31) NUTUK’TAN “ALTI ÇİZİLMİŞ” SATIRLAR
Yayin Tarihi 15 Nisan, 2008
Kategori ATATÜRK
Nutuk’tan “Altı Çizilmiş” Satırlar
NUTUK konusunda yazılmış dağınık yazıların sayısı kabarıktır; 1977 yılı Ekim’inde, söylenişinin ellinci yılı dolayısıyla Ankara’da -İ. Ü. Atatürk ve Devrimleri Araştırma Enstitüsü- Türk Tarih Kurumu ortak çabası ile – bir sempozyum düzenlenmiş, Türk Dili dergisinin Kasım 1977 sayısı bir özel sayı olarak bu konuya adanmış, Cumhuriyet gazetesi Ekim 1977 günü özel bir ek vermiş, dergi ve gazetelerde yazılar yayımlanmıştır.
Ancak, bütün, bu çalışmaların, devrim tarihimizin bu ana kitabını yeterince açtığını ileri süremeyiz. Kaldı ki, NUTUK’un daha, önemine yaraşır bir basım da yapılmış değildir.
Rusça çevirisi (1929–1934, 4. cilt) açıklayıcı notları, sözlüklü dizinleri vb. ile zamanında bir örnek idi. Biz, elli yılı aşkın bir zaman sonra, bugün de, bu basıma benzer bir basım yapabilmiş değiliz.
NUTUK’un önce dış öğeleri üzerinde kimi saptamalara gereksinme vardır. İçinde adı geçen kişiler, kuruluşlar, yer adları, kavramlar, giderek deyimler ve sözcükler; anılıp geçilen olayların ne olduğu, ilişkin belgeler; varsa yanlışlar; dizinler; sözlükler vb.
Bu arada, NUTUK’un ilk basımında (1927) altı çizilmiş satırlar dikkatten kaçmıyor. Bunları derleyerek, Gazi Mustafa Kemal’in ne gibi olay ve kavramların üzerinde önemle durduğunu belirlemek de, işlenecek konulardan biridir, diye düşündük.
NUTUK’un ilk basımı iri punto ile dizilmiş, resmi yazılarda, telgraflarda kent adlan daha ince puntolarla, yazıların altındaki imzalar ise siyah harflerle belirlenmiştir. Bunların dışında, sadece, kimi satır ve sözcüklerin altı çizilmiştir.
1934 basımından başlayarak, italik ve siyah harfler, daha iri puntolar kullanıldığı dikkati çekiyor. Ancak, bunlar, ilk basımdaki altı çizilmiş satırlardan çok daha yaygındır. Atatürk‘ün, NUTUK’u yazdıktan -genellikle yazdırdıktan- sonra düzeltmeler, eklemeler yaptığını, o zamanlar yakınında bulunanlar anlatmaktadırlar. İlk basımda görülen altı çizilmiş satırları doğrudan doğruya kendisinin çizdiği ya da çizdirdiğine inanmak gerekir; başkalarının buna kalkışacağı olasılığı düşünülemez. Sonraki (1934, 1938 ve 1950’den bu yana) basımlardaki değişik puntolu satırların, bölümlerin ise, bu basımları kendisinin gözden geçirmesiyle mi ortaya çıktığı; yoksa basımı hazırlayanların mı bunu gerekli gördükleri üzerinde bir bilgimiz yoktur. Buna göre, sadece, ilk basımdaki altı çizilmiş satırılar üzerinde -hiç değilse şimdilik- durmak zorundayız.
“Altı Çizilmiş Satırlar”
(s. 9). NUTUK’un girişi niteliğindeki ilk sayfalarda, ülkenin durumu anlatıldıktan sonra, verilecek kararın ne olabileceği belirtilir ve bu kararın dayandığı en güçlü düşünce ve mantık şu idi, denir:
“Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır.”
(s, 28).8/9 Temmuz 1919 gecesi, İstanbul hükümeti, onun resmi görevine son vermiş, Mustafa Kemal de o gece, Harbiye Nezareti ile Padişah’a, görevi ile birlikte askerlik mesleğinden de ayrıldığını bildirmiştir:
“Keyfiyet, tarafımdan; ordulara ve millete iblağ edildi. Bu tarihten sonra, resmi sıfat ve salâhiyetten mücerret olarak, yalnız milletin şefkat ve civanmertliğine güvenerek ve onun bitmez feyiz ve kudret menbahından ilham ve kuvvet alarak, vicdani vazifemize devam ettik…”
(s. 36). 23 Temmuz 1919’da Refet Bey’e (Paşa, Bele) yazdığı şifrede; daha önce Refet Bey’den aldığı yazıda, İngilizler nedeniyle izini kaybettirmesine ilişkin satırlarına karşılık:
“İzinizi kaybetmekten ise, Salahattin Bey’in müşkül vaziyetine girmesini tercih ederim.
Özdeş sayfada, şifre tel’in 8. maddesinde: Meclis-i Mebusan toplanmalıdır. Fakat İstanbul’da değil, Anadolu’da..”
(s. 47). Sivas valisi Reşit Paşa’ya 20 Ağustos 1919’da yazdığı yazıdan:
“Burada sunu da arz edeyim ki, bendeniz ne Fransızların ve ne de herhangi bir devlet-i ecnebiyenin sahabetine tenezzül eden şahsiyetlerden değilim. Benim için en büyük nokta-i sıyanet ve menba-ı şefaat milletimin sinesidir.”
(s. 50).Sivas Kongresi’nde, bir delege, başkanlığın nöbetle, delegelerin kentlerinin adlarına göre alfabe sırasına uyularak yapılmasını önerdiğinde:
“Efendiler, ben, vatanın, sahib-i teklifle beraber, bütün milletini hepimizin nasıl bir girive-i felâket içinde bulunduğumuzu, göz önüm getirerek çare-i halâs olduğuna kani bulunduğum teşebbüsatı namütenahi müşkilât ve mevanie rağmen, maddi, manevi bütün mevcudiyetimle, hayyiz-i fiile çıkarmaya çalışırken, benim, en yakın arkadaşlarım daha dün İstanbul’dan gelmiş ve bittabi vaziyetin içyüzüne gayr-ı vâkıf, hürmet ettiğim ihtiyar bir zat lisanıyla, bana, şahsiyattan bahsediyorlar.” (s. 51’de biter)
(s. 59). Halide Edip (-Adıvar)’in 10 Ağustos 1919’da İstanbul’da Mustafa Kemal’e gönderdiği mektupta, aşağıdaki satırlar -herhalde- Mustafa Kemal eliyle çizilmiştir:
“Sergüzeşt ve cidal devri artık geçmiştir.
Ati [İçin] inkişaf ve vahdet muharebesi açmağa mecburuz. Hududunda bu kadar çok evlâdı ölen zavallı memleketimizin fikir ve temeddün muharebesinde kaç tane şehidi var? Biz Türkiye’nin hayırlı evlâtlarından yarının banileri olmalarım istiyoruz- Rauf Bey kardeşimizle, sizin müştereken temelleri bile çöken zavallı memleketimiz için uzakları görerek düşünüp çalışmanıza intizar ediyoruz.”
(s. 66). Sivas Kongresi’nde, delegelerden birinin, manda’dan söz ederken:”Manda altına girdik demeyelim de isterlerse (devlet-i ebed-müddet olduk) diyelim.” sözleri üzerine, yine delegelerden Hüsrev Sami (Kızıldoğan) seslenir:
“Fakat bizim bu mesaiden maksadımız, kendimizi müda-faa ile millet-i ebed-müddet olduğumuzu ispat etmektir.”
“Bir millet mevcudiyetini ve istiklalini temin için kaabil-i tasavvur olan teşebbüsat ve fedakârlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek, o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir, Binaenlaeyh millet, berhayat oldukça ve teşebbüsat-ı fedakâranesine devam eyledikçe adem-i muvaffakiyet mevzuibahis olamaz.”
(s. 171). Harbiye Nazırı Cemal Paşa (Mersinli)’ya 5 Kasım 1919’da verdiği yanıtta, Meclis-i Mebusan’m toplantı yeri üzerindeki direnmesi:
“Mahall-i içtima hakkındaki nokta-i nazarda hükümetin sebatında isabet olduğunu, zaman ve vekayi ispat edecektir. Bu baptaki son mütalâahmızın, merakimden alınacak cevaplar üzerine, arz edileceğini bildirmiştik.”
(s. 242). 21 Şubat 1920 günlü şifre ile Rauf Bey’e yazısında, Köprülülü Hamdi Bey’in silahlı girişimiyle Fransızlardan alman Akbaş cephaneliği savaş gereçlerinden bir bölümünün İngilizlere geri verilmesi yolunda:
“Boş bir fişek kovanının bile İngilizlere iade edilmemesi daha muvafık olur fikrindeyiz.”
(s. 253). Rauf Bey (Orbay)’in, 8 Mart 1920 günü Mustafa Kemal’e telgrafında; Salih Paşa kabinesine güven oyu vermemek düşüncesi belirtildikten sonra:
“Ona nazaran vaziyetin temin buyurulması maruzdur.”
Bu satırın altım Rauf Bey’in çizmiş olması da olasıdır.
(s. 263). 16 Mart 1920 günü, İstanbul’un resmen İngilizlerce işgali üzerine, itilaf Devletleri temsilcileriyle millet meclislerine, tarafsız devletler dışişleri bakanlıklarına verilen Protesto’dan:
“…bu hareketin takdir-i mahiyetini resmi Avrupa ve Amerika’nın değil, ilim ve itfan ve medeniyet Avrupa ve Amerikasımn vicdanına tevdii ile iktifa..”
(s. 264). Yine o gün, komutanlara, vali ve mutasarrıflara, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine, belediye başkanlıklarına, Matbuat Cemi-yeti’ne Beyannamesinden:
“…İstanbul’u cebren işgal etmek suretiyle Devlet-i Osmaniye’nin
yediyüz senelik hayat ve hakimiyetine hitam verildi. Yani, bugün Türk milleti (…) Makam-ı hilâfetin tesirat-ı ecnebiyeden tahlisine…”
(s. 270). Meclis-i Mebusan Reisi Celâlettin Arifin 28 Mart 1920 günü Düzce’den Mustafa Kemal’e verdiği yanıtta:
“…Ankara’ya muvasalat-ı âcizanemi müteakip bilistişare aynca bir beyannamenin ilânı tabiîdir.”
(s. 299). T.B.M.M. İkinci Başkam ve Adalet Bakanı Celalettin Arif, Doğu illeri genci valisi olmak, Erzurum milletvekili, Hüseyin Avni (Ulaş)’yi de Erzurum valisi yapmak isteğindedir. Onun 22 Eylül 1920 günlü telyazısından:
“Erzurum’un emniyetsiz ve ümitsiz bir vaziyete düşerek artık kendi elleriyle idare edilmeleri lüzumunu, yegâne çare-i necat ve halâs addeylemiş olduğu bir zamanda buraya geldik. Karabekir Paşayının da hareketi, menafi-i memlekete tevafuk etmedi.
…Hüseyin Avni Beyin yirmi dört saala kadar tebliğ-i memuriyeti…”
(s. 392). T.B.M.M.’nin gizli oturumunda (4 Mart 1922); muhalefetin, olumsuz ve kötümser düşüncede olanların, Türk ulusunun kendi kendine bağımsızlığını sağlayamayacağı yolundaki kanılarım belirtip manda isteyenler dolayısıyla yaptığı konuşmadan:
“Türkiye’yi böyle sakim yollarda inkıraz ve izmihlal vadisine sevkedenlerin ellerinden kurtarmak lazımdır. Bunun için keşfolunmuş bir hakikat vardır ki, ona tebaiyet edeceğiz. O hakikat şudur: Türkiye’nin re’s-i tefekkürünü, büsbütün yeni bir imanla teçhiz etmek… Bütün millete ceyyit bir maneviyat vermek…“
(s. 396). 1922 yılı yaz aylarında, Batı devletleriyle olumlu, gerçek ilişkiler görülmediğini belirttikten sonra, diplomasi alanında umuda kapılmanın yerinde olmadığı yolundaki kanılarının kesin olduğunu ekliyor. Sonra:
“Kudret ve kabiliyetten mahrum olanlara iltifat olunmaz, insanlık, adalet, mürüvvet İcâbatînı, bütün bu evsafı haiz olduğunu gösterenler talep edebilir.”
(s. 401). Mart 1922 ateşkes önerisinden söz ederken, Beykoz ya da Venedik’te bir konferans toplanmasının sözkonusu olduğunu andıktan sonra:
“Fakat nihai zaferimizin tahakkuk anına kadar, bunların, hiçbiri tahakkuk etmedi.”
(s. 402). Mayıs 1922’de, Başkomutanlık yasasının Mcclis’te, muhaliflerin çabaları ile, uzatılmaması kabul edilip ordu başsız kalınca, verdiği karar üzerine:
“Memleketin ve maksad-ı umuminin menfaat-i âliyesi namına, ben de, Başkumandanlık vazifesini ifâya devam kararımı verdim ve bunu Heyet-i Vekiliye de bildirdim.”
(s. 403). 6 Mayıs 1922 günü T.B.M.M.’nin gizli oturumunda, Başkumandanlık sorunu üzerine konuşurken, Afyon milletvekili, Mehmet Şükrü (Koç)’nün, gizli oturumlarla gerçeğin ulustan gizlendiği, komedya oynandığı yolundaki sözlerine verdiği yanıttan:
“komedya oynayan ve oynatan Şükrü Efendi’nin kendisidir. Fakat emin olsun ki biz o komedyaya kapılmayacağız. Şükrü Efendi oynamak ve oynatmak istediği komedya neticesinde, yakalandığı kanun pençesinden, ne kadar büyük bir tezellül ile kurtulduğunu, unutacak kadar çok zaman geçmemiştir.”
Bu arada, Erzurum milletvekili Hüseyin Avni (Ulaş)’nin, görevlerin kişilerle olmadığı, kişi yoktur, ulus vardır yolundaki sözlerine yanıtından:
“Gerçi, asıl olan millettir, heyet-i içtimaiyedir. Onun da irade-i umumiyesi, Meclis’te mütecellidir; bu her yerde böyledir. Fakat, fertler de vardır. Meclis, memleket ve millet işlerini fertlerle, şahıslarla yapmaktadır. Her devletin umurunu tedvir eden şahıs ve şahıslar meydandadır.”
(s. 404). O günkü konuşmalarda Salâhattin Bey (Köseoğlu) de, en önemli görevlerinin politika yapmak olduğunu söylemiş, Mustafa Kemal şu yanıtı vermiştir:
“Hayır efendiler; bizim mühim ve asıl olan vazifemiz-, siyaset yapmak değildir. Bizim ve bütün memleket ve milletin bugün, yegâne vazifesi, topraklarımızda bulunan düşmanı süngülerimizle tard etmektir.”
Yine Salâhattin (Köseoğlu) Bey’in, askerlik masraflarını incelemek için başkumandanlığın varlığının engel olduğunu ileri sürmesi üzerine:
“…ben, ordumuzun mevcudiyet ve kuvvetini, paramızla mütenasip bulundurmak nazariyesini kabul edenlerden değilim; «paramız vardır, ordu yaparız; paramız bitti, ordu inhilal etsin…» Benim için böyle bir mesele yoktur.”
(s. 405). Yine o günün koşullarında, muhaliflerin, ulusa angarya yaptırıyor diye yakınmaları üzerine:
“Ordunun ihtiyacatı, millete angarya yaptırmayı istilzam ediyorsa, bunu yapıyoruz ve en doğru kanun, budur.
Kara Vasıf Bey, Başkomutanın cephe gerisindeki işlerle uğraşmamasını öne sürer. Mustafa Kemal, bu görüşü yanıltıcı bulur. Bir kişinin hem cephe, hem de cephe gerisi işleriyle uğraşabileceğini belirtir, ekler:
“Büyük işler deruhte etmemiş insanların, bu husustaki tereddütlerini, mazur görmelidir.”
(s. 406). Kara Vasıf Bey, Sakarya savaşından beri kıpırdayamadığımızı söylemiş, bu sözleri kimileri alkışlamışlardı. Mustafa Kemal, diyor ki:
“Bundan çok müteessir ve müieezzi oldum. Çok hicap duydum.”
Yine bu sayfada, Mustafa Kemal, Meclis’e, ordunun şu dakikada başsız bulunduğunu söylüyor; kararını da bildiriyor:
“Düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Binaenaleyh, bırakmadım, bırakamam, ve bırakamayacağım.”
Sonunda, Başkumandanlık Kanunu uzatılmıştır.
(s. 407). 20 Temmuz 1922 günü, Başkumandanlık Kanunu üzerinde görüşme açılmış. Kanun bu kez, süresiz olarak uzatılmıştır. Mustafa Kemal, o günkü konuşmasında, işgal edilmiş bölge ve kentlerimiz ana yurda katıldığında, ulusla birlikte en büyük mutluluklara ulaşılacağını söylüyor ve ekliyor:
“Benim başkaca, ikinci bir saadetim olacaktır ki, o da, davay-ı mukaddesimize başladığımız gün, bulunduğum mevkie rücu edebilmekliğim imkânıdır.
Sine-i millette serbest bir fert olmak kadar, dünyada bahtiyarlık var mıdır?
Vâkıf-ı hakayik olan, kalp ve vicdanında manevi ve mukaddes hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamatın hiçbir kıymeti yoktur.”
(s. 414). Büyük utku kazanılınca, Rauf Bey (Orbay)’den 4 Eylül’de alınan bir telgrafta, ateşkes konusunda İstanbul’dan haber geldiği bildirilir. 5 Eylül 1922’de verdiği yanıtta, Anadolu için görüşmenin yeri kalmadığı, ateşkesin ancak Trakya için söz konusu olacağı yolundaki sözlerine; Eylül’ün onuna kadar hükümete resmen başvurulursa, aşağıda belirteceği koşullar ileri sürülerek yanıt verilmelidir yönergesini ekler.
(s. 415). O gün kendisine verilen bir telgrafta, İzmir’deki İtilaf Devletleri konsoloslarına, Mustafa Kemal ile görüşmelerde bulunma yetkisi verildiği bildirilerek, hangi gün ve nerede konuşabileceği soruluyor. Verdiği yanıtta: “9 Eylül 1922’de, (Nif)te!” buluşacağını bildiriyor. Gerçekten, dediği günde kendisi Nif (Kemalpaşa)’te bulunmuştur, ancak görüşme isteyenler orada değillerdir:
“Çünkü, ordularımız İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz’e vasıl olmuş bulunuyorlardı.”
Büyük utkuya ulaşan savaşlar için özdeş sayfada söyledikleri:
“Her safhasıyla düşünülmüş, ihzar, idare ve zaferle intaç edilmiş olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk zabitan ve kumanda heyetinin, yüksek kudret ve kahramanlığım tarîhte bir daha tesbit eden muazzam bir eserdir.
Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin, lâyemut abidesidir. Bu eseri vücuda getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun başkumandanı olduğumdan, ilelebet mesut ve bahtiyarım.”
(s. 419). Rauf Bey (Orbay), saltanatın kaldırılmasına karşı olduğunu belirttiği halde:
“…Benim yeni kararıma muttali olduktan ve bahusus kararımın lehinde ve saltanatın lağvı hakkında beyanatta bulunmasına dair teklifim karşısında … … mutavaat göstermiştir.”
(s. 420). Sadrazam Tevfik Paşa (Okday) 17 Kasım 1922 günlü, Mustafa Kemal’e gönderdiği telgrafta, kazanılan utkunun İstanbul – Ankara ikiliğini ortadan kaldırdığını bildirir. Mustafa Kemal, İstanbul’daki temsilcileri Hâmit Bey (Hasancan)’e çektiği telgrafta, Tevfik Paşa’ya, devletin politikasını karıştırmamalarını bildirmesini ister. Oysa, Hâmit Bey’ce, bunun, kendisine özgü bir yönerge “telâkki edilmiş” olduğu, altı çizilerek belirtilmektedir.
(s. 423). 17 Kasım 1922 günü, eski padişah Vahdettin’in bir İngiliz gemisiyle kaçtığını bildiren belgeler üzerine:
“Sakim bir tevarüs usulü neticesi olarak büyük bir makam, tantanalı bir unvan ikraz edebilmiş bir sefilin, izzet-i nefsi çok yüksek, asil bir milleti nasıl hacil bir vaziyete düşürebileceği, o zaman, daha tabii surette anlaşılır.
Filhakika, her ne sebep ve suretle olursa olsun, Vahdettin gibi hürriyet ve hayatını milleti içinde, tehlikede görebilecek kadar âdi bir mahlûkun bir dakika dahi olsa, bir milletin resikârında bulunduğunu düşünmek ne hazindir! Şayanı-ı teşekkürdür ki, bu alçak, mevrus saltanat makamından, millet tarafından ıskat olunduktan sonra, denaetini itmam etmiş bulunuyor. Türk milletinin, bu tekaddümü elbette, takdire layıktır.
Aciz, âdi, his ve idrakten mahrum bir mahlûk; kabul eden herhangi bir ecnebinin himaye-sine girebilir; fakat böyle bîr mahlûkun, bütün islamların halifesi sıfatını haiz bulun-duğunu ifade etmek elbette muvafık değildir. Böyle bir telâkkinin doğru olabilmesi evvel-i emirde bütün islâm kütlelerinin esir olmaları şartına vabestedir. Halbuki, cihanda, hakikat, böyle midir? Biz, Türkler, bütün tarih-i hayatımızda hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz! Kıymetsiz hayatlarını iki buçuk gün fazla, sefilane sürükleyebilmek için, her türlü mezelleti mubah gören halifeler oyununu da sahneden kaldırabileceğimizi gösterdik. Bu suretle devletlerin, milletlerin, yekdiğeriyle münasebatında şahısların, bahusus mensup olduğu devlet ve milletin zararına da olsa, şahsi vaziyet ve hayatlarından başka bir şey düşünemeyecek pespayelerin ehemmiyeti olamayacağı hakikat-i malûmesini teyit ettik.
Milletler münasebatında, mankenlerden istifade sistemine rağbet devrine hatime vermek, medeni âlemin samimi temenniisini teşkil etmelidir!”
(s. 425). Yeni seçilen halife Abdülrnecit’in kullanacağı sanlar ve nasıl giyineceği konusunda, İstanbul’daki temsilci Refet Paşa (Bele) ile yazışmalarında, bu san ve kılıkların adlan geçerken, sözcüklerin altı çizilmiştir:
Hadimülharemeyn, sarık, Halife-i Resulullah.
(s. 427). Halife seçimi dolayısiyle 18 Kasım 1922 günü yapılan konuşmalarda, düşmanlar ve halifelerin birlik olarak her şeyi yapabileceklerini belirttikten sonra, vurgulamaktadır:
“Fakat, yeni Türkiye’nin tarz-ı idaresini, siyasetini kuvvetini katiyen sarsamazlar.”
Kaçak halifeyi (Vahdettin’i) tahtından indirmek, yenisini seçmek ve benzeri işlemlerde:
“…söylediğim nokta-i nazarlar dahilinde hareket zaruridir.”
Mustafa Kemal, bu tümceden önce, “Hakimiyet hiçbir mâna, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve delâlette iştirak kabul etmez. Ünvanı Halife olsun, ne olursa olsun, hiç kimse bu milletin mukadderatında müşareket sahibi olamaz. Millet, buna katiyen müsaade edemez. Bunu teklif edecek hiçbir millet vekili bulunamaz” sözleriyle “nokta-i nazar”ı da saptamıştır.
(s. 430). Refet Paşa’nm Halife Abdülmecit’e “Konya” adında bir at armağan ettiğini bildiren, kardeşi Rifat Bey’e yazılmış mektubundan :
“Hayvanın taraf-ı Hilâfetpenahilerinden takdir edilmesini lûtf-i İlâhi telâkki ediyorum.
…sadık bir askerin gaza yadigârı olarak…
.. .Halife hazretlerinin en kalbi ve en ubudiyetkâr hislerle ellerini öptüğümün arz ve iblağı…
Konya’yı ve bu şifreyi Seryaver Sekip Bey’e … teslim ediniz.”
Seryaver Sekip Hakkı Bey’in, Trakya Fevkalâde Mümessili Refet Paşa Hazretleri’ne yazdığı yazıdan:
“…teyit buyurulan hissiyat-ı halisa-i musadıkperveriden…
…Cenab-î Cebrail, Hazret-i Fahr-i Kâinata (S. A. M.) tebliğ-i ri-salet eylediği gibi zat-ı devletiniz de Halife hazretlerine tebliğ-i vekâlet buyurduğunuzdan dolayı vücud-ı âliniz kendilerine bütün hayat-ı güzeştelerinin en mesut ve müteyem-men bir hâdiesesini daima ihtara vesile…
…Hilâfetpenah efendimizin hissiyat-ı hakikiye-i muhalâsat-kârane ve kadirşinasanehrine ne dereceye kadar tercüman olabileceğimi
…selâm-ı mahsus-ı zülullahi ve ed’iye-i hayriye-i vekâletpenahiyi tebliğ ve tebşir ile kesb-i şeref…”
(s. 431). Milletvekillerinden Şükrü Hoca (Çelikalay) ve arkadaşlarının, Halife sanı ile bir “hükümdar” ortaya koyma çabalarını, bu yolda yayın12 yaptıklarım işaret ettikten sonra, diyor ki:
“Fakat, bunca asırlarda olduğu gibi, bugün dahi, akvamın cehlinden ve taassubundan istifade ederek hiçbir türlü siyasi ve şahsi maksat ve menfaat temini için dini âlet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların, dahil ve hariçte mevcudiyeti, bizi, bu zeminde söz söylemekten, maateessüf henüz müstağni bulundurmuyor. Beşeriyette, din hakkındaki ihtisas ve vukuf her türlü hurafelerden tecerrüt ederek, hakiki ulum ve fünün nurlarıyla mussaffa ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her yerde tesadüf olunacaktır.”
SAMİ N. ÖZERDİM
HEDDAM
Yorumlar
“31) NUTUK’TAN “ALTI ÇİZİLMİŞ” SATIRLAR” yazisina 4 Yorum yapilmis
Yorum yap
Sayın Yılmaz Bey,Atatürk’ün “Nutku)Söylevi hakkındaki engin bilgilerinize ,sağlıklı olmanızı dilerim.Tabiyatiyle her Türk’ün evinde Atatürk’ün NUTKU olmalıdır.Olmayanlarda çağımızın aktif ,çalışkan bilim adamlarımız siz Sayın VE SİZİ GİBİ AKADEMİSİYENLERİMİZİN bilgilerinden yararlanmalarını içtenlikle tavsiye ediyorum.Ortaöğretimdeki ,heyecanlı genç arkadaşların takibini,füzuli bilgisayar odalarında zamanı değerlendirmeleri gerekir.Bu vesileyle Atatürk’ümüz’üanlamaya çalışırsınız.Acaroğlu
Allah Razi olsun sizlerden devamini dileriz
allaha emaned olun
Fakibey
GERÇEK AYDIN
“Toplumu iki kişi bozar: Biri, şerre yönelen aydın, diğeri cahil sofudur.”
Hadis
Medyada köşe kapmış bazı aydın ve yazarların yazıp çizdiklerini okuyunca insan, kime ne diyeceğini bilemiyor, şaşırıp kalıyor. Hikmeti kendinden menkul bu aydın ve yazarlar, Cumhuriyeti sevmiyorlar, demokrasiyi beğenmiyorlar, yazılarından ve söylemlerinde, adeta milli tarihe, Cumhuriyet’e ve Atatürk’e karşı kin ve nefret kusuyorlar. Cumhuriyetin değerlerini, kurucu ilkelerini ve Lozan’ı hiçe sayıyorlar. Yatıp kalkıp Kürt sorununu kaşıyorlar. Terör ortamına rağmen Türkiye’de ‘demokrasinin rayına oturmadığını’ ileri sürerek özgürlük alanlarının daha da genişletilmesini istiyorlar. ‘Kemalizm’ diye nitelendirdikleri Cumhuriyet’ten ve Atatürk devrimlerinden bir nevi intikam alıyorlar. Bir takım polemikler yaparak bu milletin doğru bildiği şeyleri, topluma yanlışmış gibi göstermek suretiyle vatandaşların kafasını karıştırmaya çalışıyorlar.
Yazarken, söylerken kamu yararı gözetmiyorlar. Bilerek bilmeyerek şer güçlere alet olup topluma ayrılık tohumları atıyorlar. Toplumu, bir ve beraberlik içinde yaşatan tarihi ve milli bağlarından kopartmak, milli değerleri çökertmek için adeta yıkım ekibi gibi hareket ediyorlar. Bunların içinde “Ulus devlet” yapısının Kürt sorununu yarattığını ileri sürenler, bölücülerin sözcülüğünü yapanlar bile var. Tıpkı Mütareke basınında Kuva-yı Milliyeciler’e düşman kesilen ‘Ali Kemaller’ gibi, Atatürk’ü, orduyu ve milliyetçileri topa tutuyorlar. Atatürk’ün ülke için yaptıklarını ve ülkeye kazandırdıklarını hafife alıyorlar.
‘Küreselliği’ kutsayıp, Atatürk Milliyetçiliğini karalıyorlar. Diğer taraftan etnik ayrışmayı topluma ‘demokratik talep’ diye takdim ediyorlar. “Ne Mutlu Türküm Diyene!” sözüne lanet okuyorlar. Vatanını, milletini sevenlere ‘ırkçı, faşist, darbeci, eli kanlı katil, statüko zaptiyesi’ diye sövüyorlar, etnik temele siyaset yapan bölücüleri, asıl eli kanlı katilleri ise ‘zulüm görmüş, hakları elinden alınmış, gadre uğramış, mağdur’ insanlar diye savunuyorlar. Kürt sorunu etnik temele dayalı bir ayrışma projesi olduğu halde, ısrarla ‘Daha çok demokratikleşme’ ile bu sorunun çözüleceği fikrini ileri sürüyorlar.
Her vesile ile devletin resmi tezlerine karşı çıkan bu sözde aydın ve yazarlar, gayr-i milli tezlerin savunuculuğunu yapıyorlar. Soykırım konusunda Ermenilerin, Kıbrıs konusunda Rumların, Terör konusunda devletin değil, PKK’nın yanında yer alıyorlar. Teröristlere yönelik operasyon yapıyor diye, devlete ve askere çatıyorlar. ‘Kemalistlere Türkiye’yi’ dar edeceğiz, Kemalist rejim çözülmelidir” diye meydan okuyorlar.
Özetle:
Her fırsatta saldırıyorlar, devlete, millete, Sakarya’ya.
Milli olan ne varsa, hepsini çıkarmak istiyorlar ıskartaya!
Ülkede milli birliğin ve beraberliğin bozulmasında bu tip sözde aydınların payı büyüktür. Doğru olmayan fikirleri, kamuoyuna doğru gibi pompalıyorlar. Milli değerlerin içini boşaltıyorlar.
Bir ülkeye en büyük fenalık kendini aydın sananların düştüğü yanılgılardan gelir. Maalesef bu çevrelerin bu sorumsuz tutumları,ülkeye düşmandan daha fazla zarar vermektedir. “Gerçek aydın, ülkesinin anteni olmalıdır.”(*) Aydın kısmı, toplumun sadece anteni değil; aynı zamanda vicdanı ve şuuru olmalıdır.
Yeri gelmişken Yüce Atatürk’ün, bu tip sözde aydın ve yazarlar için yıllar önce söylediği bir sözü burada söylemek isterim:
“Bir memleketin düşmandan zarar görmesi acıdır. Fakat kendi ırkından büyük tanıdığı insanlardan zarar görmesi ondan da acıdır.”
Ünlü sözdür alem bilir, haklı söze ne denir?
C.K.
Hocam;buradan verdiğiniz bu güzel hizmet,gönül isterdi ki;Heryerde yayımlansın…