291) MANKURTLAŞMA SÜRECİ

Yayin Tarihi 22 Ekim, 2008 
Kategori KATEGORİLENMEMİŞ

MANKURTLAŞTIRMA  SÜRECİ

alkol-bagimlisi.jpg              

Bu yazıda, ulusal eğitim ve kültür anlayışından nasıl uzaklaştırılmakta olduğumuz açıklanmaya çalışılmaktadır. Yazıda, emperyalizmin, işbirlikçi çevreler aracılığıyla toplumun zihnini yeniden inşa ettiği, böylece toplumu “mankurtlaştırdığı”, bunun sonucunda ulusal reflekslerin nasıl  aşındırıldığı ve ulusal  direncinin nasıl  kırılmak istendiği üzerinde durulmaktadır.

Mankurtlaşmak Ne Demektir?

Dilimizde “mankafa” sözcüğü argo da olsa yaygın biçimde kullanılmakla beraber, “mankurt” sözcüğünün aynı yaygınlıkta olmadığını biliriz. Mankurt sözcüğünü Cengiz Aytmatov gündemimize yeniden soktu. Mankurtlaşmak, ulusal kimlikten uzaklaşma, topluma ve kültüre yabancılaşma, zihnin yeniden inşası yoluyla bilinçsizleşme, egemen güçlere ve süper devletlere yaranmayı içeren sosyo-kültürel bir kavramdır.

Zihni yeniden kurgulanarak mankurtlaştırılan kişi, düşmanını “efendi” kabul ederek kendi halkına ve değerlerine karşı savaşan bir köledir. Okumuşlar kolay mankurtlaştırılabilirken halk aynı kolaylıkla ve kısa zamanda mankurtlaştırılamaz.  Kültür kodları halkı kendi değerleriyle ayakta tutarken, aydın ya da yöneticiler gerek arayış içinde olmaları, yeni değerlere kontrolsüz biçimde açık olmaları ve bireysel çıkarlarını toplumsal çıkarların önünde tutmaları onları mankurtlaştırma sürecine sokar ya da bu süreci hızlandırır.

Batılılar tüm yöntemlere rağmen yok edemediği Kızılderilileri ise “ateş suyu” ile pasifize etmiştir. “Ateş suyu” Kızılderililerin viskiye verdikleri addır. Bu ilk ateş suyudur.

Ateş suyu (alkol) bugün yaşamaya çalışan Kızılderilileri sindirmiştir. Alkole alıştırılan, uyuşturulan Kızılderili, Kızılderili olmaktan çıkmıştır. Kızılderili, kendisi olmak için savaşımı bir tarafa bırakıp “ateş suyu” elde etmek için beyaz adamın kölesi olmuştur. 

Kızılderililer şimdilerde Amerikan toplumunda müzelik bir eşya muamelesi görmektedir. Unutulmuş geçmiş, unutturulmuş katliamlar, unutturulduğu için az bir kısmı kalmış kültürle turistlere Kızılderili dansları sergileyerek bahşiş toplayan, onu da ateş suyuna harcayan bir kitle!

Kızılderilileri bu hale sadece viski getirmemiştir. Eğitim de bu amaçla kullanılmıştır. Sömürgen güç, pragmatik düşünmektedir: Pahalı bir bedelle Kızılderili ile dövüşmektense onu eğitmek daha ucuzdur.  

Kızılderililer mankurtlaştırılmıştır. Türkiye de böyle yapılmak isteniyor. Batılılarla uygarlıkta yarışacak bir Türkiye değil, onları eğlendirecek güzel bir tatil ülkesi; zorla sömürgeleştirmek, hırsızlık ve gasp yapmak istedikleri yerlerde kullanmak üzere askerleri olmamızı istiyorlar. Bunun için bizim mankurtlaştırılmamız gerek  

Birinci Ateş Suyu: Alkol ve Uyuşturucu Bağımlılığı

Emperyalizm ateş suyu politikasını her sömürgeleştirmek istediği ülkede uygulamaktadır. Kendi mantığınca tutarlıdır. Meşrulaştırılan şey yani alkol ve uyuşturucu, emperyalizmin toplumları/kitleleri uyuşturmada, düşündürmemekte kullandığı bir araçtır. İçer unutursunuz. Sizi şaşırtan, alışamadığınız şeyleri zamana yayar ve alışırsınız. Alıştırılırsınız ve uyum sağlarsınız. Böylece tehdit olmaktan çıkar, sömürgeleştiğinizin, malınızın çalındığının, çocuklarınızın zihninin istemediğiniz şekilde geliştirildiğinin farkına bile varmazsınız.
Oysa bilişim devrimi sürecinden geçmekte olan dünyada, dünya entelijansiyasını izlemek, yeni haritaların çizildiği coğrafyaları en azından anlamak, AB ve ABD köleliği arasında tercihe zorlanan, birileri tarafından yol haritası belirlenmekte olan yurttaşlarımızın uyuşturulmaya değil, ayık kalmaya gereksinimi vardır

Türkiye yine çok cepheli bir ateş altında. Sürekli tehdit ve taciz altında tutuluyoruz. Ulusal reflekslerimiz yavaşlatılmak ve ulusal direncimiz kırılmak isteniyor. Bu bölümde sürecin nasıl işlediği açıklanmaya çalışılacaktır. Bir şey yapmak için tehditlerin neler olduğunu bilmeliyiz. Bilirsek, önlemimizi alırız. Önce görmek ve tanımak gerekir. Görünen o ki, mankurtlaştırılıyoruz!

İkinci Ateş Suyu: Kültürsüzleştirmek, Ödlek Tavşanlar Yetiştirmek

Üniversitede Çocuk Edebiyatı derslerine de giriyorum. Bir dönem boyunca “çocuk kitapları nasıl olmalı ki, hem çocuklara okuma yazmayı sevdirebilelim, hem de okuyanlar üretken iyi birer insan/yurttaş olarak yetişsin” sorusuna yanıt arıyoruz. Öğrencilerim öğrendiklerini dönem sonunda birer çocuk kitabı yazarak ortaya koyuyorlar. Biçim yönünden harika şeyler ortaya çıkıyor. Ama en çok yazılan tema benim “minik tavşan tema”sı dediğim biçimde oluyor.

Hikâye şöyle: Anne tavşan yavru tavşanla ormandaki evlerinde mutlu bir şekilde yaşardı. Günlerden bir gün, anne tavşan yavru tavşana dedi ki “bak yavrucuğum, benim çıkıp yiyecek getirmem gerek. Sen evde otur. Sakın dışarı çıkma, ortalığı karıştırma ve beni evde bekle.”

Anne tavşan çıkıp gider. Derken yavru tavşan evde sıkılır. O sırada kapı önünde bir kelebek görür. Merakla kelebeğin peşinden koşarak çıkar ve epeyce dolaşır. Yorulup eve girmek isteyince kaybolduğunu anlar. Korkar ve ağlar. Derken bir ağacın dibinde uyuya kalır. Gözlerini korkunç bir hırlamayla açar. O da ne? Kurt değil mi? “Seni şimdi yiyeceğim” demektedir. Yavru tavşan yalvar yakar olurken, komşu “Ayı Amca” oralardan geçmez mi? (Çocuk öykülerinin kötü sonla bitmemesi gerekiyor) Ayı Amca kötü kurdu kovalar ve yavru tavşanın elinden tutarak annesine getirir. Yolda da büyüklerinin sözünden çıkma, onların “yap” dediklerini yap, “yapma” dediklerini yapma kabilinden öğütler verir. Derken evlerine gelirler. Yavru tavşan ile annenin dokunaklı sarılmalarının ardından yavru tavşan “bir daha onun sözünden çıkmayacağına, yapma dediklerini yapmayacağına… yemin billah eder.

Minik tavşan yerine minik kuş, minik ayı, minik Ayşe de olabiliyor. Öğrencilerin yüzde sekseni buna benzer öyküler yazıyorsa bunda bir tuhaflık vardır. Neden bu tema anlatılır? Çünkü yıllardır okuma parçalarında, hikâye kitaplarında hep bu temayı okumuşlardır. O kadar tanıdık, aşina olunmuşluk vardır ki bunda!

Peki, bunun ana fikri nedir? Okuyucu bundan ne öğrenir? Araştırma, karıştırma, kurcalama, merak etme! Dur, otur, bekle, yap denilirse yap!

Biliyoruz ki, merak duygusu insanı araştırmaya, araştırma da öğrenmeye götürür. Biz yakın dönemimizde, yıllardır çocuklarımıza merak etme, araştırma, sadece “yap” denilenleri yapmayı öğretmişiz! İnisiyatif alamayan, girişken olamayan, deneyim edinme kaygısı olmayan, aklını kullanmayan, korkak, pısırık, yani “ödlek tavşan yavruları” yetiştirmişiz.

Oysa sıradan bir Keloğlan masalını alıp incelediğimizde Keloğlan aracılığıyla çocuklara tam tersi mesajların verildiği görülür: Keloğlan anasını dinler ama sorunu kendi bildiği gibi çözer; genellikle anasının öğüdünün tersini yapar üstelik. İddialıdır, araştırır, karıştırır, büyük oynar ve büyük ödülü kazanır. Bu masallarla çocuklara Keloğlanın o kel-kötürüm haliyle neleri nasıl başarmış olduğu anlatılır ve dinleyen çocuğa adeta “hadi, sen ne duruyorsun” denir.

Üçüncü Ateş Suyu: Yabancı Dilde Eğitim

Türk’ün iti şehre inince Farsça ürür. Atasözü 

Sömürge olmayan hiçbir ülke çocuklarını başka bir ulusun dili ile eğitmez. Başka kültürlere dönükleştirmez. Biz gerek imam hatip liselerinde gerekse yabancı dilde eğitim yapan okullarımızda bunu yapıyoruz. Üstelik bunu savunanlarımız var. Yüksek öğretim sisteminin en üst kademelerinde görev yapan ve Kemalist bir çizgi izleyen Kemal Gürüz, “Türkçe bilim dili değildir, Türkçe ile bilim yapılamaz” diyerek nasıl bir Kemalizm kavrayışı içinde olduğunu göstermişti.

Atatürk, “Öğretimin Birleştirilmesi Yasası” ile sadece medreseleri değil, yabancı dilde eğitim veren okulları da kapattı. Ama şimdilerde Anadolu Liseleri, Kolejler, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi, Bilkent gibi seçerek öğrenci gönderdiğimiz yerlerde yabancı dillerde eğitim verdiriyor, kendi dilinde kavramlarla düşünmesini engelliyor, çocuklarımızı kendi elimizle başka kültürlere sempati duyar hale getiriyoruz. Bunu azaltacağımıza yaygınlaştırıyoruz. Gerekçe, “veliler böyle istiyor”. Velilerin isteğini doğru anlamak gerekir. Veliler çocuklarının iyi bir yabancı dil öğrenmesini istiyor, yabancı dilde eğitim değil!

En seçme öğrencilerimizi en iyi okullarımızda yetiştirip, bedavadan başka ülkelerin hizmetine veriyoruz. Aldıkları eğitim onların ulusal duyarlıklarını zayıflatıp mankurtlaştırıyor ve “Batı dostu” olup çıkıyorlar. Seçkin üniversitelerimiz kendi ülkelerinden utanıp, bir Batı ülkesine gitmek için çırpınan öğrencilerle dolu.

Devlet bürokrasisi, bilim ve sanatta üst kademelere yükselmek için sanki Robert Kolej ve Galatasaray Lisesi’ni bitirmek temel koşuldur. Politikacı, sanatçı, gazeteci ve bürokratlar arasında bu okulların mezunlarının sayı ve oranı o kadar çoktur ki, sanki ülkede başka okul yoktur ya da bu okullar dahileri alıp, akıllarına akıl, zekâlarına zekâ katmaktadır! Elbette  bu okul mezunlarının ezici çoğunluğu Batıcı. Osmanlıdaki Enderun mektebinin yerini almışlardır. Fark şuradadır; Osmanlı Türk ve Müslüman olmayanların zeki çocuklarını devşirip Osmanlılaştırarak onlardan yararlanıyordu. Biz ise kendi çocuklarımızı Batıcı yaparak yabancılara devşirme yetiştiriyoruz.

Dördüncü Ateş Suyu: Cinselliğin Yozlaştırılması

Uyuşturma etkisi yapan her şey Kızılderililerin ateş suyu dediği şeydir. Bunlardan biri de, kültür politikasının yozlaştırdığı cinsiyetler arası ilişkilerdir. Değer yargılarından arındırılmış cinsellik genel geçer hale sokulmaya çalışılmaktadır. Edebiyat, sinema, televizyon, gazete ve dergilerde cinsel açlık duygusu yaratmak için her türlü yöntem ve teknik kullanılmaktadırlar. Renkli dünyalara kanat açmanın, bedensel hazzın duyumsatılması ve aranması sağlanmaktadır.

Egemen güç ve onun ürettiği genel geçer pop kültür, kadınlarda köksüz, zarafet ve asaletten yoksun, kalça-göğüs standardizasyonuna indirgenmiş bir güzellik anlayışı üretmiştir. Sinema ve televizyonda Holivud’un standardize ettiği ve “ölçü budur” dediklerine ne kadar benziyorsa, onu ne kadar taklit ediyorsa güzeldir/yakışıklıdır.
“Açık saçıklığı” bazı mankurtlar “çağdaşlık” sayıyor. Kadınların itici kılıklar içine sokulmasını ise diğer mankurtlar değerlere bağlılık olarak anlıyor. Akıntıya kürek çekmeye devam ediliyor.

Hiçbir erkeksi ilkeye uymayan maço/maganda erkek tipi üretiliyor. Sokakta yalnız bir kadın gördüğünde “yağmalanması gereken bir mal” gibi algılayan, elle, dille taciz eden, kaba, korkak, duygusuz, duyarsız tipler…
Aşkta sadakat artık “romantik tekerleme” işlevi bile görmüyor. “Aradığım özellikler sadece bir erkekte/kadında yok, herkesten alacağın var” anlayışı yerleştiriliyor. Sevgili koleksiyonu ve onlardan alınan hediyeler aşkta kariyer geliştiren, kısmet, itibar artıran şeyler haline getiriliyor. Duygular yalama ediliyor; ne dikiş tutuyor ne fren!..

Eşcinsellik teşvik ediliyor. Bunun bir “tercih meselesi” olduğu anlatılıyor. Eşcinsel olmadan sanatçı olunamazmış yargısı yerleştiriliyor. Televizyonlarda, hangi cinsiyetten olduğu belli olmayan tipler sunuluyor; cinsel rol davranışı arayan gençlere. Eşcinseller hep neşeli, şen şakrak, sempatik, iyi ve zararsız karakterler olarak takdim ediliyor. “Tercih”lerinden dolayı sanki hiç pişmanlıkları, sorunları yok! Erkek çocuklara cinsiyeti belli olmayan ama kadınsı davranışlar sergileyen karakterleri olan çizgi filmler izlettiriliyor. Çocuk ve gençlere böylesi tipler örnek alınası “modeller” olarak sunuluyor. Ne idüğü belirsiz özgürlük modası var ya, seçenekler de sunuluyor elbette; “eşcinsel olamıyorsan/değilsen unisex de olabilirsin!”

Açık propaganda kitaplarının etkisi azaldığından, şimdilerde edebiyat, özellikle romanlar bir silah olarak kullanılmaktadır. Milan Kundera, sosyalist düzeni yıkabilmek için sadece “ihanet özgürlüğü” istiyordu. “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı ünlü kitabında başta cinsel ve duygusal olmak üzere her türlü ihaneti yüceltiyordu.

İnsan, öğrenme yeteneği çok yüksek olan bir varlıktır. Öğrenmelerimizin önemli kısmı da bildiklerimizi başka alanlara transfer etmekle olur. Sevgilisine, eşine ihanetle başlayan ihanet duygusu, onu taşıyanı ideolojisine, içinde bulunduğu gruba, kader arkadaşlarına ve nihayet ülkesine ihanete kadar götürebilir. Milan Kundera bunu başarmıştı. Adı sosyalizmi yıkan kahramanlar arasındadır.

Ahmet Altan, “Günaha Çağrı” adlı yazısında şöyle yazıyor:  

“Günahlar işleyelim, günahlarımız için mabetler kuralım,

kendi günahlarımıza tapalım.

Yasak aşklar peşinden gidelim.

Yasak düşüncelerle oynaşalım.”

“Eğer masumsanız, bir günah ve bir suç işlemediyseniz, eğer siz korkaksanız, kendi kendinize ihanet ediyorsunuz, kendi zevklerinizi, isteklerinizi, fikirlerinizi kendiniz buduyorsunuz.”

“Masumiyeti korkaklara ve yeteneksizlere bırakın.

Bir günah mabedi kurmak isterdim, her saat başı sizi günaha çağıran.

Günah, kendine ibadettir… Sizi kendinize ibadete çağıran bir mabet.

Kendinize ibadet edin.”

“Her akşam yatarken “bugün kendim için nasıl bir günah işledim” diye sorun kendinize, eğer bir günah işlememişseniz kalkıp bir günah işleyin, geceler günahlar için en uygun zamandır.”

Emperyalizm ve kapitalizm, bireylerde cinsel açlık duygusu yaratarak kendini ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bunun için bedeninize odaklanmanız sağlanır. Sağlıklı olmaktan çok alımlı görünmek biricik hedefiniz olur. Tek derdi çekici olmak olan birinin yurt ve dünya sorunlarıyla ilgilenmesi, sömürüye, işgallere, soygunlara ilgisi, açları, işsizleri, evsizleri, mutsuzları düşünmesi ne kadar beklenir? Kendi bedeninin derdine düşmüştür ve tensel zevklerin peşindedir. Artık insanlık umursanmaz, AB bilinmezdir.

Birey yalnızdır oysa kapitalizm örgütlüdür. Açlar, işsizler çeşitli biçimlerde direnir ama düzen onları bir şekilde meşruiyet dışına iter ve yok eder. İnsan olmak haysiyetinize bile dokunmaz. “İnsan olma”nın ne olduğunu düşünecek haliniz kalmaz, mankurtlaşırsınız. Egemen gücün istediği de zaten budur; yağmalamaya devam eder… 

Beşinci Ateş Suyu: İdeolojilerin Saptırılması ve İçeriksiz Kavramlar

Dünya görüşü, insanın çevresindeki dünyaya karşı oluşturduğu görüşlerin, anlayışların ve kavramların tümüdür. Dünya görüşlerimizi oluşturan, insanlığa mal olmuş saygın kavramların içerikleri boşaltılıp, egemen gücün amaçlarına uygun biçimde dolduruluyor. İnsan hakları, demokrasi, laiklik, özgürlük hatta bilim ve üniversite kavramlarının içleri boşaltıldığı için anlamları kaybolmuştur. Örneğin “evrensellik” çarpıtılarak, “emperyalist merkezlere bağımlılık” la eşanlamlı hale getirilmiştir. Başka bir deyişle, evrensellik Batı, o da ABD olarak anlatılmaktadır. Şimdilerde birçok kavramın içi özünden ve tarihsel seyri bağlamından koparılarak yanlış biçimde doldurulmaktadır. Kavramlar yanlış olunca doğru düşünmek olanaksızdır.

Aydınlar, toplumun “her türlü düşünceye açık olması” ilkeleriyle “kaleyi saldırganlara teslim etmek” arasındaki farkı göremiyor, bu iki kavramı birbirine karıştırıyor. Böylece ülkenin düşünce dünyası karmaşıklaşıyor, belirsizlik her şeye siniyor. Kimse önünü göremeyince amaçlar belirsizleşiyor. Toplum nereye gideceğini şaşırıyor!

Altıncı Ateş Suyu: Bilimsel Bilgiden Uzaklaştırma

Bilimin ulusal ve toplumsal işlevini önemsemeyen, sadece evrensel işlevini dikkate alan ölçütler geçerli hale getirilmiştir. Bilimde araştırma gündemleri, emperyalist merkezlerin gereksinimleri doğrultusunda oluşturulup, bütün dünyaya evrensel gündem diye dayatılmaktadır. Araştırmacılar ülke sorunlarını çözecek araştırmalar yerine, uluslararası dergilerde yayımlanacak (onların istediği, belirlediği) araştırmalarla, projelerle ilgilenmektedirler. Koray’ın saptadığı gibi, artık “bedenler göçmeden beyinlerin göçmesi”nin etkili bir mekanizması oluşturulmuştur.  Dünyanın her tarafındaki araştırmacıları, üstelik kendi ülkelerinin kaynaklarını kullanarak, merkezin belirlediği araştırma gündemi çerçevesinde çalıştırmanın yolu keşfedilmiş durumdadır. Bilim, ülke sorunlarının çözümüne değil, “merkez”lerin istediği yayınları yapacak biçimde araştırma ve yayınlara odaklanmıştır.

Ülkenin ciddi sorunları karşısında bilim ve bilginler kayıtsız kalmışlardır. Güneydoğuda yıllarca devam eden terör ve sonuçları konusunda ciddi araştırmalar yapılmamıştır. Laiklik, öğretim birliği, yabancı dilde eğitim, Avrupa Birliği gibi konularda özellikle eğitim alanında yapılmış ciddi araştırmalar bulunmamaktadır. Üniversiteler sanki suya sabuna dokunmak istememektedir. Bilimin bıraktığı boşluk başka bilgi türleri hatta bilgisizlik tarafından doldurulmakta, eleştirel düşünemeyen insanlar kolayca yönlendirilebilmektedir.

Yedinci Ateş Suyu: Dincilik ve Sahte Din Anlayışı

Dinciler aracılığıyla farklı kültürel anlayışlar sanki “İslam buymuş gibi” topluma dayatılmaktadır. Müslüman olmak ile Araplaşmak hâlâ birbirinden ayrılamadı. Yıllardır başörtüsü ve İmam Hatip Liseleri üzerinden kıyametler koparılmaktadır. Körüklenen bunun gibi yapay sorunlar, adeta bir “sis bombası” etkisi yaratarak, asıl sorunlarımızın görünmesi engelleniyor.

Dinsizleştirmecilik de bir ateş suyu haline gelmektedir. Din, toplumsal yapıyı ayakta tutan sosyal yapıştırıcılardan biridir. Birçok kültür kodu dinsel değerlere ilişiktir ve din toplumsal ve bireysel birçok işlev görür. Din, manevi olduğu kadar stratejik de bir güçtür. Onu dışlar ya da ilgisiz kalırsanız başkaları ilgilenir ve size karşı kullanır. Yanınızda olması gereken bir gücü karşınıza almış olursunuz. Oysa, bir kısım laiklik savunucularının bilerek ya da bilmeyerek, işi ileri götürüp laiklik savunusu değil, dinsizleştirmecilik yaptığı görülmeye başladı. Öncelikle laiklik, dinin olmadığı bir yerde anlamsızdır. Laiklik din ile birlikte vardır. Laiklik bir barış antlaşmasıdır. Yeni ayrışmalara meydan vermemesi gerekir. Böylesi kişiler, laiklikle hiçbir sorunu olmayan dindar kişileri dinci saflara itmektedirler.

Kemal Tahir, “Emperyalizm o kadar açık bir namussuzluktur ki ancak yerli alçakların aldatma ve saklama ustalığıyla yutturulabilir. Bunu en iyi uygulayan emperyalist ajanların en yamanları da bizdedir diye haklı olarak öğünebiliriz” demekteydi

Sekizinci Ateş Suyu: Yapay Gündem

“Bir kısım” medya toplumu bilgilendirme değil, biçimlendirme görevi üstlenmiş, böylelikle görevinin dışına çıkmışlardır. Basındaki zihin inşa mühendisleri, çeşitli yapay gündemler oluşturarak halkın gerçek sorunlarını tartışmasını engellemekte, gerçekleri gizleyip üzerinde düşünmemeyi sağlamaktadırlar. Bu durum özellikle ülkenin başına çorap örüldüğü zamanlarda daha da artmaktadır. Hava puslandırılır ve kurtlar ortaya salınır. Dikkatler başka tarafa çekilerek asıl yapılacak olanlar yapılır. Bazı olaylar kendi bağlamından cımbızla çıkarılarak başka biçimlerde sunulur. Dinleyici/izleyici/okuyucu yönlendirildiği sonuçlara ulaşır. Böylece zihinler yeniden inşa edilir.

Son zamanlarda gündemimizin yoğunlaştığı konulara bakar mısınız: Türban/başörtüsü, kadınlar cenaze namazı kılar mı, Cuma namazı kadınlara farz mıdır, ünlü olmak için rezalet çıkaranlar, Cumhurbaşkanının Resepsiyonu, YÖK, popstar ve evlenme/çiftlenme yarışmaları ve elbette futbol, futbol, futbol… Kitleler bunlarla oyalandırılıyor.

Demokrasi eğer “halkın, kaynakları adilce paylaşma sürecini yönetmesi” ise, yönetim de karar almak ise ve karar almak da bilgiye dayalı ise bilgiden uzaklaştırılan bir toplum demokratik olabilir mi? Ancak mankurtlar, seçimden seçime oy kullanmanın demokrasi olduğuna inanabilirler

 İzlenen kültür politikalarıyla ülkenin geçmişte varolan manevi dinamiklerini gözden düşürmek ve toplumu başkasının manevi ve kültürel değerlerine hayran bırakmak amaçlanır. Bunu yapmak için önce toplumsal aşağılık duygusu uyandırılır, toplumsal özgüven ortadan kaldırılır. “Bir Amerikalı, bir Alman ve bir Türk” diye başlar fıkra ve en salakça eylemi Türk olan yapar! Oysa aynı durumlar Amerikalı için de Alman için de söylenebilir. “Burası Türkiye, burada her türlü yanlış olağandır!” ifadeleri klişe haline gelmiştir. “Türklerin zekâsının düşük olduğu” safsataları manşetlere çekilir. Basın yayın yoluyla toplumun kusurları ön plana çıkarılır. Ahlâk, inanç, yurtseverlik, kahramanlık gibi değerler gözden düşürülür. Cinsel özgürlük, ilericililik gibi sloganlar devamlı ve sık kullanılarak var olan eğlence kültürü değiştirilir. Batı ülkeleri karşısında aşağılık duygusu uyandırılır. Kendine güveni azalmış topluluklar, başarılı toplulukları taklit etmek ve onlar gibi yaşamak isterler. 30-60 yıllık bir sürecin sonunda toplumun kültürel kimliği değişebildiği için amaca ulaşılır

Mankurtlaşmamak İçin Ne Yapmalı?

Atatürk 1921’de demişti ki:

“Millî bir terbiye programından bahsederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Doğudan ve Batıdan gelen yabancı tesirlerden uzak ve millî karakterimizle orantılı bir kültür kastediyorum… Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle donanmış bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım.”

Ülkemizde yaşanılan olumsuzluklara, aydın tipine ya da gündemimizi işgal eden konulara baktığımızda, Atatürk’ün önerdiği insan tipini yeterince yetiştiremediğimiz anlaşılmaktadır.

Eğitim, sadece okulların ve öğretmenlerin görevi değildir. Millî Eğitim Temel Kanunu sadece okul ve öğretmenleri bağlamaz. Kanunun 17. maddesi “millî eğitimin amaçları yalnız resmi ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, işyerlerinde, her yerde ve her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılır” demektedir. Bir toplumdaki eğitim, hukuk, siyaset, yönetim, dernekler ve basın gibi tüm sistemler millî hedefler söz konusu olduğunda birbirini desteklemelidir.

Millet, bir “futbol takımı” gibi hareket etmelidir. Birey ve kurumlar görevlerini doğru ve eksiksiz yaparsa ancak o zaman ulusal hedeflere ulaşılır. Birinin yapmaya çalıştığını diğeri bozarsa elde bir şey kalmaz. Kitle iletişim araçları, aileler, sokaktaki insanlar, demokratik kitle örgütleri, siyasal partiler, kamu görevlileri… Herkes yapıp etmelerinde “millî eğitimin genel amaç ve temel ilkelerini” dikkate almak zorundadır.

 Yrd. Doç. Dr. İkram ÇINAR

İnönü Üniversitesi, Eğitim Fakültesi

 

Paylaş:

Yorumlar

“291) MANKURTLAŞMA SÜRECİ” yazisina 7 Yorum yapilmis

  1. ZÜHAL ASMA yorum tarihi 23 Ekim, 2008 00:06

    OH!YARABBİ SÜKÜR.ÖYLESİNE DERİN YARALARIMIZA DEGİNİLMİSKİ!İCİMİZDE AMANSIZ HASTALIK GİBİ KÖK SALMIS SORUNLARIMIZ BUNDAN DAHA İYİ ANLATILAMAZDI.
    *KEMAL TAHİRİNDE ÖZETLE ANLATTIGI GİBİ!
    -AMA HİCMİ DOSTU YOKDU BU ÜLKENİN..HİCMİ 20 SENELER SONRASINI GÖRECEK LİDER YETİSTİREMEDİK BİZ..BU KADARMI BASI BOS BIRAKILIRDI?
    *YURT DISINA GİDEN, ORADA TANINMIS DR.VE BİLİM ADAMLARI İCİN/SÖYLENEN SÖZ;HEP AYNIYDI!BURADA ONLARI KISTLAYAN NEYDİ?NİCİN?ÖNLEMİ YOKMUYDU?
    -NEDENSE;HEP YOZLASTIRICI YÖN VEREN/SÖZÜM ONA!ENTEL?DENEN AYDINLARSA, BURADA KÖK SALMISLARDIR;(
    –SN.OKTAY SİNANOGLU EN SONUNDA!CD.CIKARTMIS:) KİTAP OKUMADIKLARI İCİN..ANCAK BÖYLE ANLATMAYI UYGUN BULMUS.DEMEKKİ;A S L A V A Z G E C M E M E L İ!!!MADEM SİSTEM KURDURMUYORLAR..HER YOL DENENMELİ..PES ETMEK YOK!SORUN BELLİYSE?SEBEPDE BELLİDİR!BU KONUDA CALISMALAR VARMIDIR?
    ”VAROLUNUZ;YAZIYI AKTARAN DEGERLİ İNSANIMIZ,TESPİTLERİ TAM DA 120’DEN OLAN,HOCAMIZ.

  2. Orhan Karaca yorum tarihi 25 Ekim, 2008 21:18

    Bu güzel yazı ve tespitler için teşekkürler. Yazının kaynağını da buldum. Yazarın bu adla bir de kitabı var.
    http://www.egitisim.gen.tr/Mankurtluk.htm
    Selamlar

  3. ömer kara yorum tarihi 16 Aralık, 2009 19:54

    hayatım boyunca ülkemiz sorunlarıyla ilgili defalarca okuduğum en güzel kitap elinize yüreğinize sağlık hocam çok teşekür edrim böylesine güzel ve yararlı bir kitabı herkesin okuması gerekir özellikle öğretmen ve adayları….. öğrenciniz ömer

  4. ZEYNEP İNCİ yorum tarihi 15 Şubat, 2011 16:06

    SAYGIMIZ KALMAYAN SADECE SUSANLARDIR!
    *YANLIS ANLASILMAMALI!SN.KHAN(*
    ADETA,ZAVALLI GÖRÜNÜMÜNE BÜRÜNÜYORLAR İNSANIN GÖZÜNDE:(SADECE KORKAKLAR!–METİN VE CESUR ADAMDI..AMA BAKIN!NASIL BİR ANDA UCTU ELLERDEN!HEMDE DONARAK!==
    -BİLMEM ANLASILIYORMU?
    *TEK KİSİNİN CESARETİ*ARKASI BOS:8 İSE..SONU HAZİN OLUYOR..VEDE NE YAZIKKİ..O MÜTHİS CESARETDE!BİR İSE YARAMIYOR;(
    -NİYE ORTA KESİMLERİ HİC BİR İKTİDAR ÜSTLENEMEZ?
    *CÜNKÜ;ONLARIN BEYNİ ASLA DEGİSTİRİLEMEZ!

  5. Prof. Dr. Nurullah Çetin yorum tarihi 17 Ağustos, 2012 18:48

    Türk’ü avcı kekliğiyle Mankurtlaştırmak
    http://www.yenimesaj.com.tr/?artikel,12002530/

  6. Sinem Karadaş yorum tarihi 4 Kasım, 2012 07:40
  7. REYHAN İŞERİ yorum tarihi 8 Ocak, 2015 23:42

    OKUMUYORUZ CEHALET İLE YARIŞIYORUZ
    Toplum olarak teknolojinin gelişmesi karşısında OKUmayan ve dolayısıyla OKUduğunu anlamayan bir topluma dönüştürülüyoruz.
    OKUmayınca düşünmüyoruz!.. Düşünmeyince kendi fikrimizi oluşturmak yerine başkalarının bize aşılamaya çalıştığı fikir ve düşünceleri benimseyip savunmaya kalkıyoruz!..

    Oysa içinde yaşadığımız toplumun büyük bir çoğunluğu “Elhamdülillah Müslümanım!..” diyenlerden oluşurken Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e 610 yılında Hira Mağarası’nda inzivada bulunduğu sırada vahiy olan Alak Sûresi’nin ilk ayetinde “Yaratan Rabbinin adıyla OKU !” emri Cenâb-ı HAKK’ın biz Müslümanlara emridir!.. Hidayet ve hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerim diyerek Kur’an-ı Kerim’in emir ve yasaklarına riayet ediyor muyuz? Bir düşünün!..
    Eğer riayet ediyor olsak vaktimizi boş işlerle geçirmek yerine en başta Cenâb-ı Hakk’ın bize emir ve yasaklarını OKUmakla bile yetinmez bilgimizi artıracağımız ve okuduğumuzda bizi düşünmeye yönlendiren eserlerde OKUyup ülkemizin ve dünyanın içinde bulunduğu buhranlara kafa yorup çözümler ararız. Ama ne mümkün?
    OKUmak yerine kulaktan dolma bilgilerle hayatı yaşamaya çalışıyoruz. Dinlemek yerine ben bilirim edasıyla üstünlük taslamaya çalışıyoruz.
    Daha da vahimi aslı astarı olmayan sözler sarf edip insanları karalayıp iftira atıyoruz!.. Bu sayede karşı tarafa karşı üstünlük elde ettiğimizi sanıyoruz.
    Oysa Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda bugün ağzımızdan çıkan her sözün hesabı yarın sorulacak!.. Ve nefesimizi OKUyup araştırıp öğrenmek için harcamak yerine boş işlerde tükettiğimizin de hesabı sorulacak!.. Bunların farkında mıyız? Farkında isek 1/kaçımızın Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin “Mârifetname” eserinden haberi var ve kaçımız OKUduk?

    http://gizliilimler.tr.gg/Marifetn%E2me-Kitab%26%23305%3B.htm

    http://marifetnametillo.tr.gg/%26%23304%3BBRAH%26%23304%3BM-HAKKI-HAZRETLER%DD.htm

    2/ Ya da İmam-ı Gazali’nin eserlerini kaçımız OKUduk? Ve daha bir çok din âliminin yazdığı diğer eserleri!..
    Öte yandan “Hira Dağı kadar Müslümanım, Tanrı Dağı kadar Türk’üm!..” diyerek kaçımız Türk Büyüğü âlimlerin eserlerinden kaçını OKUduk?
    3/”Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi”nin Türk’ün kızılelması olduğunu bildiğimiz halde bugün Rahmetli Osman Turan Hoca’nın bu isimle yazdığı eserini kaçımız okuduk?
    4/Ya da Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri Alperenleriyiz diyenler olarak asırlar önce yazdığı “Divan-ı Hikmet” eserini kaçımız okuduk?
    5/Ya da Yusuf Has Hâcib’in “Kutadgu Bilig” eserini, Kâşgarlı Mahmud’un “Divânu Lügati’t -Türk” eserini kaçımız okuduk?
    Elbette sözünü ettiğim bu eserleri okuyanlara nadir rastlayacağımız bir dönemde yaşıyoruz. Hatta daha ilginci bazı gençlere Türk – İslam Âlimlerimizin isimlerini sorduğumuzda bunlarda kim sorusu ile karşılaşıyoruz. O nedenle bu eserlerin ne kadar okunduğunu az çok iyi biliyoruz. Bu eserlerin anlayarak okunması taraftarıyım ama günümüz münevverlerine ait eserlerinde özellikle gençler tarafından okunmadığına da şahit oluyoruz.
    Ama bir yabancı artisti, sanatçıyı ve hatta sporcuyu sorduğumuzda maşallah özgeçmişlerini eksiksiz anlatıyorlar. Ne zaman nerede kaç gol atmış? Ya da ne zaman nerede kaç bin kişiye konser vermiş? Ya da hangi filmlerde hangi rolde oynamış? Daha da ilginci şuan kiminle aşk meşk yaşıyor? Hepsinin cevabını tıkır tıkır sayan gençlerimiz var!..
    Lakin mesele Türk – İslâm Âlimlerine gelince susan bir gençlik!.. Bırakın âlimlerimizin düşüncesini fikrini anlatacak bilgiyi eserinden haberi olmayan ve daha da ilginci âlimin isminden dahi haberi olmayan gençler var!..
    “Elhamdulillah Müslümanız!..” dememize karşın “32 ve 54 Farz”dan bile habersiz İmanın ve İslâmın Şartlarını bile sayamayan gençler yetişiyor!.. Osmanlı Devleti’nin ilk kez toprak kaybettiği Karlofça Antlaşması’ndan veya Rasûl-ü Ekrem (sav) Efendimiz’in katıldığı Bedir, Uhud, Hamâülesed ve Hendek Gazvelerinden bihaber gençler yetişiyor!..
    Daha da ilginci duyduğu her şeye inanan zamanını oyun oynayarak veya televizyon başında abuk subuk programlar ve diziler izleyerek vakit geçirip birilerinin kendilerine empoze etmeye çalıştığı fikirleri benimseyip farklı bir alemde yaşamaya çalışan bir gençlik yetişiyor. Elbette bunda batının Müslüman ve Türk gençliğine yönelik (Mankurtlaştırmak) Garplılaşma çalışmasının etkisi var!.. Lakin Garplılaşma tehlikesine karşın gençlerimizi koruyacak milli ve manevi değerlerimiz noktasında yönlendirecek projeler üretmeyen büyüklerinde katkısı var!..
    Batı dün Haçlı seferleri ile dize getiremediği Müslüman ve Türk’ü silah ile savaş ile YOK edemeyeceğini anladığından dolayı gençlerimize yönelik Milli ve Manevi değerlerden uzaklaştıracak gelecek adına kaygı duyacağımız bir gençliğe sahip olabilmemiz için projeler üretip bu projeleri hayata geçirmiştir. Ve maalesef bugünkü duruma baktığımızda Batı dünyası bu konuda baya bir yol kat etmiştir.
    Yavaş yavaş okumayan, araştırmayan, düşünmeyen, milli ve manevi değerlerden uzaklaşan bir topluma dönüşüyoruz. Bu durum gelecek adına ciddi endişeler duymamız gereken bir tehlike durumudur. Bu tehlikeyi göz ardı etmemiz mümkün değildir.
    Nitekim bir toplumda bir dizi filmin bir bölümünün izlendiği süre kadar bir yıl içinde bir insan kitap okumuyorsa durumun ne kadar vahim olduğunu artık anlamamız gerekir!.. Okumamak, araştırmamak ve düşünmemek Cehaleti artırır!.. Bir toplumun cehalet ile savaşmak yerine cehalet ile yarışması gelecek günlerde öfkenin, kavganın ve şiddetin artması demektir. Toplumun milli ve manevi değerlerinden uzaklaşıp özünü unutması demektir!..
    Sorun bu denli alenice gözler önünde iken devletin yönetimini elinde bulunduranların bu kaygı verici durumu göz ardı etmeleri ülkede milli ve manevi değerlerine bağlı birlik ve beraberliğini koruyan bir toplum yerine nifak tohumlarını saçacak geleceğimizi yok edecek bir toplum yaratılmasına vesile olur.
    Elbette toplumumuzda okuyup araştıran ve düşünen gençlerimiz ve insanlarımız var!.. Lakin toplum içerisinde bir mukayese yapıldığı takdirde okuyup araştıran ve düşünen oranının diğerine oranla düşük oranda olduğunu görürüz. Okuyup araştıran ve düşünen, kendini geliştirmeye çalışan insanlarımızı ve gençlerimizi tenzih ederek yazıyorum.
    Kısacası bilinçli bir topluma kavuşmak için cehalet ile yarışan değil cehaletle savaşan, okuyup araştıran ve düşünen beyinlere sahip olmamız gerekir!.. Varın gerisini siz düşünün!..
    http://www.haberkritik.net/makale_1900_2.html
    —————————————–
    ÖZÜMÜZE DÖNÜŞ MÜ YOKSA YOKOLUŞ MU?
    Akka’da Cezzar Ahmet PAŞA’ YA yenilen Napolyon BONAPART diyor ki:
    “insanları yükselten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur, kadının iffetli olması. Bunun yanında her iki cinsi şereflendiren tek bir fazilet vardır. Bu meziyetleri Türk Milletinde mevcuttur.”

    Bir de dönüp 21.yüzyıl Türk insanına bir bakalım. Ahlak sukut etmiş durumda. Rezilliğin, ahlaksızlığın, namussuzluğun, vicdansızlığın bini bir para… Akla hayale gelmedik kepazelikler, insanın midesini bulandıran, hayretten ağzını açık bırakan, içini burkan, görmekten ve dinlemekten bile çekindiği olaylar her gün çarşaf çarşaf gazetelerde, televizyonlarda. Nasıl bir yozlaşma ki bu, her gün bir yenisiyle hatta daha kötüleriyle karşılaşıyoruz. “Bunu yapan insan olamaz” ifadesini duymaya alıştı artık kulaklarımız. İnsanın kanını donduran bu olaylar çoğalarak Türk toplumunun yakasına yapışmış durumda.

    Acı olan şu. Merhametiyle, sağduyusuyla, mazlumdan yana olmasıyla bilinen Türk toplumunun aleni bir şekilde çürümeye başlaması. İster sosyal patlama ister bozuluş deyin. Türk toplumu, sözüm ona, muhafazakârlaşırken, git gide ahlaki yozlaşma üzerine rekor üstüne rekor kırıyor resmen. Türk toplumu bir cahiliye dönemi yaşıyor sanki. Ahlaki yozlaşma, beraberinde ekonomik ve siyasi alandaki yozlaşmalara, suiistimallere, ahlaksızlıklara da çanak tutuyor doğal olarak. Kadim Türk milleti asli kimliğini kaybetmiş ve uçurumun kenarına gelmiş düşmemek için çırpınıyor artık.

    Kafalarının içleri boşalmış, düşünmeden alıkonulmuş, içi boş hayaller ve hedeflerle oyalanan, dünyası televizyon, bilgisayar oyunları, cep telefonu, futbol topundan ibaret bir insan tipinin inancı da, ahlakı da bilgi ve erdem temelli olmaktan çıkartılıp kuru ananeye, hurafelere ve sahtekâr insanlara endekslendiğinde bundan başka bir sonuç çıkması da beklenemezdi zaten. Elimizdeki inanç hazinemizi, milli hasletlerimizi elimizin tersiyle ittik ve üç kuruşluk dünya nimetlerine feda ettik.

    Güzel ahlakıyla nam salmış şanlı atalara sahip olduğumuz halde, manen çürüdüğünü düşündüğümüz Batı medeniyetinin bile gözlerini fal taşı gibi açabilecek cinsten rezillikler, ahlaksızlıklar, namussuzluklara yataklık yapar olduk. Yabancıyı veya yolcuyu “Tanrı misafiri” kabul edip, hürmeti ibadet bilen insanların torunları, ülkemizi ziyarete gelen bir İtalyan kadına tecavüz ederek öldürecek kadar alçaklık ve soysuzluk var artık sicilimizde.

    “Bu yaptığını gâvur yapmaz” derlerdi önceden, gâvur yapmaz gerçekten. Yaptıkça kanıksanıyor, alışılıyor, tepki dahi vermez hale geliyor insanlar. “Birkaç sene yatar ve çıkar” mantığıyla yorumlanıyor suç haberleri, ne vahim! Mehmet Akif, Berlin’e yaptığı bir seyahatin nasıl geçtiği sorulduğunda şöyle cevap verir: “işleri dinimiz gibi, dinleri de işlerimiz gibi” Geldiğimiz nokta da bu yargıyı daha da haklı çıkarıyor.

    1.5 milyarlık İslam dünyasındaki ülkelere bakalım. Hepsi de yoksulluk, geri kalmışlık ve zillet içinde. Amerika ve Batı ülkeleri tarafından yerüstü ve yer altı kaynakları sömürülmekte. Hiçbir İslam ülkesi Batı toplumundan herhangi bir ülkenin ekonomik ve sosyal gelişmişlik seviyesine ulaşmış değil. Yoksulluk, hırsızlık, işkence, terör listeleri hariç.

    Oysa, Türkiye İslam âleminin, en büyük ülkesi kuşkusuz. 1980 sonrası gerçekleştirilen reformlar ve yaşanan değişimler Türk toplumunda fırsatçı, çıkarcı, bencil, ahlak zafiyetli, cin fikirli tiplerin oluşmasına zemin hazırladı. Kapitalist insan tipinin oluşması, ahlaki düşkünlüklere sebep oldu, sonuçları da zaten ortada. Seviyesizlik, bayağılık, cehalet derya olmuş akıyor üstümüze.
    SONUÇ OLARAK; Türk Milleti olarak dini ve milli değerlerimize sahip çıkmalıyız. Özümüze dönüp Sevgi, saygı, hoşgörü, kavramlarını yeniden Türk toplumuna hâkim kılmalıyız.

    Milli şairimiz Mehmet Akif bakınız ne diyor;
    Sahipsiz vatanın batması haktır,
    Sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır!
    Orhun Yazıtlarında geçen Bilge Kağanın sözleriyle makalemi bitiriyorum.
    EY TÜRK! TİTRE VE KENDİNE GEL! BENLİĞİNE SAHİP ÇIK!
    Orhun Yazıtlarında geçen Bilge Kağanın sözleriyle makalemi bitiriyorum.
    EY TÜRK! TİTRE VE KENDİNE GEL! BENLİĞİNE SAHİP ÇIK!
    http://www.kalehaber.net/yazar-121-ozumuzedonusmuyoksayokolusmu,.html

    http://www.kalehaber.net/yazar-115-turkgencliginereyegidiyor,.html

Yorum yap