249) TÜRK’ÜN GÖÇEBELİĞİ-4

Yayin Tarihi 30 Mayıs, 2008 
Kategori TÜRK DÜNYASI

 

 

TÜRK’ÜN GÖÇEBELİĞİ-4

(GÖÇEBEYİM, GÖÇEBESİN, GÖÇEBEYİZ)

image0011.gif

 

18. yüzyıldan itibaren Yörük ve Türkmenler tekrar devlet katında itibar kazanmaya başlayacaklardı. Zira II. Viyana Kuşatması’nda, Avusturya ve müttefikleri ile yapılan mücadelelerde ağır kayıplara uğrayan devlet, bu kayıplarını telafi hususunda Anadolu’daki aşiretlerden de istifadeye karar vermişti. Tıpkı Büyük Selçukluların çökmeye yüz tuttuklarında kendi akrabalarına ve atalarına dönme çabası içinde, Sancar, Tuğrul gibi adlar alması gibi Osmanlı da Türk kökenlerini hatırlamıştı. Neyse, Osmanlı’nın bu zorunlu Türkmen sevgisini ve ilgisini bir kenara bırakalım.

Aslında tam bu noktada bizim bir noktayı daha ele almamız gerekiyor. “Eğer Selçukludan beri devletin, Türkmenlere düşmanlık ve göçebeleri zorla iskan siyaseti olmasaydı acaba süreç nasıl işlerdi?” Türk göçebeliğinin en özgün yanlarından birisi, yerleşikliğe oldukça yatkın olmasıdır. Türklerin bu yerleşikliği özleyen yanları, onların göçebelik üzerine olumsuz deyimler üretmelerine bile neden olmuştur. Örneğin “haytalık etmek”le ilgili olumsuzluklar, büyük olasılıkla Şarkikarağaç’ta güzleyip Antalya’da kışlayan Hayta aşiretinin Orta-Asya’daki göçebelik özelliklerimizi aynen muhafazasına yapılan göndermeden kaynaklanmıştır. Tarihsel süreçte, ağır aksak da olsa, Türklerin göçebeliğinin, hiçbir zorlama olmaksızın, kendiliğinden bir tarzda, yerleşikliğe ve kentlileşmeye doğru yol aldığı açık biçimde görülür. Anadolu için de kendiliğinden yerleşikliğe geçişin birçok örneği vardır. Özellikle okuryazarı çok olan aşiretler kendiliklerinden yerleşme eğilimindeydi. Ama hem eşkıya tasallutu hem de devletin vergi baskısı altında ezilen diğer göçebelere, göçebeliğe devam etmek ve iskan politikalarına karşı çıkmaktan başka yol kalmıyordu.

Göçebelerin büyük çapta iskanı, ancak 19. yüzyılda yapılabildi. Büyük ihtimalle hem göçebelerin kendiliğinden yerleşikliğe geçme eğilimleri ile koşulların devleti büyük bir iskan politikasına zorlaması, bu zamanda kesişti; asırlardır devletin iskan politikasına direnen topluluklar hızla göçebeliği terk ettiler. 1838′de Mustafa Reşit paşa’nın hariciye nazırlığı zamanında Ziraat ve Sanayi Meclisi kurulmuş, 1843′te Ziraat Meclisi adını alan bu kuruluş, o sırada Anadolu’nun toplumsal ve ekonomik yapısı hakkında bir anket yapmış, İç Anadolu’daki mevcut nüfusun büyük bir kısmının göçebe olarak yaşadığını tespit etmişti. Bunun ardından iskan kararı geldi ve İç Anadolu’da olduğu gibi Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerinde pek çok Yörük ve Türkmen köyleri oluşturuldu. Yani terazinin bir kefesine yalnızca şehirlerde ve diğer sabit yerlerde ikamet edenleri diğer kefesine konar-göçerleri ve yaylak-kışlak yaşamını sürdürenleri koyarak bir oranlama yapmış olsaydık yerleşiklik lehine durumun ancak 19. yüzyıldan sonra ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu da demektir ki, daha 200 yıl öncesinde topluluğumuzun çok büyük bir kısmı, en azından yaşama tarzı olarak, göçebe yani Yörük ya da Türkmen idi. Çoğumuzun dedemizin dedesi, büyük olasılıkla göçebeydi.
Cumhuriyet döneminde de aşiretlerin iskanı, Anadolu’ya sığınan Osmanlı bakiyesi yurttaşların ve Çin’den iltica eden Doğu Türkistanlıların yerleştirilmesi, Lozan anlaşmasının gereği olarak gerçekleştirilen mübadele ile bir arada yürütülmeye çalışıldı.

Orta Asya’dan Anadolu’ya Türk göçleri, Cumhuriyet dönemi boyunca da sürdü. Ama Anadolu’ya gelen dış göçlerin yalnızca Doğu’dan, Orta Asya’dan kaynaklandığı söylenemez. Osmanlıların, askeri amaçlı göçleri, 15. yüzyılda Avrupa’da, Batı’ya doğru, sürdürdükleri, imparatorluğun sınırlarını Balkanlar’da Viyana önlerine kadar genişlettikleri bilinmektedir. Ancak, 17. yüzyılda başlayan “gerileme” döneminde bu toprakların yavaş yavaş elden çıkarılması sırasında, bu kez tam tersine Anadolu’ya Batı’dan kaynaklanan göçlerin de başladığı görülmektedir. Savaş nedeniyle oluşan bu göçler özellikle 1876-1877 Osmanlı-Rus savaşı sırasında, Girit’in Yunanistan’a verilmesinden sonra, 1912 ve 1913 Balkan Savaşları ile, 1914-1919 arasında I. Dünya Savaşı yıllarında yoğunluk kazanmış, özellikle İstanbul ve Edirne’nin barındırma kapasitelerini zorlamıştır. Savaş göçmenlerinin konut gereksinmelerini karşılayabilmek için, çeşitli kentlerde ızgara plan şemalı, düzgün göçmen mahalleleri oluşturulmuştur.

1950′ler ise Türkiye’de kırdan kente, kırdan yurtdışına ve kentten yurtdışına olmak üzere üç düzeyde kitlesel göç hareketinin başladığı gözlenmektedir.  Bu,  belki de ülkede ilk kez toplumsal yaşamda bu denli kapsamlı ve çok yönlü etki yaratan bir göç hareketiydi. Gerçekten de Anadolu’da Cumhuriyet dönemi boyunca ortaya çıkan büyük toplumsal ve kültürel değişimleri anlayabilmek için özellikle iç göçlere kulak kesilmek gerekir. Ülkenin kırsal ve kentsel kesimi arasında gelişen ulaşım koşullarının da yardımıyla, köylerde geçim zorluğu çeken küçük toprak sahiplerinin iş bulma amacıyla kente akımı savaş sonrası yıllarda başlamış, 1950′den sonra ise artarak sürmüştür. 1950-1960 arasında Türkiye ölçeğinde kentsel nüfus artışının %80′i aştığı saptanmıştır. Bu alanda son  zamanlarda yapılan bir çalışma (Veri araştırma, 2006), İstanbul, Ankara ve İzmir’in büyükşehir belediyelerinin sınırları içerisinde 2000 yılında 13 milyon 140 bin kişi yaşarken bu sayı 2007 yılında 16 milyon 830 bini aşacağını; İstanbul, Ankara ve İzmir’in dışında 2000 yılında nüfusu 100 bini geçen 51 kent ve bu kentlerde yaşayan 13 milyon 300 bin nüfus varken 2004′te kent sayısının 57′ye, nüfusun ise 17 milyon 700 bine yükseldiğini, 2007′de ise 18 milyon 600 bin olacağını göstermektedir. Yine bu çalışmaya göre son yedi yılda ortalama kent büyüklüğü yüzde 25 artmıştır. Türkiye’de nüfusu 20 bin ile 100 bin arasında değişen kentlerin, bir başka deyişle kasabaların sayısı 2000 yılında 214 iken 2004 yılında 271′e yükselmiştir. Bu kasabalarda 2000 yılında 9 milyon 365 bin kişi yaşarken bu nüfus 2007 yılında tam 13 milyon 100 bin kişiye çıkmıştır. Kasabalarda, son yedi yıllık dönemde yüzde 9′luk bir ortalama büyüklük artışı olmuştur. Sonuç olarak, İşte üç Türkiye; Metropoller Türkiyesi, Kentler Türkiyesi ve Kasabalar Türkiyesinin nüfusu hızla artmaktadır. Bunun da üç nedeni var. Birincisi köylerden ya da başka kentlerden kalkıp yeni bir kente evini, barkını taşıyanların oluşturduğu göçler. İkincisi doğal nüfus  artışı. Yani Türkiye’de doğum oranının ölüm oranından çok daha yüksek oluşundan  kaynaklanan artış. Metropol, kent ve kasabaların nüfus artışlarının üçüncü kaynağı ise  meydana gelen ciddi idari yapı değişiklikleri.

Anadolu kentlerinin konut kapasitesini zorlayan bu hızlı nüfus artışı, kent çevresindeki kırsal alanlarla hazineye ait bölgelerde, zayıf ve ucuz malzemeyle bir gecede yapılabildiği için önleyici yasalardan kaçabilen ve adına “gecekondu” denilen, alt yapıdan yoksun, bir tür kaçak barınağın oluşmasına neden olmuştur. 1950-1980 arasında büyük kentlerin tüm çevrelerini yoğun bir biçimde kaplayan bu gecekondular, zaman içinde sahipleri tarafından iyileştirilip sağlıklaştırılarak geliştirilmiş, daha sonra da kent merkezlerine en yakın varoşlar olarak, merkezden kaçmaya çalışan orta sınıfın beğenilerine yönelik, spekülatif amaçlı, yüksek katlı yapılaşmaya açılmışlardır. Böylece, 1940′larda kırsal bölgelerden gelen dar gelirli bir grup olarak kent toplumuna katılan gecekondu sahipleri, 1990′lı yıllarda yüksek arazi spekülasyonu sayesinde zenginleşerek, geleneksel kültür ve değerlerini yitirmiş bir tüketim toplumuna dönüşmüşlerdir.

Böylece Türklerin göçebeliklerinin tarihsel arka planını sergilemiş oluyoruz. Evet, biz Anadolu Türkleri daha düne kadar büyük ölçüde göçebeydik. Göçebe tarihimizi bugün unutmuş olsak da psikolojimizde onun izleri kazılıdır. Artık psikolojimizdeki bu göçebelik izlerinin neler olduklarına geçebiliriz.

Doç. Dr. Erol Göka

 

Paylaş:

Yorumlar

Yorum yap