üçüncü olarak Kürtlerin kaderlerini kardeşleri olan Türklerle birleştirdiklerini vurguladı. Paşa en son olarak da Musul’un geleceğini belirlemek üzere bir plebisit yapılmasını isteyecektir. İsmet Paşa’nın İngilizlere karşı kullandığı en önemli koz bölge halkının Türkiye ile birlikte yaşama arzusudur. Bu nedenle Türk heyeti Musul sorununun lehine çözümü için plebisit yapılmasını ısrarla savunacaktır. İsmet Paşa’ya göre yöre halkı işgalden beri her vesile ile Türkiye’ye katılmak istediklerini göstermişlerdir. Başlarına İngiliz uçaklarının yağdırdığı bombalar bile Musul halkını bu kararından döndürememiştir. Musul vilayetinin doğu kesiminde yaşayanlara dört yıldan beri söz verilen özerkliğe dahi bölge halkı inanmamıştır. Bir plebisit yapıldığı takdirde bırakınız Musul halkını Irak halkı bile Türkiye ile birleşmek isteyeceklerdi.
Kurt bir politikacı olan Lord Curzon, Türk tarafının tezini çürütmek için karşıt iddialar ileri sürdü. Hiç inandırıcılığı olmayan İngiliz tezine göre, Türk tarafının nüfusla ilgili verdiği istatiki bilgiler gerçeği yansıtmıyordu. Bölgede yaşayan Türkler ancak nüfusun 1/12’sini teşkil ediyordu. Çoğunluk olan Kürtler ise Türk değil, İran kökenliydi. Bağımsız Irak Devletinin ekonomik ve siyasi açıdan Musul’a ihtiyacı vardı. İngiltere Faysal ile yaptıkları antlaşmaya sadık kalarak Musul’u Irak’ın ayrılmaz bir parçası olarak görüyordu. (39)
İki tarafın görüşleri arasında tek ortak nokta, Musul sorununun bir petrol sorunu değil, bir ülke sorunu olduğu görüşü idi. Oysa, Musul’un kaderini tayinde petrol faktörü tarafların görüşlerinin aksine çok büyük rol oynuyordu. Savaştan yeni çıkmış, ekonomik kaynakları sınırlı bir Türkiye için Musul petrolünün önemi pek büyüktü. Ancak, Türkiye devletin güvenliğini ön planda tutarak, Musul sorununu bir ülke sorunu olarak ele alıyordu. Ankara petrolün, sorunun çözümünde oynayacağı rolün farkındaydı. İsmet Paşa ile Curzon arasındaki ikili görüşmelerde İngiltere ile petrolü paylaşabileceklerini söylemesi, yine büyük petrol şirketlerine Musul’da petrol arama ve işletme imtiyazını alabilmenin yolunun Ankara’dan geçtiği mesajının verilmesi, hatta bu konuda bazı girişimlerde bulunulması, Türkiye’nin Musul petrolüne gösterdiği ilginin işaretleridir. Konferans sırasında Musul petrollerinden % 25 pay alan Fransızlar, İngilizleri desteklerken, Amerikan temsilcisi de Musul petrolünün de içinde olduğu bazı ekonomik imtiyazlar beklentisiyle Türk tezini destekliyordu.(40)
Daha barış görüşmeleri başlamadan uluslararası petrol şirketleri arasında Musul petrolü için kıyasıya bir rekabet başlamıştı. İngiliz ve Fransızların Musul petrollerine dair düzenlemelerinden Amerika Birleşik Devletleri hiç de hoşnut olmamıştı. Amerikan hükümeti Londra’ya gönderdiği sert notalarla, Mezopotamya’daki petrole ilişkin düzenlemelerin “açık kapı” ilkesine aykırı, olduğunu ileri sürüyordu. Chester grubu savaş öncesi Osmanlı Devleti ile önsözleşmesi yapılmış imtiyazı yürürlüğe koymak üzere devreye girerken Amerikan firmaları olan Standart Oil ve Anglo-American II.Abdülhamit’in varislerini bularak tasfiye edilen Turkish Petroleum Company’nin hisseleri üzerinde uluslararası sorunlar yaratma yoluna başvuruyorlardı. II.Abdülhamit’in Musul’daki emlakinden, o zamanın rakamlarıyla 20 milyon sterlin civarında bir gelir elde edilebileceği tahmin ediliyordu. Amerikalılar, varislerle anlaşabilirse padişah emlakinin Maliye Hazinesine devrinin yasal olmadığını ileri sürerek hak iddia edebilirlerdi. Taraflar bu konuda davalarının haklılığını ispat yarışına girişeceklerdir.
Bu arada Ankara da boş durmuyordu. Lozan’daki Türk heyetinden Ahmet Rüstem Bey ve iki arkadaşı Musul petrolleri için pazarlık yapmak amacıyla Londra’ya gönderildi. Bazı şirket temsilcileri ve İngiliz parlamenterlerle temas kuran Türk heyeti İngiliz hükümetine ulaşmaya çalışıyordu. Musul üzerindeki Türk hakimiyetini İngilizler tanısın, petrol sizin olsun tarzında bir propaganda yapan Ahmet Rüstem Bey ve arkadaşları İngiliz istihbaratının dikkatini çekmişlerdi. Lord Curzon’un hükümet yetkililerini uyarması üzerine Londra’da Türk heyetine randevu verilmemiştir. Musul petrolü, bir Meksika şirketi olan Agwi Petrol’ün dahi ilgisini çekmişti. İngiliz hükümetine gelen istihbarat, raporlarına göre, Türk Hükümeti Musul’daki petrol kaynaklarının tamamına sahip çıkmak azmindeydi ve II.Abdülhamit’in varisleriyle paylaşmak gibi bir niyeti de yoktu., 25 Şubat 1923’te Sömürgeler Bakanlığı’nda bir araya gelen İngiliz karar vericileri, petrolle ilgili bir durum değerlendirmesi yaptılar. Bu toplantıda petrol sorununa giden yolun bir an önce açılmasına karar verildi. İngilizler, Ankara’nın yaptığı gibi imtiyaz vaat ederek taraflar toplayacaklarını anlayacak ve Musul petrolleriyle ilgilenen şirketlerle temasa geçeceklerdir. Böylece Türkiye’nin elindeki koz alınmış olacaktır.( 41)
Tekrar Lozan Barış görüşmelerine dönecek olursak, İngiliz temsilcisi Curzon, Türk tarafının güçlü argümanlara sahip olduğu Musul sorununu konferans gündeminden çıkartarak, Milletler Cemiyeti’nin hakemliğine havalesini önerecektir. Sorunun İngiltere’nin ağırlığı olan Milletler Cemiyeti’ne havalesi, sorunun İngilizler lehine çözülmesi demekti. Türkiye üyesi olmadığı ve İngiltere’nin nüfuzunda olan Milletler Cemiyeti’nin Musul sorununa karıştırılmasını istemiyordu. Ancak diğer taraftan Musul sorunu yüzünden barış yolunu tıkamayı da düşünmüyordu. İsmet Paşa, 9 Şubat’ta müttefiklere sunduğu mektupta Türk tarafının görüşünü şu sözlerle açıkladı “Salt barışın yapılmasına engel olmamasını sağlamak amacıyla ve Türkiye ile İngiltere arasında bir yıl içinde bir ortak anlaşmayla çözümlenmek üzere, bu meselenin konferans programından çıkartılmasının yerinde olacağını düşünmekteyiz.” (42)
Curzon önerisini yaptıktan sonra Türk tarafının cevabını daha beklemeden Lozan’dan ayrılmıştı. Diğer delegelerin ayrılmalarını müteakip İsmet Paşa da Ankara’ya döndü. Türkiye’nin Musul Politikası TBMM’nde tartışmalara yol açtı. Hükümetin izlediği politikayı eleştiren ve kuvvet kullanarak Musul’u alma fikrini savunan milletvekillerine cevap için söz alan Mustafa Kemal şöyle diyordu: “…Bugün Musul meselesini halletmek istediğimiz vakit bu meselede karşımızda yalnız İngiliz değil; Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır. Yalnız karşı karşıya kaldığımız zaman İngilizlerle karşı karşıya kalacağız… Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek, bu mümkündür. Musul’u gayet kolaylıkla alırız. Musul’u aldığımızı müteakip muharebenin hemen son bulacağına kani olamayız. Yani bunu ayrıca konu etmek isterseniz. mahzurları kendi kendine ortaya çıkar.( 43)
Mustafa Kemal’in bu değerlendirmesinin, o günkü. siyasi konjüktür göz önüne alındığında gerçekçiliğin bir örneği olduğu görülür. 1922 Eylül’ünde yaşanan Çanakkale bunalımında Mustafa Kemal’i frenleyen sebepler ortadan kalkmış değildi. Türkiye İngiltere’nin hayati çıkarlarının bulunduğu Musul bölgesi için savaşın henüz bittiği bir sırada yeni bir savaşa girerek bütün elde ettiklerini bir anda tehlikeye atamazdı. Yalnız İngiltere değil, diğer bazı ülkeler de kendi çıkarları için Türkiye’ye karşı harekete geçebilirlerdi. Ankara için barış anlaşmasının imzalanması öncelik taşıyan bir konu idi.
Bu değerlendirmelerden sonra Türkiye Musul sorununun konferans programından çıkartılmasını ve iki ülke arasında bir yıl içinde ortak bir anlaşma ile çözümlenmesini istedi. Anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti Meclisi’ne götürülecekti. Lozan Konferansı’nın ikinci bölümünde Musul sorunu gündeme gelmedi. Türk tarafının bir yıllık önerdiği süre dokuz aya indirilerek üzerinde mutabakata varıldığı şekliyle Lozan Barış Antlaşması’nın 3. maddesinin 2. fıkrasında yer aldı.(44)
Lozan Konferansı’nda alınan karar gereğince ikili görüşmelere başlanması gerekiyordu. İngiltere tabiri caizse ayak sürüyordu. Bunun sebebi ise, Irak’ta düzeni kurduktan sonra yönetimi İngiliz yanlısı çevrelere bırakıp, kendisine en uygun ortam oluştuğunda çözüme gitmek istemesiydi. Bu yüzden görüşmelere hemen başlanamadı. İngiltere, Milletler Cemiyeti vasıtasıyla çözüme ulaşacağından emindi. Türkiye ile İngiltere arasında Lozan Antlaşması ile öngörülen ikili görüşmeler 19 Mayıs 1924 günü İstanbul’da başladı. “Haliç Konferansı” adı verilen bu toplantılara Türkiye adına Meclis Başkanı Ali Fethi Bey başkanlığında bir heyet katıldı. İngiliz heyetinin başkanlığını ise Sir Percy Cox yapıyordu. İlk toplantıda, Türk heyeti sınırın Musul’u Türkiye’ye bırakacak şekilde çizilmesi gerektiği tezini savunarak, bunun ırki, coğrafi ve tarihi delilleri üzerinde durmuştur. İngilizler ise Musul’un Irak’la birleşmesinde ısrar etmiştir. 21 Mayıs’taki oturumunda ise Cox Musul’un yanında Fırat’ın iki yakasındaki toprakları da istedi. 24 Mayıs’ta yapılan oturumda İngilizler Musul’la birlikte Hakkari’nin Beytüşşebap, Çölemerik ve Revandiz kasabalarını da talep ettiler. Taraflar görüşlerinde ısrar edince Haliç Konferansı 5 Haziran’da tatil edildi.(45)
Görüşmelerin kesilmesinden sonra Türkiye, Nesturilerin isyanıyla karşılaştı. Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler tarafından kullanılan bu Hıristiyan azınlık mütareke sonrası kaçtıkları İran’dan alınarak Irak’a yerleştirilmişlerdi. İngilizler Nesturileri İmadiye’ye yerleştirerek Türkiye’ye karşı bir tampon bölge oluşturmak istiyorlardı. 7 Ağustos 1924’te ayaklanan Nesturiler, Hakkari valisi ile jandarma kumandanını esir aldılar. İsyanda İngilizlerin parmağı olduğu ispatlandı. İsyan kısa sürede bastırıldı. Bu olayın ilgi çekici yönü isyanı bastırmakla görevlendirilen Cafer Tayyar Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle Musul vilayet sınırlan içerisine uzanan bir askeri harekata girişmeyi göze aldığını ifade etmesidir. Ancak Rauf Orbay’ın anlattığı bu anekdotu doğrulayan bir belge bulunmamaktadır.(46)
6 Ağustos 1924’te İngilizler Milletler Cemiyeti Konseyi’ne başvurarak Musul meselesini gündeme almasını istediler. Türkiye de bunu ilke olarak kabul etmiştir. Milletler Cemiyeti Meclisi’nde 20 Eylül 1924’te Musul meselesi görüşülmeye başlandı. Türk temsilcisi Fethi Bey Musul’da plebisit yapılmasına taraflar olduklarını açıkladı. İngiliz temsilcisi Lord Parmoor ise, sorunun Musul’un geleceği sorunu değil, Türk-Irak sınırının tespiti olduğunu ileri sürdü. İngiliz temsilcisi sınıf sorununun plebisit ile çözümlenemeyeceğini iddia ederek plebisite başvurulması önerisini reddetti. Sorunun çözümü için tarafsızlardan oluşan bir komisyon kurulmasını ve sorunu görüşüp bir karara bağlanmasını önerdi. Milletler Cemiyeti Meclisi, 30 Eylül’de Musul sorununu incelemek üzere bir komisyon oluşturulmasını kararlaştırdı. Üç kişiden oluşacak komisyon üyeleri tarafından devletlerin uyrukları arasından Milletler Cemiyeti Meclisi’nce seçilecekti. Taraflar komisyona yardımcı niteliğinde müşavirler atayabilecekti.(47)
Bu sırada Musul bölgesinde Türk ve İngiliz kuvvetleri arasında sınır çatışmalarının artması ve gerginliğe yol açması üzerine Türkiye’nin başvurması sonucu Milletler Cemiyeti Meclisi 29 Ekim 1924’te gerginliği azaltmak gayesiyle “Brüksel Hattı” olarak anılan çizgiyi geçici sınır çizgisi olarak tespit etti. Bu hat yaklaşık olarak Musul’u Hakkari’den ayıran eski vilayet sınırı idi.
Bundan sonra komisyon üyeleri belirlendi. Üçlü komisyon, eski Macar Başbakanı Kont Telek, İsveçli A. Wirsen ve Belçikalı A. Paulis’den oluştu. Komisyon 13 Kasım’da göreve başladı. İngilizler komisyonun kendi lehlerine karar vereceğinden son derece emindiler. Türklerin verilecek karara itiraz edeceğini de sanmıyorlardı. Milletler Cemiyeti’ne katılmak isteyen Türkiye’nin yalnızlığa mahkum olmamak için karara itiraz edemeyeceğini tahmin ediyorlardı.
Komisyon, Musul bölgesinde yaptığı incelemeleri değerlendirerek hazırladığı raporu 18 Temmuz 1925 günü tamamladı. Rapora göre, Brüksel hattı coğrafi sınır olarak benimseniyordu. Komisyon, ekonomik açıdan bölgenin Irak’a bağlanması sonucuna varmıştı. Komisyon, Irak’taki üç yıl sonra sona erecek manda yönetiminin 25 yıl daha uzatılması ve Kürtlere idari ve kültürel haklar verilmesi kaydıyla, Musul vilayetinin Irak’a bırakılmasının en iyi çözüm olacağını belirtiyordu. Bu iki hususa uyulmadığı takdirde Musul vilayetinin Türkiye’ye bırakılması daha uygun olacaktı. Ayrıca komisyon Musul’un İngiltere ile Türkiye arasında paylaşılabileceği önerisini de getiriyordu. İngiltere’nin Hakkari vilayeti üzerindeki iddiasını ise reddediyordu.(48)
3 Eylül’de Milletler Cemiyeti Meclisi komisyon raporunu görüşmeye başladı. İngiltere komisyonun Irak’a bırakılması için öne sürdüğü manda süresinin uzatılması ve Kürtlere özerklik verilmesi şartlarını kabul ettiğini bildirdi. Türkiye ise karan tanımadığını ve Musul üzerindeki hakimiyet haklarından vazgeçmediğini bildirdi. Türk temsilcisi Tevfik Rüştü Bey, Lozan Antlaşmasının Milletler Cemiyeti Meclisine bağlayıcı karar alma yetkisi vermediğini ve tarafları olumlu oylarının da bir karar için şart olduğunu söyledi. Meclis, 19 Eylül’de Milletlerarası Daimi Adalet Divanı’ndan istişari mütalaa sormak kararını aldı. Türkiye bu kararı da tanımadı. Divanın konuyu görüştüğü toplantıya katılmadı. Adalet Divanı verdiği mütalaada Milletler Cemiyeti Meclisi’nin kararının her iki taraf için de bağlayıcı olduğunu bildirdi. Meclis bu mütalaayı aldıktan sonra 16 Aralık 1925 günü evvelce geçici olarak belirlenen Brüksel hattının güneyinde kalan arazinin Irak’a bağlanması kararını aldı. Türkiye bu kararı da tanımadığını Musul üzerindeki egemenlik hakkını olduğu gibi muhafaza ettiğini Milletler Cemiyeti Meclisi’ne duyurdu. (49)
Türkiye’nin Cenevre’de gerçekleştirilen oldu bittiye karşı takındığı sert tavır fazla sürmedi. Zira Türkiye’yi uzlaşmaya iten sebepler çoğalmıştı. Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Türkiye’nin uluslararası yalnızlığa itilmesi,
2. İtalya’nın yayılma politikası,
3. İnkılapların tamamlanabilmesi için istikrara ihtiyaç duyulması,
4. Şeyh Said isyanı.
Türkiye’nin uluslararası yalnızlığı Milletler Cemiyeti’nde Musul sorunu görüşülürken iyice ortaya çıkmıştı. Türkiye’yi destekleyen Milletler Cemiyeti Üyesi- tek bir ülke dahi -yoktu. Bu durumda Türkiye elde ettiği bütün sonuçları tehlikeye atacak bir maceraya atılamazdı. Böyle bir teşebbüse girişmek İngiltere’nin yanı sıra bazı devletlerin de Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmek fırsatı verebilirdi. Bu sırada İtalya’nın Sicilya’ya askeri yığınak yaptığı haberleri alınmıştı. Bu haberler Ankara’da bu askerlerin Anadolu’ya yapılması düşünülen bir saldırıda kullanılacağı şeklinde değerlendirilmiş ve bir İtalyan saldırısından endişe duyulmaya başlanmıştı. Atina’dan Londra’ya gönderilen 23 Mart 1926 tarihli bir İngiliz raporu Türkiye’nin endişelerini doğrulamaktadır. Bu rapora göre İtalya, Yugoslavya ve Yunanistan uygun bir zamanda Türkiye’ye karşı birlikte harekete geçmeyi tasarlıyorlardı. Buna göre Yunanistan, Doğu Trakya’yı alacak; İtalya Anadolu’da hareket serbestisi elde edecek; Yugoslavya ise Arnavutluğu ilhak hakkına sahip olacaktı.(50) Bilhassa İtalya faktörünün Türkiye’yi Musul sorununda uzlaşmaya yönelttiği söylenebilir. Türkiye 17 Aralık 1926’da imza ettiği Türk-Sovyet paktına rağmen Sovyetler Birliği Milletler Cemiyeti üyesi olmadığı için yalnızlıktan kurtulamamıştır.
Musul sorunu Türk Dış Politikasının gündemini işgal ederken Türkiye içeride köklü bir değişim geçirmektedir. 3 Mart 1924’te Osmanlı devlet sisteminin son kurumu olan halifelik kaldırıldı. Bunu adım adım gerçekleştirilen diğer inkılaplar izledi. Bu inkılaplara içten ve dış dünyadan tepkiler geliyordu. Türkiye hedeflediği noktaya gelebilmek için istikrara ihtiyaç duyuyordu. 1925 yılı Şubat’ında başlayan Şeyh Sait ayaklanması, Türkiye’nin istikrar ihtiyacını ve dolayısıyla İngiltere ile anlaşma zorunluluğunu ortaya koymuştur. Bu ayaklanma Türk-Kürt kardeşliğini ve Musul’daki aşiretlerin Türkiye’yi tercih ettikleri tezini zayıflatmış ve uzlaşmaya yönelmesinde rol oynamıştır.(51)
Bu sebeplerle Türk Hükümeti Milletler Cemiyeti Meclisi’nin vermiş olduğu kararı esas olarak kabul ederek İngiltere ve Irak’la görüşmelere girişmiştir. Bu görüşmeler sonunda 5 Haziran 1926’da imzalanan anlaşma ile Musul sorunu çözümlenmiştir.
Bu anlaşmaya göre, Türkiye ile Irak arasındaki sınır esas itibariyle Brüksel hattı olacaktı. Fakat Türkiye lehine bazı küçük değişiklikler yapılacaktı. Antlaşmanın 14. maddesine göre Irak Hükümeti Musul petrollerinden elde edeceği kârın %10’unu yirmi beş yıl süre ile Türkiye’ye verecekti. Aynı gün 14.maddeye eklenen bir hükme göre, Türkiye % 10 hissesini sermayeye çevirmek istediği takdirde Irak Hükümeti, 30 gün içinde Türkiye’ye 500.000 İngiliz lirası ödeyecekti.(52)
Sonuç
Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Musul’un kaderinde, stratejik önemi yanında bölgede bulunan bol miktardaki petrol rezervleri etkili olmuştur. 20. yüzyılın başlarında Avrupa ve Amerikan emperyalizminin ilgi odağı haline gelen Mezopotamya bölgesi için sermaye çevreleri ve bunların yönlendirdiği devletler arasında kıyasıya süren bir mücadele başlamıştır. Bu mücadelede, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sonrasında İngiltere ile Almanya karşı karşıya gelirken, savaş sırasında Fransa ve ABD de bu mücadeleye dolaylı olarak katılmışlardır. Uluslararası bir sorun haline gelen Musul’a sahip olma mücadelesinde, İngiltere bölgede elde ettiği askeri avantajlarını kullanarak diğer devletlere karşı üstünlük sağlamaya çalışmıştır. Ayrıca İngiltere sorunu kendi lehine çözümlemeye çalışırken bölgenin petrolü ile ilgilenen. büyük sermaye çevrelerine petrolden pay vermek suretiyle karşısına çıkan bir çok engeli de aşmasını bilmiştir.
Anadolu’da emperyalizme karşı verilen milli bağımsızlık mücadelesinin bir benzeri de Musul bölgesinde yaşayan ve kendilerini Türk vatandaşı olarak gören yöre halkı tarafından İngilizlere karşı verilmiştir. Musul’da başlayan bağımsızlık mücadelesi içinde bulunan tüm olumsuz şartlara rağmen Ankara Hükümeti tarafından desteklenmiştir. Anadolu topraklarının düşman işgalinden kurtarılmasını müteakiben Türkiye Musul’u kurtarmak amacıyla bir askeri harekatın hazırlıklarına girişmiştir. Ancak, Lozan’da görüşmelerin kesilme tehlikesinin belirmesi ve savaşın yeniden başlama ihtimalinin ortaya çıkması üzerine planlanan askeri harekat yapılamamıştır.
Musul sorunu Lozan’da gündeme geldiğinde Türkiye sorunun İngiltere ile Türkiye arasında ikili görüşmelerle çözümlenmesi fikrini ortaya atarak karşısındaki rakip sayısını azaltmayı düşünmüştür. Bundan sonra iki devlet arasında 5 Haziran 1926 tarihine kadar devam edecek bir diplomasi savaşı başlamıştır. Lozan’da çözümlenemeyen Musul sorununun ikili görüşmelerde tarafların görüşlerinde ısrarı üzerine Milletler Cemiyeti’ne götürülmesi İngiltere’nin kozlarını kuvvetlendirmiştir. Nitekim Cemiyetin oluşturduğu İnceleme komisyonunun raporu Musul’u hukuken İngilizlere bırakmıştır. Bu rapor çerçevesinde Milletler Cemiyeti de Musul’u İngiltere’nin 25 yıl süreli mandaterliği kabulü şartıyla Irak’a bırakmıştır. Bu karara rağmen bölge üzerindeki iddiasını sürdüren Türkiye Şeyh Sait ayaklanması ile Musul üzerindeki hak iddiasını dayandırdığı tezin zayıfladığını anlayınca İngilizlerle anlaşma yolunu tercih etmiştir.
1932’de İngiltere’nin mandaterliğinin sona ermesi ve Irak’ın bağımsız bir devlet olması üzerine Türkiye, Musul petrolleri üzerindeki haklarını korumak için Irak ile bir protokol imzalar. Varılan anlaşmaya göre Irak devleti, Musul petrol gelirlerinin % 10’unu Türkiye’ye ödemeye devam edecektir. İngiltere resmen Irak’tan çekilmiştir, ama fiilen ülke petrolünün önemi dolayısıyla ülkedeki faaliyetleri ve etkinliği her geçen gün daha da artmıştır. Irak’ta 1937 ile 1941 yılları arasında peş peşe tam yedi darbe olayı yaşanır. Kralları, Başbakanları, Genelkurmay Başkanlarını ve üst düzey yöneticileri hedef alan suikastlar gerçekleştirilir. Bu istikrarsız dönemde Türkiye, Musul petrollerinden hissesine düşen % 10 payı doğru dürüst alamaz. 1952 yılında taraflar arasında Irak’ta yapılan görüşmelerde Türkiye, petrolden alacağı pay karşılığı olarak 100 milyon İngiliz lirası alacağı olduğunu ileri sürmüştür. Bu alacağın tahsili hususunda bugüne kadar özel bir çalışma yapılmamakla birlikte eldeki bilgilere göre Türkiye, alacağını, tahsil edememiştir. 1958’de yapılan darbe sonucunda Kral Faysal, ailesi ve üst düzey yöneticilerin yataklarında parçalanması ve yönetimin el değiştirmesinden sonra Türkiye’nin petrol alacağı bir daha gündeme getirilmemiştir.
1958 darbesinden sonra işbaşına gelen askerî yönetimler, Irak nüfusu içerisinde hatırı sayılır bir yere sahip olan Türk nüfusunu Türkiye’nin Irak üzerinde etkinliğini artıracak tehlikeli bir unsur olarak gördükleri için petrol bölgelerinin üzerinde oturan Türklere karşı yoğun, sistemli ve acımasız bir asimilasyon ve sindirme politikası yürüttüler. 1958’den günümüze kadar uzanan zaman diliminde binlerce Türk aydını idam edildi veya Irak zindanlarını boyladılar. 1991 Körfez Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler kararıyla 32 ile 34’üncü paraleller arasında kalan Irak toprakları korumaya alınırken temel matematik kuralları hiçe sayılarak 34’üncü paralel bir doğru olmaktan çıkarıldı ve zikzaklar çizen bir eğriye dönüştürüldü. Böylece sayıları 3 milyona ulaştığı söylenen Irak Türklerinin % 90’ı koruma sahasının dışına atılmış oldu. Bu garip uygulamanın tek nedeni, Türkiye’yi petrol bölgesinden uzak tutmak idi.
…..
Kuzey Irak’ta bağımsız Kürt devletinin kurulması, Türkiye için hiç arzu edilmeyecek bir gelişme olacaktır. Bu tehlikeyi önlemenin yolu, Saddam sonrası Irak’ın kaderi belirlenirken Türkiye’nin söz sahibi olmasıdır. Masaya oturtulduğunda Türkiye, Irak petrollerinden alamadığı yasal hakkı olan petrol payını ve nüfusları 3 milyonu bulan Irak Türklerinin siyasal, sosyal ve kültürel haklarını birer argüman olarak kullanabilir. Irak Türklerinin güçlü bir grup olarak bir takım haklara sahip olması, bölgeden Türkiye’ye yönelecek her türlü tehlikeyi önlemede önemli bir koz olacaktır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “savaş zarurî olmadıkça bir cinayettir.” Ancak görünen o ki, Irak’ta çıkacak bir savaş, Türkiye’nin hayatî çıkarlarını tehdit etmektedir. Gönül ister ki, Irak sorunu barışçı yollardan çözümlensin. Böyle bir gelişme, insanlık adına kazanılmış önemli ve güzel bir sonuç olur. Ancak bu dilek gerçekleşmez ve savaş yoluyla sorun çözülmek yoluna gidilirse, savaş sonrası Irak’ın gelecekteki yapısını tayin etmek için masaya oturan devletler arasında mutlaka Türkiye de olmalıdır.
Prof. Dr. İsrafil KURTÇEPHE
Akdeniz Üniversitesi
————————————————–
(1) “Musul Maddesi”, İslam Ansiklopedisi, C.VIII. s. 742.
(2) Musul Vilayeti Salnamesi, İstanbul, 1330.
(3) T.C.Gn.Kur.ATASE Bşk. Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi: Osmanlı Devri, Birinci Dünya Harbinde İdari Faaliyetler ve Lojistik, C.X. Ankara, 1985, S.28.
(4) Mim Kemal ÖKE; Belgelerle Türk-İngiliz ilişkilerinde Musul ve Kürdistan sorunu 1918-1926
Ankara, 1992, S.2-3.
(5) Kemal MELEK; İngiliz Belgeleriyle Musul Sorunu, 1890-1926, İstanbul, S.12.
(6) C.W.Woodhouse: Britain And Middle East, Paris, 1959, s.35 vd; Şükrü S.Gürel;. Ortadoğu
Petrolünün Uluslararası Politikadaki Yeri, Ankara, 1919, S. 54-58.
(7) Öke; age, s.3.
(8 ) Öke; age, s. 3-A.
(9) Mütarekenin imzalanmasının üzerinden daha yirmi dört saat Bakınız: E.E.Adamaf (Çev:
H.Rahmi), Sovyet Devlet ve Arşiv Belgelerinde Anadolu’nun Taksimi Planı, İstanbul, 1972.
(10) Öke; age, S,8-9
(ll) Melek; age, s.21
(12) Ali İhsan Sabis; Harp Hatıralarım, C.V. İstiklal Harbi ve Cihetleri, Ankara, 1951, s.6-7; La Question de Mossoul de la Signature du Traite d’Armistice de Moudros,İstanbul, 1925 Belge no:7
(13) Öke; age, s.l0
(14) La Question de Mossoul… , Belge no: 11
(15) La Question de MossouL… ,Belge no: 15-16
(16) Aynı eser, belge no: 22
(17) Aynı eser, belge no: 31
(18) Aynı eser, belge no: 32
(19) Aynı eser, belge no: 40
(20) Aynı eser, belge no: 41
(21) Sabis; age, S. 5-25.
(22) Daniel Yergın; Petrol Para ve Güç Çatışmasının Epik Öyküsü, Ankara 1995. s.214
(23) Öke; age, s.11
(24) Öke; age S.12-17; Ahmet Mesut; İngiliz Bölgelerinde Kürdistan 1918-1958, İstanbul, 1992 S. 39.
(25) Mim Kemal Öke; “Musul-Kerkük Dosyası”, Tercüman Gazetesi 12 Kasım 1986.
(26) Ömer Kürkçüoğlu; Türk-İngiliz ilişkileri (1919-1926), Ankara 1978, s.75 Kürkçüoğlu; age S. 276
(27) Y.Hikmet Bayur; Türk Devletinin Dış Siyasası, İstanbul, 1938 S.33; M.S.
(28) Lazarev; Emperyalizm ve Kürt Sorunu (1917-1923), S. 198-199
(29) Lazarev; age, S.199
(30) Gen.Kur.ATASE Bşk.lığı Türk İstiklal Harbi. C.IV: Güney Cephesi, Ankara, 1966, s.261-210.
(31) Mim Kemal Öke; Belgelerle Türk-İngiliz ilişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu 1918-1926, Ankara, 1992 S.99-100.
(32) Lazarev; age s.200-201
(33) Öke; age, S.101
(34) Türk İstiklal Harbi, C.IV, S.210-278.
(35) Öke; age., s.102
(36) Öke; age. , s.l 03
(37) İstiklal Harbi C.IV, s.270-278
(38) Lazarev; age, s.l03. .
(39) Scha L.Meray; Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler, Takım I, C.I,Kitap I, Ankara.1969, s.393-377; Ahmet Yavuz; Yakın Doğu Meseleleriyle ilgili Lozan Barış Konferansı Tutanakları 21 Kasım 1922-24 Temmuz 1923, C.I, Ankara.1969. s.404-415
(40) Öke; age, s. 104-114
(41) Öke; age., S.107-114
(42) Kürkçüoğlu, age, S. 287
(43) TBMM Gizli Celse Zabıtları, C.3,S. 1318
(44) Meray; Lozan Barış Konferansı…., Takım: II.C.II, S. 4
(45) Kürkçüoğlu; age., s. 292; Öke; age,. S.129-136
(46) Kamuran Gürün “Savaşan Dünya ve Türkiye”, İstanbul 1986, S.398-401; Öke, age., S.136-140.
(47) Kürkçüoğlu; age., S.292-294
(48) Ayın Tarihi, C.V, No:17, 1341, s.315 vd.
(49) Öke; age., S.141-164; Kürkçüoğlu; age., s.296-300 ; Gürün; age. , s.405-406 ; Toluner, Sevin; Milletlerarası Hukuk Dersleri, İstanbul 1989, s.37
(50) Kürkçüoğlu, age., S.302
(51)Yaşar Kalafat; Şark Meselesi ışığında Şeyh Sait Olayı, Karakteri Dönemindeki iç ve Dış Olaylar, Ankara,1992, s.179-211; Kürkçüoğlu; age., S.309-315
(52) Atatürk’ün Milli Dış Politikası, C.2, S.414-429
Yorumlar
“315) IRAK DRAMI: MUSUL’U NASIL KAYBETTİK?” yazisina 6 Yorum yapilmis
Yorum yap
ya ben aradığımı zaman zaman bulamıyorum ki genede siteniz güsel 🙂 🙁
ya ben ermeni diyom bana başka şey gösteriyo ben anlamadım olayı yani nese bence sitenize biraz daha bakım yapmanız gerekli.ama konular araştırılınca gerçekten kolayca yani fazlasıyla bulunabiliyo 🙁 🙂 🙁 🙂 🙁 🙂
bnce gayet güseL oLmş.. en azından dönem ödevimi burdan yapabiLdim.. teşekkür ederimm.
çook uzzun yinede güzel
çok aydınlatıcı bilgi ve kanıtlar olduğu gibi ortada şimdi bana söylesinler şeyh said ne kadar türkiye ye zarar vermiş ve geleceğini karartmış,hala beddi-ü zaman deyip adına tafralar yapanlara soruyorum bunlar hain değilde kimdir soruyorum…..saygılarımla.
Hocam cok uzun bir konu ve şarj im bitti daha sonra okumak kaydıyla esen kalın